Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm| Muhtaç Ruhlar

@authbal

Çok Sevgili Gönülçelen sokağı sakinleri, mahallemize hoş geldiniz.

 

12.05.24

 

🎵

 

Cehennemin Dibi- Mert Demir

 

Birtanem- Yaşar

 

Gel Bana- Mustafa Sandal

 

Lan- Zeynep Bastık

 

Ellerin Uzansa- Ufuk Beydemir

 

Açık Adres- Sertab Erener

 

Günü Gelir- Dedublüman

 

 

2. BÖLÜM| Muhtaç Ruhlar

 

(29 Aralık 2023)

 

[Yazarın Anlatımından)

 

Yeri döven öfkeli adımlarıyla yürüyordu Eda. Zaten şu eve bir gün çıldırmamış, sakin bir şekilde girse şaşıp kalırdı. O hayatında huzur isterken sakinlik isterken, hayat ona tam tersini biçiyordu hep.

 

Evlerinin bulunduğu sokağa giriş yaptığı gibi hedefine kilitlendi gözleri. Terden ıslanmış yüzü ve dağılmış saçlarıyla oradan oraya koşturup duruyordu. Üzerindeki yedi numara Qouresma formasıyla başına geleceklerden habersizdi Mustafa Can. Oysa top ona geldikçe pas veren onun dışında oyunun gerisinde durup hakemlik yapan Cihangir, burnundan soluyarak sokağın başından dönen Eda'yı görür görmez birilerinin başının fena halde belada olduğunu anlamıştı.

 

Yaklaşık bir saat önce şirketten çıkmıştı Cihangir. Bugün Eda'nın nöbetinin olmadığını bildiğinden eve girerken de olsa yakalamak istemişti onu. Birkaç dakika da olsa görse, iki kelam etse yeterdi ona.

 

Topuklu çizmeleri ve beyaz boyunlu bir elbisesiyle onlara doğru ateşler saçarak gelen Eda'yı içi giderek süzdü ancak bu yalnızca birkaç saniye sürdü. Sinirden gözü dönmüş bir Eda belaların en büyüğü demekti çünkü. Bu veletlerin yanında karizmayı çizdirirse sittin sene geri toplayamazdı.

 

Bugün Eda'yı kızdıracak bir şey yapmamıştı çok şükür. Sabahtan beri aralıksız toplantı ve görüşmelerle uğraştığından daha yeni görüyordu onun gül yüzünü. Bütün gün onu görememiş olmanın sinirinden kudurmuştu ancak bir noktada ilahi bir güç tarafından korunduğunu da kabul etmeliydi.

 

"Mustafa Can! Çabuk eve geliyorsun peşimden çabuk." diye bağırdı Eda elleri belinde, öfkeli bakışlarını kardeşine sabitlemişken. Mustafa Can ablasını hiç takmayıp, arkadaşına pas atması için bağırmaya devam ederken Cihangir aralarındaki birkaç metrelik kısa mesafeyi kapatarak Eda'nın yanına geldi.

 

"Eda'm hayırdır? Ne yaptı sana Mıstık?" dedi Cihangir ılımlı yaklaşmayı deneyerek.

 

Hazır sinirden köpüren Eda, dibine kadar giren avına yöneldi. Sonuçta bu sinirin hepsini içinde tutamazdı değil mi? Birazını püskürtmesi gerekiyordu. "Ne yapacak?" dedi ellerini belinden indirmeden Cihangir'in üzerine yürümeye başladı. Bu çıkışı beklemeyen Cihangir ise bir iki adım geriledi alenen üzerine yürünürken. Görülmüş şey değildi üzerine yürünürken kaçması ama karşısındaki kadının öfkesi kimseninkine benzemezdi. "Kendine örnek ala ala kabadayıları, serserileri alıyor herhalde. Daha ne yapsın?" dedi serseriler derken başıyla Cihangir'i işaret ederek.

 

Kafasına gelen taşı fark etmişti Cihangir ancak hiç oralı olmadı. "İnanır mısın hep diyorum İlhan'a şu çocuğun yanında hareketlerine dikkat et, bak seni örnek alıyor diye hep ama anlamıyor ki. Kafasız biraz."

 

Sağ elini belinden çekip omzuna silleyi geçirdi Eda. "Lan sensin kafasız. Ağzımı bozdurma bak benim fena olur." dedikten sonra hızını alamadı bir iki tane daha geçirdi hatta. Sinirini alıyor, iyi geliyordu. O sırada ellerini önüne siper etmekten başka bir şey yapmayan Cihangir ise hiç olmayan keyfini getiriyordu. Sonra aklına keyfinin kaçma sebebi geldiğinde Cihangir'e vurmayı bırakıp tekrar önüne döndü.

 

"Mustafa Can diyorum, kime diyorum ben? Mustafa Can kimin adı acaba?" dedi avaz avaz bağırarak. Yakınındaki çocuklar bile yavaştan tırsmaya başlamışlardı.

 

Mustafa Can yine oralı olmadı. Oyununa devam etti dünya umru değilmiş gibi. Hatta kendini fazla kaptırmış olacak ki sürdüğü topa kimsenin müdahale etmediğini çok geç olmadan fark edemedi. Tam arkasından kafaya yediği bir silleyle ayağındaki topun hakimiyeti kaybederek tökezledi. Düşmekten zar zor kurtardı kendini. Öfkelenen küçük bedeniyle tam arkasını dönmüştü ki kendi bedenin yanında kocaman kalan bir bedenle karşılaştı. Kafasını kaldırdığında belinde yumruk olmuş elleriyle ona bakan ablasıyla karşılaştı. Hafif tırsarak geriye doğru adımladığında içinden bildiği bütün duaları okuyordu. Hayat bir anne ve bir de kendisinden yaşça büyük ablası olan sekiz yaşında bir çocuk için çok zordu. İçinden bildiği bütün duaları okudu ancak yalnızca iki tane bildiğinden çok kısa sürmüştü. Birini çok kolay olduğu için diğerini de bayramlarda şeker toplayabilmek için ezberlemişti zaten. Bir dahaki yaz annesi kolundan tutup camiye sürüklediğinde itiraz etmeyecek, paşa paşa gidecekti.

 

Ablasının arkasında bir dağ gibi dikilen Cihangir abisini gördüğünde içine bir umut doldu. O yardım edebilirdi kendisine. Ablasını iki dakika oyalasa yeter de artardı bile ona. Gözlerinde umut ışığıyla baktı Cihangir abisine, yardım dilendi ama tüm hayalleri ona bakarak kafasını iki yana sallayan Cihangir abisini gördüğünde suya düştü. Resmen kara kışın ortasına atletsiz atılıyordu, olacak iş değildi.

 

"Ya kendi hür iradenle paşa paşa o eve girersin." dedi Eda kardeşine az ilerideki evlerini göstererek. "Ya da seni arkadaşlarının önünde totona vura vura eve götürürüm küçük bey. Seçim senin."

 

Ablasının yüzüne dikkatli baktığında söylediğini harfiyen yapacağına hiç şüphesi kalmadı Mustafa'nın. Başıyla ablasını onayladığında dönüp eve yürümeden önce aklına takılan bir şeyi sordu. "Ne yaptım peki ben? Suçum ne bu sefer?" dedi kısık bir sesle. Bir yandan da aklına gelen şey olmasın diye yalvarıyordu içinden.

 

"Okulda kabadayıcılık oynuyormuşsun, öğretmenin söyledi okula çağırıp. Gel de bir benimle de oyna evde." dedi Eda kardeşinin boyuna eğilerek. Kabahatini bildiğinden bu soruyu sorduğuna adı gibi emindi çünkü. Sinirli bir soluk verip kardeşinin yanından geçerken çok net bir emir verdi ona. "Düş peşime."

 

Korkudan altına kaçırmak üzere olan Mustafa Can bir hışımda önünde duran Cihangir'e döndü. "Cihangir abi Allah rızası için yardım et bana. Ablam etimi dürecek benim ne olur bir şey yap abim."

 

Güldü çocuğun bu haline Cihangir. Sevdiği kadın her yaşın hakkından geliyordu vesselam. "Sonucunu düşünmeden bir halt yediysen cezanı çekeceksin oğlum. Ben sana bu raconu öğretmedim mi?"

 

Mustafa Can bu defa korkudan terlerken dudak büzerek baktı Cihangir abisine. Şu yola çıktığı adamlara baktı, çok üzülüyordu kendisi için. "Yazıklarım olsun Cihangir abi. Ben senin yerine kavga edeyim senin şu yaptığına bak." dedi küskün gözlerle bakarak. Yediği halttan hiç pişman değildi ama Cihangir abisi olmadan da düzeltemezdi. Şimdi bombayı patlatmanın tam sırasıydı.

 

"Ne benim yerime kavga etmesi oğlum? Ne diyorsun sen?" dedi Cihangir kaşlarını çatarak.

 

Eliyle eğil işareti yaptı Cihangir'e. Hem bunu gizli söylemesi gerekiyordu hem de Cihangir abisine kendini duyuracak diye uğraşırken boynu ağrıyordu. Şu çocuk bedeniyle bu kocaman insanlarla uğraşamıyordu vallahi.

 

Çocuğun dediğini yaparak onun boyuna eğildi Cihangir. Şu ana kadar dediklerinden hiçbir şey anlamamıştı, ama anlayacaktı.

 

"Dün kantinden sınıfa dönerken Emirkan sınıftakilere söylerken duydum. Dedi ki biz yakında Mustafa'yla akraba olacağız. O zaman böyle atarlanamayacak bana. Abim ablasını seviyor, çok yakında istemeye gidecekler. Yengem olacak ablası benim."

 

Duyduklarıyla boğazındaki damar atmaya başladı Cihangir'in. Sinir birden başından ayak ucuna kadar ilerlemişti. Doğru mu duymuştu o? O şerefsiz Ecevit, Eda'sına mı göz koymuştu? Eğer doğruysa sikmişti belasını.

 

"Sonra sınıfa girdiğim gibi atladım üzerine Cihangir abi. Senin öğrettiğin gibi koydum yumruğu. İkimizin yerine de dövdüm yani ben. Ben olamam o çocukla akraba falan. Nefret ediyorum ben ondan. Olmam değil mi Cihangir abi?" diyerek devam etti Mustafa Can. Şu anda yalnızca olmayacaksın cevabını duymak istiyor kendi derdine yanıyordu. "Ayrıca onlar kim oluyordular da benim ablamı istiyorlar ya?" diyerek celallenmekten de geri durmuyordu ama.

 

O kadar doğru konuşuyordu ki öfkeden deliye dönmediği bir ara alnından öpecekti Cihangir onu. Adam gibi adam olduğu için her dediğini yapacaktı. Ama şimdi tek derdi defteri dürülecek şeref yoksununun hangi suçları işlediğine dair hesap yapmaktı.

 

Mustafa Can'ın önünden hızla geçerek eve doğru ilerledi. Ardından küçük adımlarla ilerleyen bir bedenle beraber.

 

Her kavgada kendi tarafını tutan ablasını kaybettiyse ne olmuştu yani?

 

O da kendisine yeni bir kurtarıcı melek bulmuştu.

 

Hayat güzel, Mustafa Can'lar uçuyordu.

 

🌹

 

Gün içinde lazım olur diye içine ne varsa doldurduğum çantamdan anahtarı zar zor bulup kapıyı açtım. Örtme gereksinimi duymadan çizmelerimi ve çantamı çıkartıp portmantoya koydum. Sinirle ev terliklerimi giyip salona yöneldim. Hararetten çok sıcaklamış olacağım ki üzerimdeki kazak an itibariyle boğuyordu resmen beni. Bir yandan kazağı boğaz kısmından çekiştirip elimle kendimi yellerken bir yandan da omuzlarımdan aşağı dökülen uzun saçlarımı arkaya attım. Sinirden otuz iki parçaya bölünüverecektim şimdi tam olacaktı.

 

Mesaimin tam ortasında telefonum çalmıştı. O anda bir hastayla ilgilendiğim için açamamış işim bittikten sonra geri dönmüştüm. Mustafa Can'ın sınıf öğretmeni aramıştı. Velisi annemdi ancak ben çok yoğunum diyerek acil durumlar ve toplantılar için benim numaramı da vermişti ilk okula başladığı zamanlar. Yoğunluk diyerek kast ettiğinin akşam ne yiyeceğimizi ayarlamak ve iki haftada bir düzenlenen, kaçırmaktan hiç hoşlanmadığı altın günleri olduğunu bilmesem belki inanabilirdim ona ama asla şaşırmazdım yine de. Çünkü kendi isteklerini bize dayatması olağan bir şeydi. Kendini eksik hissettiği herhangi bir konuda bunu kabullenmek yerine böyle oyunlar çevirmesi beni yalnızca yoruyordu artık.

 

Tıpkı benim numaramı vermesinin ardındaki gerçek nedenin, kardeşimi otuzlu yaşlarının sonunda doğurması ve Mustafa Can'ın yaşıtlarının ebeveynlerinin ondan oldukça küçük olmasından duyduğu rahatsızlık olduğunu bilmem gibi.

 

Kendisine ağır gelen her yükü benim omuzlarıma bindirmesi ve bundan hiç rahatsızlık duymaması hem ona duyduğum öfkeyi körüklüyor hem de bir o kadar acıtıyordu canımı.

 

Girişten sesler geldiğinde kapıya ters dönük bedenimi önüme çevirdim ancak öfkeli adımlarla yanıma yürüyen kişiyi görmemle kaşlarım çatıldı. Ben bununla değil küçük versiyonuyla uğraşmak istiyordum bugün. Neden seçme lüksüm olmuyordu ki hiç?

"O it sana mı göz koymuş?" dedi Cihangir karşımda dikilerek. Öfkeden kızarmış yüzü ve çatık kaşlarıyla belanın göbek adıydı şu anda. Kaşlarını çattığında her zaman olduğu gibi iki kaşının ortası kırışmıştı. Tam üç çizgi.

 

Bakışlarım iznime asla başvurmayarak öfkeden deli gibi atan boğazındaki damarına takıldı. Aslında bu durum Tıpta bir damar tıkanıklığı belirtisiydi ve oldukça da riskli bir durumdu. Bir keresinde bunu laf arasında abime söylemiştim sanki öylesine bir şeyden bahseder gibi. Çünkü onun bunu Cihangir'le bağdaştıracağını ve bir doktora görünmesi gerektiğini tembihleyeceğini biliyordum. Keza aynen öyle de olmuştu. Onun için endileşendiğimi açık etmeden onun doktora görünmesini sağlayabilmiştim.

 

Sinirden sık sık yutkunduğu için oynayan adem elması dikkatimi çektiğinde kendime de sinir olmuştum. Burada durmuş adamı süzüyordum tek derdim buymuş gibi. "Ne biçim konuşuyorsun be? Kendine gel." dedim anında yükselerek.

 

Evet, kendine gel.

 

"Kızım bu benim düzgün konuşan halim." dedi Cihangir yüzünü bana eğerek. "O ite içimden neler diyorum bir bilsen aklın şaşar aklın."

 

"Terbiyeden yoksunsun çünkü sen, inanırım." dedim ben de parmak uçlarım da yükselerek. Öyle benimle konuşabilmek için eğilerek falan bana üstünlük taslayamazdı.

 

"Konumuz bu mu şimdi? Dön ordan dön. Bana o şerefsizin sana ne zaman göz koyduğunu bir anlat bakayım bana sen." dedi çıldırmış gibi bana bakarak.

 

"Niyeymiş? Ne diye hesap veriyormuşum sana ben? Seni ne ilgilendirir be?" diye çıkıştım bakışlarından hiç etkilenmeyerek. Ayrıca çok haklıydım. Ne hakla hesap soruyordu ki benden?

 

"Ne mi ilgilendirir?" dedi aramızdaki iki adımlık mesafeyi bire indirerek. "Ne ilgilendirir anlatayım ben şimdi sana?" dedi ve sıfıra indirdi mesafeyi. Dibimdeki yüzüyle, burnuma dolan kokusu ve gece gibi karanlık gözleriyle şimdi yutkunmak zorunda kalan bendim. "Dilinin inkar ettiği ama gözlerinin asla edemediği o kişiyim ben."

 

Bilirdim gözlerimin bana ihanet ettiğini ancak ondan duymak büyük bir darbe indirmişti zırhıma. Ne zaman kalbim yokluğunu hissetse onu arardı gözlerim ve ne zaman denk düşsem onun gözleriyle, bir kenara yazardım o ihaneti. Ancak elimden bir şey gelmezdi. Bana kalbim ihanet etmişti, gözlerim mi etmeyecekti?

 

Öfkeme tutunmam gerekiyordu yoksa yakacaktım kendimi. "Bana bak Cihangir." dedim geri çekilip aklımı dalıp gittiği yerlerden toparlamaya çalışarak.

 

"Sana baktım Eda." diye karşılık verdi.

 

"Benim özel hayatım seni hiç ilgilendirmez, bu bir. Seni hiç ilgilendirmeyen konularda bir daha bana hesap sormaya kalkarsan seni mahvederim, bu iki. "

 

Kafasını iki yana sallayarak araya girdi. "Kalbinde yazan ismi adım gibi bildiğim için," dedi ve imalı bir gülümsemeyle baktıktan sonra devam etti. "Tek muhatabı benim bu konunun."

 

"Hayal dünyasında yaşıyorsun." dedim yüzümü ifadesiz tutmaya çalışarak.

 

"Kurduğum en güzel hayalsin o doğru." dedi sesini alçaltarak. Benimle şu ses tonuyla konuşmasa olmuyor muydu? Bilerek mi yapıyordu bana bunu yoksa kalbimi okuyabildiği gibi aklıma da mı erişimi vardı?

 

"Ama hem kendi gerçeklerimin hem de senin benden sakladığın gerçeklerin farkındayım." dedi hayal dünyası lafımı kast ederek.

 

Ne kadar haklı olduğunu bir bilse asıl onun aklı şaşardı.

 

Dört yıl önce askere gitmişti Cihangir. Sınıra çıkmıştı görev yeri. Öncesinde kimseye haber vermemişti askerlik celbinin geldiğinden. Sonra hepimizin toplandığı sıradan akşam yemeklerinden birinde öylece söyleyivermişti ben haftaya asker yolcusuyum diye. Kendime ve kalbime koyduğum tüm kurallarımın yıkılarak yerle bir olduğu ilk gündü o akşam. Bütün akşamı içim dışımdan taşacakmışcasına ona bakarak geçirmiştim.

 

Altı ay gittiği vatan görevinde haftalarca haber alamadığımız olmuştu ondan. Tek bir haber için gecelerce dua edip ağlayarak uyuyakaldığımı bilirdim. Elimde her an her yerde telefonumla gezerdim. Önceden içim acıdığı için izleyemediğim haberlerin başından kalkamaz olmuştum. Çıkan her çatışma haberinde her şehit haberinde elim yüreğimde kalakalmıştım. Ateş evine düşecek korkusundan eli yüreğinde yaşamayı da öğrenebiliyormuş insan. Ben bunu ilk o zamanlar anlamıştım.

 

O zamana kadar hep yüksek notlarla geçtiğim derslerim de nasibini almıştı bu durumdan ancak gram umursamamıştım. Canımdan önemli değildi hiçbir şey.

 

Direnişi bir kenara bırakıp onunla ateşkes yaptığım ilk gündü onu askere uğurladığımız gece. Hepimiz onu uğurlamaya gitmiştik ve arabaya benim de bindiğimi gören ailem bana şaşırmış ancak ağızlarını açıp tek laf etmemişlerdi. Her biri havaalanında onunla vedalaştıktan sonra bir bahane bularak uzaklaşmış bizi yalnız bırakmışlardı. Bu bize oynadıkları küçük oyunlardan biriydi ancak ilk defa umurumda değildi.

 

Cihangir büyük adımlarla aramızdaki mesafeyi aşıp bana sarıldığında günlerdir kor alevler içinde yanan kalbime biraz olsun su serpilmişti. Başımı yasladığım göğsünün sıcaklığı tüm yaralarımı sarmıştı sanki. Çenesini yasladığı başım, saçlarımı seven elleri...

 

Put gibi durduğum dakikalar kalbimden veto yemişti en nihayetinde. O kokumu içine çekerken derin nefeslerle, benim sırtına ellerimi yaslamamla aldığı soluklar kesilmişti bir anda. Ben ona teslim olurken yalnızca birkaç dakika geçirmiştik ama bana bir ömür gibi gelmişti. Saçlarıma kondurduğu bir öpücükle geri çekildiğinde belimi saran kolunu çekmemiş kafasını eğerek bana bakmıştı gülümseyerek. Bu zamana kadar gördüğüm en büyük gülümsemesiydi. Tüm yüzünü ışıl ışıl parlatıyordu. Dolu gözlerimi görene dek kalmıştı yüzünde.

 

"Vatan borcumu ödeyip geleceğim. Sonra yine pervaneyim peşinde. Yapabiliyorsan tadını çıkar." demişti içimi rahatlatmak için. Konuşursam deli gibi ağlayacağımı bildiğimden tek bir cümle söyleyip geri çekilmiştim. "Allah'a emanet ol."

 

Başparmaklarıyla yanaklarımı sevip son kez gülümsemişti bana. "Sen de Allah'a emanetsin. Kendine iyi bak. Benim için."

 

Sonra sanki biri onu zorluyormuş gibi kendini benden ayırmıştı. Geri geri attığı birkaç adımın ardından arkasını dönmüştü bana. Son kontrolden geçene kadar bir daha bakmamıştı. Sonra da gitmişti.

 

Altı ay on yedi gün görememiştim onu.

 

Şimdi böyle geçmişi anımsamak çok kolaydı ancak yaşamak hiç öyle olmamıştı.

 

"Senin kendini inandırdığın yalanlar beni bağlamaz." dedim kalbimin isyanını bir kez daha susturarak. "Bir hafta önce geçmişti öyle bir konu ben de cevabımı vermiştim. Şimdi çık git evimden."

 

"Reddettin de kuyruk acıları mı var o zaman? O yüzden mi sağda solda konuşuyor densizler?" dedi tekrardan sinirlenerek. Halbuki az önce dibime kadar girmiş mır mır konuşuyordu.

 

"Düşüneceğim demiş de olabilirim Cihangir. Peşin hükme varma hemen." dedim inadına.

 

Öyle bir şey dememiştim elbette. Geçen hafta işten döndüğüm bir akşam annem inatla odama gitmeme izin vermemiş, gün tayfasından yakın arkadaşı olan Vildan diye bir kadının beni oğluna istediğinden bahsetmişti. Kadını tanımıyordum, daha önce hiç görmemiştim ama annem umrumda olmamasına rağmen anlatmaya devam ettiğinde ve Ecevit'ten bahsettiğinde anımsayabilmiştim onu. Cihangir'le aynı dönemdenlerdi hatta sınıf arkadaşı olduklarını hatırlıyordum.

 

Annem uzun nasihatlerle konuşmayı nihayet bitirdiğinde istemediğimi söyleyip kalkmıştım yanından. Odama çıkana kadar arkamdan söylendiğini duymuş ancak hiç umursamamıştım. Ben senin yaşındayken ikinci çocuğuma hamileydim lafı umursayabileceğim bir şey değildi zira. Yıllardır da asla olmamıştı.

 

"Eda, bak." dedi Cihangir işaret parmağını bana doğru sallayarak. Sonra geri çekip aynı elini yumruk yaparak dudaklarına götürdü. "Ben zaten sikeceğim o itin belasını da eğer doğru söylüyorsan ikindiye cenazesi yetişir haberin olsun."

 

Ciddi olduğunu anlamak için gözlerine bakmama gerek yoktu zira Cihangir'in ağzından söz yalnızca bir kez çıkardı. Az önce ona inat yapacağım diye birinin ölüm fermanını imzalamış olabilirdim bu yüzden. Beni yalnızca kendine hak görüyor olması üstelik hiç hak etmemesine rağmen, öfkeden delirtiyordu beni.

 

"Hele bir şey yap Cihangir." dedim bu defa ben ona işaret parmağımı sallayarak. "O zaman görürsün dünya kaç bucak. Gidip de üstüne vazife olmayan hiçbir şey yapmayacaksın. Uzak duracaksın Ecevit'ten. Senin meselen değil bu."

 

Aramızdaki mesafeyi bu defa o açtı, geriledi karşımda. Bakışları buz keserek bana bakıyordu. "Uzak durayım Ecevit'ten, öyle mi? Onu mu koruyorsun yani bana karşı?"

 

Öyle sersemlemiş öyle kırılmış duruyordu ki karşımda ettiğim lafın ona nasıl yansıdığını o anda idrak edebildim. Ecevit'i koruyordum ama önemsediğim için değildi. Kendi vicdanım içindi. Cihangir'in öfkesi hiç kimseninkine benzemezdi. Nasibini alan bir daha ayağa zor kalkardı. Bir de konu bensem yapacaklarını tahmin bile edemiyordum.

 

"Seni alakadar etmeyen konulara burnunu sokma diyorum sadece o kadar." dedim ellerimi sinirle iki yana açarak. Fakat gözlerine yerleşen sessizliğe bakılırsa daha çok batırmıştım.

 

Bu yaptığıma dövüş stilinde darbe üstüne darbe derlerdi.

 

Aklımı ve kalbimi savaşın aynı yaralı yerinde kaybetmiş, kırıldığım yerden kırmıştım.

 

"Emrin olur gülüm. "dedi üzerinde bol duran sakinliğiyle. "Her zamanki gibi, emrin olur."

 

Arkasını dönüp hızlı adımlarla önce salondan sonra da evden çıkıp gittiğinde sertçe vurularak kapatılan kapının sesi, yalnızca evin değil kalbimin duvarlarında da yankılanmıştı.

 

🌹

 

"Dikişleri aldırmak için uğrarsınız bir hafta sonra. Geçmiş olsun." dedim oğlunun başında bekleyen endişeli anneye. Kadının gözlerindeki korku oğluyla birlikte acile girdiğinden beri hiç eksilmemiş, yerini artarak koruyordu. Kadının korku ve telaş dolu sesini duyduktan sonra hemen nöbetçi doktorla birlikte müdahale etmiştik küçük beye. Koltuktan koltuğa Tarzan gibi atlarken mesafeyi çok iyi hesaplayamamıştı anlaşılan. O, dikişlerini aldırdıktan sonra her şeyi unutup yaramazlıklarına devam edecekti ancak aynı şeyi annesi için söylemiyordum.

 

"Çok teşekkür ederiz hemşire hanım. Doktor Bey'e de teşekkürlerimi iletin lütfen." dedi bana minnetle gülümseyerek.

 

"Olur, iletirim. İyi geceler."

 

Nöbetçi doktorumuz başka bir vakayla ilgilendiğinden gerekli müdahaleyi yapıp, gerisini bana bırakmasının ardından ayrılmıştı yanımızdan. Gördüğümde muhakkak iletirdim teşekkürü.

 

Acilden çıkıp boynumu ovarak elimdeki hasta kayıtlarını sekretere ilettim. Bileğimdeki saate baktığımda gece bir kırk beşi gösteriyordu. Ailesi uzakta yaşayan bir hemşire arkadaşımız vardı. Henüz burada çalışmaya başlayalı sekiz ay kadar oluyordu. Birkaç gün evvel acil izin kullanması gerekmiş, iki günlük nöbetini onun yerine tutup tutamayacağımı sormuştu bana çekinerek. Etraftan duyduğum kadarıyla sorduğu ilk kişi değildim ancak kabul eden tek kişiydim. Babası rahatsızlandığı için memleketine gitmesi gerektiğini öğrendiğimde hiç tereddüt etmemiştim. Bugün işinin başına geri dönmüş ve bana onlarca kez teşekkür etmişti hiç gerek olmadığını söylediğim halde. Bugünkü nöbetimi devralmak için çok ısrar etmişti ancak yol yorgunu olduğunu bildiğim için kabul etmemiştim. Bu hakkımı yarın için kullanmaya ikna olmuştum ama.

 

Çünkü yarın yılbaşıydı.

 

Geçen senenin aksine çalışarak geçirmek gelmemişti içimden. Gerçi bunda bütün aile bir aradayken benim yokluğumdan şikayet eden ailem de sebep olmuş olabilirdi büyük ihtimalle. Geçtiğimiz sene bana yılbaşında nöbet yazıldığını öğrendiğimde hiç itiraz etmemiş ve bir üzüntü hissetmemiştim. Zaten kutlamak gibi bir hevesim de yoktu. Abimle babam her ne kadar hoşlarına gitmese de üstelememiş, vazife diyerek saygı duymuşlardı.

 

Ancak annem her zamanki gibi hiç hoş karşılamamıştı.

 

Bir şeyi üstelememek onun lügatında yoktu.

 

Babama hastane yönetimiyle konuşmasını ve ortağı olmanın ağırlığını koymasını söylemişti. Biricik kızları yılbaşında çalışmasın diye hem de. Vah vah, ne büyük dertleri vardı öyle.

 

Bunu asla kabul etmeyeceğimi bilen abim duruma müdahale etmek istemişse de başarılı olamadığında el mecbur bana söylemişti. Hiç iyi bir tepki vermemiştim. O gün ettiğimiz kavgada annemin dahi benim öfkemden ilk kez çekindiğini fark etmiştim. Beni yalnızca bir kez böyle öfkeli görmüştü o da evden ayrılıp başka bir şehirde çalışmak istediğimi söylediğim zamandı. Ancak o zamandan bu zamana içimde biriken öfkeyi düşündüğümde ilk seferki kavgamız hiçbir şey kalıyordu. Kayırılmaktan hoşlanmazdım. Nokta.

 

İlk kavgamızda onunla günlerce konuşmamıştım. İkincisinde ise haftalarca. En sonunda konuşmaya mecbur kalana dek. İnadımdan nasibini alıyor oluşu onu biraz da olsa geri çeken tek şeydi. Öyle ki bu sene yılbaşındaki görevimi başkasının devralacağını öğrendiğinde rahat bir nefes verdiğini işitmiştim.

 

Yorgun bedenimi zar zor taşıyarak kafeteryaya indim. Sert bir kahve alarak boş bir masaya oturup sırtımı geriye yasladım. Acilde yine yoğun gecelerden birini geçiriyorduk. Bu rutine alıştığımdan artık söylenmeyi bırakmıştım.

 

Masanın üzerindeki broşürün üstünde yazan ufak çaplı menü çalışmasına gözüm takıldığında aklıma dün akşam yaptığım revani geldi. Cihangir'le kavga ettikten sonra içim içimi yemiş, bir saniye duramamıştım yerimde. Önce Mustafa Can'ı bir güzel haşlayıp odasına yollamıştım ödevlerini erkenden yapsın diye. Bu ona ne büyük ceza gibi geldiğinden suratı beş karış homurdanarak odasına gitmişti. Sonra ben de odama çekilmiş temiz olmasına rağmen tekrardan odamı temizlemiştim. İçimde atamadığım kocaman bir sinir yumağı olduğundan beni kesmemişti bu. Bütün dolabımı aşağı indirip tekrardan düzenlemiştim o hırsla. Tek bir toz tanesi kalmayan dek fır dönmüştüm odada ama geçmemişti sinirim. Sonra soluğu mutfakta almıştım. Ben aşağı indiğimde akşam için yemekler çoktan hazırdı. Öyle olunca ben de tatlı yapmaya koyulmuştum. Her detayıyla ince ince uğraşarak, özene bözene bir tiramisu yapmıştım. Ardından da hazır kollarımı sıvamışken revani.

 

Tiramisuyu akşam çayla yerdik. Revani sonraya kalsındı. Mutfaktakileri de tembihlemiştim kalsın diye. Neye ya da kime sakladığımı anlamamıştım çıkmamdan saatler sonra odama dönene dek.

 

Aklımla kalbimi savaşa sokup bütün günümü kendimi hırpalayarak geçirmeme sebep olan kişi.

 

Cihangir'in en sevdiği tatlıydı revani.

 

Bir kez yemişti benim elimden. Askerden döndüğü günün akşamı ailecek buluştuğumuz yemekte yapmıştım. Ağzına attığı her dilimde ayılıp bayılmıştı bana bakarak. Tabi ki biliyordu benim yaptığımı. Annem söylememiş olsaydı da o anlardı ki.

 

Dün akşam laf arasında bu akşam için yakın arkadaşlarıyla toplanacaklarını söylemişti abim. Meyhaneye gider, her zamanki masalarında oturur abartmadan edepleriyle bir iki bardak içip sohbet ederlerdi. Onların dedikodu yapma ya da dertleşme rutinlerinin de bu olduğunu düşünüyordum artık. Gecelemez evlerine dönerlerdi sonra da hafif çakırkeyifken.

 

Abimin geceleri muhakkak midesi kazınır, mutfağa inerdi. Bu gece görmüş müydü acaba revaniyi. Cihangir'in çok sevdiğini de bilirdi. Götürmüş müydü acaba ona da?

 

Arayıp sorsam ne diyecektim ki? Ağzını arasam fark eder miydi acaba? Ya ne diye arayacaktım bu saatte? Uyudun mu, falan mı diyecektim abime?

 

Oflayarak soğuyan kahvemi tek dikişte bitirdim ve karton bardağımı çöpe atarak kafeteryadan çıktım. Acile doğru suratım beş karış yürüyordum resmen. Bugün nöbetçi olduğumu biliyordu ama gelmemişti. Gözlerim her onu aradığında bulamamıştı. Bir de onu içten içe beklediğim için kendime gıcık olmuştum. Belki de en sonunda vazgeçiyordu benden. Sevinseydim ya işte.

 

Gözlerim acildeki sandalyede oturan ve bir süredir görmediğim tanıdık bir simaya takıldığında duraksadım. Adımlarım direkt oraya yöneldi. Ben ona yaklaştığımda o da beni fark etti. Elinde tuttuğu çantaları yanındaki boşluğa koyarak ayağa kalktı.

 

"Hümeyra abla? Kötü bir şey mi oldu*" dedim merakla ona bakarak.

 

Hümeyra abla benim müstakbel yengem oluyordu. Abimle dört senedir sevgililerdi. Çok aşıklardı birbirlerine. Aynı zamanda da hayatımda tanıdığım en iyi en güzel insanlardan biriydi. Benden üç yaş büyüktü. Parlak siyah saçları ve mavi gözleriyle çok güzel bir kadındı. Hani içinin güzelliği dışına yansımış derlerdi ya, işte tam onu ifade ediyordu bu sözler. Kalbinin güzelliğiyle de çok övülürdü Hümeyra abla. Küçüklüğümden beri bana ve mahallede ondan küçük olan herkese ablalık ederdi. Susayıp eve gitmeye üşendiğimizde hep onun kapısını çalardık küçükken. Okula başlayana dek o da bizimle oynardı ve bize bulaşmak isteyen yaşıtlarına izin vermezdi hiç.

 

"Annemin tansiyonu yükseldi yine kuzum. Muayene oluyor içeride ama durumu iyiymiş şu an. Endişelenme." dedi kızarıklığını gizleyemediği gözlerini fazla üzerimde tutmayarak.

 

Gözlerinin kızarıklığı bana bazı ipuçları veriyordu ancak şu an hassas olduğu için üstelemek istemedim konuyu.

 

"Çok geçmiş olsun." dedim omzunu ovalayarak. Benim nöbetlerime pek denk gelmiyordu ancak diğer arkadaşlardan duyduğum kadarıyla annesi her hafta muhakkak tansiyon şikayetiyle acile getiriliyordu.

 

"Sağ ol kuzum." dedi gülümseyerek. "Sen nasılsın, görüşemedik ne zamandır?"

 

"İş güç işte ne olsun? Bir değişiklik yok bende." dedim gülümseyişine karşılık vererek.

 

"Sizin de işiniz zor vallahi. Böyle sık sık gelip gittikçe anlayabiliyor insan." dedi kafasını arkasına doğru sallayıp yatılı girişe geçen hastaları işaret ederek.

 

Onun başında da benimki gibi bir anne ve bir de üstüne baba olduğunu bildiğimden kelimelerin altında yatan imayı anlayabilmiştim. Belki de onu en iyi ben anlardım. Babası Muhsin amcadan senelerden beri izin çıkmamıştı abim için. Kimler araya girmiş diller dökmüşse de fayda etmemişti. Kızını ne abimle ne de bir başkasıyla evlendirmek istemiyordu adam. O da kızının kararlarına saygı duyup geri çekilmenin ne demek olduğunu bilmeyenlerdendi.

 

"Öyle, evet." dedim ona anlayışla bakarak. Dillendirip de onu daha fazla üzmek istemediğimden ihtiyacı olan desteği hiç değilse bakışlarımdan alsın istiyordum. Tam abimle konuşup konuşmadığını soracaktım ki içeriden annesi seslendiğinde bana apar topar veda edip yanına koştu. Aralıktan bakarak diğer nöbetçi doktorun yanlarında olduğunu gördüm. Gidip de boş duruyormuş izlenimi vermek istemediğimden içeri girmedim. Ayrıca kadından da hoşlandığım pek söylenemezdi. Bana birilerini hatırlıyordu.

 

Telefonumu kontrol ettiğimde acilden bir çağrı yoktu. O yüzden bende abimi aradım. Sırf Hümeyra ablanın hastanede olduğunu ve bence desteğe ihtiyacı olduğunu ondan saklamamak için. Aksi takdirde nasıl bir kardeş olurdum.

 

"Efendim Eda."dedi abim gayet dinç bir sesle. Anlaşılan daha uyumamıştı.

 

"Uyandırmadım dimi abi?" dedim düpedüz salağa yatarak.

 

"Yok canım. Yeni geldim sayılır zaten eve. Uyumamıştım henüz."

 

Saat gecenin ikisiydi. Daha yeni gelmişse her zamankinden çok oturmuşlar demek oluyordu. "Niye eğlendiniz ki bu saate kadar?"

 

"Keyfimiz ve kahyaları öyle istedi Eda Hanım. Ne bu sorgu sual? Siz hayırdır?"

 

Bir açığımı buldu ya aklınca, hemen uyuz kanalına bağlamıştı. Sanki ne dedim? Niye eğlendiniz diye tek bir şey sordum. Ölürdü gıcıklık yapmasa.

 

"Aman iyi be. Bir şey demedik. Hemen ağlama."

 

"Kızım ne ağlaması, düzgün konuş. Yorgunluk yine beynine mi vurdu senin?" dedi hırçın bir sesle.

 

Beynini ite kaka, zar zor kullanan taraf kendisiydi halbuki.

 

"En azından kullanabileceğim bir beynim var. Sende o da yok sen ona yan." dedim hakaretine karşılık olan. Altta kalanın canı çıksındı.

 

"Laflara bak hele hele. Abinle konuşuyorsun kızım sen. Kelimelerine dikkat et."

 

"Etmiyorum." dedim inadımdan dönmeyerek.

 

"Etmeyecek misin?"

 

"Etmeyeceğim."

 

"Demek öyle." dedi kelimeleri bastırarak. "O revaniyi kaptım götürdüm akşam çocuklara. Gömdük hepsini. Bir dilim bile kalmadı sana. Otur asıl sen ağla."

 

Ha işte bana bunlarla gel koçum. Hiç uğraştırmadan kardeşlik vazifelerini yap böyle.

 

O zaman Cihangir de yemişti demek oluyordu bu. Dayanamayıp bir dilim bile olsa yemiştir kesin. Yüzümdeki sırıtışı silmeden koridorda volta atmaya başladım. Dünden beri kalbimi ele geçiren fırtına nihayet dinmeye başlıyordu.

 

Ama hani Cihangir senin peşini bırakmasını istiyordun Eda?

 

İstiyorum.

 

O zaman kalbinde çıkan fırtınaya ne demeli? Nedir bu hiddetin sebebi?

 

Alışmış olmak. Cihangir'in sevgisine. Böyle bir anda yokluğuyla sınanmış olmak. Gururumu paramparça etmiş olmasına rağmen onu kalbimde saklıyor olmak.

Kendime verdiğim cevaplar, yüzümdeki tasasız gülümsemeyi silebilmişti.

 

"Boş yapma." dedim abime az önceki hırçınlığın aksine sakin bir şekilde. "Hümeyra abla acilde. Annesini getirmiş yine. Çok hayırlı ve vefalı bir kardeş olarak bilmek istersin diye düşündüm."

 

Bu söylediklerimi hiçbir şekilde yalandan saymıyordum çünkü harfiyen doğruydu. İçim çok rahattı o yüzden.

 

"Kızım niye baştan söylemiyorsun?" dedi telefondan hışırtı sesleri çıkmasına sebep olarak. Yattığı yerden ayaklanıyordu herhalde beyefendi. "Güzelim benim çok üzülmüştür şimdi."

Aynı anda telefonuma arama geldiğinde acilden çağrı aldığımı fark ettim. "Abi benim gitmem lazım. Acilden çağırıyorlar. Gerisi sende."

 

Ben acele adımlarla bu gece çalıştığım nöbetçi doktorun yanına giderken cevap verdi. "Eyvallah abim, sağ olasın. Hadi Allah kolaylık versin." dedi ve beklemeden kapattı.

 

Ben de hemen ardından acilden gelen çağrıyı yanıtlayıp ilerlerken kalbimdeki sızının biraz olsun hafiflemesiyle, saatler sonra nihayet rahat bir nefes alabilmiştim.

 

🌹

 

Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu...

 

Arka planda müziğe kısık sesle eşlik ederken içimde tarif edemediğim bir his vardı. Sebebinin bu yılın diğerlerinden daha farklı geçeceğine inanmam olduğunu zannetmiyordum. İçimde böyle bir mucizeye karşı inanç yoktu. Hayatımı değiştirmek için hayatımdakileri değiştirmem gerektiğini anladığımdan beri yeni yıldan bir şey beklemekten vazgeçmiştim.

 

İnanç yüreğin meyvesiydi. Ve bana yasaktı.

 

Derin bir nefesle birlikte kafamdaki düşüncelerden sıyrıldım. Ne olursa olsun o karamsarlığın bu akşamı mahvetmesine izin vermeyecektim. Bu akşam yalnızca gülecek, eğlenecektim. Herkes gibi ben de tüm umutlarımı yeni bir yıla bağlamış gibi yapacaktım. Uzun zaman sonra ilke kez hayatın tadını çıkaracaktım.

 

Her yılbaşındaki geleneğimiz bu yılda tekrarlanıyordu.

 

Tek fark bu yıl geçen senenin aksine ben de aralarında olacaktım.

 

Oturduğumuz mahallenin en büyük ve geniş sokağına onlarca masayı yan yana yerleştirerek kocaman bir masa oluşturmuştuk. Sabah ben nöbetten dönerken hazırlıklara başlanmıştı bile. Birkaç saat uyuyup dinlendikten sonra kurduğum alarmlar sayesinde uyanmış evdekilere yardıma kalkmıştım. Her sene olduğu gibi bu sene de mahallemizdeki ev kadınları birleşerek her haneye farklı bir menü oluşturmuş adeta bir ziyafet sofrası kurmaya yemin etmişlerdi. Bizim evin yılbaşı menüsünde zeytinyağlı yaprak sarma, beyti, su böreği ve güllaç vardı.

 

Güllacı ben yapmıştım. Ya da bir başka deyişle yapmak zorunda bırakılmıştım. Günlerdir evde deli gibi sarma sarılıyordu ve ben anneme sinirlendiğim için yardım etmemiştim hiç. Sonuç olarak şöyle bir işin ucundan tutayım diye girdiğim mutfakta ağır mobinglere maruz kalmıştım. Kafamın içinde son ses çile bülbülüm söyleyerek tepsi tepsi güllaç yapmıştım resmen.

 

Canım mahalleme afiyet olsundu artık. Bugünlük cazgırlık yapmayacaktım. Bu da onlara yeni yıl hediyem olsundu.

 

Bir yıla daha onlarla gülüp eğlenerek, kocaman bir masada birlik olarak girecektim. Tıpkı çocukluğumu, gençliğimi süsleyen anılarımda olduğu gibi. Bundan seneler evvel bir günü anımsıyordum. Yılbaşına birkaç gün vardı ve ben annemle babama adeta yalvarıyordum. Yılbaşını arkadaşlarımla birlikte dışarıda kutlamak için. Lise son sınıftaydım ve kalbim paramparça olmadan yalnızca iki ay öncesiydi. Aklımın en deli ruhumun en özgür olduğu o zamanlarımdı. Yıllardır neredeyse her gün gördüğüm insanlarla değil de arkadaşlarımla kutlamak istiyordum o sene yeni yılı. Özgürlük istiyordum. Belki biraz da farklılık.

 

Annem hayatımdaki her şeye karşı çıktığından onun izin vermeyişi hiç şaşırtmamıştı ama babamınki sürpriz olmuştu işte. Annem ne zaman bir şeye izin vermese tıpış tıpış ona giderdim ve o bir yolunu bulur hallederdi. Ancak ne o sefer ne de ondan sonrakinde bir daha hiç halledememişti.

 

Demişti ki, "Asıl arkadaşların hep orada. Bir yere kaybolmuyorlar. Vaktini ve güzel zamanlarını paylaşman , biriktirmen gereken biziz."

 

Kelimelerinin bana çağrıştırdığı gerçekle irkildiğimi hatırlıyordum. Karakterim gereği empatiye çok açık bir insandım. Herkesle o anlayış bağını paylaşabilirdim ve o anda en çok babamla paylaşmaya başlamıştım. Babam bana anlatmak istediğini çok iyi anladığımı bilir gibi gülümsemiş, durduramadığım için sinirlendiğim gözlerim dolarken saçlarımı okşamıştı. Ona tek kelime bile etmemiş, dönüp sakin adımlarla odama gitmiş ve bir daha da dışarıda kutlama konusunu açmamıştım.

 

Odamda kafamın içinde bin farklı ölüm senaryosu yazıp saatlerce ağlamıştım, o ayrı.

 

Annemin abimin değil de benim ergenliğimin zorluğundan herkese bahsetmesi tersliğinden değiidi sanırım.

 

"Eda abla, Züleyha Teyze yardıma çağırıyor evden fazladan sandalyeleri getirmek için. Sen idare edebilir misin?" dedi yarım saattir bana yardım eden mahallenin genç çocuklarından biri.

 

"Git ablacım sen. Ben hallederim kendim." dedim kafamı yaptığım işten kaldıramadan.

 

Zira çok önemli bir görevi üstlenmiştim. Masaların yukarısına gerdiğimiz iplere ışıkları takıyordum. Daha başlayalı yarım saat olmuştu ve takılacak bir sürü ışık vardı. Kaç kez söylemiştim etrafta işlere koşturan gençlere, masaların üstü henüz boşken şu ışıkları yerleştirelim sonra çok zor olacak diye ama kimse oralı olmamıştı. Baktım kimse yanaşmıyor işin başa düştüğünü kabul etmiştim. Her iki dakikada bir kollarım ağrıyor diye söylenip merdivenin tepesinde dinlenmesem daha erken bitebilirdi belki. Üstelik hava kararmak üzereydi ve ben henüz yarılamamıştım bile. Birazdan herkes yemekleri alıp gelecekti ben de ben yaparım diye efelendiğimle kalacaktım.

 

Harika. Ulan gençlik, ulan gençlik.

 

Merdivenin kenarına asılan poşete eğilip içinden bir ampul daha çıkarttım. Merdiven ilk masaya çok yaklaşmıştı ve bir sonraki ışık da ipin çok ilerisinde kaldığından yetişemiyordum. Merdivenin yerinin değiştirilmesi gerekiyordu ama çok üşenmiştim. Şunu da taktıktan sonra iner el mecbur hallederdim. İpe yetişemediğim için merdivenin en tepesinde durduğum basamakta parmak uçlarıma yükseldim. Artık merdiveni tutup sabitleyen biri olmadığından çok zorlanıyordum. Az daha yükselsem halledecektim ama. Kollarımı ve bacaklarımı iyice gerip ışığı yerine sabitlemeye çalışırken harcadığım efordan nefes nefese kalmıştım. Yüzümün şeklini tahmin bile edemiyordum.

 

Sonra aniden hiç olmaması gereken bir şey oldu.

 

Sivri topuklu, bilekten bağlamalı stilettolarım basamakta kayıp boşluğun arasına girerek dünyamı yerle bir etti. Onları görüp alırken de ayaklarımı yerden kesmişlerdi ancak yalnızca mecazen.

 

Her şey saniyeler içinde olmuştu. Benim ise yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Korkuyla bir çığlık atıp, tutunacak bir yer aramıştım ancak anın telaşıyla elim ayağım tutmaz olmuştu. Ampul elimden düşüp giderken kendi düşüşümü engellemek için de bir şey yapamıyordum.

 

Anlık bir hisle korkunun önüne geçen bir acı hissetmiştim bedenimde ancak ne olduğunu bilmiyordum. Aklımdan aynı anda yüzlerce belki de binlerce şey geçti. Bir sağlıkçı olarak böyle durumlar için bilinçli olduğum gibi. Başım. Başımı korumam gerekiyordu. Kanama veya tramvayı eğer mümkünse önlemek değilse de en az hasara indirmek için. Ancak tüm soğukkanlılığımı iş yerimde bırakmış olmalıyım ki hiçbir şey yapamadım.

 

Düşüşe ve sonrasındaki acıya hazır olmayı dilemiştim o kısacık saniyelerde.

 

Ve sonra düşmüştüm.

 

Ama yere değil.

 

Güçlü kollar tarafından sıkı sıkıya tutulduğum bir kucağa.

 

Düşmenin etkisiyle geriye düşen başımı hızla kaldırdığımda bana korkuyla bakan gözlerle, çok yakınımda olan bir yüzle karşılaştım.

 

Elbette o güçlü kolların, sımsıkı tutuşun sahibi o olacaktı.

 

Cihangir.

 

Gözlerindeki gecede yansımamı görebilecek kadar yakınımdaydı yüzü. Kaşlarını çattığından yine kaşlarının arası kırışmıştı. Ama bu kez kızgınlıktan olduğunu hiç sanmıyordum. Göz bebekleri büyümüştü ve farkında olmadan belimdeki ve dizlerimin altındaki kollarını sıkıyordu.

 

Onun da göğsü benimki gibi hızla inip kalkıyordu. Sol kolum refleksle boynuna sarılmış, parmak uçlarım ensesine değiyordu.

 

"İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?" dedi telaşlı bakışlarıyla kucağındaki bedenimi tararken. Öyle bir bakıyordu ki sanki bir yerimde bir yara bulsa, ona kanlı bıçaklı düşmanı muamelesi yapacak cezaların en büyüğünü verecekti.

 

O halde kalbimin, onun elinden daha çok çekeceği vardı.

 

"Eda, güzelim cevap versene. Ne oldu bir yerin mi acıyor? Bir yerini mi vurdun?" dedi ben girdiğim şoktan çıkamayıp ona bakakaldığımda.

 

Çünkü bir an düşüyordum. Bedenimi saracak o büyük acıyı bekliyordum. Sonra bir an vardı. Düştüğüm yer kalbimin kucağı olmuştu. Bir an yapayalnızdım ama bir sonraki an güvenli kollardaydım.

 

Ben iki kez düşmüştüm.

 

İlkinde beni iten Cihangir'di.

 

İkincisinde ise tutan.

 

Bu kaderin, her oyununda benim yolumu ona düşürmesi iş miydi şimdi?

 

"Eda kurbanın olayım bir şey söyle." dedi Cihangir alnını yan bir şekilde alnıma yaslayarak. Daha doğrusu hafif hafif vuruyordu hatta. Sanırım bozulduğumu düşündüğü için en etkili yöntemle düzeltmeye çalışıyordu. "Ulan sus desem susmazsın, şimdi konuş diyorum ağzını bıçak açmıyor. Sen delirtmeye çalışıyorsun beni anladım ben yemin ederim bak."

 

"İyiyim ben. Bir şeyim yok, korktum sadece." dedim en sonunda konuşmayı becerebildiğimde.

 

Yüksek sesli bir nefes vererek alnını yasladığı yerden çekip başını göğe kaldırdı. "Ya sabır ya selâmet. Fazladan vermeyi uygun görürsen ver bana şunları ne olursun. Kafayı yiyeceğim yoksa."

 

Nihayet kendimi toparlayabildiğimde aşağı sarkan elimle göğsünden iterek yere inmeye çalıştım ancak Cihangir girdiği dua halinden birdenbire çıkarak buna izin vermedi. Belimdeki ve dizlerimin altındaki tutuşunu sıkılaştırıp sanki poşet taşıyormuş gibi hiç zorlanmadan daha da yukarı kaldırdı bedenimi. Neredeyse yüzüyle aynı hizaya getirdiğinde oluşan yakınlıktan, ben geriye çekilmek zorunda kalmıştım. Yalnızca yüzümü geri çekebilmiştim zira bedenim üzerindeki bütün kontrol kendisindeydi.

 

"Ne işin var senin merdiven tepesinde?" dedi bakışlarını gerdanımdan aşırıp üzerimdeki elbiseyi uzun uzun süzerek. Gözlerini kapatıp yutkunmasının ardından bakışları bir kez daha gerdanımda oyalanıp gözlerime geri çıktı. "Üstelik bu halde."

 

Bakışları yakıyordu resmen beni. Birinin birine böyle bakması yasaklanmalıydı. Hatta direkt onun bana bakması yasaklanmalıydı. Ben başımı ne kadar geri çeksem de o inatla dibime girdiğinden yalpalıyordum. Mesela şu an bana kafa tutmasına sinirlenip konuşmaya başlamam gerekiyordu ama aval aval bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ayarlarımı sıfırlamıştı resmen adam.

 

"Hasbinallah. Kızım konuşsana." dedi bu kez sesini yükselterek.

 

Bu bir tık işime gelmişti çünkü girdiğim transtan çıkabilmiştim. "Ne diyorsun be? Ne varmış halimde?" dedim tamamen boş bir savunma yaparak. Ayaklarımı sallayarak adeta kucağında tepindiğimde her ne kadar boyu dizlerimin altında olsa da elbisemin açılmasından çekindiği için en sonunda usulca eğilerek yere bıraktı bedenimi.

 

 

 

"Ulan o kadar adam dururken sen niye o ayakkabılarla merdivene çıkıyorsun?" dedi avuç içini alnına vurarak. "Aklımı oynatacağım ben yeminle."

 

Düşmeden dakikalar önce ben de tıpkı onun gibi düşünüyordum o yüzden aksini savunmadım. Daha doğrusu savunamadım. Çünkü biraz şey görünüyordu.

 

Şey...

 

Tam olarak kafayı yemiş gibi.

 

Ağzının içinde homurdanarak elini alnına yaslamış yere bakıyordu. Ellerimi önümde birleştirmiş onu seyrediyordum. Normalde basıp gitmem lazımdı ama beni yakaladığında gözlerinde gördüğüm korku engel oluyordu buna. Ne ara görmüştü beni ne ara gelmişti bana bilmiyordum ama yetişmişti işte imdadıma. Galiba bu yüzden hiç sesimi çıkartmadan uslu uslu sinir krizinin bitmesini bekliyordum.

 

"Sorumu cevapla." dedi bir süre sonra başını yerden kaldırıp bana çevirerek. Ellerini pantolonunun cebine yerleştirmiş sinirden kızaran yüzü ve kısılmış gözleriyle bana bakıyordu.

 

Böyle de bir tehlikeli olmuştu.

 

"Şimdi şöyle..." diyerek bir girizgah yaptım.

 

"Hmm." diyerek sabırsız bir ses çıkardı.

 

"Kaç kere söyledim çocuklara akşam olup da masalar dolmadan önce şu ışıkları takın diye, ama hiçbiri oralı olmadı. Kimse bir türlü yapmayınca ben yapayım o zaman diye düşünmüştüm. O kadar yani. Hem bak." dedim elimle gökyüzünü işaret ederek. Öte yandan da bakışları altında gerçek anlamda kıvranıyordum karşısında. "Akşam oldu Cihangir. Işıklar yok meydanda. Bak tıpkısı oldu işte dediğimin. Geç kaldık bak."

 

Bakışlarında bir yumuşama olmuştu ama sebebini anlayamamıştım.

 

Gözlerini üzerimden hiç ayırmadan uzun uzun baktı bana. Ben gözlerimi ondan kaçırıp etrafta dolaştırsam da dönüp dolaşıp tekrar gözlerine denk geliyordum. Bir noktada kaçtığım da koştuğum da o oluyordu.

 

Biz birbirinden esirgenmiş ancak bir o kadar da birbirine muhtaç iki ruhtuk.

 

Bu yazgıyı değiştirmek için kendimden geçmiştim de yine de olduğum yerde saymaya devam ediyordum.

 

Cihangir'i biraz önce sinirle bana çevrilen bakışları artık tamamen yumuşamıştı. O sertlikten eser yoktu bakışlarında. Yeniden eskisi gibi bakıyordu bana. Sanki hiç kırılmamış gibi.

 

İçimde günlerdir süren huzursuzluğun, kasvetin yerini ansızın sessiz bir huzur kapladı.

 

Benim en büyük yanılgımın Cihangir olduğunu söylerdim hep. Çünkü kalbim sevmek için yanlış insanı seçmişti.

 

Ancak tam şu anda anlıyordum ki Cihangir değildi.

 

Yüreğimin ta kendisiydi.

 

Cihangir tek kelime etmeden yanımdan geçerek arkamda kalan merdiveni tek eliyle kaldırdı. Boşta kalan eliyle yan yana dizilmiş masalar arasında boşluk açıyordu bir yandan. Yanına ilerleyip hiç ondan tarafa bakmadan masaları ayırmasına yardım ettim. Sorgulayan bakışlarını ara ara üzerimde hissediyor hiç oralı olmuyordum.

 

Hiç üste çıkmaya çalışmayıp pıtı pıtı ona yardım ediyor oluşumu sorguluyordu, biliyordum.

 

Adama kafa tutmadığımda hayra yormuyordu demek ki.

 

Yalnızca dikkatsizliğimin sorumluluğunu alıyor ve kavga çıkartmıyordum.

 

Ara sıra ben de makul davranabilirdim ki.

 

Bir nevi ateşkes diyordum.

 

Bugünlük de kalsın, sonra muhakkak devam ederiz kaldığımız yerden.

 

Masaları ayarlama işimiz bittiğinde Cihangir merdiveni düşmeme neden olan ampulün altına doğru yerleştirdi. Bir çırpıda merdiveni çıkıp kenarına asılı poşetten yeni bir ampul çıkartıyordu ki ben ondan önce davrandım. Poşetten bir ampul alıp aşağıdan ona uzattığımda bir süre yüzümü inceledikten sonra almıştı.

 

Ateşkes dedik ya oğlum, anla da uzatma.

 

O kadar hızlı takmıştı ki ampulü ikincisini istemişti hemen elini uzatıp.

 

Bir süre hiç konuşmadan bu rutini devam ettirdik. Bana kıyasla o kadar seri bir şekilde takıyordu ki ışıkları çareyi elime her seferinde poşetten birkaç tane almakta bulmuştum. Merdivenin yerini bir kez daha değiştirip ışıkları takmaya devam edene kadar tek kelime konuşmamıştık. Benden tarafa doğru düzgün bakmamıştı bile ama ara ara kısık sesle mırıldandığını duyuyordum. Ne söylediğini anlayamadığımdan kendi kafasının içinde birileriyle kavga ettiği sonucunu çıkarıyordum.

 

Benim her zamanki halimdi, hiç yadırgamıyordum onu.

 

Nasıl bu kadar hızlı takabiliyor diye gözümü bile kırpmadan izliyordum onu. Yani eğer fark ediyorsa umarım böyle yorumlardı. Hey maşallahlık boyu sayesinde hiç zorlanmadan takıyordu ışıkları. Merdivenin en üst basamağına çıkmasına bile gerek kalmamıştı benim aksime. Yukarıya doğru her uzandığında kol kasları şişiyordu. Gerilen sırtı giydiği siyah gömleği sıkıştırarak isyan ediyor gibiydi.

 

En son üzerime ceket almayı düşünüyordum ben. Hava ne ara bu kadar sıcak olmuştu ki?

 

"Eda! Sana diyorum alo. Uzatsana ışığı kaldım böyle."

 

Cihangir'in tepemden tepemden yükselen sesiyle utançla kendime geldim. Allah da beni kör kuyulara atsındı. Havadan değil utançtan havale geçiriyordum anlık. Odağım ne ara ışık uzatma görevinden Cihangir'i kesmeye gelmişti ki? Bugün yeminle büyü falan vardı benim üzerimde. Asap falan kalmamıştı hiç. Bulduğum her fırsatta aval aval adama bakmamın başka mantıklı bir açıklaması olamazdı.

 

"Dalmışım ya. Pardon. Al." dedim hemen poşete uzanıp aldığım ampulü ona uzatarak. Tek fark bu defa onun haricinde her yerde gezdiriyordum gözlerimi.

 

An itibariyle ona doymuştuk. Çok toktuk elhamdülillah.

 

Sen kes sesini.

 

Uzmanların şu dengesiz iç sesleri susturmak için de bir yol bulması gerekiyordu artık yoksa çok kötü olacaktı.

 

"Sen neye bakıyordun öyle kilitlenmiş gibi?" dedi Cihangir elime temas ederek bir ampul alıp doğrularak.

 

Bakışlarımı etrafta gezdirerek gördüğüm ilk şeyi bahanem olarak kullanmaya karar verdim. Eğer anlayacak diye telaş yapmasaydım enine boyuna düşünüp mantıklı bir cevap verebilirdim ama geç kalmıştım. "Karşıdaki inşaata."

 

Cihangir'in seri hareket eden elleri dakikalardır ilk kez duraksadı. Kollarını indirip yukarıdan bana baktı. "İnşaata mı?" dedi bir bana bir de tam karşımızda kalan evin inşaatına bakarak.

 

"Evet." dedim kafamı sallayarak. Bugün de bu işi buradan kotarmaya niyet etmiştim. "Dış sıvası ne kadar iyi olmuş baksana."

 

Cihangir inşaat alanına bakmayı bırakıp bakışlarını direkt bana kilitledi. O bakışların etkisine girdiğim an yüz ifademi düzeltip dudaklarımı kemirmeyi bıraktım. Bana çözmeye çalıştığı bir vakaaymışım gibi bakıyordu şu an ve ben alınacak yüzü kendimde bulamıyordum ne yazık ki. Bugün iflah olmaz bir safozdum ben çünkü dağa, taşa, güneşin batışına ya da uçan kuşa bakıyorum demek varken hiçbir alakam olmayan inşaata baktığımı söylemiştim. Bundan ala safozluk mu vardı?

 

Ben Cihangir bana ne söyleyecek diye kendi kendimi yerken, o gülmeyi tercih etti. Tam olarak neden bana bakarak öyle mutlu mutlu güldüğünü bilmiyordum ancak bir şey söyleyip beni daha da rezil etmediği için rahatlamıştım.

 

Ancak bu rahatlığım oldukça kısa sürmüştü. İki saniye falan.

 

Bacağımda aniden hissettiğim bir sızıyla ağzımdan ah diye bir acı nidası döküldü.

 

Acının kaynağını bulmak için bacaklarıma bakarken dizlerimin altında kalan elbisemin eteğini de hafif yukarı kaldırdım. Ve bingo. Sol bacağımda hemen diz kapağımın üç parmak aşağısında bacağımdan aşağıya doğru kan sızıyordu.

 

Sol bacağımı öne çıkararak yarayı inceledim. Anlaşılan düşmekten sıfır hasarla kurtulmamıştım. Yine de devenin yanında kulak kalıyordu elbette. Aşağı doğru eğilip yarama daha dikkatli bakacaktım ki birden havalanmıştım.

 

"Ay." diyerek beni kucaklayan Cihangir'e baktım şaşkınlıkla. Bu da bugün iyi alışmıştı vallahi. "Ne yapıyorsun be?"

 

"Yaralanmışsın." dedi o da bana ters bir ifadeyle. "Hastaneye gidiyoruz hemen."

 

Kafası yarılsa bir şeyim yok deyip hastaneye gitmeyen adam iki dakikalık pansuman için beni hastaneye götürüyordu. Beni beni. Bir hemşireyi.

 

Hangisine daha çok alınmam gerektiğine daha sonra karar verecektim.

 

"Cihangir ne hastanesi ya?" dedim koştur koştur ilerleyen adama. "Bir dur Allah aşkına." diyerek omuzlarına ellerimi koydum. "İki dakikalık pansuman istiyor yara sadece. Onu da ben hallederim farkındaysan. Gitmiyorum hiçbir yere ufacık bir yara için. İndir beni hemen."

 

Omuzlarından itekleyip durduğum için adımları durmak zorunda kaldı. "Biz yine de gidelim bir içimiz rahat etsin yavrum." dedi beni ikna etmeye çalışarak.

 

Telaştan yine duygu durumu kanal değiştirmişti adamın.

 

Adamın ayarlarıyla oynayıp duruyorsun kız. Yazık o da bir yere kadar dayanabiliyor ne yapsın?

 

"Hayır efendim gitmiyoruz. Bırak beni şuraya bir sandalyeye de evden sağlık kitimi iste, pansumanımı yapayım. Ayrıca ben kendi söküğünü dikemiyor dedirtmem o hastanedekilere tamam mı?"

 

"Aman sakın, sakın indirme o burnunu zaten sen. Maazallah bir şey senden daha önemli olur falan ne yaparsın sonra dimi?" dedi sinirlenerek ve gerisin geri dönüp yerleştirilmiş sandalyelerden birine ayağını takarak kenara doğru çekti. Beni yavaşça oturtup sol ayağıma dokunarak ileri doğru uzatmamı sağladı. Temasıyla irkildiğimde üşüdüğümü düşünmüş olacak ki ayaklanıp ceketini çıkarttı.

 

"Utku, bir bak koçum buraya." diye birine seslenirken ceketi omuzlarıma doğru yerleştiriyordu. Üşümediğimi itiraf edemeyeceğim için hafif ileri doğru hareketlenerek ona yardımcı olmuştum. "Yanına iki kişi daha al da şu ışıkları hemen hallediverin. Birazdan mahalleli yemekleriyle gelmeye başlar." Uzun boyu sayesinde yirmili yaşlarının başında görünen ama muhtemelen daha liseli olan Utku kafasını salladığında devam etti Cihangir. "Boştaki çocuklardan birine de söyle İlhan abinizin eve gidip bir ilk yardım çantası istesin. Kapıp bana getirsin hemen. Acil olduğunu da söyle tamam mı koçum?"

 

"Tamamdır Cihangir abi." diyerek hızla uzaklaştı çocuk. Bizim ev bir dakikalık bir mesafede olduğundan çok bekleyeceğimi zannetmiyordum.

 

"Canın acıyor mu çok?" dedi Cihangir önümde eğilerek. Gözlerini bacağımdaki yaraya sabitlemişti.

 

"Yok." dedim acımasına rağmen. "Acımıyor çok."

 

Bakışlarını ağır ağır gözlerime çıkardı. "İnanmadım." dedi kaşlarını kaldırıp indirerek.

 

"O niyeymiş?"

 

"Senin canın tatlıdır çünkü." dedi buruk bir gülümsemeyle.

 

Sanki gözleri bende ama aklı başka bir yerdeymiş gibi.

 

O zaman neden canımı o kadar yakmıştın ki Cihangir?

 

Şu an oralara girmenin hiç sırası değildi. İstemiyordum bunu. Bugün içimdeki öfkenin başrolde olmadığı bir gün olsun istiyordum. Her şey yolundaymış gibi rol yapmak. Yarın kaldığım yerden devam edeceğimi biliyordum zaten. Bugünü acımla savaşarak geçirmeyecektim. Söz vermiştim kendime.

 

"Hiç de bile." dedim inadıma ilacımmış gibi tutunarak. "Çok dayanıklıyımdır ben. Sen beni başkalarıyla karıştırdın herhalde?"

 

"Ben ve seni başkalarıyla karıştırmak?" dedi inanamayarak. "Güleyim de esprin boşa gitmesin bari." dedi samimiyetsiz bir kahkaha attı. Ayrıca oldukça da sevimsiz görünüyordu böyle kendileri.

 

"Dalga geçme benimle yersin topuğu kafana." dedim sinirlenerek ve ona sivri topuklu ayakkabılarımı işaret ettim.

 

Dediğimi yapacağımdan asla kuşku duymadığı için topuklu ayakkabılarımı inceledi bir süre. Hasar tespitini kafasında yapmış olacak ki, "Tamam sustum." dedi.

 

Utku elinde ilk yardım çantasıyla koşarak bize doğru geldiğinde hızla ayaklanarak elinden aldı Cihangir. Teşekkür edip onu yolladığında bana baktı emir bekler gibi. Eğilerek çantaya uzanıp gazlı bezi aldım. Yarayı gazlı bezle nemlendirirken canım acımış, yüzümü buruşturmuştum. Cihangir kafasını iyice yarama yaklaştırarak üflemeye başladığında duraksadım. Aslında üflemesi daha çok canımı yakıyordu ama bunu ona söylemedim. Gazlı bezle işim bittiğinde hızlıca pansumanımı yaptım. Yara küçük fakat kesik derindi. İki adet yara bandıyla yarayı kapattım. Çantayı eve geri göndermeyecek her ihtimale karşı yakınlarda tutacaktım. Ayağa kalkmaya yeltendiğimde Cihangir tarafından engellendim. Kalkmaya çalıştıkça kolumdan iterek geri oturtuyordu beni.

 

"Bıraksana ya. Ne yapıyorsun Cihangir?" dedim eline vurarak.

 

"Yaralısın sen. Otur oturduğun yerde. Gerisini hallederiz biz."

 

"Ayağım kopmuş gibi davranmasana Cihangir. Alt tarafı ufak bir yara. Çekil kalkacağım ben." dedim ama karşılıklı olarak inat tutulması yaşıyorduk. Kalkmıyordu hala önümden.

 

"İşler bitene kadar buradan bir kalk."dedi bana işaret parmağını tutarak. "Yemin ederim ben Eda'ya aşığım diye bas bas bağırır, kendimi yırtarım burada."

 

Hayret ve sinir karışımı bir ses çıkardım. Bu hayatta beni ondan daha çok öfkelendiren hiç kimse yoktu. En kötüsü de gözlerine tek bir bakışım da bunu yapacak kadar deli olduğunu biliyor olmamdı. Onun ağzından sözün bir kez çıktığını ezbere bilirdim ben. Yani elimi kolumu bir güzel bağlamıştı şu anda. Bana öyle utanç dolu bir an yaşatacağına otururdum yerimde daha iyiydi. Bu defa yerine sinen taraf bendim. Berabere olmamız hiç hoşuma gitmiyordu ve kafamda kendimi parçalıyordum.

 

"İyi, tamam oturuyorum." dedim dişlerimin arasından. O bana ha şöyle dercesine gülümseyip ayağa kalkarken de ekledim. Tutamadım kendimi. "Salak şey."

 

"Ne diyorsun kız ağzının içinde mır mır?" dedi Cihangir sesini yükseltip bile isteye herkese duyurarak. "Sesli söyle sesli. Utanma Eda'm."

 

"Cihangir kes sesini." dedim ileriye eğilip ona vurmaya çalışarak ama atik bir şekilde kaçmıştı. "Defol git bir işe yara." dedim ama bu kez de ben bağırıyordum. Karşımda arsız gibi sırıtırken kendime hakim olmam pek mümkün olmuyordu. Her zamanki gibi beni sinirlendirmekten keyfi dört köşeydi adamın.

 

"Ben de sana karşı boş değilim." dedi bağırıp geri geri adımlarken. "Ezelden beri."

 

Topuklu ayakkabımı çıkarmaya yeltendiğimde sesini kesti ve hızla uzaklaştı benden. Gidip sandalyeleri taşıma görevini üstlenirken yüzündeki gülümseme silinmemiş, yerini koruyordu. Ara ara bana attığı bakışlara kendi ters bakışlarımla karşılık veriyordum. Bugün yeteri kadar yüz bulmuştu çünkü benden.

 

Ben yerimde kös kös otururken dakikalar devrildi, akşam oldu. Benim ancak dörtte birini takabildiğim ışıklar tamamen takıldı ve yemeklerin getirilmesine ucu ucuna yetişti. Hal böyle olunca nihayet oturduğum yerden kalıp eve gidebilmiştim yemekleri getirmeyi hem haber vermeye hem de yardımcı olmaya. Ancak onu bile tek başıma yapamamış, kuyruğumla birlikte yapmıştım. Halbuki yerimden kalkmak için bilhassa arkasının dönük olduğu bir anı seçmiştim. Adam sensör gibi bir şey takmıştı herhalde bana yoksa üç adım sonra peşime takılması mümkün değildi.

 

Cihangir'le birlikte bize gitmiş, yemeklerin bir kısmını alıp ayrılmıştık evden. İki adımlık mesafe olduğundan arabayla uğraşmak istememiştim. Evdekilerde cümbür cemaat arkamızdan gelmişlerdi kalan yemeklerle. Tüm mahalleli toplanmış masaları hazırlamıştık el birliğiyle. Bütün masalar yemeklerle dolup taşmış, ışıklar sayesinde her yer ışıl ışıl olmuştu. Sayamayacağım kadar çok sandalye senelerdir tanıdığım insanlarla dolup taşmıştı. İlk baştaki masanın arkasında mahallenin gençleri bilgisayar başındalardı ve yerleştirdikleri büyük hoparlörler sayesinde ortamı şenlendiriyorlardı. En sonunda ben de yerime oturduğumda aynı anda sağımdaki sandalyede dolmuştu.

 

Dönüp baktığımda, derin bir soluk verdim.

 

Elbette ki Cihangir'di.

 

Gözlerimi kıstım ona bakarak ama bir şey demedim. Biraz önce hazırlıklara yardım ederken zincir askılı çantamı oraya astığımı görmüştü. İçten içe yanımı kimseye bırakmayacağını biliyordum.

 

Herkes önündekilerden tabaklarına doldurmaya başladığında ortamda kulak tırmalamayan, keyifli bir uğultu vardı. Masanın bir ucundan diğer ucuna bile laf atıp konuşanlar vardı. Kıkırtılar şen kahkahalara eşlik ediyordu. Çocukluğumdan beri gördüğüm tanıdık yüzler arasında kendimi huzurlu hissediyordum bu akşam. Karşımda oturan annemin yakın arkadaşlarından Handan Teyze kendi yaptığı içli köfteden almamı istediğinde hiç itiraz etmeden tabağımı uzatmıştım ama yetişemediğimden yerimden kalkmam gerekiyordu. Tam ayaklanıyordum ki Cihangir tabağımı elimden almış ve hiç zorlanmadan karşıya uzatmıştı.

 

Ben de nerede kaldı diyordum, tam üstüne gelmişti. Hayret bir şeydi zaten yanımda sessiz sedasız hiç bana bulaşmadan oturuyor oluşu.

 

Müdahale etmeseydi de çatlayıverse miydi adam Edoşko?

 

Bence bir denenebilirdi.

 

Tabağımı tekrar önüme bıraktığında ters bir şekilde mırıldandım. "Çok sağ ol. Çok incesin."

 

"Huyum kurusun. Öyleyimdir." dedi sırıtarak.

 

Kurutacağım oğlum ben seni. Bekle sen.

 

Çatalı hınçla ağzıma tıkıştırarak yemeğime geri döndüm. Bir süre sadece yemek yemekle ilgilenerek geçti. Mahallem öyle böyle şov yapmamıştı bu akşam. Midem bayram ediyordu mutluluktan resmen. O sırada önümde duran boş içecek bardağı yanımdaki tarafından çekildi. Dönüp baktığında kendi önündeki bardağının dolu olduğunu gördüm. Ne diye almıştı bu benim bardağımı ya? Sesimizi çıkarmıyoruz diye de ayıp oluyordu.

 

Asitli içecekler içmiyordum yani teknik olarak o bardağı kullanmayacaktım bu akşam ama bu arıza çıkarmama engel değildi tabii.

 

Tam söylenmeye başlıyordum ki buna başka bir şey engel oldu.

 

Cihangir büyük bir cam şişeden bardağıma limonata dolduruyordu. Taze sıkılmış olduğu belliydi ve ben limonataya bayılırdım. Küçüklüğümden beri asitli içeceklerden hoşlanmadığım için limonataya sarmıştım. Bu akşam da ortalıklarda asitli içeceklerden başka bir şey görmediğimden bir şey içmemeyi tercih etmiştim. Önemli değildi benim için.

 

"Afiyet olsun." dedi Cihangir bardağımı tekrar önüme bırakarak. Başka hiçbir şey demeden önüne dönüp yemeğine devam etmişti. Yanında oturan abimle maç muhabbeti yapıyordu hiçbir şey olmamış gibi.

 

Ona göre hiçbir şey olmamıştı belki de. Olan yalnızca banaydı. Çünkü beni bilmek onun normaliydi.

 

Limonataya uzanıp büyük yudumlar aldım. Buz gibi olması çok iyiydi çünkü içimde yine yangınlar kopuyordu.

 

Dakikalar sonra nihayet doyduğumu ve daha fazla yiyemeyeceğimi hissettiğimde tabağımı ileri iterek kendimden uzaklaştırdım. İki bardak da limonata içmiş, şişmiştim resmen. Sandalyemde arkama yaslanıp sıcakladığım için beni bunaltan saçlarımı geriye attım. Sandalyenin sırtına doğru sarkıyorlardı artık özgürce. Keyifli uğultudaki bazı konuşmaları seçti kulaklarım. Abim arkadaşlarından biri Beşiktaş'a laf attığı için sinirlenmiş, vatan savunur gibi takımını savunuyordu. Sevim çalan Karadeniz müziğine oturduğu yerden hem eşlik edip hem de omuzlarını sallıyordu. Hümeyra abla birkaç gün önce nişanlanan Elif ile düğün detaylarını konuşuyordu. Bakışlarında gördüğüm hüzünle kalbim acımıştı onun için.

 

Hayat herkes için bir sınav barındırıyordu. Onunkisi de vuslattı belki de.

 

Saçlarımda hissettiğim bir dokunuşla düşüncelerimden sıyrıldım. Saçlarımın ucundaki nahif dokunuşların kime ait olduğuna bakmaya tenezzül dahi etmedim. Onun yerine sağımda oturan adama baktım ama onun gözleri bende değildi. Yanında oturan abimle konuşuyordu. Sol elini benim sandalyemin arkasına atmıştı ve kocaman bir bedeni olduğundan bu yaptığı hiç absürt görünmüyordu. Sanki yüzü abime ama aklı bana dönük gibiydi.

 

Saçımla oynanması oldum olası hoşuma gidiyordu. Öyle bir bağımlılıktı ki olduğum yerde uyuyabilirdim bile. O tatlı hisle sarmalandığımda uysal bir kediye dönüşüyordum adeta. Cihangir'e elini çek diye sırf bu yüzden yükselememiştim mesela. An itibariyle dünyanın en tatlı insanı falandım.

 

Parmaklarına dolayıp kıvırdığı sonra da okşayarak sevdiği saçlarım mayıştırıyordu beni. Ama ya uyuyakalıp da lap diye masadaki yemeklere üstüne düşersem? Reziller rezili olurdum herkesin önünde.

 

"Uykum geliyor. Yapma." dedim Cihangir'e isteksizce.

 

Sesimi duymasıyla bana dönen yüzü beni incelemişti şöyle bir. "Mayıştın yine kedi gibi." dedi uykulu halime hak vermiş olacak ki.

 

O "yinenin" ne zamana tekabül ettiğini merak etmiştim ancak hiç tartışacak enerjim yoktu. Böyle iyiydim kalsındı. Zaten ne gerek vardı ki tartışmaya?

 

Gülerek son bir kez saçlarımı sevip sonra çekti ellerini saçlarımdan. Ancak sandalyemden çekmedi. Hatta bedenini de bana doğru dönerek tüm ilgisini bana çevirdi. Sandalyemin arkasındaki eli ve dibimdeki bedeniyle beni sarmalayan bir koza gibiydi. Hayatımda ilk kez dışarıdan nasıl göründüğümüzü merak etmiştim.

 

Üzerindeki üstten üç düğmesi açık siyah gömleği ve siyah kumaş pantolonuyla istemsizce uyumlu görünüyorduk. Yan yan onu süzdüğümü fark edince çektim bakışlarımı. Kendimi durduramadığım için bana da yuh olsundu. Hiç benim huyum değildi Cihangir'in eline böyle kozlar vermek çünkü konu ben olduğumda kendisi buluttan nem kapardı. Alkolle değil de saçımla oynanmasıyla sarhoş olmak da benim kaderimdi herhalde.

 

"Madem uykunu ben getirdim." dedi Cihangir cebinden telefonunu çıkartarak. "Açmasını da bilirim."

 

Ne ima ettiğini anlayamadığım için kafam karıştı. Cihangir başını telefonuna eğmiş birine mesaj yazıyor gibi görünüyordu. Merakıma direnemeyerek ben de telefonuna doğru eğildim. Böylelikle de bu kez onun dibine giren ben olmuştum ama o benim aksime hiç umursamadı bunu. Aksine hoşuna gittiği bile belli oluyordu sırıtışından.

 

Alican diye birine mesaj atmıştı. Mesajı okumamdan hiç rahatsızlık duymayarak telefonunu bana doğru çevirdi. Defalarca kez okuyup anlamlandırmaya çalıştığım bir mesajdı.

 

Tarkan- Şımarık açsana koçum.

 

Kaşlarımı çatarak hiç bir şey anlamadığımı ima ederek ona baktığımda kafasıyla sağına doğru işaret ettiğinde bilgisayar başındaki genç çocuğu gösteriyordu bana. Kulaklarıma yüksek sesle çalan şımarık şarkısı dolduğunda nihayet aydınlanabilmiştim. İstek parçada bulunmuştu beyefendi. Uykulu zihnimde jetonum ağır ilerliyordu anlaşılan.

 

Neden bu şarkıyı istediği de şarkının belli bir yerinde kafama dank etmişti.

 

Ocağına düştüm yavru

 

Kucağına düştüm yavru

 

Sıcağına düştüm yavru

 

El aman

 

Aklı sıra birkaç saat önce kucağına düşmeme atıfta bulunuyordu zeka küpü. Dilimi damağımda dolaştırarak gülmemi durdurmaya çalıştım. Bunun hoşuma gittiğini ona gösteremezdim. Gerçi sinir krizi geçirip üstüne çullanmadığıma bakılırsa çoktan anlamış bile olabilirdi. Gereksiz bir girişimdi ama denemiştim en azından. Yüzündeki bilmiş ifadeye bakacak olursak yakalanmıştım zaten.

 

Madem yakalanmıştık o halde altta kalmak olmazdı. Hiç adetim değildi.

 

Elindeki telefonu çekip aldım. Zaten açık olan mesaj sayfasına hızla yeni bir mesaj yazıp yolladım ancak onun aksine ona göstermedim. Az sonra duyacaktı zaten. Belki biraz cüretkar olmuştu duygularımı açık etmek istemememe rağmen ancak ona bir şarkıyla verebileceğim en net mesaj bu şarkıdaydı.

 

Sözleşmeden buluşuverir kırık kalpler

 

Anlatılmaz ama ordadır bütün dertler

 

Gönül kırgınlıkları hayat haksızlıkları

 

Kader yalnızlıkları çeken bütün kalpler

 

Beni ve kalbimi esir alan acıyı daha iyi anlatan bir şarkı yoktu zanlımca. Cihangir'e bir nevi içimi döküyordum aslında. Bak dinle diyordum, bu benim sana kalbimin serzenişi.

 

Kimini yakıp geçen aşklar incitmiş

 

Kimini yanlış kararlar yıkıp geçmiş

 

Kimine yakın dostu ihanet etmiş

 

Kimi hayatın sillesini yemiş

 

Cihangir'in bana mıhlanan bakışlarını hissettiğimde ben de ona çevirdim yüzümü. Sağ elini masaya bıraktığım telefonunun yanına koymuş dünya umru değilmişcesine beni izliyordu. O ilk defa şarkı ithaf edilen taraftaydı, nasıl bir his olduğunu ilk kez keşfediyordu. Her bir cümlenin içinde yatan anlamı aramak, o anlamdan koca bir kalbi iyileştirmeye çalışmak...

 

Kaderinin ve kederinin kurbanı olmak.

 

Kırık kalpler durağında inecek var

 

Yüreğindeki dertleri dökecek var

 

Doldurun kadehleri içelim beraber

 

Yılların yorgunluğu geçene kadar

 

Ben o durakta ineli çok olmuştu. Yüreğimdeki dertleri dökmeye çekinecek kadar biriktireli de.

 

Cihangir anlıyor muydu gözlerimden bunları da? Ya da anlasa ne yapardı ki? Kimin doğrusunu seçerdi? Kalbini önüne katıp vazgeçebilir miydi o da benim gibi?

 

Yoksa o yürek yalnızca ben de mi vardı?

 

Tatlı bir meltem esip havalandırırken saçlarımı, gözlerimi onun gözlerinden çekip göğe çevirdim. Gözlerimi kapatıp yeni yıldan dileğimi diledim.

 

Bu yıl ya kalbim geçsin bahtsız kaderinden ya da ben geçeyim.

🌹

 

Dün akşamdan beri boş olan midem yüzünden bulantıdan zar zor yürüyordum yolda. Yeni yılın ikinci günündeydik ve berbat ötesi geçen bir nöbet gecesinin ardından eve dönüyordum. Zincirleme bir trafik kazası bütün hastaneyi alarma geçirmişti dün akşam. Hayatımın en zor gecelerinden birini yaşamıştım ve bahsettiğim zorluk yalnızca fiziksel yorgunluktan ibaret değildi. Psikolojik olarak daha çok yıpranmıştım çünkü bazı görüntüler gözümün önünden gitmiyordu. Kayıplar, acı dolu feryatlar ve bir hemşireyi dahi zorlayabilecek bazı görüntüler.

 

İşimi seviyordum ancak bazen bir insan oluşum daha fazla ön plana çıkıyordu. Kendimle baş başa kaldığımda o anları tekrar tekrar yaşamanın önüne geçemiyordum.

 

Bütün gece yoğun bir stres altında çalıştığımdan acısı şimdi çıkıyordu. Gittikçe kötüleşen bulantımın bir sebebi de buydu. Elimi mideme koyup yavaş hareketlerle ovaladım. Eve varmama iki sokak kalmıştı, dayanabilirdim. Sonra zaten kapının girişine falan bırakıverecektim kendimi. Artık oradan kim toplarsa toplasındı beni.

 

Bileğimdeki saate baktım. Altı kırk beşi gösteriyordu. Bu saatte kimseyi yormak istemediğim için beni almaya gelmelerini müsaade etmezdim hiç ama ilk defa keşke bugünlük etseydim diye düşünüyordum. Adım atmak dahi o kadar zorluyordu ki midemi inat edip ben kendim gidebilirim diyerek hiç doğru bir şey yapmamıştım.

 

Abim sormuştu dün akşam, seni alayım sabah diye. Reddetmiştim.

 

Cihangir de sormuştu hem dün akşam hem de bu gece. Sabaha karşı görebilmiştim ancak mesajını.

 

Dün akşam attığı mesajı daha erken görmüştüm mesela.

 

Ne diledin? , diye sormuştu bana.

 

Benim açtırdığım şarkının ardından bir daha hiç konuşmamıştık bu mesaja kadar. Ara ara bakışlarını üzerimde hissetmiştim ama fark etmemiş gibi davranmıştım.

 

Geçmesini, diye yazarak yanıtlamıştım onu.

 

Yalnızca geçmesini.

 

Eğer düşündüğüm şeyse hiç geçmesin hep artarak devam etsin, demişti o da neredeyse benim kötülüğümü isteyerek. Bilseydi ne kadar acı verdiğini yine de ister miydi acaba aynı şeyi?

 

Ben senelerin sevdasını bir gecede gömmüştüm kalbime.

 

Onun adına inat dediği restleşme benim gururuma tekabül ediyordu.

 

Kırgınlığım saygımdandı, gururuma.

 

Yaşlardan on yedime.

 

Cevabına geri dönmemiştim sonra. İçimden taşanlar yine suskunluğa itmişti beni. Gece birer saat aralıklarla iki kere aramıştı beni Cihangir. Görmüştüm aramalarını ancak cevaplamamıştım.

 

Vade dolmuş, ateşkes bitmişti.

 

Evime bir sokak kaldığında derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Az kalmıştı. Eve gider gitmez devrilecektim bulduğum ilk yere. Adımlarım sendelediğinde yürüdüğüm yolda sol en dibe ilerledim. Sol elimi uzatarak birkaç adım ilerimdeki evin duvarına tutundum. Hastanede biraz daha kalıp üzerimdeki o stresi atmam gerekiyordu. Biraz olsun rahatlamam, kendime gelmem gerekiyordu, yanlış yapmıştım. Doktor üstlerimizin çoğu saygılı, iyi insanlardı ancak hepsi öyle değildi ne yazık ki. Bazıları böyle çok yoğun gecelerde üstündeki baskıyı bizim üzerimizde atabiliyordu. Bu gecenin talihlisi de ben olmuştum ve bu durumu işim hususunda kotarabilmiş ancak kişisel olarak hiç iyi yönetememiştim.

 

Soğuk havadan derin nefesler çekmeye devam ettim. İçime işleyen soğuk iyi geliyor, bilincimi açık tutuyordu. Birkaç dakika dinlenmenin ardından kendimi biraz daha iyi hissettiğimde evin duvarına tutunarak yavaşça yürümeye başladım. Bu sokağın ilerisinden sağa dönünce kendi sokağıma girecektim zaten. Elimi yasladığım evde Asuman ablanın eviydi. Şansıma uyanık olmadığı için teşekkür ediyordum içimden çünkü uyanık olsaydı beni bu halde görüp çoktan mahalleyi ayağa kaldırmış olurdu.

 

Elimi duvardan çekip kahverengi kaşe kabanıma sokuldum. En üstteki düğmesi açıktı ve üşüyordum ama soğuk iyi geldiğinden kapatmıyordum.

 

Karşıdan gelen adım seslerini duyduğumda yerde olan bakışlarımı çekip kafamı kaldırdım.

 

Sabahın bu saatlerinde mahallenin esnafları işlerine giderdi onlardan biri olduğunu düşünmüş, zor da olsa iki kelam edip selam vermeye hazırlıyordum kendimi.

 

Ama hayır.

 

Yanılmıştım. Onlardan biri değildi.

 

Bu mahallede oturmadığı halde karşıma çıkmasının alakasını sorguladığım biriydi.

 

Ecevit'di.

 

🌹

 

Sondaki çiçek benden size balım :)

 

1. Bölümle alakalı çok fazla gelen bir soruyu buradan cevaplamak isterim.

 

Eda'nın Cihangir'i neden reddettiğini ve bölümü defalarca okuyup nedenini mi kaçırdığınıza dair çok soru geldi.

 

Hayır kaçırmadınız çünkü henüz okumadık. Nedenine adım adım yaklaşarak ilerleyen bölümlerde öğreneceğiz.

 

Finallerim yaklaştığı için gelecek bölüm biraz rötarlı gelebilir. Ya bir hafta geç atacağım ya da normalden daha kısa bir bölüm yazıp atacağım. Bunu kararlaştırdığımda IG hesabından duyururum mutlaka.

 

Bazı istisnalar hariç bölüm günümüz iki haftada bir pazar günleri.

 

Kitabı ve özellikle Cihangir'i yazarken bana Dedublüman şarkıları eşlik ediyor. Onu en iyi anlatan şarkısı bölüm şarkılarımızdan biri hatta. Kitabımızın vazgeçilmezi olarak hikayemiz boyunca bize eşlik edecek.

 

Eğer Cihangir Eda'ya bir şarkı yazsaydı bu Günü Gelir olurdu bu arada. Bilin istedim, hiç öylesine.

 

Beni sosyal medyadan takip etmek ve ulaşmak için:

 

Instagram: authbal

 

X: eveleynrosa, #solyanımdaaçançiçek

 

Bölüm ya da kitap hakkında konuşmak, görüş paylaşmak isterseniz ben buralardayım;)

 

Bölüme oy verip yorum yaparsanız sevinirim çok.

 

 

 

Loading...
0%