Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm| Gönül Gözü Kapalı Yâr

@authbal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çok sevgili Gönülçelen sokağı sakinleri.

 

 

Mahallemize hoş geldiniz.

 

28.04.24

🎵

Bir Gönül Davası - Emir Can İğrek

Batsın Bu Dünya - Orhan Gencebay

Yakamoz- Rafet El Roman

Ateşe Düştüm- Mert Demir

Kumralım- Yaşar

Bir Hadise Var- Mabel Matiz

 

(NOT: Hikayenin giriş bölümünü günümüzden okudunuz. 1.bölüm itibarıyla on bir ay geriye gidip sezon finaline kadar bu zaman diliminde yaşananları okuyacağız. Yani günümüze ulaşacağız. Birinci bölümümüz olduğu için kafanızın karışmaması adına zaman dilimini belirttim. Bundan sonraki bölümlerde aynı zamanı devam ettireceğimizden tekrardan belirtmeyeceğim. Yalnızca okuduğumuz geçmişte geriye dönüş sahnelerinde belirteceğim. Sevgiler.)

 

1. BÖLÜM| "GÖNÜL GÖZÜ KAPALI YÂR"

 

(Aralık, 2023)

 

Evin kapısını ses çıkarmamaya dikkat ederek kapattım. Yeni aydınlanmış hava, huzurlu görüntüsünün aksine buz gibiydi. Boynuma doladığım uzun, koyu yeşil atkıya üşüyen yüzümü gizleyerek yürümeye başladım.

 

Mahalledeki dükkanlar bir bir açılmaya başlamıştı. Önlerinden geçtiğim her dükkanın içine göz gezdirerek ayaküstü selam veriyordum. Haftanın birkaç günü işe bu saatlerde gittiğimden kimse beni gördüğü için şaşırmıyordu artık.

 

Ellerinde büyümüş o kızdım hâlâ. Fırının önünden geçerken çırağın elime tutuşturduğu kese kağıdı hiç şaşmazdı mesela. Kağıdın içinden taşıp elimi ısıtan sıcaklık kalbime kadar ilerlerdi.

 

Manav Nurettin amcanın dükkânının önünden geçerken elime takılan poşet gibi.

 

Sıcacık yapıyordu içimi bu doğup büyüdüğüm yer. Hayatımı tüm eksilerine rağmen sevmemi sağlıyordu.

 

Bir gün o eksileri de giderebileceğime dair umut aşılıyordu.

 

Evimin bulunduğu mahalleden çıkmak üzereyken keyifli başlayan günüme kalan kısacık yolumda müzik dinleyerek devam etmek istedim. Omzumdaki çantadan kablosuz kulaklığımı çıkarırken sağ tarafımdan koluma bir kol dolandı.

 

Altıncı hissi çok kuvvetli biri olarak korktuktan yalnızca bir saniye sonra kim olduğunu anlamıştım.

 

"Eda'm günaydın. Sabah şeriflerin hayrolsun." dedi Cihangir sabahın körü olmasına karşın gür ve enerjik bir sesle.

 

O zaten hep erken kalkardı.

 

"Yani inanır mısın az önceye kadar gayet hayırlıydı Cihangir." dedim bezgin bir şekilde ve kolumu kolundan çektim.

 

Onu her görüşümde kalbimin hem yerinden oynuyor oluşu hem de ona deli gibi kırgın oluşu içimi tarifsiz bir öfkeyle dolduruyordu ve ben de bunu ona yansıtmaktan hiç çekinmiyordum senelerdir.

 

O yalnızca ona öfkeli olduğum yanımı görüyordu, o ayrı.

 

Tıpkı olması gerektiği gibi.

 

Onun hak ettiği benim öfkemdi.

 

"Sıkma canını, olur öyle şeyler." dedi hiç üstüne alınmayarak. Tekrardan koluma girmedi ama yanı başımda yürümeye devam etti.

 

"Nöbetçisin bu akşam değil mi? Yemek yollayayım mı sana? Sen hastanenin yemeklerinden hoşlanmıyorsun pek."

 

Evet hoşlanmıyordum ama bunu onaylayacak değildim çünkü çok fazla yemek seçen biri olduğumu itiraf etmekten de hoşlanmıyordum. Annemin bu konu hakkındaki bitmek bilmeyen söylenmeleri bir klip halinde çoktan kafamın içinde çalmaya başlamıştı zira.

 

"Sen benim nöbet çizelgemi mi araştırttın yine?" dedim geç de olsa ne dediğini idrak edebildiğimde. "Başım ağrıyor diye acile gelme yine yemin ederim kafanı kırarım Cihangir senin."

 

Olmuştu işte. Huzurlu başlayan günüm sadece dakikalar sonra son bulmuştu.

 

Sesimin yükselmesiyle birlikte benden birkaç adım uzaklaşmış, gizlemeye çalıştığı gülümsemesiyle bana bakıyordu şimdi.

 

Bir yanının benim ona sinirlenmemden ve bağırmamdan zevk aldığını düşünüyordum bu adamın. Ben öfkeden delirirken böyle keyifli olmasının başka bir açıklaması olduğunu zannetmiyordum son birkaç senedir.

 

O da böyle bir kafası kırıktı işte.

 

Sağımdaki ve solumdaki müstakil evlerden birer pencere açıldı. Tam da Cihangir'le benim ortasında durduğumuz iki ev oluyordu. Sokak dar olduğundan görüş ve duyuş mesafesi maalesef ki tam kararındaydı.

 

Asuman ve Züleyha abla ellerinde dumanı tüten çay bardaklarını camın pervazına koyup ellerini çenelerine dayayarak bize baktılar.

 

"Ayol Züleyha, kaçıracağız diye aklım çıktı bu sabah. Dün gece kaçırdığım dizinin tekrarı vardı. Ona bakacağım diye geç yatmıştım. Sabah zor kalktım vallahi. Ben mutfaktayken kaçıracağım bunları diye ödüm koptu." dedi Asuman abla sağ tarafımdaki evden.

 

Bunları derken bizden bahsediyordu.

 

Cihangir sağ olsun mahallenin maskarası olmuştuk.

 

Ahanda böyle işlerini güçlerini bırakmış bizimle eğleniyorlardı.

 

Bir gün bu eğlence onun kafasını mahallenin ortasında çatır çatır kırarken son bulacaktı ama, hissediyordum.

 

"Aşk olsun Asuman. Kız ben seni haberdar ederdim ya. Sensiz keyfi çıkar mı hiç?" dedi çayından höpürdeterek bir yudum alırken. "Gerçi burada da tekrar izleme şansın vardır bence. Malum bizimkiler de her gün aynı sahneyi canlandırıyorlar. Didişmedikleri bir an yok ki."

 

Yahu o bana bulaşıyor diyorum o. Benim vallahi bir suçum yok.

 

"Yani ablalar size de yuh olsun. Sorsak evde milyon tane yapılacak işimiz var diyorsunuz ama gelmiş burada laf dinliyorsunuz." dedim ikisine de bakarak. Artık yalnızca soğuktan değil sinirden de kızarmaya başladığımı hissediyordum.

 

"Kız kargalar bokunu yemedi daha ne işi? Bu saatte insanlar zar zor uyanıp işe gidiyor ama siz bağır çağır kavga ediyorsunuz. Tabii ki de işimi gücümü bırakıp sizi izlerim hayatım benim." dedi Züleyha abla kıkır kıkır gülerek.

 

Şaka gibiydi ama cidden çok eğleniyordu kadın.

 

"Zaten ha dizi izlemişiz ha sizi. Tek farkı sizi canlı izliyor olmamız. Şu her yaz tüm kanallar anlaşmış gibi romantik komedi dizisi çıkartmıyor mu hani? Bildiğin onların başrolüsünüz siz." dedi Asuman abla bardağını şerefe dercesine tam karşıya, Züleyha ablaya kaldırırken.

 

Ucuz romantik komedilere de benzetilmiştim tam olmuştu.

 

Alacağın olsun senin Cihangir efendi.

 

"Ya sabır ya selâmet" diye ağzımın içinde söylene söylene önüme döndüm ve hızla yürümeye başladım. Öyle ki yürümüyor aksine koşuyor bile olabilirdim.

 

Tabii bu arkamda bıraktığım kişinin orada kalacağı anlamına gelmiyordu. Ne zaman benim isteklerime saygı duyup peşimi bırakmıştı ki?

 

Zaten kim benim isteklerime saygı duyuyordu ki bu hayatta?

 

Hiç kimse.

 

"Yarın sabah alayım mı seni vardiyan bitince? Yorgun argın eve yürümemiş olursun?" dedi yandan yandan bana bakarken.

 

Saniyelik ters bir bakış attım ona. Elleri deri ceketinin cebinde sakin adımlarla yürüyordu yanımda.

 

"İstemez. On dakikalık yol zaten. Yorgunluktan bayılacak halim yok."

 

Yıllar boyunca evden uzaklaşabildiğim en kısa mesafe buydu işte. On dakika.

 

Bundan iki sene önce mezun olup çalışmaya karar verdiğimde kendi ayaklarımın üzerinde duracağıma inanmıştım. Kendi hayatımı kurabileceğime. Kontrol edilmekten çok uzakta, kendimle baş başa bir hayat.

 

Kararım annem tarafından veto edilmiş ve yanımda olan insanları da eğer evden gidersem yataklara düşeceği tehdidiyle egale etmişti. Bu onun yıllar boyu yitip gitmeyen kozuydu. Ne yapıp edip evde sonsözü söylemesini ve herkesin onun mutluluğu için seferber olmasını sağlayan ilacıydı.

 

O mutsuz olmasın diye evdeki herkes seferber olurdu.

 

Bir zamanlar ben de.

 

Ne zamanki benden en büyük hayalimi aldı, o zamandan beri elinde bir kukla olmayı bırakmıştım.

 

Beni içten içe yiyip bitiren öfkemle neredeyse herkese karşı hissizleşmiştim.

 

Ve bu belki de bana yapılan en büyük kötülüktü.

 

Sonuç olarak ailemin de ortağı olduğu, evimize on dakikalık mesafedeki özel hastanede çalışıyordum.

 

Bir şey kazanmıştım evet ancak hiç de öyle hissedememiştim.

 

O andan sonra Cihangir bana ne dediyse duymadım. Önümde tek bir noktaya bakıyor ama çok şey görüyordum. Kendi kabuğuma çekilmiştim yeniden ve orası hiç güzel bir yer değildi.

 

Yolun kalanında hiç konuşmadan hastanenin önüne geldiğimizde doğrudan içeri girecektim ki kolumdan nazikçe tutarak engel oldu Cihangir. Tutuşuyla kendisine doğru döndürdü beni.

 

"Mutlaka bir şeyler ye olur mu? Hiç dikkat etmiyorsun kendine. Kilo verdin bu ara yine."

 

Zaten elli kilo kızdım. Kilo verip vermediğimi ben bile anlayamazken o nereden anlıyordu ki?

 

Hiçbir şey söylemeden bakmaya devam ettiğimde bakışlarımda ne gördü bilmem, gülümsedi.

 

Tuttuğu kolumu canımı acıtmadan bir kez sıktıktan sonra bıraktı ve ben de bakışlarımı kaçırarak arkamı dönüp ondan uzaklaştım.

 

Döner kapıdan içeriye girdim. Arkamı dönüp hiç bakmadım ancak hâlâ orada olduğunu biliyordum.

 

Asansörün çağrı düğmesine basıp gelmesini beklerken boşta kalan sol elimi beyaz, yumuşacık kumaştan kabanımın cebine koydum.

 

Ve elime bir paket değdi.

 

Elimi paketle birlikte cebimden çıkardığımda en sevdiğim çikolatayla karşılaştım.

 

Bitterli ve karadutlu.

 

Cebime nasıl girdiğini bilmiyordum ancak kimin koyduğunu çok iyi biliyordum.

 

Ben ondan başka her yere bakar, kendi düşüncelerimde kaybolurdum ama oysa onun gözleri hep üzerimde olurdu.

 

Bu benim için artık bir şey ifade etmese de.

 

Asansör geldiğinde önce içeriden çıkanlara yol verdim ve tamamen boş kaldığında ise bindim. Ardımdan asansöre binenlere kibarca selam verirken ruh halim biraz önceye göre daha iyiydi.

 

Ve bu iyileşmenin sebebi kesinlikle çikolataydı.

 

🌹

 

Acıyan gözlerimi ovuşturup bir kez daha esnerken ağzımı kapatmak için elimi zar zor kaldırabilmiştim. Saat gecenin üçüydü ve bu gece acil adeta mahşer yeri gibiydi. Grip şikayetiyle gelip serum yiyenler, trafik kazasına karışanlar ve diş çıkartan tatlı mı tatlı bir bebek.

 

Değil dinlenecek oturacak vakit bile bulamamıştım ancak buna alışkındım. Evde oturup kendi kafamın içinde boğulmaktansa böyle bir yorgunluğa razıydım.

 

Az önce acilde yatış alan hastaları kontrol etmiştim ve şimdilik bir sıkıntı yoktu. Acil bölümünden çıkıp elimdeki hasta kayıtlarını sekreterlerin bulunduğu bölmeye bıraktım. Yorgun bedenimi masaya yaslarken sekreter Gözde Hanım telefondaydı. Gülümseyerek selam verip kayıtları teslim ettiğimi işaret ettiğimde o da başıyla onayladı. Ellerimi önlüğümün cebine koyarak kafeteryaya doğru gidiyordum ki telefonuma bir mesaj geldi. Açıp baktığımda Banu hemşireden geldiğini gördüm.

 

Canım acile yeni hasta giriş yaptı. Elim dolu bakamıyorum. Müsaitsen gelebilir misin?

 

Ona onaylayan bir yanıt yazıp geldiğim yolu geri döndüm. Alt tarafı bir koridor ilerleyebilmiştim zaten. Çok bir kaybım yoktu.

 

Boğazımı temizleyerek yatakların olduğu bölüme girdiğimde gördüğüm simayla kan beynime sıçramıştı. Etrafı kırmızı görüyordum an itibariyle.

 

"Sen hiç laftan anlamayacak mısın be adam? Beni delirtmeye mi çalıyorsun Allah aşkına? Ben sana gelme demedim mi?" dedim hızla perdesi çekili yatağın yanında, tekli küçük dolaba yaslanarak ayaklarını çarprazlayıp bekleyen Cihangir'e.

 

Benim sinirlenmeme karşılık yine sırıttı.

 

Çünkü iflah olmaz bir manyaktı, normaldi.

 

"Günahımı alıyorsun çiçeğim. Bilip bilmeden yükselmesene kız hemen." dedi sırıtışını bozmadan. Gözlerini kısıp bir saniye bana baktıktan sonra devam etti. "Yüksel ya da."

 

Sırf o öyle istediği diye teknik olarak hemen sakinleşmek için derin nefesler almaya başladım.

 

Ama yemin ederim kafa göz girişmek istiyordum adama. Öyle böyle değil. Şöyle eşek sudan gelesiye bir kere dövsem inanılmaz rahatlayacaktım.

 

"Başın falan ağrımıyor senin keza ağrıyabilmesi için içinin dolu olması gerekiyor. O yüzden defol hemen buradan." dedim bir yandan kendime hakim olmaya çalışıp bir yandan da ona laf yetiştirirken.

 

"Benim bir yerim ağrımıyor ya. Maşallahım var."

 

"Lan niye geldin o zaman acile?" dedim kendimi sakinleştirme çabalarım bir anda tuzla buz olurken. Bağırdığım için bana bakan ve rahatsız olan hastalardan teker teker özür dilerken elim ayağım birbirine karışmıştı bir anda. O kadar yükseleceğimi ben bile beklemiyordum ama alışmış olmam gerekiyordu.

 

Çünkü onun bana yaşattığı her duygu her zaman uçlardaydı.

 

Tekrar Cihangir'e döndüğümde ben ona dönünceye dek yüzünde olduğuna ekin olduğum sırıtış silinmişti. Birazcık da olsa aklı vardı ki tırsmaya başlamıştı.

 

Hiç beklemediğim bir anda önünde durduğu perdeyi açtı. Benim boş sandığım yatakta yatan kişiyi görmemle duraksadım.

 

"Ceylan?" dedim sorgulayan ses tonumla. Neden burada olduğunu merak ediyordum esasen.

 

"Eda abla..." dedi ağlamaklı ses tonuyla. Acı çeker gibi kaşlarını çatışı ve solgun yüzü beni hemen harekete geçirmişti. Hızla yatağın yanından dolaşıp yanına geldim. Elimi alnına uzatıp ateşine baktım. Çok şükür ki ateşi yoktu. "Karnım çok ağrıyor Eda abla. Çok kötüyüm."

 

"Mide bulantın ya da başka bir yerinde ağrın var mı peki canım?" diye sordum yüzüne düşmüş saçları kulaklarının arkasına sıkıştırırken. Salgın belirtilerini taşıyıp taşımadığını anlamaya çalışıyordum.

 

"Biraz bulantım var ama onun dışında başka bir yerim ağrımıyor." dedi burnunu çekerek. Yazık yavrum, çok ağrısı vardı ya.

 

"Tamam ben doktoru çağırıyorum hemen." dedim ve nöbetçi doktora hızlı bir çağrı bıraktım. Birkaç dakikaya burada olurdu.

 

Ceylan birkaç saniye abisine baktıktan sonra gözlerini kapatıp başını benim olduğum tarafın tersine çevirdi. Ben göğsüne kadar çekili örtüyü düzeltirken hemen yanı başımda bir beden belirdi.

 

"Yorgun gözüküyorsun. Çok mu kalabalıktı acil bu gece?" diye sordu Cihangir.

 

"Niye soruyorsun? Buraya da adamlarını dikmiyor musun ben nöbetçiyken? Onlar sana bu geceki raporu yetiştiremediler mi yoksa?" dedim yandan yandan ona bakarak. Aylardır içimde tutuyordum, buraya diktiği adamları fark ettiğimi söylemeyecektim ona. Muhatap olmayacaktım sözde ama işte. İçimde tutmak buraya kadardı.

 

"Hiç utanmıyorsun dimi Cihangir ya?" dedim o tam konuşacakken lafı ağzına tabiri caizse tıkayıp. İşi neydi, susup beni dinlesindi. "Şu kızı iş yerinde olsun rahat bırakayım, gözümü üzerinden çekeyim demiyorsun? Rahat rahat, sinirlenmeden, çileden çıkmadan işini yapsın diyemiyorsun."

 

"Yavrum bak..." diye kendini savunacaktı ki dayanamadım, yine sözünü kestim. Benim söyleyeceklerim daha önemliydi şu an.

 

"Yani zaten şu hayatta biri de benim iyiliğimi düşünse şaşarım. Hiç şaşırtmadı o yüzden bu yaptığın. Eve kafeslendiğim yetmiyor bir de iş yerimde senin yüzünden aynı öyle hissediyorum. Eyvallah sahiden."

 

Kollarımı göğsümde bağlayıp bakışlarımı karşımdaki perdeye sabitlemişken susmuştum. İçimi bir güzel boşalttığımdan olsa gerek bir hafiflemiştim hatta. Tam Cihangir konuşmaya başlamıştı ki bu defa da doktor geldiğinden susmak zorunda kaldı. Ağzının içinde homurdanarak kenara çekildi ve doktora yer verdi.

 

İçimin yağları erimişti tam şu noktada. Biraz da senin içinde kalsın işte böyle kelimelerin Cihangir efendi. Oh olsun.

 

Doktor Bey gerekli kontrolleri yaptıktan sonra Ceylan'ın son zamanlarda bizi çok uğraştıran grip salgınına yakalandığını söyledi ve benden serum bağlamamı istedi. Ben serumu bağlarken de Cihangir'e bir reçete uzatıp geçmiş olsun diyerek başka bir hastanın yanına geçmişti.

 

"Ablacım çok geçmiş olsun. İlaçlarını aksatmadan al ve bol bol dinlen olur mu? Beslenmene de dikkat et. Böyle böyle atlatacaksın tamam mı? Yine kötü olursan da hemen gel." dedim Ceylan'a gülümseyerek. Gözleri yarı açık beni dinleyip söylediklerimi kafasıyla onayladı. Karşımda masum ve ağlamaklı yüz ifadesiyle bir genç kız gibi değil de bebek gibi görünmüştü gözüme.

 

"Serumu bitsin çıkabilirsiniz." dedim Cihangir'e. Başka hiçbir şey söylemeden yanından geçip gitmeye meylediyordum ki izin vermedi. Kolumu nazikçe tutarak önüme geçti.

 

"Yemek yedin mi?" diye sordu dağ gibi boyuyla üstten bana bakarken.

 

Onca laf etmiştim adama ama geçip karşıma bana dediği lafa da bakın.

 

Dünya yansa bu yine canının derdine değil benim derdime düşerdi ya.

 

Cidden iflah olmazdı.

 

Sinirle ağzımı açıp konuşmaya başlıyordum ki taramalı tüfek gibi ona saydırmaya başlayacağımı anlamış olsa gerek boştaki elini ağzıma kapattı. Bir yandan da gülüyordu yine ruh hastası. Kolundan tutup Bakırköy'e götürecektim artık şart olmuştu. Kapının önüne bırakır kaçardım.

 

"Tamam kız, sövmeye başlama yine. Elinde bir odunun eksik çiçeğim he." dedi gülerek. Ağzım eli tarafından kapalı tutulduğu için homurdanarak söylendim ve gözlerimle kaşlarımı oynatarak onu öldüreceğimi söyledim.

 

"Ben de seni seviyorum." dedi lafı işine geldiği gibi anlayarak. "Ezelden beri."

 

Yalancı.

 

Yalancı.

 

Yalancı.

 

Eğer sevseydi en büyük kalp kırıklığım olmazdı benim.

 

Gözlerim yanmaya başladığında içimden lanet okudum. Hayır, ağlamayacaktım. Bu adam için bir daha asla. Ben onun için tüm gözyaşlarımı seneler evvel bir gecede akıtıp tüketmiştim.

 

Gözlerimdeki yangını gördüğünde dudaklarında gülümseme sendeledi. Ardından tamamen silindi. Elimi kaldırıp dudaklarımın üzerindeki elini sertçe ittirdiğimde karşı koymadı. Ona nadiren de olsa kızgın yanımı değil de kırgın yanımı yani sol yanımı gösterdiğimde hareketlerinde bir tutukluk oluyordu şimdiki gibi. Bakışlarına bir gölge oturuyor, dımdızlak yağmura yakalanmış gibi savunmasız kalıyordu.

 

Bazı şeyleri onun da tatması ne de güzeldi.

 

"Bas git benim canımı sıktığın yeter gece gece." dedim soğuk ve öfkeli ses tonumla.

 

Kafeteryaya inip masanın birine sandalyeyi sertçe çekip oturdum. Başım ağrıyordu öfkeden. Nefret ediyordum ondan. Beni parçalamasına izin verdiğim için kendimden de. Bunca senedir biraz olsun dinmeyen hislerimden de.

 

Derin bir nefes vererek başımı sandalyenin arkasına doğru attım. Kafamın içinde yaşadığım geçmişle ve hiç susmayan düşüncelerimle baş edemiyordum artık. Kafayı yiyecektim en sonunda. Sabahtan beri bir şey yememiştim, midem bulanıyordu. Hayatımı hangi ucundan tutmaya kalksam elimde kalıyordu. Çok uzun zamandır kendime iyi gelemiyordum ve bu insanın başına gelmiş en kötü şeylerden biriydi.

 

Masanın üzerine bırakılan bir şeyin sesini duymamla başımı yaslandığım yerden kaldırıp gözlerimi açtım. Beyaz poşetin içine baktığımda sıcak yemek kokusu burnuma dolmuştu. Sağımı solumu kontrol ettiğimde Cihangir'in adamlarından birinin kafeteryanın çıkışına doğru ilerlediğini gördüm. Başka bir şey olsa getirdiği gider adamının kafasında paralardım da dua etsin nimetti.

 

Poşetin içinde ne olduğuna bakarken önlüğümün cebindeki telefonum titredi. Hızla çıkartıp baktığımda zannettiğimin aksine acilden çağırılmıyordum.

 

Bela: Yemeğini yer bitirirsen adamları çekeceğim hastaneden. Sana kendini öyle hissettireceğimi düşünemedim, özür dilerim. Bir daha olmayacak. Tekrardan çağrılmadan yemeğini ye. En sevdiğin yerden söyledim. Tam sevdiğin gibi.

 

Bol patatesli ve mayonezli tavuk dürüm.

 

Guruldayan karnım sağ olsun yeyip yemeyeceğime karar vermem uzun sürmemişti.

 

Söylene söylene yemeği poşetin içinden çıkarırken bakışlarımı da etrafta dolaştırıyordum. Yiyip yemediğimi anlamak için muhakkak bir yerlerden beni gözetliyordu, biliyordum ama hiçbir yerde görememiştim onu.

 

Paketinden çıkardığım pipeti hırsla ayrana saplayıp bir yudum aldım. Zira dakikalardır söylenmekten ağzım dilim kurumuştu.

 

Dürümden ilk lokmamı alırken gözlerimi huşu içinde kapatmamak için kendimi zor tuttum. Eğer bir yerlerden falan izliyorsa ona bu zevki yaşatmak istemiyordum.

 

Gerçekten de en sevdiğim yerden almıştı. Bizim mahalledeki kırk yıllık döner ustası Ayhan amcadan.

 

Halbuki Ayhan amca bu saatlere kalmaz kapatırdı dükkanı. Bu adam sabaha karşı nasıl onun elinde çıkma yemeği getiriyordu ki bana her seferinde?

 

Katır inadımdan soramıyordum da. Düşünüp düşünüp aklımı yediğim düşüncelerle hızla yemeğimi yedim. Acilden çağrı aldığımda son lokmaları da ağzıma tıkıştırıp ayaklandım. Bir yandan çöplerimi toplarken diğer yandan da kocaman olmuş ağzımı umursamadan ilerlemeye başladım.

 

Çöplerimi atıp paketin içinden çıkan ıslak mendille ellerimi ve ağzımı temizledim.

 

Mücadelem kalbimle değil hayatla olduğunda her zaman yaptığım gibi kalbimin sesine kulaklarımı tıkadım.

 

Adımlarım acile doğru ilerlerken kalbim kapalı olduğu kutuda tüm haykırışlarını yutup derin bir sessizliğe gömülmüştü.

 

🌹

 

Uykunun tatlı kollarından sıçrayarak ayrıldığımda yattığım yerden doğruldum. Gözlerimin üstündeki göz bandını yukarı doğru kaldırıp gözlerimi ovuşturdum. Başucumdaki dijital saat öğleden sonra üç buçuğu gösteriyordu. Sabah sekiz buçukta nöbetim bittiğinde kendimi hastaneden sürükleyerek dışarı attığımı hatırlıyordum. Soğuk hava yorgunluğuma ve uykulu halime bir darbe vurmuş olsa da eve gelip sabah ayazından kurtulur kurtulmaz kendimi yatağa atmıştım.

 

Beynimi delen gürültü beni uyandırana dek her şey yolundaydı.

 

Sinirle oflayıp yatağımda doğruldum. Yastıklarımı dik konuma getirip üst üste koydum ve arkama yaslandım. İnsan saatlerce aralıksız çalıştığı bir günün ardından eve geldiğinde haliyle biraz da olsa anlayış bekliyordu. Ancak bu evdeki bazı insanların yalnızca kendisi söz konusu olduğunda anlayıştan yoksun olduğunu unutmak da benim hatamdı. Bir başkasının değil.

 

Elektrikli süpürgenin sesi odamın olduğu katta arttığında bir daha uykuya dalamayacağımı kabullenmiş, yatağımda miskinlik etmekle meşguldüm.

 

Telefonumdaki uygulamalara girip boş boş gezinmeye başladım. Geçen seneye kadar bu aktiviteyi ne de çok severdim. Fotoğraf çekinip paylaşmayı, anı kalsın diye pek çok şeyi biriktirmeyi huy edinmiştim. Hayatımı kendi istediğim gibi kuracağımı düşündüğüm, güzel zamanlardı.

 

Hiçbir şey istediğim gibi olmamaya başlayıp üzerime yıkıldığında bundan da vazgeçmiştim. En son paylaştığım fotoğrafa baktığımda tarih neredeyse iki sene öncesini gösteriyordu.

 

Mezuniyet törenimin olduğu günü.

 

Öylesine bir mutluluk hakimdi ki fotoğraflarıma, karelerden birinde sol köşede ayakta dikilip beni izleyen Cihangir bile o büyük gülümsemeyi silememişti yüzümden.

 

Çünkü o Eda, her şeyi geride bırakıp herkesten uzakta yeni bir hayata başlayacağına inanıyordu.

 

Annesini hiç tanımıyormuş gibi.

 

Kendi profilimden çıkıp ana sayfada gezinmeye devam ettim. Yarın akşam mahalledeki büyük bahçeli düğün salonunda ilkokulu ve ortaokulu birlikte okuduğum arkadaşımın nişanı vardı. Son hazırlıkları paylaştığı bir gönderiyi beğendim. En azından bazı insanlar hayallerini yaşayabiliyordu.

 

Odamın kapısı aniden açıldığında telefona fazla dalmış olduğumdan sıçrayıp telefonu yatağa düşürdüm.

 

Hay ben böyle günün.

 

"Günaydın şekerim." diye uzatarak içeri giren Yeşim, aynı hızla kapımı kapattı. Elindeki poşetleri camımın önündeki sallanan koltuğun üzerine bırakıp fon perdelerimi kenara çekip camı açtı. Temiz havanın içeri dolmasıyla üzerimde kalan uyku kırıntılarına da veda etmiştim.

 

"Bana pek aymadı ama sana aymış belli." dedim huysuz çıkan sesimle. Telefonumu düştüğü yorganın içinden alıp şifonyerin üstüne koydum ve kollarımı açarak gerindim. Bunu yaparken yumuşacık yatağımın içine tekrar gömülmüştüm.

 

"O süpürgenin sesine sağır sultan bile uyanır ayol. Resmen cinayet sebebi, sen de haklısın."

 

İşte bu dünyada beni gerçekten dinleyen ve anlayan tek insan.

 

Biricik kuzenim ve en yakın arkadaşım Yeşim.

 

Eğer o da olmasaydı uzun bir zamandır başımda bir huniyle geziyor olurdum muhtemelen.

 

Yani iyi ki vardı.

 

Bizim iki sokak aşağımızda amcamlarla birlikte yaşıyordu o da. Benim aksime o halinden memnundu o ayrı. Üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş, üstüne birkaç dil daha öğrenerek kendini geliştirmişti. Şimdilerde evden çalışarak bir yayınevine çevirmenlik yapıyor aynı zamanda pek çok küçük veya büyük işletmeyle de çevirmen olarak çalışıyordu. Nasıl boş vakti kalıyor bilmiyordum ama geriye kalan zamanlarında da özel ders veriyordu.

 

On parmağında on değil yirmi marifet bir insandı yani.

 

Tüm hayatım boyunca olduğu gibi üniversitede de yan yanaydık ve o dört yılı doyasıya eğlenerek yaşamıştık. Sanki içimden bir ses son mutlu zamanlarım olduğunu bilir gibi bana hep eğlenmemi, içimden geldiği gibi yaşamamı fısıldamıştı.

 

Yeşim yatağa atladığında düşüncelerimden sıyrıldım zira havaya kalkmakla meşguldüm. Yeşim'le benzerliklerimiz konu dış görünüş olduğunda son buluyordu. İnce ve uzun benim aksime Yeşim tam ayarında bir balık etliydi. Kilo olarak bir fazlalığı yoktu ancak ona çok yakışan kıvrımları vardı. Kendisi de dahil herkes kıvrımlarını ona çok yakıştırdığından onları çok iyi taşıyordu. Öz güven kelimesinin vücut bulmuş hali diyebilirdik onun için. Hem içten hem dıştan maşallahı vardı yani canım arkadaşımın.

 

Koyu kahve kıvır kıvır saçlarını daha yeni omuzlarının altında kestirmişti. Yengemin mirası olan sürmeli gözleriyle bu mahallede çok can yakmışlığı vardı.

 

Aşık gibi bir şeydim galiba ben bu kadına. Başka açıklaması yoktu.

 

"Lan yavaş olsana." dedim koluna bir tane geçirerek. Bugün herkes anlaşmış gibi canımı sıkıyordu. Ben tersimden kalkmayayım da kim kalksın ki şu durumda?

 

"Aşağıdakiler sabah nöbetten geldiğinden beri yatıyor dediler ama uykunu alamadın zaar." dedi yatağımda yan bir şekilde yatarak.

 

Dipnot: Nöbetten gelmiş bir Eda asla uykuya doyamazdı.

 

"Müsaade etselerdi alırdım uykumu. Her gün temizlik yapılmıyormuş gibi sanki şu evde. Benim nöbetten geldiğim günlerde yapmasalar ölürler çünkü." dedim ve yorganı deli gibi tekmeleyerek üstümden attım. Sinirden ve mayışmaktan olsa gerek sıcaklamıştım.

 

"Ha yok ya, ondan değil." dedi Yeşim ve dudaklarını birbirine bastırarak bana baktı. "Akşama misafir gelecekmiş de ondan."

 

Yattığım yerden bir hışımda doğrularak dizlerimin üzerinde durdum. Bugün resmen tansiyonumla oynuyorlardı.

 

"Lan ne misafiri gene? Bu ev niye hiç boş kalmıyor ya niye?" dedim tabiri caizse böğürerek. Duygularımın dışa vuruşu bu denli hiddetliydi demek ki."Bu evdeki insanlar neden çekirdek aile takılmaya bu kadar karşılar? Ne bu misafir sevdası Allah'ım kafayı yiyeceğim? Ben bu aileden değilim sanırım."

 

Yeşim benim için üzülmekle bu halime gülmek arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Bir yandan çaktırmadan gülmeye çalışıyor öbür yandan ise gülüşünü durdurmaya çabalıyordu. Bu yaptığı da sinirimi bozduğundan koluna bir tane daha geçirdim. Sonra baktım iyi geliyor, bir tane daha.

 

"Tamam dur kız dur." dedi en sonunda ona vurmamı engelleyerek. "Coğrafya da aile de kaderdir hayatım, ne yapacaksın işte? Hem akşama gelecekler de bir noktada aileden sayılıyorlar."

 

Aileden mi sayılıyorlar?

 

Eğer tahmin ettiğim şeyse kendimi camdan aşağı atacaktım.

 

Yeşim surat ifademden tahminimi anlamış olacak ki onaylamak için kafasını aşağı yukarı salladı.

 

Ve hayat bitti.

 

Yatakta tepinerek sinir krizi seansı yaşamakla direkt kendimi camdan atmak arasında gidip geliyordum şu anda.

 

Benim bu çektiğim çile yetmez miydi ama artık ya?

 

Günlük birkaç dakikadan fazla o şahısa tahammül edemiyordum ben. Bu Allah'ın cezası akşam yemeği buluşmaları canıma tak etmişti artık.

 

Üstelik kahretsin ki kurtuluşum da yoktu. Annemi birazcık tanıyorsam bu toplu yemek yeme işini benim nöbetim olmayan günlere denk getiriyordu. Yıllardır bir gün bile ben çalışıyorken yenmemişti o yemekler. Aman ne büyük tesadüftü.

 

Cihangir ve ailesiyle her ay muhakkak ailecek görüşürdük. Ve ne yazık ki ailelerimiz arasındaki bağ sıradan ahbaplık değildi. Çok daha derindi. Babası Tuğrul amcayla babam askerlik arkadaşıydı. Birbirlerine o zamanlar sahip çıkmışlar ve oda arkadaşından çok daha fazlası olmuşlardı. Aile buluşmalarımızda hiç sıkılmadan onların askerlik anılarını dinlerdik. O gün bugündür can dostuydular. Hiç ayrılmamışlar ve aralarındaki bağı daha da büyütmüşlerdi. Askerden döndükten sonra varlarını yoklarını bir araya koyup birlikte iş kurmuşlardı. Yirmi beş seneyi geçen çok çalışmanın ve emeğin sayesinde şimdi çok büyük işlerin adamlarıydılar. Şirketi hızla büyütmüşlerdi ve günümüzde hemen hemen her alanda iş yapıyorlardı. Yıllarca durmaksızın çalışmanın sonucunda artık yeter demişler ve bu ayın sonunda emekli olacaklardı. Şirketin başına abim ve Cihangir geçecek onların bıraktığı yerden devam ettireceklerdi. İkisi de senelerdir okuyarak ve şirkette çalışarak buna hazırlanıyorlardı ve ben abim adına çok gurur doluydum. Diğer şahıs da beni ilgilendirmiyordu.

 

Babamla Tuğrul amca evlendiklerinde de birbirlerinden ayrılamayarak şu anda da oturduğumuz mahalleye yerleşmişlerdi. İşleri büyüttükleri zamanlar mahalleyi ve komşularını çok sevdiklerinden taşınmayı düşünmemişler, kirada oturdukları müstakil evleri arazisiyle birlikte satın almışlar ve büyüterek içini de dışını da yenilemişlerdi. Çocukluk anılarımda tek katlı olarak hatırladığım evim o anılarda kalmıştı. Şimdilerde üç katlı ve kocamandı. Annemin çekip çevirmekten hep zorlandığını söylendiği ama buna hep şükrettiğini saklayamadığı kadar. Ki aynı şey bir arka sokağımızda oturan Cihangir'in annesi Gülnihal teyze için de geçerliydi. Babalarımızın sıkı dost olması yetmezmiş gibi o ikisinin de yediği içtiği ayrı gitmiyordu. Aman ne hoştu.

 

Ama canımı sıkan asıl nokta iki tarafında hiç hadleri olmamasına rağmen Cihangir ile benim aramı yapmaya çalışmalarıydı. Son iki senedir bu buluşmaların sayısı çok artmış ve ilgi odağı özellikle ben ve Cihangir olmuştuk. Onlar resmen bir çeteydiler ve beni kaçırmaya çalışıyorlardı.

 

Çetenin başında annem ve Gülnihal teyze vardı. Ben okulu bitirir bitirmez evlenme çağı geldi diye ortalarda dolanan annem bana en uygun adayın Cihangir olduğunu düşünüyordu. Gülnihal teyze ise yaşı yirmi sekiz olmuş oğlunun geç kaldığını düşünüyor bir an önce evlenmesini istiyordu. Bu konuda hiçbir sıkıntım yoktu, ona başarılar diliyordum ama o kör kuyulara düşesice oğlu cümle aleme beni sevdiğini ve yalnızca benimle evleneceğini söylediği için eli kolu bağlanıyordu. İki senede bana defalarca kez niyetimi sormuş, hayır dediğimde ikna etmek için elinden geleni yapmış ancak sonuç değişmediğinde kabul edip gitmişti. Artık oğluna yeni gelin adayları bakıyordu.

 

O bela oğlu hiçbirini kabul etmeyip yine yalnızca benimle evleneceğini söylediği içinse benden de vazgeçemiyordu. Allah'ın cezası bir döngünün içindeydik resmen. Üstelik bu yolda babamların da desteğini almışlardı ve bu benim için çok büyük bir talihsizlikti. Babamla Tuğrul amca da çocuklarının evlenmesini istiyor ve annemlere çanak tutuyorlardı. Ne zaman annemden yana bu konuda şikayet etsem babam başta sessiz kalıyor sonrasındaysa annemin arkamdan yaptığı bir kaş göz hareketiyle kendisinin de bana Cihangir'i ne kadar uygun gördüğünden ve yakıştırdığından bahsediyordu. Hemen sonrası benim öfkeden deliye dönerek yukarı odama çıkmam ve kapımı tüm evi inleterek çarpmamla son buluyordu.

 

Bir de abim vardı tabii. Cihangir'in en yakın arkadaşı olan abim. Senelerce Cihangir'e abim öğrensin ben seni göreceğim dediğim ve öğrendiğinde ben seni ondan başkasına emanet edemezdim zaten diyen abim. Beni paylaşmayı hiç mi hiç sevmeyen abimden yediğim ilk ve tek kazıktı. Hançeri sırtımdan halen daha çıkartamamıştım. Cihangir'le ciddi bir konuşma yaptığını hatta onu biraz da hırpaladığını biliyordum ama bu tek seferlik bir şeydi. Sonrasında bu konuya sıcak baktığını söyleyip hiçbir şey yapmamıştı.

 

Dört bir yanım düşmanlarca kuşatılmıştı işin özü.

 

Gözümün önünde bir el şıklatıldığında bulunduğum ana geri döndüm.

 

"Nerelere daldın balım?" dedi Yeşim anlayışla gülümseyerek. Çünkü nerelere daldığımı çok iyi biliyordu.

 

"Nereye dalacağım be?" dedim dalgaya vurarak. Başka türlü sinirlerime hakim olamazdım. "Hastaneyi arayıp kendime nöbet yazdırmayı düşünüyordum."

 

Çete birliğiyle aynı masaya oturacağıma gider paşa paşa gönüllü nöbetimi tutardım daha iyiydi. Yemeğe kalırsam yüksek ihtimalle günaha girecektim zaten. Gönüllü nöbet tutup sevaba girmeyi tercih ediyordum. Tam telefonuma uzanıp hastaneyi arayacaktım ki kapım bu sabah bir kez daha aniden açıldı.

 

"Ooo, sabah şerifleriniz hayrolsun Eda Hanım." dedi annem kapı koluna yaslanarak. Sonrasında hareketsiz kalmak huyu olmadığından bundan vazgeçti ve odamın içerisindeki banyoma ilerledi. Birkaç saniye sonra ağzına kadar dolu kirli sepetimle odaya geri dönmüştü. "Sonunda uyanabildiniz demek."

 

"Üstün çabaların sayesinde başka çarem kalmadı anne." dedim huysuz ve gergin çıkan sesimle.

 

Meali şuydu cümlenin: O elektirikli süpürgenin benim odamın bulunduğu katta niye çalıştırıldığını çakmadım sanma.

 

"İyi madem uyandın ve bu kadar enerjiksin o zaman aşağı yardıma gel. Kızların eli çok dolu. İki ayakları bir pabuca girdi, yetiştiremeyecek gibiler." dedi enerjik olduğum kısmı iğneleyerek ve cevap vermeme fırsat vermeden itiraz kabul etmeyen yüzüyle bana birkaç saniye bakıp odamdan çıktı.

 

O odadan çıkar çıkmaz yastığımı alıp yüzüme bastırdım ve delirmiş gibi bağırdım. Kaç saniye sürdü bilmiyordum ancak biraz da olsa iyi gelmişti. Yastığı yüzümden çektiğimde sinirden kızarmış yüzüm ve dağılmış saçlarımla Yeşim'le göz göze geldim.

 

"Yengem yine formunda." dedi endişeyle bana bakarak. "Yemekleri sana kitleyip akşam sofrada Eda'm şöyle döktürdü böyle döktürdü diye anlatacak." dedi başını iki yana sallayarak.

 

Sinirden saçımı başımı yolarak banyoma doğru yere pata küte basarak ilerlerken düşündüğüm tek şey kesin çözümün kendimi mi yoksa bir başkasını mı ortadan kaldırmak olup olmadığıydı.

 

Bir de şey...

 

Bir cinayete nasıl kaza süsü verileceğiydi.

 

🌹

 

"Eda. Kapıya bak kızım."

 

Bugün çektiğim kaçıncı sabırdı, kaçıncı derin nefesti sayamamıştım artık.

 

Bu evde kapıya hep yardımcı ablalardan biri bakardı ama bu akşam ne hikmetse annemin bana buyurası gelmişti. Elimdeki içli köfte tabaklarını masada iki yere yerleştirip söylene söylene kapıya bakmaya gittim. Bundan birkaç saat önce annemle savaşmayı bırakmıştım zira. Yorgun zihnimle savaşa dayanabileceğim biri değildi kendisi.

 

Kapıyı açtığımda en önde yaşına rağmen dinç duran bedeniyle Tuğrul amcayı gördüm.

 

"İyi akşamlar güzel kızım." dedi hafif gülümseyerek ve ayakkabılarını çıkarmaya koyuldu.

 

"İyi akşamlar Tuğrul amcacım. Hoş geldiniz." dedim ve önüne misafir terliklerinden çıkarıp koydum. Terlikleri giyerek içeri geçtiğinde elinde kocaman bir tepsiyle kapıda duran Gülnihal teyzeyle bakıştık. Ona da hoş geldiniz deyip terliklerini çıkardığımda elindeki tepsiyi terlikleri rahatça giymesi için almıştım. Beni kibarca kucaklayarak selamladı ve tepsiyi elimden geri alarak o da içeri geçti.

 

"Eda ablacım iyi akşamlar. Hoş geldik sefa getirdik." diyerek büyük bir enerjiyle konuştu Ceylan. Ayakkabılarını çoktan çıkarmış hızla içeri girip kendisine terlik alarak giymişti.

 

"İyi akşamlar güzellik." dedim sarılışına karşılık verirken. Geri çekildiğinde şöyle bir yüzünü inceledim mesleki tecrübeyle. "Çok iyi görünüyorsun geceye göre. Serum iyi geldi herhalde." dedim hastaneye geceki ziyaretine değinerek.

 

Ne dediğimi birkaç saniye sonra idrak ettiğinde gözlerini hızlıca abisine çevirip tekrardan bana döndü. "Öyle oldu ablacım vallahi ya. Serum yeyince dipçik gibi oldum çok şükür."

 

"İyi bari." dedim kolunu okşayarak. "Sevindim çabucak düzelmene."

 

Gülerek kafasını salladı ve o da içeri geçti. Salondan gelen seslere bakılırsa herkesin keyfi yerindeydi.

 

Geriye tek bir kişi kalmıştı kapıda ve ben ona değil de dümdüz karşıya bakıyor olsam da üzerimdeki bakışlarını hissedebiliyordum. Hiçbir şekilde laf atmayacaktım ona ama. Tam karşımdaki portmantoda duran boy aynasından kendimi izlemekle meşguldüm.

 

"Bana iyi akşamlar yok mu?" dedi kolunu tutarak yaslandığım kapıda bana yaklaşarak.

 

"Yok." dedim göz teması kurmayarak.

 

"Canın sağ olsun." dedi gülerek.

 

"Amin." dedik aynı anda.

 

Bu defa ona bakmamak için tuttuğum kolu avucumda sıkarak uzun tırnaklarımı avucuma geçirdim. Bu laflarının artık üzerimde bir etki yaratmayacağı günler neden hala gelmiyordu ki?

 

Bir süre benim inatla ona dönmeyen yüzümü izledikten sonra tamamen içeri girdi ve Ceylan'ın onun için de çıkarmış olduğu terlikleri giyerek salona geçti. O an onun da elinde bir tabak olduğunu ve hazır olan masanın üzerine geçerken bıraktığını fark ettim. Zamanlaması çok iyiydi zira tabağı bıraktığı gibi bizim tekne kazıntısı üzerine atlamıştı.

 

"Mustafa Can, la sen kilo mu aldın oğlum?" dedi kardeşimin saçlarını karıştırarak.

 

İştahı çok açık bir erkek çocuğuydu, bir de üstüne onu ilgiye boğan ve sanki sürekli aç kalıyormuş gibi davranan annem vardı. Sonuç olarak çok yiyordu çocuk. Allah'tan inanılmaz hareketliydi ki aşırı açık iştahını telafi edebiliyordu.

 

Kapıyı kapatarak ben de mutfağa girdim. Masaya götürülecek bir iki meze tabağı vardı. "Çorba servisine başlayalım Hacer abla." dedim evimizin emektar çalışanına ve tabaklarla birlikte misafir salonuna geçtim. Ben içeriye girdiğimde herkes ayaklanmış masaya geçiyordu zaten. Ben Cihangir abimin yanına oturacağım diye tutturan Mustafa sorununu halledip herkes yerine yerleşebildiğinde yine bin bir oyunla en istemediğim senaryo gerçekleştirilmişti. Cihangir'le karşı karşıya oturuyordum.

 

Bütün gün sinirden bir şey yiyememiştim ve anlaşılan bu akşam yediğim her şey boğazıma dizilecekti. Masanın üzerindeki çatalı kendime saplamamak çok zor geliyordu şu anda. Evet bıçak değil, çatal.

 

İçimden sabırlar çekerek çorbamı içmeye başladım keza herkes öyle yapıyordu. Masada muhabbet bir an olsun kesilmiyor, her konudan konuşuluyordu. Tabaklar teker teker boşalıp yenileniyor, yer yer kahkahalar eksik olmuyordu. Bense en başından beri susmayı tercih ediyordum. Benim kadar olmasa da o da.

 

"Yemekleri Eda kızım yapmış, belli. Nereden anladın diye sormayın. Onun elinin lezzeti bir başka oluyor vallahi." dedi Tuğrul amca bana bakarak. Bize ne zaman yemeğe gelse benim yaptığım yemeklere ayrı bir parantez açmayı ihmal etmezdi sağ olsun.

 

Annemden aldığım ilk ve tek özellik olduğunu düşünüyordum el lezzetinin. Hatta namım onu bile geçmişti.

 

"Afiyet olsun Tuğrul amca." dedim ben de ona bakıp gülümseyerek ve tam önüme dönerken bana içi giderek bakan iki bakışla karşılaştım. Biri karşımda oturan şahıstı ve fark ettiğimi bilmesine rağmen bakışlarını çekmiyordu çünkü utanmazın tekiydi. Diğeriyse Gülnihal teyzeydi ama o bakışlarımız buluştuktan birkaç saniye sonra kendini toparlamış ve gözlerini çekmişti benim üzerimden.

 

"Lezzet konusunda kimse eline su dökemez benim kızımın." dedi annem beni hiç şaşırtmayarak. Yanımda oturan Yeşim bacağıyla bacağımı dürttüğünde içinden ben demiştim dediğini anlayabiliyordum.

 

Gülnihal teyzeyle bakıştıklarında gözlerimi onlardan çektim zira bakışlarıyla konuştukları şeylerle hiç mi hiç ilgilenmiyordum.

 

"Kız burası aile değil kurtlar sofrası yemin ederim." dedi Yeşim bana yaklaşıp fısıldayarak. Bu akşam amcamlarda bizdeydi o yüzden Yeşim bize yardıma kalmış eve geri dönmemişti.

 

"Ben de işte aralarındaki zavallı kuzuyum." dedim aynı şekilde ona eğilip fısıldayarak. Yeşim benim cümleme gülerken yanında oturan kardeşi Sevim konuşmamıza dahil oldu. Ona hayat enerjisi derdim ve o bu lakabın hakkını fazlasıyla verirdi. Hayatta eğlenmeyi ve mutlu olmayı daima bilen yirmi yaşında bir İlahiyat bölümü öğrencisiydi.

 

"Bir an hepsinin seni yemeye çalıştığını hayal ettim de..." dedi ve bir süre güldükten sonra devam etti. "Bu arada Eda abla, ablaların gülü yarın sunumum var da benim. Senin şu koyu kahve ceket pantolon takımını alabilir miyim ne olur?" dedi ellerini çenesinin altında birleştirerek.

 

Öyle tatlı bakarsa alabilirdi tabii. Onlar benim kardeşlerim gibiydi hep, her şeyimi paylaşırdım ki ben onlarla.

 

"Alabilirsin tabii yavrucum. Giderken hatırlat bana." dedim göz kırparak ve bana teşekkür edip öpücük attığında ona aynı şekilde öpücük atıp önüme döndüm. Tamamen istemsizce bana bakan Cihangir'e değdi bakışlarım. Manzarası güzeldi herhalde.

 

Hala daha bakışlarını çekmediğinde dayanamadım, tek kaşımı kaldırarak başımı iki yana salladım. Sen hayırdır?, diyordum aslında.

 

Sırtını oturduğu sandalyeye yaslayıp sol elini masaya koyduğunda kollarını katladığı gömleğinden açıkta kalan bilekleri dikkatimi çekti. Ellerinin damarlı olduğunu biliyordum bir yerlerden ama bileklerindeki aşırı belirgin damarları ilk kez fark ediyordum. Beni hiç alakadar etmiyordu da öylesine.

 

Gözlerimi tekrar bakışlarına çevirdiğimde benim aksime o dik dik bakmıyordu. Gayet mutluydu halinden. Arkasına yaslandığından gerilen haki gömleği omuzlarının genişliğini iyice açığa çıkarmıştı. Artık bana bulaşmadığı zamanlarda spor salonunda yatıp kalkıyordu herhalde Cihangir efendi.

 

Atma Ziya. Onun omuzları hep genişti.

 

Ve kaslı oluşu sürpriz değil. Hep öyleydi.

 

Sus. 

 

Düşüncelerimin tamamen bilinçsiz gidişatıyla bakışlarımı aniden ondan çektim ve suyuma uzanarak büyük yudumlar içtim. Annem Mustafa üşümesin diye sıcaklığı artırmış olmalıydı yine. Hiç normal bir sıcaklık değildi bu çünkü.

 

"Şu içinde patates olan mezeye bayıldım Eda abla. Bir ara tarifini verir misin bana?" dedi Ceylan dikkatleri üzerine çekerek. Önüne çekerek neredeyse dibini sıyıracağı tabağa bakıp tam ona gerçeği söyleyecektim ki araya giren bir ses benden önce yanıtladı soruyu.

 

"Eda yapmamış onu." dedi Cihangir.

 

Ben de dahil herkes ona bakakaldığında tek kaşını kaldırdı.

 

Ki bende bu defa kilitlenmiş gibi ona bakıyordum. Onu benim yapmadığımı nasıl anlayabilmişti ki o? Annem bile ayırt edemezdi tekte.

 

"Onu nereden biliyorsun sen?" dedi abim Mustafa'nın yanında oturduğu yerden doğrulup Cihangir'e bakarak.

 

"Pul bibere alerjisi var. O yapmış olsaydı koyamazdı bile içine. Baksana buna tüm kaseyi doldurmuşlar." dedi kendi önündeki aynı mezeyi işaret parmağıyla göstererek.

 

Bakakalmıştım.

 

Öylece.

 

Masadakiler birbiriyle bakışarak bu konuda yorum yapmışlar sonra da yemeklerine geri dönmüşlerdi. Bir tek ben ve o aşamamıştık o anı.

 

Nasıl oluyordu da canımı yakanla ateşini söndüren aynı kişi olabiliyordu?

 

Ben nasıl oluyordu da onu aşamıyordum?

 

O bana ceza mıydı yoksa deva mı?

 

Ben bu en derinlerimde sakladığım sevda uğruna daha neleri feda edecektim kendimden?

 

Yemek devam etti. Hemen ardından tatlılar yendi, demlik demlik çaylar içildi. Sohbetin ve gülüşlerin ardı arkası kesilmedi. Ben ise yalnızca bedenen aralarındaydım.

 

🌹

 

(Yazar Anlatımından)

 

Sağlığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın gençliğim miydi yoksa benim, diye bir cümle geçiyordu Cihangir'in dün gece bitirdiği kitapta. Okuyup altını çizdiğinden beri bu cümleyi döndürüyordu kafasında. Aslında bundan birkaç sene öncesine kadar böyle kitaplar okumaktan hiç hoşlanmazdı. Hep olduğu gibi Tarih ya da siyasi içerikli kitapları tercih ederdi. Ne zamanki Eda'nın elinde okulunun son senesi kucağında taşıdığı kitapların en üstünde Genç Werther'in Acıları'ını görmüştü, o zaman başlamıştı klasik eserlere merakı. Demek ona dokunuyordu ki seviyordu böyle kitapları, o halde o da okuyup anlamalıydı o kitapların dilinden. Bir noktada Eda'nın da dilinden. Ruhundan.

 

Cihangir hiçbir zaman zorba bir adam olmamıştı. Aksine hayatta bir şeyleri zorlamaktan nefret ederdi. Olacağı varsa olurdu eğer tüm çabalarına rağmen olmuyorsa zorlamaya gerek yoktu ona göre.

 

Tek bir istisna hariç.

 

Eda. 

 

Allah şahitti ki eğer Eda'nın da ona aşık olduğunu bilmeseydi gram peşinde koşmazdı Cihangir. Kendine yakıştırmazdı bir kere. Ne adamlığa ne de karakterine sığardı bu. Karşı karşıya dahi gelmezdi onunla. Bu sevdayı içine gömer gerekirse ölene kadar saklardı içinde. Ama biliyordu işte. Eda onun kalbinin aynasıydı. Yüreği ona düştüğünden beri başka yüz görmemiş gözleri onun kalbini görebiliyordu.

 

Ezelden beri.

 

Mesela bulunduğu yerde eğer Cihangir yoksa ilk onu arıyordu gözleri. Cihangir bazen hususi saklanır sindiği köşeye onun kendisini fark etmesini yüreği ağzında beklerdi. Fark ettikten sonra o açık kahve hareleri gözlerinin parlayışını izlerdi. Sonra bir daha onun olduğu tarafa bakmayışını ve o yokmuş gibi davranışını da.

 

Eda adının anlamı gibiydi.

 

Naz, niyaz.

 

Bir ona nazlanır bir ona teslim olurdu. Ve bunu kendisi dahi bilmezdi. Her beni sevdiğine inanmıyorum deyişinde bu aklına gelir ama hiç yüzüne vurmazdı Cihangir. Farkına varıp da yapmayı bırakmasın diye. Bunu da elinden almasın diye.

 

Ömrünü bir gülüşüne bir bakışına adamıştı oysaki Cihangir. Sonu vuslat olsa da olmasa da.

 

Onun bildiği tek bir yol vardı o da bir zalime çıkıyordu. Başı gözü üstüneydi bu sevda. Eda'ya aşık olduğunu yirmi birinde kabul ettirebilmişti kendisine. O yaşına kadar kalbinin onun yanında dört nala koşuşunu, adı dahi aklına geldiğinde sebepsiz gülümseyişini ve yanında herhangi bir erkek gördüğünde delirmesini ustalıkla inkar edebiliyordu.

 

Lan oğlum diyordu kafasına vura vura. O İlhan'ın, en yakın arkadaşının kız kardeşi. Sıçtırma belana. Sustur şu sesi.

 

Aradan aylar geçmişti bu vuruştan sonra. Eda'yı unutmak ve o sesi susturmak için büyük oynamıştı Cihangir.

 

En sonunda fırtınalı bir gecede yağmurdan kaçmayı değil ona tutulmayı tercih etmişti.

 

Anlamıştı ki bu aşk boyunu aşıyordu. Mücadele etmesi imkansızdı. Önüne geçebileceği boyutu geçeli çok olmuştu. Üstü başı sırılsıklam kendi evinin tersi istikamette koşmuş, onun kapısına gelmişti. Telefonunu çıkarıp İlhan'ı aramış, gecenin bir vakti aşağı çağırmıştı. Konu mühimdi.

 

Bir gönül davası vardı görülecek.

 

İlhan gecenin köründe uyandırıldığı için önce sövmüş sonra arkadaşının sesinin hiç iyi gelmediğini fark ederek aceleyle aşağı inmişti. Deli gibi yağan yağmur dahi umurunda olmamıştı.Aceleyle inerken üzerine gömleğinden başka bir şey giymediğini fark etmemişti. Aynı gece odasının önünden geçtiği ancak hıçkırıklarını fark etmediği kardeşi gibi.

 

Arkadaşı aşağı iner inmez onu bir arka sokağa çekmiş ve karşısına geçmişti Cihangir. Ona ne olduğunu soran ve meraklı gözlerle bakan İlhan karşısında konuşmaya başlamıştı.

 

"Bana ne yapacağın umurumda değil, başım gözüm üstüne. Senden de ondan da ne gelirse kabulüm. Ben bu sevdayı içimde tutamıyorum lan artık. Sığmıyor içime. "

 

İlhan duydukları karşısında kaşlarını çatmıştı ancak şaşırmamıştı hiç. Beşikten beri dost olduğu adamın ciğerini biliyordu o. Ondan sakladığını zannettiği bakışları da gözlerinin takılı kaldığı yüzü de. Birkaç arkadaşları ve Eda'yla hep birlikte sahile indikleri zamanlarda neden muhakkak ceket giydiğini mesela. Herkese dondurmalarını neli istediğini sorarken Eda'ya neden sormaya gerek duymadığını da.

 

Kendisinin de yüreğinde seneler evvel yangın başlatan biri vardı. En iyi o anlardı halinden.

 

Bir yanda da kardeşi vardı elbette. Canımın içi dediği. Onun da gönlünün Cihangir'de olduğunu biliyordu. Daha kendilerine dahi itiraf edemedikleri zamandan beri. Tüm o siniri de kıskançlığı da o ilk zamanlarda kalmıştı. Üstünden bilmem kaç mevsim geçmişti de can dostu daha yeni sevdası uğruna karşısına geçiyordu.

 

Hiçbir zaman sert, kaba saba ve anlayışsız bir adam olmamıştı İlhan. Bu yüzden bunu bilmesine rağmen arkadaşının bu kadar geç kalışına bir sitemi vardı. Çünkü İlhan biliyordu mesela onu. Eğer elinde olsaydı can dostu olan adamın kız kardeşine aşık olmamak için her şeyi yapardı. Üstelik İlhan'a göre yaptığının bir yanlış tarafı yoktu bile.

 

Gönül akla uğramazdı.

 

Canından çok sevdiği kız kardeşini gözü kapalı emanet edebileceği tek adamın karşısında durduğunu biliyordu.

 

Cihangir o akşam içinde ne varsa dökmüş, senelerin suskunluğunu atmıştı üzerinden. İlhan onu önce başından sonuna dinlemiş sonra da inadına sokayım senin diyerek saydırmaya başlamıştı. En sonunda da eğer kardeşini üzerse olacakların bir ön gösterimi olması adına biraz da içinde kalan sinirinden dolayı hırpalamıştı Cihangir'i.

 

O gece ikisi de sabaha kadar eve geri dönmeyip soluğu mahalledeki meyhanede almışlardı. Senelerin birikmişliğini masaya dökmüşler ve bir saniye olsun susmamışlardı. Bir ara rakıyı fazla kaçıran Cihangir Eda'nın güzelliğinden bahsettiğinde İlhan'a gelmişler ve Cihangir'i tekrardan hırpalamaya başlamıştı.

 

Aylar, seneler devrilmişti o gecenin üzerinden ve Cihangir hala aynı yerdeydi. İçine sığmayıp her geçen gün daha da büyüyen sevdası dışında değişen hiçbir şey yoktu. Eda vardı ama ona yoktu işte. Gönlü ondaydı biliyordu ama aklı geri tutuyordu onu. Cihangir'e Eda'nın aklından başka düşman gerekmezdi senelerdir. Onda bıraktığı kalp ağrısını ölse unutamazdı Cihangir.

 

Rakı bardağını dudaklarına götürdü ve hızını alamayarak tek dikişte bitirdi. İçi biraz soğur, yatışır zannediyordu bu meredi içerken ama yok, bir halta yaramıyordu.

 

"Yavaş be oğlum. Çarpılacaksın bu hızla gidersen. Vallaha ben toplamam façanı it gibi rezil olursun ona göre." dedi İlhan bu akşam hızlı giden arkadaşına. Bu akşam ikisi de damat tarafıydılar. Nişan bahçesinde gelin kız arkadaşlarıyla birlikte eğlenirken, damat da kendi arkadaşlarını meyhanede toplamıştı. Uzun masadaki yirmiye yakın kişi hafif çakırkeyif olmuş muhabbet ediyordu. İlhan ile Cihangir de karşılıklı oturmuş yer yer sohbete dahil oluyordu.

 

Damadı yakından tanırdı ikisi de. Aynı ortaokulda ve lisede okumuşlardı. Çok yakın olmadıkları ancak sevip saydıkları biriydi Taner. Şimdiyse en mutlu günüydü Cihangir'e göre onun. Sevdiği kızla bir aile kurmaya çok yaklaşmıştı. İçi gidiyordu Cihangir'in. Nerede, ne zaman el ele dolaşan bir çift görse ya da mahallede senelerdir birbirini sevip de sonu vuslat olan herkese içi gidiyordu. Deliriyordu kıskançlıktan. Ancak onların kötülüğünü isteyen bir kıskançlık değildi onunki, yalnızca kendi iyiliğini isteyen bir imrenişti. Kendisinin kıyısından bile geçemediği ama ondan başka herkesin erdiği vuslata isyanıydı. Onun şu hissettiği kahpe duyguların birazını bile hissetseydi İlhan, ona içme de diyemezdi. Direkt şişeyi koyardı önüne.

 

"Beyler vakit tamam. Haydi gidelim nişan yerine. Valla özledim nişanlımı." diyerek acısına parmak bastı Taner. Nişan planına göre bir mühlet erkek erkeğe eğlendikten sonra hanımların yanına geçeceklerdi zaten. İki saattir dakikaları sayıyordu Taner. Kimse anlamadı sanmıştı bu heyecanını ama Cihangir onu da çakmıştı. Onun hislerini anlamak ister gibi gözleri üzerindeydi çünkü.

 

"Siktir git lan o zaman. Hanımcı Taner seni. İki saat ayrı kaldın donuna işeyecek gibi kıpır kıpırsın zaten." diye çıkıştı Cihangir. Bu Taner iki saat ayrı kaldı diye üzülüyordu, ya o ne yapsaydı? Köprüden falan mı atlasaydı? Kimse anlamıyordu onu.

 

Masada laflarının ardından kahkahalar koparken bir tek o gülmedi. Karşısında oturan İlhan'la göz göze geldiklerinde onun da gülüşü solmuştu. Elindeki boşalmış bardağı sertçe masaya bıraktı. Tekrardan doldurmayacaktı. Bir halta yaradığı yoktu malum. Herkesle birlikte o da ayaklandı ve sandalyesinin arkasına astığı ceketi giyerek çıkışa yöneldi. Önlü arkalı gruplar halinde ilerlediler nişanın yapıldığı yere. Bir sokak aşağıdaydı zaten, o yüzden çok yürümelerine gerek kalmamıştı. Çalgı çengi sesleri tüm mahalleyi inletiyordu. Açık alandan içeriye girdiklerinde gördüklerine hiç şaşırmadılar. Bu mahallede eğlenceler aynı bu şekilde yapılırdı çünkü.

 

Kimse yerinde oturmaz, pist bir an olsun boş kalmazdı.

 

Bakışları içeri girer girmez Eda'yı bulmuştu Cihangir'in. Etrafına yaydığı ışıltıdan, neşeden tanırdı onu. Onu en iyi görebileceği yeri hemen gözüne kestirdi ve hızlı adımlarla masaya ilerlemeye başladı. Masaya dönük olan sandalyeyi piste dönük bir şekilde çevirerek oturdu. Göz ucuyla İlhan'ın sağ arka tarafında kalan masalardan birine oturduğunu gördü ama ilgilenmedi. Herkes kendi ekmeğindeydi neticede.

 

Bakışlarını ait olduğu yere mıhladı tekrar. Gönlü bayram etmişti birden. Koyu mor ince askılı saten bir elbise vardı kızın üstünde. Hafif göğüs dekolteli elbise kalp yakaydı ve dizlerinin altındaydı. Sol eli eteğinin kumaşını hafifçe tutmuş aheste aheste karşısındaki kızla oynuyordu. Ayağında siyah bilekten bağlamalı zarif bir topuklu ayakkabı vardı ama sanki hiç yokmuşçasına bir rahatlıkla döktürüyordu Eda. Onun ruhu duymuyordu ama herkesin gözü onun üzerindeydi. Onu izliyorlardı çünkü Eda yaptığı her şeyi kusursuz yapardı. Sahnede yer yer vücudunu kıvırarak yer yer de şarkıya eşlik ederek oynayan kadın bunun en büyük kanıtıydı. Her zaman olduğu gibi yine varlığını sezdi Eda onun. Bakışlarını onun gözlerine mıhladığında kalbi tekledi Cihangir'in bir an. Çok merak edip araştırdığında tarçın rengi olduğunu öğrendiği gözler birkaç saniye sonra yüzünden çekildiğinde yokluğuyla içi üşüdü Cihangir'in.

 

Saniyeler dakikalara evrildiğinde daha fazla dayanamadı Cihangir hasrete. Gidip biraz olsun soluklanmalıydı ilacından. Üzerindeki ceketi çıkarıp sandalyesine bırakarak emin adımlarla hedefine doğru ilerlemeye başladı. Sahneye iyice yaklaştığında onu gören insanlar istikametini bildiğinden sessizce yol vermişlerdi. Tek bir kişi önündeki kişi çekilip yerine onun iki katı bir beden yerleşene kadar onu fark edememişti. O da Eda'ydı.

 

Karşısına geçen Cihangir'i fark ettiğinde dondu kaldı Eda. Hep böyle yüreğini ağzına getirmek zorunda mıydı bu adam? Çevrelerinde oynayan birkaç kişinin gözlerini dikmiş onlara baktığını fark etti Eda. Gözlerini tekrar Cihangir'e çevirdiğinde onu kollarını iki yana açmış, tek kaşını kaldırıp gülümseyerek ona bakarken buldu.

 

Diyordu ki bu kadar insanın önünde kaç git istiyorsan. Bana karşı hiç mi hiç direncin olmadığını göster onlara.

 

Direniş kelimesinin bir insan karşılığı olsa bunun Eda olacağına adının Cihangir oluşu kadar emindi çünkü. Senelerdir içinde oldukları bir düelloydu bu. Aşıkların çıkmazıydı.

 

Her zamanki gibi ona boyun eğmedi Eda. Eda yine Cihangir'den kaçtı dedirteceğine kolları kopuncaya kadar oynardı bile inadından.

 

Tek kaşını o da kaldırarak başını sağa eğerek baktı Cihangir'e ve cevabını vermiş oldu. Kaçmayacaktı. Cihangir'in gülüşü derinleşirken Eda da indirdiği kollarını geri kaldırmış, parmaklarını şıklatarak oynamaya başlamıştı. Cihangir ise yalnızca kollarını ve omuzlarını oynatıyor bakışlarını bir saniye dahi günlerdir ilk kez bu kadar yakınında olan kadından çekmiyordu. Bir noktada Eda da kaçırdığı bakışlarını ondan çekemez oldu. Ateşböceği ve ateş misali, birbirlerine çekilen iki ruhtu onlar.

 

Yine yeniden birlikte yandılar, birlikte söndüler.

 

Gecenin sonuna yaklaşırken gözlerini kenetlediği açık kahve gözlere bakıp içinden haykırdı Cihangir.

 

"Ah".dedi. "Benim gönül gözü kapalı yarim. Derdime devasın. Acıma ilaç. Ama ne zaman kapına gelsem, evde yoksun. Ne açık bir penceren var ne de paspasın altında anahtarın. "

 

🌹

 

Yorgunluktan ağrıyan ayaklarımı ileri doğru uzatarak saatler sonra oturabildiğim sandalyeye sırtımı yasladım. Oturmayı unutmuş bile olabilirdim, bilemiyordum. Ayak tabanlarım sızlıyor ve kollarım ağrıyordu. Sanırım iş dışında fazla hareketten mahrum kalmış bedenimi bu akşam çok zorlamıştım. Nişan biter bitmez kendimi bahçeli mekanın kapalı salonuna zor atmıştım.

 

Sağ ve sol yanımda oturan Yeşim ve Sevim de benimle aynı kaderi paylaşıyorlardı. Nişan bittikten sonra bulduğumuz ilk boş masaya kendimizi atmış masanın üzerindeki ikramlara dadanmıştık. Saatlerdir oynayarak harcadığımız eforun acısı kazınan midemizden ve ayaklarımızdan çıkıyordu ne yazık ki.

 

"O değil de ne nişandı be." dedi yeşim ağzına kurabiyeleri tıkarken. "Daha iyisi gelene kadar en iyisi bu."

 

"Taner abiyle Elif ablanın mutluluğu şaka mıydı ya? Ağzı kulaklarındaydı resmen ikisinin de." dedi Sevim sağ tarafımdan. Giydiği toz pembe diz altı elbiseyle çok tatlı gözüküyordu gözüme.

 

"Senelerdir bugünü bekliyorlar. Olacak o kadar. Sen bir de yazın olacak düğünü gör. Bu kalabalık ve coşku hiç kalır kesin yanında." dedim ikisini de onaylayarak. Bir yandan da kuruyemiş kutusunun içinden sevdiklerimi ayırıp yemekle meşguldüm. Benim sevmediğim için bir kenara ayırdığım leblebileri de Sevim yiyordu usul usul.

 

Ağzı nihayet boş olan Yeşim konuştu. "Ayol darısı başımıza inşallah artık. Zamanında bizim eteğimizden ayrılmayan veletler bile ellerinde kafam kadar yüzüklerle geziyorlar nispet yapar gibi. Yazık ama bana."

 

"Kendi adına konuş." dedim ona kötü bakışlar atarak. "Evlenip de annemi sevindirmek gibi bir niyetim yok benim."

 

O evden tek çıkışımın evlenmek oluşunu da kaldıramıyordum esasen. Hayallerimi yaşamak için bunca zaman sabretmişken hayattan böyle bir sille yemek çok dokunuyordu içime. Bu zamana kadar beni her konuda destekleyen ailemin hayallerime taktığı çelme, canımı yakıyordu. Annem okumamı hep çok istemişti keza babamda öyle ama annemin desteği maddiyattan çok öteydi bana. Ta ilkokul zamanlarımdan beri özel hocalar tuttuğunu hatırlıyordum bana. Yalnızca bununla da kalmayıp istediğim bütün hobi kurslarına tek lafımla yazdırmıştı beni. Dans, bale, keman, yabancı dil... Kendisine tanınmayan şu hayatta ne kadar imkan varsa önüme sermişti. Ne var ki hayatımın bütün kontrolünü ona bıraktığımı fark ettiğimde bu bana en büyük hayalime mal olmuştu bile.

 

Ailemin karşısına geçip tercihimi İstanbul dışında yapacağımı söylediğim gün, hayataımın şüphesiz en kötü günüydü.

 

"Bazen Cihangir abiyi sırf bu yüzden reddettiğini düşünmüyor değilim Eda abla." dedi Sevim masadaki açılmamış sulardan birini kafasına dikerken.

 

Aklıma saatler öncesinden bir görüntü geldi. Cihangir'le kollarımızı açmış oynuyorduk. Göz göze, kalp kalbe. Biyolojik olarak mümkünlüğü sorgulanabilirdi ama kalbimin o büyülü dakikalarda durduğunu, gerçek dünyaya geri döndüğümdeyse çalışmaya devam ettiğini düşünüyordum.

 

Düşündükçe de tenim karıncalanıyor, tansiyonum çıkıyordu. Ne güzel bu hiç yaşanmamış gibi yapıp sakin sakin oturuyordum ben burada. Niye inkarıma bir darbe indiriliyordu ki şu an?

 

En ters bakışlarımla kafamı yavaş yavaş çevirerek Sevim'e baktım. "Benim canımı sıkma istersen yavru kuş. Hım, ne dersin?"

 

Elinde tuttuğu kurabiyeyi kocaman açtığı ağzına atmaya hazırlanıyordu ki ona olan bakışımı fark etmesiyle kalakaldı. Yutkunarak bakışlarını kaçırdı ve kurabiyeyi tek lokmada ağzına atarak kafasını öne eğdi. Sanki hiç konuşmamış hatta burada yokmuş numarası yapıyordu da bana sökmezdi işte. Ondan tarafa çektiği ve benim ayıkladığım leblebilerin hepsini elimle kutuya geri çektim. Şu saatten sonra zıkkımın kökünü yiyebilirdi.

 

Yeşim kıs kıs bize gülerken bir kurabiyeyi de ben hunharca ağzıma attım. Sakin sakin oturmak buraya kadardı anlaşılan. Bu yorgunluğun üzerine ve yürümeyi istememiş arabayı çıkarıp bize mesaj atacak olan abimden haber bekliyorduk dakikalardır. Kalabalık evlere dağıldığından bu kadar uzun sürmüş olmalıydı işi.

 

Masanın önünde birinin durduğunu fark ettiğimde kurabiye tabağına eğilmiş başımı kaldırdım. Mahallenin gençlerinden Osman'dı gelen. "Yenge hayırlı geceler. Cihangir abim gönderdi bunu. Dışarısı soğuk, öyle çıkmasın dedi." dedi elindeki ceketi bana uzatarak.

 

Niyet etmişti Cihangir bu akşam beni zıvanadan çıkarmaya. Amin. Öyle böyle kaşınmıyordu bu günlerde.

 

"Bana bak Osman benimle doğru konuş, almayayım ayağımın altına seni." dedim sinirle ona bakarak. Verdiğim tepkiye şaşırmış olacak ki bir adım geriledi. "Ne yengesi be ne yengesi? Adamın asabını bozma gece gece. Eda abla diyeceksin bana o lanet kelimeyi değil duydun mu beni?"

 

Cihangir aptalı yüzünden mahalledeki bütün genç delikanlılar bana yenge diyordu. Senelerden beri düzeltmekten dilimde tüğ bitmişti ama Cihangir efendi yüzünden bir halta yaramıyordu ki. Bana olan sözde aşkını bir uçan kuşa söylemediği kalmıştı dangalağın.

 

"Yen- abla ben ne dedim ki şimdi? Niye kızdın ki öyle ya?" dedi çekinerek. Henüz on yedi yaşında olduğundan hala süt çocuğu sayılırdı bana göre. O ağlamaklı yüz ifadesinin tek mantıklı açıklaması buydu.

 

"Kızarım efendim. Doğru düzgün konuş ki kızmayayım." dedim sinirimi zerre azaltmayarak. Ben bu yenge değil abla savaşını ya kazanacaktım ya kazanacaktım. Aksi takdirde kendimi parçalardım.

 

Bakışlarım hala bana uzatmış olduğu cekete kaydı. "Ayrıca al o ceketi-" tam devam ediyordum ki Yeşim'den yediğim bir tekmeyle refleksle acıyan ayağıma uzandım.

 

"Lan napıyorsun manyak?" dedim kafamı bir hışımla soluma çevirerek.

 

"Kız ne biçim konuşuyorsun çocukla? Düzgün konuşsana. Ayıp ayol." dedi bana gözlerini belerterek.

 

Ne saçmaladığını anlamaya çalışarak yarıda kesilen cümlemi düşündüm kafamda. En sonunda aydınlandığımda sinirli bir nefes koyvermiştim. Bu salak küfür edeceğimi düşünmüştü herhalde. Tamam sinirliyiz de o kadar da değildi.

 

"Kızım sen salak mısın? Niye küfredeyim çocuğa? Öyle bir şey söylemeyecektim." dedim dişlerimi sıkarak konuşup. Hayvan ayağımı koparmıştı galiba.

 

"Ay ben yanlış anlamışım şekerim. Ay çok özür dilerim." diyerek ellerini omuzlarıma koyacaktı ki hızla uzaklaştım ondan.

 

"Çek ellerini be üzerimden." diye carladığımda yerine sindi.

 

Bir elim hala sızlayan ayağımı tutarken Osman'a döndüm tekrardan. Çocuk zor bir imtihandan geçiyordu karşımda resmen. "Sen al o ceketi Osman, sahibine geri ver. Aynen de şunları söyle: Eda ablam üşümüyormuş ama dedi ki eğer üşürse ısıtacak adamı kendi bulurmuş. Sen hiç mi hiç tasalanmayacakmışsın."

 

Osman söylediklerimden sonra az öncekinden daha sesli yutkunduğunda sebepsiz keyiflenmiştim. "Haydi naş. Git dediklerimi harfiyen ilet ablası haydi." dedim onu elimle kışkışlayarak. Arkasını dönüp benden koşarak uzaklaştığında gözlerimi devirdim. Madem o kadar korkuyorsun gelmesene emir kulu olarak masama.

 

"Kız Eda ne fenasın." dedi Yeşim mesafesini koruyarak bana doğru eğilip. "Adamın tansiyonunu çıkartacaksın durduk yere."

 

"Hep benimki mi çıkacak? Biraz da beyefendi çile çeksin." dedim omzumu silkerek. Masanın üzerinde titreyen telefonum sağ olsun konuyu dağıtmış oldu. Abimin aramasını açtığımda dışarıda beklediğini söylemiş, ben de tamam diyerek kapatmıştım. Kızlarla hızlıca toparlanıp mekanın çıkışına doğru ilerlemeye başladık. Elbisem diz altı bir boyda olduğundan rahatlıkla yürüyebiliyordum. Arabaya biner binmez ilk işim de topuklularımdan kurtulmak olacaktı. Önden yürüyen Sevim yüksek bahçe kapısını açtığında bedenimi bir titreme vurdu çünkü hava çok soğuktu. Askılı saten elbisem bu havaya meydan okuyordu adeta ama net bir şekilde söyleyebilirdim ki soğuk kazanırdı.

 

Ve bilin bakalım kim evden çıkarken ceket almayı unutmuştu?

 

Aslında az önce bir ceketimiz olabilirdi balım.

 

Sen sus.

 

İç sesimi susturduğumda kapının önünde dikilen bir adet sinirli ve öfkeli Cihangir'i görmüştüm. Kızlar hızlanarak önüme geçip yolun karşısında hazır bekleyen arabaya doğru ilerlediler. Ben ise öne atacağım adımı keserek karşıma dikilen 1.96'lık Cihangir'le yalnız kalmış bulunuyordum. Üç oda bir salonluk omuzlarından artık ne kızları ne de arabayı göremiyordum.

 

Ellerimi ona meydan okur gibi görünmek için göğsümde birleştirdim. Asla üşüdüğümden değil. Kollarımı da aynı sebepten aşağı yukarı ovuyordum mesela.

 

"Seni o ısıtacak adam kimmiş sen bana söylesene bir? Ben onun bir selasını okutayım." dedi yumruk yaptığı ellerini pantolonunun ceplerine koyarak. Aramızdaki yirmi santimlik boy farkı topuklu ayakkabılarımın katkısıyla birlikte on iki santime düştüğünden bakışlarına kolaylıkla karşılık verebiliyordum.

 

"Öyle biri var demedim." dedim boğazında atan damara bakmaktan kendimi alıkoyamarak. "Lazım olursa bulurum dedim."

 

Sinirlenince boğazımızdan dışarı fırlayacak gibi atan damarımız yoktu ama inadımız vardı bizimde. Altta kalacak değildik.

 

"Ben delireyim istiyorsun sen. Ben anladım seni. Ezbere biliyorum kızım ben seni de işte yine bir şekilde yeniliyorum sana." dedi sağ elini cebinden çıkararak ve sinirle kirli sakalını sıvazladı. Yolmaya bile çalışıyor olabilirdi.

 

"Sinir krizin ve edebiyatın bittiyse arabaya geçeceğim artık. Bitmediyse de az ötede devam et. Yorgunum. Uğraşamam seninle." dedim ve yana doğru adım atmaya çalıştım ancak o da yana adımlayarak bana geçiş vermedi.

 

"İnadın adam bitirir senin yemin ederim." dedi burnundan soluyarak.

 

"Temennim o yönde Cihangir." dedim lafı gediğine oturtarak.

 

"Ben sen diye biteli çok oldu. Yalnızca senin aksine bunu bir ceza olarak değil armağan olarak görüyorum o kadar." dedi bakışlarındaki öfke dağılırken. Artık bana çok yakın olan bakışlarında sadece hasret vardı. Bu bakışı nasıl tanıdığım aklıma geldiğinde kalbim daha çok acıdı.

 

Bir korna sesi duyduğumda bakışlarımı irkilerek çektim ondan. Ben saniyeler geçti sanmıştım bir armağan olduğumu söyledikten sonra. Yoksa daha mı fazlaydı? Yine sessiz bir teslimiyet mi sunmuştum ona?

 

"Bugün değil belki ama bir gün elbet görürsün Cihangir." dedim altında yatan pek çok gizli anlamla beraber. Ben söylememiştim ama o anlamıştı, biliyordum.

 

Asla kabul etmediğim duygularına bir ithafta bulunmuştum yalnızca.

 

Bu defa yana adımlayarak gitmeye kalkışmamı engellemedi. Biz yine akşamlardan bir günü, ateşkes diyerek noktaladık. Birkaç saat sonra farklı taraflarında olduğumuz savaşımıza geri dönecektik. Kâh yorgun kâh yaralı.

 

Tıpkı içime çöken hüzne rağmen güneşin doğacağı gibi.

 

🌹

 

Eve geldiğimde sessizlik karşıladı beni. Annemle babam nişandan bizden önce çıkmışlardı ve çoktan yatmışlardı anlaşılan. Topuklu ayakkabılarımı sağ elime alarak ağır ağır merdivenlerden çıkmaya başladım. Abim kızları eve bırakmaya gitmişti. Birazdan dönerdi ama onu bekleyesim yoktu hiç. Cihangir'le benim aramda kalmak bazen çok ağır gelirdi ona, bilirdim ve böyle zamanlarda iyi olduğumdan emin olmak için konuşmak isterdi benimle. Ancak bu gece kimsenin içini rahatlatasım da yoktu. Kendi derdim bana öyle bir yetiyordu ki bilseler hiç yanaşmazlardı bile.

 

Odamın bulunduğu kata geldiğimde yuvarlak holde duvara monte edilmiş dolabı açıp gece lambasını aldım ve prize taktım. Mustafa Can da bu katta kalıyordu ve gece lavaboya kalkarsa karanlıkta kalmaktan korkuyordu. Sırf kıskançlığından, abimle benim odalarımız en üst katta diye odasını bu kata taşıtmış olsa da kıyamıyordum bir yerde.

 

Odama girip kapıyı ardımdan sessizce kapattım. Ayakkabılarımı yere bırakıp aralık bıraktığım penceremi kapattım ve fon perdelerimi çektim. Odaya dışarıdan vuran hafif ışık eşliğinde yatağımın yanındaki abajuru yaktım. Yatağın üzeri biraz dağınıktı. Bakışlarımı duvardaki saate çevirdiğimde on iki buçuk olduğunu gördüm. Biraz daha vaktim vardı.

 

Bu yüzden toparlayıp bir köşeye fırlatmak yerine kıyafetlerimi güzelce yerlerine geri yerleştirdim. Sonra dağıttığım makyaj masamı da aynı şekilde toparladım. En sonunda yaptığım işten memnun kaldığımda makyajımı çıkartmak için makyaj masama oturdum. Göz makyajıma yoğunluk verdiğim bir makyaj yapmıştım bu gece. Onun dışında ağır sayılmazdı makyajım. Çıkartma işlemi bittiğinde odamın içindeki banyoma yönelip büyük kıskaçlı bir tokayla saçlarımı topuz yaptım. Kızlarla benim odamda hazırlandığımız için üzerimi banyoda değiştirmiştim, çıkardığım pijamalarım askıdaydı bu yüzden. Elbiseyi nazikçe üstümden çıkararak pijamalarımı giydim. Yüzümü soğuk suyla birkaç defa yıkamamın ardından makyajdan sonra kullandığım temizleme jelini sürdüm. Etki etmesi için bir müddet beklerken takılarımı çıkartarak aynanın önüne koydum. Yüzümü yıkayıp geriye kalan bakım rutinimi de uyguladıktan sonra kendimi çok rahatlamış hissediyordum. Odama geri dönüp ellerimi kremledim ve sürahime uzanarak bardağımı doldurup iki bardak su içtim.

 

Tekrardan saate baktığımda bire beş kaldığını gördüm. Çok az kalmıştı.

 

Saçımdaki tokayı çıkararak yatağıma yüz üstü uzandım. Beden yorgunluğu geçiyordu bir yerde de kalp yorgunluğu baki kalıyordu. Mutluluğuna da hüznüne de ev sahipliği yapıyor, aynı paydada buluşturuyordu. Gözlerini kapattığındaki karanlığa bir nakış gibi işleniyordu zamanla. Merhemini bulamadığın, durmayan kanayan bir yara gibiydi. Yardan gelen.

 

Cihangir'e aşık olduğumu ilk fark ettiğim zamanlara gitti aklım. Kendime acı çektirirken gülümsediğim o anlardan birinin içine düşmüştüm yine. Elim ayağıma dolaşırdı onu görünce. Lise ikinin son döneminde bir proje ödevim vardı. Kocaman bir maket yapmıştım biyoloji projem için. Babamın da abimin de işi olduğundan bana yardım edemeyeceklerini söylemişlerdi. Çok sinirlenmiştim onlara bana birinin bile zaman ayırmaması yüzünden. Öyle ki inat etmiştim şirketteki çocuklardan birine söyleriz dediklerinde. Ben kendim götürürüm size ihtiyacım yok diyerek posta koymuştum.

 

İnadımın başıma çok bela açtığı o ergenlik çağlarımdaydım. Daha evden çıkar çıkmaz kollarımın ağrımasından ve önümü görememekten söylenmeye başlamıştım ve okulum iki sokak aşağıdaydı. Normal şartlarda yürüyerek on dakika olan okul mesafesi benim zar zor yürümem yüzünden bir saati bile bulabilirdi. Sinirden köpürerek yürümeye çalışırken omuzlarımın üzerinden ellerime uzanan kollar görmüştüm bir anda. Korkup tepki vermeme fırsat kalmadan o kalbimi tekleten derin sesi duymuştum.

 

"Cüssenin iki katı şeyi taşırken zorlanacağını nasıl anlayamaz insan, hayret ediyorum" demişti kaşlarını çatarak. Bir şeye gerçekten kızdığında yüzü kızarıyor, boğazındaki damar atıyordu. Bu yüzden bana kızmadığını yalnızca sitem ettiğini anlayabilmiştim. Maketi elimden almış, hiç zorlanmadan taşıyarak yanımda yürümeye başlamıştı sonra.

 

"İş başa düşünce mecbur kalıyorsun." diye cevap vermiştim solumda kalan yüzüne bakabilmek için kafamı kaldırarak. Boy farkımız o zamanlar şimdikinden biraz daha fazlaydı.

 

"Beni çağırsaydın ya." demişti geceyi andıran gözleriyle bana bakarak. "Ben gelirdim seve seve."

 

Seve seve.

 

Gözlerine bakakalıp yüzümün hatta tüm bedenimin alev alev yanmaya başladığını hatırlıyordum. Kızaran yüzüme baktığında bunun öfkelenmekle uzaktan yakından alakası olmadığını benim gibi onun da anladığını biliyordum.

 

"Önünü göremiyorsun şu zımbırtıdan okulun yolunu nasıl bulacaksın kızım sen?" diyerek içine düştüğümüz andan sıyrılıp önüne dönmüş, hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı sonra.

 

Derin derin nefesler alıp peşinden yürümeye başlamış onun yaptığı gibi ben de inkara başvurmuştum. "Sen beni cici kız sandın herhalde. Gözlerim kapalı bulurum okulun yolunu ben be" diyerek taş atmıştım ona. Sonrası okula kadar birbirimizle yer yer atışarak yer yer de gülüşerek geçirdiğimiz kısa bir yolculuktu.

 

Yüksek sesli müzik sesi kulaklarıma dolduğunda yattığım yerden doğruldum. Vakit gelmişti.

 

Her gece birde, tam da benim odamın bulunduğu sokağın önünden içerisinde yüksek sesli bir müzik çalan bir araba geçerdi. Sesi evin etrafında dolanırken kısar benim odamın önünden geçerken özellikle açardı. Müzik bitene kadar asla gitmez, yerinden kımıldamaz biter bitmez de giderdi. Hiç kimse şikayet etmezdi çünkü kendi evlatları gibi sevdikleri hatta bazen kendi evlatlarından göremedikleri evlatlığı gördükleri biriydi.

 

Cihangir'di.

 

İki senedir her gece farklı bir şakıyla sokağımdan geçer böylelikle bana içini dökerdi. Zaten o benim bir tek kalbimden geçip gitmiyordu.

 

Dün gece Kumralım, demişti açık kumral saçlarıma ithafen. Bazen bana öyle de seslenirdi.

 

Bu gece ise Bir Hadise Var, diyordu.

 

Vurgunum sana bir mahkum gibi.

 

Uykular haram, bir zehir gibi.

 

Aşığım fakat hasretin deli

 

Ezelden beri.

 

Abajurumun üzerinde durduğu şifonyerime uzanarak çekmecesini açtım. İçinden iki senedir kullandığım defteri çıkartarak bugünün tarihini not ettim. Yanına da çalan şarkıyı. Niye yaptığımı bilmiyordum bunu ama içimden kopan derin bir ihtiyaçtan, susturamadığım bir sesten sebep yaptığımı biliyordum yalnızca.

 

Mühürledim seni kalbime

 

Kurşunlar işlemez ciğerime

 

Zincirledim seni kalbime

 

Anahtarları yok denizlerde

 

Defteri geri koyup ışığı söndürdüm ve bedenimi yatağa devirdim. Dinleyip dinlemediğimi hiç sormazdı ama gerçeği bildiğinden adım gibi emindim. Açık abajurum değildi onun cevabı ki çoğu gece açık bile olmuyordu. Yüreğinde hissediyordu o gerçeği.

 

O hayatında yalnızca bir kez hislerinde yanılmıştı. O da benim en derinimdeki yaraydı.

 

"Ah." dedim karanlığa fısıldayarak. "Benim ilacına çağlayan kalbim. Ne zaman diner yağmurun? Ya acından geç artık ya da ilacından. Ben çok yoruldum."

 

🌹

 

Sondaki çiçek benden size:)

 

Bölümde bahsedilen kitap: Rüzgar Bizi Götürecek/ Furuğ Ferruhzad

 

Bölüme oy verip yorumlarınızı paylaşırsanız çok sevinirim.

 

Beni sosyal medyadan takip etmek için:

 

Instagram: authbal

 

X: eveleynrosa , #solyanımdaaçançiçek

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%