Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm| Pusula İhlali ve Bir Avuç İçi Yangın

@authbal

Çok sevgili Gönülçelen sokağı sakinleri, mahallemize hoş geldiniz.

 

30.06.24

 

🎵

 

Bilir O beni- Pinhani

 

Porselen Kalbim- Sena Şener

 

Bizden Olsun İsterdim- Boramess

 

Kupa Kızı ve Sinek Valesi- Teoman

 

Tutuşmuş Beraber- Melike Şahin

 

Bir Zamanlar Deli Gönlüm- Sezen Aksu

 

Günü Gelir- Dedublüman

 

Sen Bilmezsin- Dedublüman

 

Ağlama Ben Ağlarım - Can Ozan

 

Sar Bu Şehri- Can Ozan

 

Ben Seni Rastgele Sevmedim - Zakkum

 

3. Bölüm| Pusula İhlali ve Bir Avuç İçi Yangın

 

[2 Ocak 2024]

 

Hayatımda çok kez çaresiz kaldığımı hatırlıyordum. Bazen başaramadıklarımla bazen dermanımın derdin kendisi olmasıyla. Güçlü bir kadın olduğumu biliyordum ancak en büyük güçsüzlüğümle ayakta durmaya çalışıyordum. Kendime ve kalbime kulaklarımı tıkamamın gerçek sebebi de buydu.

 

Kendimden başka kimseden korkmazdım ben. Kendimden korkmamın sebebi yapabileceklerimin, gözüm döndüğünde kalkışabileceklerimin bir sınırı olmamasıydı. Yakar, yıkar ve sonuçlarını hiç düşünmezdim. Canım yandıysa beni durdurabilecek çok az şey vardı. Kırıldığım yerden kırmak için hiç vakit kaybetmezdim. Sonrasında pişman olacağımı bilsem dahi. Korkusuzluğum bundandı.

 

Ancak birkaç adım ilerimde duran adamın gözlerinde gördüklerimden ilk kez korkmuştum.

 

Gördüklerimi bir duyguya indirgeyecek olsam hırs derdim.

 

Gözlerindeki bakışta uçsuz bucaksız bir delilik kol geziyordu sanki. Bu bakışları hayatım boyunca tek bir kişide daha görmüştüm ancak onun bakışlarındaki delilik bana dokunmaz aksine sarıp sarmalardı.

 

Korku iliklerime işleyip beni çarparken gelip beni yine sarmasını istediğim de yine bir o vardı.

 

Adımlarım olduğu yerde kalakaldığında imalı bir gülümseme belirdi karşımdaki adamda. "Günaydın Eda Hanım. Selam sabahınız bir bize mi yok?"

 

Hareketleri ve lafları o kadar alaylı ve imalıydı ki anında sinirlerime dokunmuştu. Tavırlarının da aşağı kalır bir yanı yoktu zira. Bilinçli bir şekilde sarkastikti. Bir elimi bulantısı şiddetlenen mideme koydum. Bu haldeyken kendime güvenebilir miydim hiç bilmiyordum. Gözlerimi etrafta gezdirdim ama iki sokağın arasında kalmıştık. Görünürde pek kimse yoktu. Korku stresimi iyice tetiklerken dik durmaya, sakin kalmaya çalıştım. Bu embesilin önünde güçsüz düşmeyecektim.

 

"Bir şey mi vardı Ecevit? Ne bu hareketler?" dedim düz çıkarmaya çalıştığım sesimle.

 

"Var bir şey, evet. Sorduğun çok iyi oldu bak." dedi bana yaklaşarak. Ama ben geri adım atmayı reddettim. Korkuyor olsam dahi bunu ona gösterip cesaretlendirmeyecektim onu. Karşıma her ne niyetle çıktıysa onu gerçekleştirememesini umuyordum.

 

"Ne o?" dedi yaklaşıp karşımda durduğunda. Yine de bana bu kadar yaklaşmasından rahatsız olmuştum. Midemdeki bulantının aynı düşünceyle arttığına emindim. "Kuyruğun bu sabah yok mu?"

 

Kimden bahsettiğini anlamak için üstün bir zekaya gerek yoktu. Cihangir'den bahsediyordu. Ondan bahsederken yüzünde ve gözlerinde oluşan ifade derdinin ben mi yoksa Cihangir mi olduğunu düşündürtmüştü bana.

 

Ayrıca o kim oluyordu ki Cihangir'e hakaret ediyordu ki? Varsa yüreği benim değil onun karşısına çıkardı.

 

"Eğer onu arıyorsan yerini biliyorsundur. Git çık karşısına." dedim sakinliği def ederek. Belki de ayakta zor duruyordum ancak ne kendimi ne de Cihangir'i ezdirmezdim ona. "Senin saçmalıklarınla uğraşacak vaktim yok benim." dedim ve yanından geçerek gitmeye yeltendim. O da benimle birlikte yana adımlayarak müsaaede etmedi. Omzuma asılı çantamı önümde, karnımın üzerinde tutarak geriledim. Aldığım derin nefesler sıklaştıkça panik olduğum da anlaşılıyordu. Kendimi kaybetmemem lazımdı ancak o noktaya çok yaklaştığımın da farkındaydım.

 

Tamam, en iyi senaryoda abimin öğrettiği gibi bacak arasına tekmeyi geçirirdim.

 

Ancak bunu yapacak enerjim olup olmadığından şüpheliydim.

 

En kötü senaryoda ise üzerine kusup kaçıyordum.

 

Kötü olan kısmı kusmaktan nefret etmemdi ancak durum bunu gerektirirse yapacak bir şey yoktu.

 

"Onunda sırası gelir sen güzel canını sıkma." dedi hiç hoş olmayan bakışlarını üzerimde gezdirerek. Çantamda ona karşı kullanabileceğim bir şey olup olmadığını düşünüyordum ancak düşünsem de bir şey bulamıyordum. Törpü vardı ama onun işe yaramayacağı aşikardı. "Şimdi konu sensin. Daha doğrusu biziz."

 

Ne diyordu ya bu ruh hastası herif? Hayatımda toplasan iki kere gördüğüm insandı. Neyden bahsediyordu?

 

"Söyle bakalım bana Eda Soylu," dedi soyadımı vurgulayarak. Tavırları beni gittikçe daha fazla rahatsız ediyordu ancak gitmeye kalkışsam işlerin hiç iyiye gitmeyeceğini hissettiğim için buna kalkışamıyordum. "Beni o Cihangir olacak herif yüzünden mi reddettin? O mu tembihledi seni?"

 

Neden yolumu kestiğini tam şu anda anlıyordum.

 

Reddedilmek.

 

Her ne kadar reddetme sebebim o olmasa da ne denli doğru bir karar verdiğim ortadaydı.

 

Her şey bir yana biri tarafından bana ne yapacağımın söylendiğini ima etmesi, başlı başına saçmalıktı.

 

Ben bu zamana dek kendi hayatımı yönetme hususunda yalnızca bir konuda taviz vermiştim. Onun da cezasını her gün çekiyordum zaten.

 

O kapıyı çarpıp çıksam bana yine de açılırdı.

 

Ama ruhum o kapıyı bir kez çarpmanın enkazını kaldırabilir miydi, bilmiyordum.

 

"Kimse bana ne yapıp ne yapamayacağımı söyleyemez." dedim öfkemi hiç gizlemeyerek ona bakarak. "Eğer karın ağrın seni neden reddettiğim ise bu yalnızca benimle ilgili. İstemiyorum, o kadar."

 

Yanından bir kez daha geçip gitmeye çalıştım ancak bu defa da izin vermedi. Bu yaptığı zorbalıkla da yetinmeyip kolumu tutarak adımlarımı kesti. Kan anında beynime sıçradı. Ne cürretle bana dokunurdu? Ya daha fazlasına da cesaret edecek olursa? Bu haldeyken ben ne yapacaktım? İçimde büyüyen korkuyla midemdeki bulantıya başımı zonklatan bir ağrı da eklendi.

 

"Çek o elini kırarım yoksa." dedim sesime güçsüzlüğümün yansımadığını umarak. Ancak gerçeğin umduklarımdan daha farklı olduğunu da görebiliyordum çünkü çekmeye çalıştığım kolumu daha sıkı tutarak canımı yakmaya başlamıştı.

 

"Bana duymak istediğim cevapları verirsen belki çekmeyi düşünebilirim." dedi gülerek. Artık öfkeden çok korku hissediyordum ve bu hiç iyi değildi. Bana burada bir şey yapacak olsa kimsenin ruhu duymazdı ve bu düşünce sanki nefes almamı engelliyordu. Fiziksel olarak o kadar bitik bir haldeydim ki içimden bu halime de lanet ediyordum. Ben nasıl çıkacaktım bu cenderenin içinden?

 

"Cihangir'e bülbül gibi öterken bana lal olman da çok enteresan." dedi suskunluğuma karşılık. Cihangir'e nasıl davrandığıma kadar bildiğine göre ortada görünenden daha büyük bir sorun vardı. Eğer bu durumdan kurtulabilirsem bu pisliği benim başıma musallat edenlere de iki çift lafım olacaktı. Zaten başıma ne geldiyse hayırdan anlamayan insanlar yüzünden gelmişti. Ona yine cevap vermediğimde yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığında kafamı arkaya doğru eğdim. Allah'ım, bana yardım et ne olursun. Görünen oydu ki başka kimsem yoktu.

 

"Beni tanımak için bir fırsat dahi vermedin. Hemen reddettin beni. Ailen mi zorladı da böyle kestirip attın yoksa o Cihangir olacak herif mi?" dedi üzerime üzerime gelerek.

 

"Lan sen laftan anlamıyor musun?" diye bağırdım önünü arkasını düşünmeyi boş vererek. An itibariyle kan, beynine sıçramıştı. Belki üflesen savrulacak haldeydim ama bu yediğim lafın altında kalacağım anlamına gelmezdi. "Bana hiç kimse zorla bir şey yaptıramaz. Alıyor mu kalın kafan? Seni hiç tanımadan reddettim çünkü istemiyordum." dedim son kelimeyi heceleyerek.

 

Yüzümde ondan iğrendiğimi ve nefret ettiğimi belli eden bir ifade takınarak baktım ona. "Ve şimdi ne kadar doğru bir karar verdiğimi ne kadar ileri görüşlü bir insan olduğumu çok iyi anlıyorum."

 

Laflarımın karşılığı tuttuğu kolumu canımı acıtacak derecede sıkması oldu. "Benimle düzgün konuş. Sesini yükseltme." dedi dişlerini sıkarak. Bu işten kendimi kurtarabilme umutlarım şu an itibariyle yalan olmuştu. Ne o gözlerinden taşan delilik ifadesiyle geri adım atardı ne de ben ona boyun eğmeyi kabul edebilirdim. Bu işten darbe alacak taraf ben olacak olsam dahi ona haddini bildirmekten vazgeçmeyecektim.

 

"Ne istersem onu yaparım pislik herif." dedim büyük bir nefretle. Başımı ondan olabildiğince geriye çekmiş olduğum için boynum bulunduğu konumdan rahatsız olmuş, sıkıntılarıma bir yenisi daha eklenmişti.

 

Aklımda milyon tane çark dönüyordu ancak biri bile mantıklı bir çıkış yolu sunamıyordu. Bu şerefsizin üstünde güç kullanabilmem mümkün durmuyordu, bunu eleyeli çok olmuştu. Avazım çıktığı kadar bağırsam beni engellemek yalnızca birkaç saniyesini alırdı ve o birkaç saniyede sesimin birilerine ulaşıp ulaşamayacağı meçhuldü. Telefonum çantamdaydı, bu herife belli etmeden ona ulaşabilir miydim? Hiç sanmıyordum.

 

Bulantım had safhadaydı ve midem yanıyordu. Başım zonkluyor, dikkatimi toplamamda güçlük çıkartıyordu. En iyi halimle bile ufak bir şansım varken bu halde ne yapabilirdim ki?

 

Ne olursa olsun, dedim içimden.

 

Bana bir şey yapmaya kalkışacak olursa sonuna kadar savaşacağım. Ben bu yaşa kolay gelmedim, bu hayatı henüz kazanmış bile değilim. Heba edilmesine izin vermeyeceğim böyle.

 

"Eğer o sırtını yasladığın pek sevgili ailene güveniyorsan," dedi rahatsız edici bir gülüşle. "Hiç güvenme derim güzellik. Seni bu ateşe atan bizzat onlardan biri çünkü."

 

"Ne saçmalıyorsun be sen?" dedim harap olmuş halimi bir anlık unutarak. "Ailem hakkında düzgün konuş. Parçalarım seni burada."

 

"Bu vahşi haller hiç yakışıyor mu sana?" dedi kaşlarını çatarak. Bu defa o benden rahatsız oluyormuş gibiydi. Eğer yüzünün bu hale bürüneceğini bilseydim en baştan ona bu yüzümü gösterirdim. "Hiç hoşlanmam. Biraz hanımefendi ol."

 

Sen bir bırak benim kolumu, ben sana göstereceğim hanımı da efendiyi de pislik herif.

 

Bir kez daha kolumu çekmeye çalıştım ama nafileydi, olmuyordu. Öylesine sıkı tutuyordu ki tuttuğu yerin morardığına adım gibi emindim. Böylesi bir zorbalıkla ilk kez karşılaşıyordum. Hayatımda hiç kimse beni canımı yakarak sevmemişti, hiç kimse üstümde zor kullanmamıştı.

 

Ben hiç tanımadığım bir kötülük karşısında ne yapabilirdim ki?

 

Tüm öfkeme, nefretime rağmen korkuyorsam titriyorsam nasıl savaşacaktım ki?

 

Yukarıdan bir hişt sesi gelmesi ile Ecevit'in gözleri refleksle sesin geldiği yöne doğru çevrildi. Bunu fark etmem ile birlikte sahip olduğum tüm gücü toplayarak dizimi bacak arasına geçirdim.

 

Her şey saniyeler içinde değişmişti.

 

Ecevit hissettiği acıyla bağırıp iki büklüm olurken ben ondan hızla kaçtım, uzaklaştım hızla . Ardıma bakmadan koşmaya hazırlanıyordum ki gözlerime inanamayacağım bir şey oldu.

 

Yere eğilmiş acısıyla boğuşan ve boğazından hırıltılı sesler çıkaran Ecevit'in üzerine yukarıdan bir kova dolusu su döküldü.

 

"Ha siktir, ha siktir bu ne lan?" diye bağırarak sudan kaçmaya çalıştı ama çok geç kalmıştı. Üzerinden dumanlar tüttüğünü görmemle suyun kaynar olduğunu anladım.

 

Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü resmen.

 

Ölmeden cehennemi işte böyle yaşatırlardı adama.

 

Gözlerimi yukarı kaldırdığımda Asuman ablanın elinde tuttuğu kovanın boş olduğunu fark etmesine rağmen sanki meydan okur gibi aşağı doğru salladığını gördüm.

 

"Sen kimin kızını sıkıştırıyorsun lan mahalle arasında deyyus herif?" dedi bas bas bağırarak. "Aradım polisi de tüm mahalleliyi de geliyorlar, bekle orada sen."

 

Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Kurtulmuştum elinden, bana hiçbir şey yapamayacaktı. Peki ya bu yaşadığım korku ne olacaktı? Ondan da kurtulabilecek miydim?

 

Ecevit kaynar suyun tahriş edip kaşındırdığı cildinde buna engel olmak ister gibi elini gezdirirken acıdan inliyor, küfrediyordu. Bakışlarını konuşan Asuman ablaya değdirmeden bana baktı. Öfkeyle soluyordu, delirmiş gibi bakıyordu bana. Etraftan gelen sesler duyulduğunda bakışları sekteye uğramadı ancak dikkat kesildiği belliydi. Başını bana bakarak birkaç kez aşağı yukarı salladı. Seninle görüşeceğiz, der gibi.

 

Ben ise dakikalar sonra ilk kez korkusuzca baktım ona. Bir şey söylemedim yalnızca tüm tiksintimi bakışlarıma yansıttım. Bu o pislik için yeterli bir cevaptı.

 

Bir saniye sonra durduğu yerde değildi artık. Arkasını dönüp koşarak uzaklaşmaya başlamıştı.

 

Aramıza onun artık bir tehlike olmadığına beni ikna edecek kadar mesafe girdiğinde, bıraktım kendimi. Şok bütün bedenimi ele geçirdi. Gözümden boşalan yaşlarla, sağımda kalan duvar dibine zor attım kendimi. Dizlerim yere kapaklanırken bir elimi ağzıma kapatmıştım. Bedenim gibi midem de her an infilak edebilirdi çünkü.

 

Önümü bulanık görmeye başladığımda iyice panikledim. Omzumdan aşağı sarkan çantamı sertçe çekip önüme attım. Elimi içine daldırıp bir türlü netleşmeyen görüntümle telefonumu aramaya başladım.

 

Onu aramam lazımdı. Güvende hissetmeye ihtiyacım vardı. Onu aramalıydım.

 

Telefonumun tırtıklı kılıfını el yordamıyla tanıdığımda hemen çekip aldım. Hızlı soluk seslerim sanki çok yüksek bir sesmiş gibi zihnimde yankılanıyordu. Telefona parmak izimi okutmaya çalıştım ancak elimin titreyişi yüzünden asla becerememiş, sistem benden şifremi girmemi istemişti.

 

Yanıma gelen, bana seslenen birileri vardı ancak kafamı telefonumdan kaldırmıyor, kimseye bakmıyordum. Titremekten ve onu aramaya çalışmaktan başka her şeye ve herkese kapalı durumdaydım.

 

Normalden çok daha büyük bir çabayla şifremi girip yaşlardan parlayan gözlerimi kırpıştırdım. Rehbere girip üçüncü sıradaki adının üzerine dokunarak kulağıma götürdüm telefonu.

 

Bela

 

Birkaç çalıştan sonra hemen açıldı telefon.

 

O, uyumaktan hiç hoşlanmazdı. Hep erken kalkardı. Şükürler olsun ki.

 

"Eda'm?" diyerek cevap verdi sorgulayan bir sesle.

 

"Cihangir beni buradan alır mısın?" dedim çaresiz ve ağlamaklı çıkan ses tonumla. "Lütfen."

 

"Ne oldu?" dedi anında. "Ne oldu, neyin var senin?"

 

"İyi değilim ben." dedim konuşmaya mecalim olmadığından fısıldayarak. "Asuman ablanın evinin oradayım. Ne olursun çabuk gel."

 

"Geliyorum hemen. Sakin ol, iki dakikaya yanındayım tamam mı? Korkma sakın." dedi ve içimde bir şey koptu ona karşı lakin ne olduğunu sorgulayabilecek halde değildim.

 

Telefonumu kulağımdan çekip kapattım. Artık onu tutacak mecalim de yoktu. Birileri bir şeyler söylüyor, konuşmaya çalışıyordu benimle. Ama sanki ben beynimi tek bir sese duyarlı hale getirmiştim. Onu duyana kadar tepkisiz kalacaktım.

 

Ne kadar süre geçti bilmiyordum. Baygınlık ve uyku arasında bir yerlerdeydim geçen zamanda. Sonra yüzümde o tanıdık dokunuşları hissettim. Önüme eğilmiş başımı, elini yanaklarıma koyarak kaldıran güvenli elleri.

 

Başımı kaldırdığımda yerdeki bedenimin önüne eğilmiş Cihangir' i gördüm. Endişeden kırışan yüzüyle bir bana bir de bedenime bakıyordu. Neden bu halde olduğumu anlamaya çalışıyordu.

 

Güvenli limanıma kavuştuğum o an, kendimi tamamen bıraktım. Kendimi beni bir girdap gibi içine çeken uykuya bırakırken, başımı da Cihangir' in omzuna yerleştirdim.

 

🌹

 

"Bir daha o düğmeye basarsan şu serumu kafanda parçalarım senin."

 

Gözlerimi hastanede açışımın üzerinden geçen yarım saatte serumun sağladığı yatıştırıcı his, yanı başımda oturan şahsiyet yüzünden kaybolmuş durumdaydı.

 

"Ne biçim özel hastane kızım burası? Yüz kere bastım o düğmeye de ne gelen var ne giden."

Abartma makinesi.

 

Tam on iki kere basmıştı, saymıştım.

 

"Doktor acile ilk getirildiğimde muayene etmiş çünkü beni, biraz önce gelen hemşire anlattı ya." dedim bu sefer sıfır abartı bininci kez. Ayıldığımdan beri laf anlatmaya çalışıyordum adama ama tutturmuştu bunlar bize bakmıyor diye. "Sen de yanımdaymışsın hatta muayene olurken, bir türlü çıkartamamışlar dışarı seni." diyerek iğnelemeyi de ihmal etmedim. Hemşire anlattığında bunları çok utanmıştım. Biraz da o utansın diye söylüyordum ama hiç oralı değildi kendileri. "Ne diye susup uslu uslu oturmuyorsun be sen?"

 

Hasta olan bendim, hatta doktorumun demesine ve bana Cihangir tarafından aktarıldığına göre ben bu değerlerle mucize eseri yaşıyormuşum. Tansiyonum ve değerlerim yerlerde çıkmıştı. Doktor tarafından üst üste üç serum yazılmış, paşa paşa onları yiyordum şimdi. Birincisinin bitmesine çok az kalmıştı.

 

Doktorun verdiği reçete baş ucumda duruyordu, ben de incelemiştim listeyi. Bir sürü vitamin ve iğne yazmıştı. Bu bedbaht bünyeyi ancak böyle bir reçete toparlayabilirdi zaten.

 

Kendime geldiğimde Cihangir'in sorduğu ilk şey , iyi olup olmadığımdı.

 

İkinci şey, nasıl hissettiğimdi.

 

Üçüncü şey ise ne olduğuydu.

 

Sanki yetersiz değerlerim yüzünden değil de başka bir şey yüzünden bu halde olduğumu sezmiş gibiydi. Eğer o tarz şeylere inanıyor olsaydım medyum olup olmadığını bir sorgulayabilirdim.

 

Aynen Edoşko. Adam kaşına gözüne kalem çekip tül perdenin ardında fal bakıyor bütün gün. Senin hayallerin saçmalık seviyesi boyut atladı artık.

 

"Çok şükür." dedi ellerini havaya kaldırıp dua eder gibi yüzüne sürterek. Kaşlarım çatıldı yattığım yerde. Ne yapıyordu be bu? "Beni azarlıyorsun diye bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi yemin ederim. Bana var gücünle carlayabildiğine göre hakikaten iyileşiyorsun sen." Koluma bağlı serumu çekiştirdi. "Ne kattılar ki bunun içine böyle çabuk etki etti?"

 

Ciddi ciddi serumumu incelemeye başladı oturduğu sandalyeden yarı ayaklanarak. Gözlerini kısarak serum şişesinin içini görmeye çalışıyordu. Gözlerimi devirdim bu yaptığına. Bir de carlıyorsun dediği için içime bir sızı çökmüştü. Tek bir telefonumla kalkıp gelmişti yanıma. İyi olup olmamamdan başka hiçbir şey umrunda değildi.

 

Yanıma ilk geldiğinde, beni yere çökmüş bulduğunda bayılmadan önceki o kısacık an yüzünün nasıl bembeyaz olduğunu, gözlerindeki korkuyu görmüştüm.

 

Aşkından şüphe ettiğim ancak yine de sevmekten vazgeçemediğim adamın benim için duyduğu endişe, bana büyük bir darbe indirmişti.

 

Gözlerimi açıp gerçekliğe döndüğüm andan beri bunları düşünmeyi erteliyordum. Ne zaman ki kendimle bir başıma kalacağım, işte o zaman bırakacaktım kendimi.

 

Yaşadığım tüm dehşetin, korkunun bir sel olup üzerimden akıp gitmesine izin verecektim.

 

"Buraya ne oldu?" dedi Cihangir beni kendimle sürdürdüğüm düşünce girdabından çekerek. Serum için açılan damar yolunun bulunduğu sol kolum, dirseğimden yukarıya kadar açıktaydı. Bluzum sıyırılmıştı. Açıkta kalan tenimde bir yeri parmaklarıyla okşuyordu. Sanki çok acıdığını hissetmiş, acısını almak ister gibi.

Ecevit'in tuttuğu yerdi görüp, okşadığı. Kocaman bir morluk vardı şimdi orada. O pislik heriften bir iz vardı yani üzerimde. Yutkundum acıyla. Gözlerimi kapatıp bir nefes verdim. Bu lanet olası gün bitebilir miydi artık? Ben çoktan bitmiştim çünkü.

 

Cihangir' in sorusuna cevap alamamasına rağmen sesi soluğu çıkmıyordu. Tam aksine cevap alana kadar düşmezdi benim yakamdan. Kapalı gözlerimi açarak ona baktım birden. Gözleri benim üzerimdeydi ama aklı başka bir yerde gibi duruyordu. Beni konuşturmakla hiç uğraşmıyor, kendi cevaplarını kendi buluyordu. Beyninde dönen çarkların sesi kalp atışlarıma etki ediyordu.

 

Cihangir, her ne kadar hep inkar etsem de, zeki bir adamdı. Olayları gözlemleme ve analiz etme yeteneğiyle hep övünürdü abim. Şimdi de ikiyle ikiyi toplayıp bu hâlde olmamın gerçek sebebini bulabilir miydi?

 

Ecevit'in belasını bulmasını ne kadar çok istesem de onu Cihangir' den mi bulmalıydı, bilmiyordum. Onu bu işe karıştırırsam olayların önünü arkasını alabilir miydim?

 

Sıkıntıyla bir nefes verdim. Hiçbir şey bilmiyordum. "Bilmiyorum. Çarpmışımdır bir yere." dedim kestirip atmayı seçerek. Şu anda mantıklı düşünemiyordum. Bu yüzden bu kararı vermek için hiç doğru bir zaman değildi.

 

"Kim yaptı bunu sana?" dedi ürkütücü bir sakinlikle. Aynı zamanda bakışları da hiç hayra alamet görünmüyordu.

 

Doğruyu söylememeyi seçtiğim için panik oldum. "Hiç kimse." dedim paniğimi bastırarak. Eğer sakin kalıp umursamaz davranırsam Cihangir daha az şüphelenirdi. "Hiç fark etmedim. Bir yere çarpıp unutmuşumdur sonra da."

 

Gözleri yüzümde bir arayışa çıktı. Gözlerimde oyalandı saniyeler boyunca. Bakışlarının ağırlığı altında ezildim, kaçırdım gözlerimi. Yatakları birbirinden ayıran perdeleri inceledim biraz. Sonra da örtünün altından görünen ayaklarımı sağa sola oynattım. Cırtlak pembe çoraplarıma baktım. İki renkten oluşan kombinimin görünmeyen detayları bugün açığa çıkmıştı.

 

"Tamam." dedi en sonunda Cihangir. Gözlerimi ona çevirdiğimde sandalyede geriye yaslanmış, bacak bacak üstüne atmış bana bakıyordu. O ürkütücü sakinliği hala üzerindeydi. Sinirlendiğinde sağa sola bağırırken şu hâli karşısında yemin ederim hiç korkutucu olmuyordu.

 

Ben başımı sallayıp gözlerimi önüme çevirirken o da cebinden telefonunu çıkardı. Bir şeyler yazıyordu sanırım ama daha fazla dikkat etmedim.

 

Gözlerim yorgunlukla kapanırken açmak için çabalamadım. Uyku hali, uyanık olmaktan daha güvenli geliyordu. Uyumak ve unutmak istiyordum.

 

Serumun da etkisiyle soluksuz bir uyku çektim. Gözlerimi tekrar açtığımda son serumum da bitmişti, Cihangir hemşireyle kısık sesle konuşuyordu. Serumum bittiği için ayaklanmaya çalıştım hemen. Bir an önce gitmek istiyordum buradan. Cihangir ne kadar kal biraz daha dediyse de dinlemedim. Saçlarıma bir öpücük kondurup çıkış işlerimlerini halletmek için gittiğinde uzun uzun baktım arkasından. O öpücük ilaç gibi gelmişti ama bunu serumun yan etkilerinden biriymiş gibi farz etmek istiyordum.

 

Geri geldiğinde beni nazikçe kaldırdı yataktan. Serumu kolumdan çıkartmıştı hemşire az önce. Sanki kırılacak bir eşyaymışım gibi, hissettirmeden tutuyordu beni. Kabanımı giydirdi benim almama müsaade etmeyip. Karman çorman olmuş saçlarımı düzeltti. En son çantamı sandalyenin üzerinden almak için uzandım ama izin vermedi, kendi eline alıp tuttu ucundan. İşe gidip gelirken büyük, spor tarzda çantalar tercih ediyordum o yüzden sırıtmadı bu görüntü üstünde.

 

Elimden tutarak yavaşça kaldırdı beni yataktan. Zaten doğrulmuş vaziyetteydim ve fiziksel olarak kendimi daha iyi hissediyordum ama ses etmedim hiç. İçimi sıcacık yapan o güven hissini kaybetmek istemiyordum.

 

Nasıl geldiğimizi tam hatırlayamadığım acilden sakince çıktık. Aramızda huzursuz bir sessizlik vardı ve ilk kez bundan şikayetçiydim.

 

Az ilerideki arabaya dikkatle bindirdi beni. İyi olup olmadığımı anlamak ister gibi yüzümü süzdükten sonra kapıyı kapatıp kendi tarafına geçti. O da ben de sessizliği bozmak için hiçbir şey yapmadık. Ondan emin değildim ama ben kendi kafamın içinde dağları deviriyordum.

 

Tek tek.

 

Bir eczanenin önünde durdu araba. "Hemen geliyorum." diyerek indi arabadan. Yalnızca başımı salladım. Arabanın önünden dolanıp karşıya geçmesini, eczaneden içeri girmesini başımı cama yaslayarak izledim.

 

Uyumak istiyordum. Tek tesellim buymuş gibi, dünyayı bilmeden uyumak.

 

Ama bir süre sonra arabanın kapısını açıldığında açtım gözlerimi. Cihangir ilaç poşetini arabanın önüne koyup bana bir bakış attı. Gözlerinde kıyamayışın emareleri vardı. Ansızın o emarelere öfke karıştı. Sonra çekti bakışlarını üzerimden, arabayı tekrar çalıştırdı. Evimin önünde arabayı durduruncaya dek bir daha bakmadı bana.

 

Ama ben uyuklamadığım her an onu izledim.

 

Oturduğum koltukta toparlanmaya çalıştım. "Teşekkür ederim her şey için." dedim arka koltuktaki çantama uzanmaya çalışarak. Benden önce ne yapacağımı anlayıp, uzandı arka koltuğa. Çantamı alıp kucağıma bıraktı, arabanın önündeki ilaç poşetini de içine koydu.

 

"Teşekküre ihtiyacım yok." dedi nefesini vererek. İkimiz de arka koltuğa uzanmaya çalıştığımızdan bedenlerimiz birbirine yakındı. Uzun uzun baktı yüzüme. "Benim ihtiyacım olan kendine iyi bakman."

 

İnan bana deniyorum Cihangir. Ama iyi olmamak için de çok sebep var önümde.

 

"Peki." dedim sözlerine karşılık.

 

"Biraz bir şeyler atıştır, ilaçlarını al ve bol bol dinlen olur mu? İki gün raporlusun zaten. Yorma sakın kendini." dedi bir bir isteklerini sıralayarak.

 

"Tamam." dedim kafamı sallayıp.

 

"Ve en önemlisi de," dedi yüzünü yüzüme yaklaştırarak. "Hiçbir şey düşünme, hiçbir şey için üzülme, o güzel canını sıkma."

 

Bu son söyledikleriyle ne kast ettiğini anlamamıştım. Beynim çalışmayı bırakalı çok olmuştu sonuçta. Tekrardan başımı sallayıp, çantamı sapından tutarak indim arabadan yavaşça.

 

Neden bilmiyordum ama yüzüne bakamıyordum. Başımı eğip evin bahçe kapısından içeri girdim. Ben evden içeri girinceye kadar arabasının sesini duymadım. Ne zaman ki ben evin kapısını ardımdan kapattım o zaman lastiklerin sesini duydum.

 

Henüz sabahın erken saatleri olduğundan ev ahalisi uyuyor olmalıydı. Bu bitmişlikle istesem de ses yapamazdım ancak yine de dikkat ederek çıktım merdivenlerden.

 

Sonunda odama ulaştığımda kavuşmayı dilediğim yalnızlığa sığındım.

 

Kapının önünde yere çöküp göz yaşlarımı serbest bıraktım.

 

Ağladım. Tek bir yaşımı dahi silmeden ağladım.

 

Biraz bugünüme, biraz da dünüme.

 

🌑

 

Cihangir Kılıçarslan

 

Telefonumu beşinci kez kontrol ettim. Eda yaklaşık yarım saat önce attığım son mesaja geri dönmemişti. Büyük ihtimalle uyuyor olmalıydı ki bu benim için sevindirici bir durumdu. Bugünkü o halini gördükten sonra dinleniyor olduğunu bilmek içimi rahatlatıyordu. Hastanede dahi doğru düzgün dinlenmemişti. Serumu biter bitmez ayaklanmış gideceğim diye tutturmuştu.

 

Neyse ki o çelik gibi inadına da alışkındım zira bu hayatta verdiğim en çetin savaşlar onun için, onunla savaşmak olmuştu. Eda dolu dizgin bir fırtınaydı benim yüreğimde. Beni rüzgarına sürüklemiş, ben onda savrulurken de gözlerini kapamıştı bana.

 

Şarkı da dediği gibi, hem felaketimdi hem hasretim

 

O zannederdi ki her gece evinin önünden sırf ona inat geçiyorum.

 

Bilmiyor ki yüreğimden kopan şarkıyla evimi selamlıyorum aslında.

 

Benim ev diye bildiğim onun dizinin dibiydi. Kokusunun sindiği yastıktı, odaydı.

 

Bir gün aynı yastığa baş koyacağımızın hayali bile nefesimi kesiyordu. O halde Eda bana neler yapmazdı ki?

 

Bir saçını savuruşuna, salına salına yürüyüşüne akıp gidiyordu içim. Ah o yâr bana neler yapmazdı ki?

 

Onu o halde, kaldırıma oturmuş kafasını zar zor dik tutarken görmek kalbime indiriyordu neredeyse. En savunmasız olduğu anda aklına düşmem hiç koymamıştı bile o an. Yıllarca ondan gelecek bir telefon beklemiştim ama sesini duyduğumda yok olmuştu içimde şahlanan sevinç. Ben böyle kaderin cilvesini de başlardım ama artık.

 

Kollarımda tir tir titriyor, iki adımı zar zor atıyordu bu sabah. Yıkıldı yıkılacak gibiydi ancak bir inadı sapasağlam duruyordu yerinde. Onu kucağıma alıp arabaya taşıyana kadar akla karayı seçmiştim. İnadı ilik kuruturdu kurban olduğumun.

 

Paydana düşen sevdaya canın minnet olacak, derdi dedem. Ne zamanki ruhum isyana düşecek olsa aklımda belirir, beni düştüğüm o umutsuzluktan geri çekerdi bu sözü.

 

Ben sevdamı tam canımı yaktığı yerden de severdim.

 

Odamın kapısı çalındığında oturduğum yerde dikleştim. Gir diye seslendiğimde içeri şirketteki en güvenilir adamlarımdan biri olan Yunus Emre girdi. "İstediğin kayıtları buldum abi, buyur." dedi çalışma masamın üzerine bir flashbellek bırakıp. Birkaç saat önce Eda'yı eve bıraktıktan sonra soluğu şirkette almıştım. Önceliğim Eda'nın iyi olduğunu görmekti bu yüzden her şeyi bir kenara bırakmıştım. O hastane yatağında serumun etkisiyle uyuklarken düşünmek için yeterince vaktim olmuştu. Yerine oturmayan çok fazla şey vardı. Ve Eda bana yalan söylüyordu. Ne zaman yalan söylese tırnaklarını avcuna batırırdı. Sanki tetikte olmasını kendine tembihlemek ister gibi. Onu ezbere bilmiyor olsam dahi yalan söylediğini anlayabilirdim ama. O korkudan titreyen sesini ölsem unutamazdım. Ben onu bulduktan sonra bile etrafı gözleyen bakışlarını da. O bakışlara sinmiş korkunun emarelerini de. Şüphe bir kanca gibi takılmıştı aklıma. Bir şey olmuştu.

 

Eda'ya tüm kurallarını hiçe sayıp beni aratan, benden ona gelmemi isteten bir şey olmuştu.

 

Ben de o hayranı olduğum sarsılmaz iradeyi neyin kırdığını bulacaktım.

 

"Nereden buldun?" diye sordum bilgisayarımı açıp belleği takarken. "Orası çok dar bir sokak olduğundan bir şey çıkacağından ümitsizdim."

 

"Sokağın çevresinden bir şey çıkmayacağı belliydi zaten abi." dedi Yunus Emre karşımdaki koltuklardan birine oturarak. "O sokaktaki evlerden birinin en alt kattaki deposunu kiralamıştık birkaç ay önce ihraç ettiğimiz malzemeler için. Güvenlik sistemini taktırmakla ben ilgilenmiştim. O geldi aklıma sen o sokaktan görüntü isteyince, hallettim hemen."

 

Ona bakarak başımı salladım. Her işime yetişen onun gibi bir adamım olmasa hayatım çok zorlaşırdı muhtemelen. Onun yanı sıra harbi bir dosttu da. Geç otur yanına ama hiç konuşma, önüne bir saki koyar o da sessizliği paylaşırdı seninle. Eğer anlatırsan da dinlerdi. Benim de İlhan'ın da senelerden beri dertlerimizin ortağıydı. Bir günden bir güne sizin ben bitmeyen derdinizi sikeyim dememişti o üç kişilik rakı sofrasında. Halbuki ne zaman der diye iddiaya bile girmiştik İlhan'la. O gün henüz gelmemişti.

 

Bilgisayar belleği okuduğunda hemen açtım. İçinde yalnızca bir tane dosya vardı. Dosyaya tıklayıp bu sabahın kamera kayıtlarını açtım. Sekiz dakikalık bir görüntü oynamaya başladı. Elim gergin olduğumda hep yaptığım gibi çenemi ovuşturmaya başlamıştı. Kalbim kafesinin içinde duvarlarına vururken sanki bir şeyin geleceğini hissediyor gibiydi. Bu sabah aldığı bir telefondan beri delicesine atmayı kesmemişti çünkü.

 

Görüntüde Eda belirdi. Sokağın başında yavaş ve biraz da sarsak adımlarla yürüyordu. Kaşlarım çatıldı. Bu sabah onu bulduğumdaki kadar olmasa da kötü gözüküyordu. O halinin yaşadığı herhangi bir şeyle alakası yok muydu yani? Boşa kuruntu mu yapıyordum ben?

 

Ama o zaman beni niye aramıştı ki? Her şeyi yerli yerine oturtsam dahi bunu oturtamazdım işte.

 

Eda attığı birkaç adımın ardından yürüdüğü yoldan kaldırıma çıktı. Asuman abla ile eşinin oturduğu müstakil evin duvarına yaslandı. Kameranın üç yönlü görüşü sayesinde her şey çok net görünüyordu. Buruşturduğu yüzüyle midesine giden eli, verdiği derin soluklar...

 

Onu tekrar o halde görmek bir darbe daha indirdi yüreğime. Öyle savunmasız öyle kırılgan görünüyordu ki içim akıp gitmişti ona. Oysa benim güzeller güzelim hep güçlü görünürdü.

 

Durup dinlendiği duvardan güçlükle ayrılıp ağır adımlarla yürümeye başladığında başını yerden kaldırıp önüne çevirmesiyle birlikte adımları durdu. Tam bu noktada kayıt bir saniyelik kararıp geri geldi. Açı yetersiz kaldığı için diğer kameranın görüntülerine geçilmişti.

 

Görüntü geri gelip açının netleşmesiyle birlikte Eda'nın neden durduğunu görmüş oldum. O belasını dürüp dürüp bir tarafına sokacağım Ecevit, yolunu kesmişti.

 

Eda'nın yolunu kesmişti. Benim Eda'mın yolunu kesmişti. Onun gözlerindeki korkunun sebebi olmuştu. Gözlerimi bir saniye bile kırpmadan Eda'nın ne kadar kötü durumda olursa olsun o şerefsizin karşısında dimdik duruşunu, öfkesini sakınmayışını izledim. Eda'ya attığı her adımı tek tek saydım, bir kenara yazdım. Onu korkuttuğu o sekiz dakikayı da gitmek istediğinde engel oluşunu da koydum cebime.

 

İçimde harlanan öfke ancak gözlerime yansırdı. Dışarıdan bakıldığında ekrana bakışlarımı sabitlemiş korkutucu bir sakinlikle oturuyordum koltuğumda. Gözümün önünde başka kafamın içinde başka bir senaryo dönüyordu, o ayrı.

 

Benim de adım Cihangir ise bu saatten sonra taş üstünde ne taş koyardım ne de baş.

 

Yılların hesabına, düşmanlığına Eda'yı, canımdan ötemi dahil ettikleri noktada geride durmanın da karışmama emrinin de gözümde hükmü yoktu.

 

Geçilmemesi gereken sınırı, can damarımı geçmişlerdi. Şu saatten sonra yapacaklarımın getirisi umurumda dahi değildi.

 

Eda benim sol yanımdı. Yolum, yönüm, pusulamdı.

 

Ve bu yapılan bir pusula ihlaliydi.

 

Bu alemde bilenler bilirdi.

 

Gerektiğinde altını çizdirerek akıllara yazdırdığım olmuştu.

 

Cihangir Kılıçarslan, alemde bilinen adıyla Kılıç.

 

Kılıç kınından çıktı mı ölüm getirirdi.

 

🌑

 

Elimdeki çakmağı bir açıp bir kapatırken oturduğum yerden karşımdaki it kırığını izliyordum. Belki bir saatten uzun bir süredir.

 

İş yerinden eve giderken yolda Yunus Emre'ye paketletmiştim şerefsizi. Şirketin malları bulundurmak için satın aldığı sayısız depolardan birindeydik. Elleri ve ayakları bağlı bir şekilde karşımda baygın oturuyordu. Ben istediğim zaman o güzel uykusundan uyandırılacaktı. Sonrasında daha da güzel şeyler olacaktı.

 

Yalnızca biraz gözlemlemek istemiştim bu it herifi. Yunus Emre'nin tek yumruğuyla güzellik uykusuna geçiş yapmıştı yanına verdiğim iki adamın anlattığına göre. O halde neyine güvenip de benim kırmızı çizgimi geçmişti ki? Kendisinde olmadığına göre bu cesareti nereden alıyordu? O babası olacak şeytandan alıyorsa vay haline. Çünkü değil o şeytan tüm cihan karşıma dizilse onu elimden alamayacaktı.

 

Onu uğruna ne gemiler yaktığım o tarçın gözlerde bıraktığı korkuda boğacaktım.

 

Aklım yine Eda'ya düştüğünde bu sabahki hali belirdi gözlerimin ardında. Bu görüntüyü unutmam mümkün değildi ama gülümsediği bir an ile değiştirmeye çok ihtiyacım vardı. Onu tekrar kaygısızca gülümserken görmeye olan ihtiyacım had safhadaydı. En son iki gün önce görmüştüm o gülümsemeyi. Yılbaşı akşamı. Bana değil belki ama ben hariç herkese gülümsemişti. O insanlar ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mıydı acaba?

 

Karşımdaki it kımıldanmaya başladığında bakışlarımı ona çevirdim. Sağ tarafımda Yunus Emre vardı. Ellerini arkasında birleştirmiş gözlerini Ecevit'e kilitlemişti. Attığı o tek yumruk eminim ki ona yetmemişti. Bu şerefsize baktıkça elleri kaşınıyordu hatta. Tek yumrukta bayıldığı için sinirlendiğinden, yol boyunca söylendiğinden bahsetmişti sol tarafımda duran İbrahim.

 

Yunus Emre'yi öz kardeşim gibi severdim ama bugün kusura bakmayacaktı. Bu ağzını kırdığımın herifi benim ellerimde can çekişecekti.

 

Deponun dışından sesler gelmeye başladığında ve içlerinden birinin kime ait olduğunu anladığımda kaşlarım çatıldı. Bu şerefsizi can çekiştirme işini kendime saklamaya çalıştıkça ortak çıkması canımı sıkıyordu. Sırf bu yüzden onu kaldırtırken kimseye özellikle de ona haber vermemiştim. Dışarıdaki adamlardan biri ötmüş olmalıydı. Yunus Emre'ye sinirli bir bakış attığımda onun da bu işe sinir olduğunu gördüm. Başımla işaret ettiğimde ne demek istediğimi anlayıp kafasını salladı. Kapının önünde dikilen adamların yanına gidip kilitli olan kapıyı açıp geri çekildi. Açtığı anda içeriye fırtına gibi esen İlhan girdi.

 

"Cihangir, ne bok yiyorsun oğlum sen? Ne diye o haysiyetsizin oğlunu kaçırıyorsun? Kafayı mı yedin lan sen?"

 

Evet, bu sabah.

 

"İşime karışma İlhan. Öyle gerekti." dedim karşıma dikilip onunla aramızda durduğunda. İstediği kadar arada durabilirdi. Ben bu yoldan dönmezdim.

 

Kılıç kınından çıkmıştı.

 

"Lan başlatma öyle gerekmesine falan. Babamlar bize karışmayacaksınız demedi mi? Bu mesele sizin meseleniz değil demedi mi? Sen ne bok yemeye kendi başına bu boka bulaşıyorsun?" dedi öfkesine hakim olamayarak. Sıkıntı yoktu. Bende olmayacaktım zaten. "Bu sikik herifin tüm sataşmalarını görmezden geliyorduk hani, öyle anlaşmıştık. Babamlar ne derse oydu hani?" dedi arkasında kalan herifi göstererek.

 

Çizgiyi o bok parçası geçmişti. Ben değil.

 

"Lan dik dik bakma bana öyle, cevap versene." dedi İlhan dizimden kırarak bacağımın üstüne yasladığım ayağıma ayağıyla vurarak. Bunlar abi kardeş aynılardı işte. Sinirlendim mi dost, düşman dinlemiyor dalıyorlardı aynı bu şekilde.

 

"Abi sakin." diyerek araya girdi Yunus Emre.

 

"Sen kes." diyerek ona döndü İlhan. "Hadi bu bir işe kalkışıyor önünü arkasını düşünmeden, sen ne demeye ona uyuyorsun lan? Niye bana haber vermiyorsun da buna çanak tutuyorsun dangalak?"

 

"Öyle gerekti abi." diye cevapladı onu ciddiyetle Yunus Emre.

 

"Öyle gerekti diyor ya." diyerek elini alnına yaslayarak sinirli bir soluk verdi İlhan. "Belalarını sikeceğim şimdi ya sabır ya selamet."

 

"Eda'nın yolunu kesmiş." dedim elimdeki çakmağı sıkarak. Elimdeki çakmaktı ama hayalimde karşımdaki itin boğazını sıkıyordum mesela.

 

"Ne yapmış ne?" dedi İlhan elini alnından çekerek. Biraz önce estirdiği fırtına çok yakında yerini kasırgaya bırakacaktı. Bunca yıllık dostumun gözlerine yerleşen tek bir bakışta anlıyordum bunu.

 

Bakışlarımı beş dakika önce uyanan ama hala baygınmış numarası yapan pisliğin üzerinde gezdirirken cevapladım İlhan'ı. "Bu sabah işten çıkarken takip etmiş Eda'yı. Yolunu kesmiş. Kızın geçip gitmesine müsaaede etmemiş. Üstelik Eda bununla karşılaşmadan önce oldukça kötüydü zaten. Rahatsızmış hastaneden çıkarken. Ayakta zar zor duruyordu ama bu puşt yine de onunla konuşmaya zorlamış onu. İstemeyince korkutmuş." Sıkmaktan dişlerim ağrıyordu konuşurken. Tüm bedenim kaskatı kesilmişti. Öyle bir öfkeydi ki içimde kaynayan, ateşime yaklaşmaya şeytan bile korkardı.

 

"Eda'yı korkutmuş." dedim ismini vurgulayarak. Çünkü Eda'dan bahsediyorduk. Bir şeyin karşısında korkması imkansızdı onun. "Onu ağlattı da aynı zamanda. Tir tir titriyordu bu sabah o kız." dedim İlhan'a bakarak. Nasıl bakıyordum bilmiyordum ama Yunus Emre yerinde hareketlenmişti. "Bilmem anlatabiliyor muyum?"

 

"Gayet iyi anlattın." diyerek sakin bir şekilde cevap verdi. Derin bir nefes alıp verdi. Üzerindeki ceketi çıkartıp bir kenara doğru fırlatırken ne yapacağını anlamış hızla yerimden doğrulmuştum ancak çok geç kalmıştım. İlhan bir hışımla arkasını dönmüş ve seri adımlarla o ite yaklaştığı gibi yumruğu suratına geçirmişti. Yediği yumruğun etkisiyle sandalyesi geri devrilen puşt yere düşmüş acıyla inliyor, İlhan da onun tepesine dikilmiş bas bas bağırıyordu.

 

Ben benim şansımın gelmişine geçmişine sövecektim ama artık.

 

O aşağılık herife ilk yumruğu atamamıştım Yunus Emre yüzünden ancak eyvallah deyip kendimi ikinciye saklamıştım. Karşımda sinir krizi geçiren İlhan yüzünden ikinci yumruktan da olmuştum. Öyle böyle kurulmuyordum şu şansıma.

 

Benden gelecek herhangi bir emri bekleyen Yunus Emre'ye, "Alın İlhan'ı şunun üzerinden." dedim sinirle.

 

Anında yanlarına gidip yerde yediği darbelerin etkisiyle inleyen itin üzerinden aldı İlhan'ı. "Bırak lan beni. Niye tutuyorsunuz? Benim kardeşimi korkutmak neymiş göstereceğim ona. Dünyayı dar edeceğim sana sen bekle şerefsiz. Bekle sen. "dedi uzaklaştırılmasına rağmen ayağına hırsla uzatıp tekme atmaya çalışarak. "Ulan ona bir dokunmuş ol, ona tırnağının ucu dahi değmiş olsun seni kendi ellerimle öldürürüm piç herif."

 

Tırnağının ucu değmiş, gördüm. Kolundan tutarak gitmesini engellemeye çalışıyordu. Ancak sıranı beklemek zorundasın dostum.

 

Yunus Emre kenara çektiği İlhan'ı zapt etmeye çalışırken yerden kaldırılan Ecevit'in karşısına bu defa ben geçtim. Elimdeki çakmağı ona bakarken yakıp söndürmeye devam ediyordum hala. Arkamdaki İbrahim'e sol elimle işaret verdiğimde anında yanımda bitti. Elindeki çakıyla Ecevit itinin bağlı olan ellerini ve ayaklarını çözdü. Ben savunmasız olan kimseye, düşmanım olsa dahi dokunmazdım. Kan revan içindeki yüzüyle bana bakan bu şerefsiz de buna dahildi.

 

Vurabiliyorsa vursundu bana.

 

Eğer gücü yetiyorsa durdursundu beni.

 

Öyle ki yüreği kendinden güçlü biriyle karşı karşıya gelmeye varsa hodri meydandı.

 

Yaktığı ateşte bir de o yansındı bakalım.

 

Ben nasıl ki Eda'nın korku dolu gözlerini unutamayacaksam o da benim öfkenin ateşiyle cayır cayır yanan gözlerimi unutamayacaktı. Eda nasıl korkudan titrediyse o da benim karşımda aynı şekilde titreyecekti. Hassas teraziye Eda'nın korkusunu koymuştum. Ağırlığıyla terazi yıkıldı yıkılacaktı. Onun canı bir yandıysa bu şerefsizin bin yanacaktı öyleyse.

 

İntikam.

 

Benim lügatımda kimin için aldığıma göre değişirdi.

 

Eda. 

 

Benim lügatımda onun anlamı ise herkesin ve her şeyin önünde olan demekti.

 

Onun yaşadığı korkuya karşılık bir avuç içi yangın başlatacaktım.

 

🌑

 

İnsan bir kez sevdanın ateşine düştüm mü, yanmayı cezadan sayamıyordu. Çorak bir toprak olan kalbi çiçek açtığında, göz kapaklarının ardına bir sima nakış gibi işlendiğinde aşka hükümlü olurdu.

 

Hüküm giydiği sevdası ya sefası olurdu ya da cefası.

 

Eda ile cefa kelimesini yan yana dahi getirtmezdim. O benim adını andığımda dahi yüreğimi yakandı. Bana sefa da olsa sınav da, sol yanımdaki yeri bakiydi. Kendimden geçerdim ama onu yerinden bir santim bile kıpırdatmazdım.

 

Bana aşkı da sevdanın ne kadar keskin bir bıçak olabileceğini de öğreten oydu. Kimi zaman bir gülüşüyle sol yanım yıkılırdı, kimi zaman ise gözlerimin içine bakarak haykırdığı bir lafıyla.

 

Öyle bir kadındı ki Eda sol yanıma yakıştığı kadar dünya üzerinde hiç kimse kimseye böyle yakışmamıştı. Beni olup olabileceğim en iyi adam haline getirmişti bir kere. Babasının şirketinde işi hazır bir delikanlıydım ama onunla denk olabilmek için üniversite okumuştum. Üstelik bu, bize bir gelecek yazmadığım zamanlarda yaptığım bir şeydi. Üstüme giyeceğim gömleği dahi ütületmeye üşenen ben, onunla karşılaşırsam diye kendim ütüler olmuştum. En iyi halimi kuşanarak karşılaşmalıydım onunla.

 

Bazen ansızın bazen saatlerce yolunu gözlemişken.

 

Bu sabah kendi ellerimle ütüleyip giydiğim beyaz gömleği şimdi kan lekeleriyle kaplı olduğu için değiştirmiştim. Gömleğime ve elime bulanan o leş torbasının kanı asla Eda' nın gözyaşları etmezdi, içimi soğutmazdı ancak harladıkları öfkemin bedeli olabilirdi.

 

Ödeyemeyecekleri kadar büyük bir bedel.

 

Yan koltuğa attığım telefonum çaldığında bekletmeden açıp kulağıma yasladım. Almam gereken mühim bir haber vardı. "Abi bizim çocuklara didik didik arattım her yeri. Bulmuşlar yengenin yerini."

 

Ben o canına susamış leş torbasıyla uzun uzun ilgilenirken İlhan eve dönmüştü. Eda' nın nasıl olduğuna bakmak için. Başka türlü içi rahat etmeyecekti çünkü. Ancak yine de içi rahat edememişti zira akşamın bu saatinde Eda Hanım evde değildi. Dinlenip iyileşmesi gerekirken kim bilir nerelerdeydi de bu benim kalan iki gram aklımı da kaybettiriyordu.

 

"Nerdeymiş?" dedim derin nefesler alarak. Sabahtan beri adeta gözümü kan bürümüş, öfkemi meskenim eylemiştim. Şu noktada yalnızca sakinliğe ihtiyacım vardı oysaki.

 

"Abi şeyde," diyip devamını getiremedi mahalledeki işlerimize koşan Bekir.

 

"Lan gevelemesene ağzında." dedim sinirle. "Söylesene."

 

"Harun Reis'in meyhanesinde abi."

 

Neredeymiş, nerede?

 

Kaşlarım duyduklarımla çatılırken boştaki elim sıkıntıyla saçlarımı çekiştirdi. Eda sağ olsun, yakında saç namına bir şey kalmayacaktı. Sevdası kalbime, dizginlenilmez tavırları ömrüme kast ediyordu.

 

Allah kitap aşkına, sabah aklımı yitirmiştim kalbimi onda bırakarak dönmüştüm o kapıdan, bu kızın meyhanede ne işi vardı?

 

"Tamam Bekir, eyvallah koçum." dedim ve telefonu kapattım. Sıkıntılı bir nefes verip arabayı çalıştırdım.

 

İstikamet belliydi. Harun Reis'in meyhanesi.

 

Pek çok kez derdimden gitmiştim o meyhaneye.

 

Bu defa dermanım için gidiyordum.

 

Üzerimi değiştirmek için eve geldiğimden mahalledeki meyhaneye ulaşmam uzun sürmedi. Arabayı meyhanenin önünde durdurup arabadan indim. Meyhaneden içeri girerken girişteki masada oturan gençler beni gördüğünde ayaklandı. İçlerinde daha on sekizinde bile olmayan simaları gördüğünde selamlarını alıp geçecekken adımlarım masalarının önünde duraksadı.

 

"Hiç eğip bükmeden direkt konuya gireceğim." dedim hepsinin birer birer gözlerinin içine bakarak. "Sizi bir daha buranın kapısının önünden dahi geçerken göreyim ya da duyayım belanız olurum. Duydunuz mu lan beni?"

 

"Duyduk abi." dediler bir ağızdan. Gözlerini benden kaçırıyor, göz göze geldiğimiz takdirde yutkunarak bakışlarını kaçırıyorlardı.

 

"Üç tel bıyığınız çıktı diye adam mı sanıyorsunuz lan siz kendinizi göt yanıkları? Evde yolunuzu gözleyen ana babanıza da mı acımıyorsunuz?"

 

Ben konuştukça başları öne eğilmeye hafif çakırkeyif olanların ise gözleri dolmaya başlamıştı. "Çabuk def olun evlerinize." dedim içlerinde en ayık duranına bakarak. "Sözümden çıkanı görmeyeyim çok fena olur. Dünkü bebeler sizi."

 

Lafımı bitirmemle birlikte hepsi toparlanmaya başladı. Daha fazla yanlarında oyalanmayıp ters bakışlarımı son kez üzerlerinde tutup onlara arkamı dönerek uzaklaştım yanlarından.

 

Geniş mekanın sağ duvarı boydan boya camla kaplıydı. Ucundan görünen çok küçük de olsa bir deniz manzarasına sahip olması Harun Reis'in denize olan sevdasından geliyordu. Senelerin deviremediği kaptanı gün gelip karaya çıktığında o sevdadan bir bu manzarayı bırakmıştı geriye.

 

Camla kaplı duvarın önündeki sıra sıra geniş aralıklı masaların en sonuncusunda benim vurduğum kara da görünmüştü en sonunda.

 

Eda. 

 

En son masaya, bana arkası dönük oturmuş, elini çenesine yaslamış, başını da camdan dışarıya çevirmiş, aheste aheste çiseleyen yağmuru izliyordu.

 

Yağmur muydu bu hüznü bırakan yoksa edalı yârdan mı geliyordu?

 

Adımlarım her zamanki gibi ona doğru olduğunda kendiliğinden hızlandı, onda durdu. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturduğumda çıkan sesle birlikte irkilip bakışlarını camdan çekti.

 

"Ooo Cihangir efendi, hoş geldin. Ben de nerede kaldı bu diyordum biliyor musun?" dedi kelimeleri ağır ağır söyleyip yuvarlayarak. Onu bulmakta geç kalmıştım anlaşılan. Çoktan sınırı geçmişti bile. Çok nadiren alkol kullanan biri olduğu için ikinci bardağında kafası güzelleşmişti muhtemelen.

 

Her zaman keskin olan bakışları odaklanmakta zorluk çekiyor, sık sık gözlerini kırpıştırıyordu. Teni kızarmış, bir allık gibi süslemişti yüzünü. Dudakları her zamanki renginin aksine soluk pembeydi. Yüksek ihtimalle bütün gün doğru düzgün bir şey yemeyip bir de rakı içerek üstüne cila yapmıştı.

 

Ya sabır ya selâmet.

 

Şimdi burada sinirden kudurur bu yaptığına hangi akla hizmet kalkıştığını sorardım ancak ayık Eda' yla bile baş edemiyordum. Bu hali beni hiç takmazdı. Çaresiz bir kabullenmişlikle içimi çektim.

 

Onunla girdiğim her savaşı kaybetmeye alışmıştım halbuki.

Ben ona karşı hiç galip gelemezdim.

Benim kaderimde hep, sevdaya yenik düşmek vardı.

 

Hem de tam şu anda hiç yenemezdim onu.

 

Öyle mahzun duruyordu ki.

 

Sanki biri içini oyup tüm neşesini söküp almış gibi.

 

Öyle bir koydu ki bu görüntü bana, ayakta olsam yalpalardım olduğum yerde. Bir dua geçirdim içimden.

 

Gerekirse çürütsün beni inadından ama düşmesin yüzü. Bir bana gülmesin yine ama solmasın gülen yüzü. Benim payıma yine öfkesi düşsün ama tüm sevinçler onun olsun.

 

Yetmemişti işte. Ne olursa olsun yetmeyecekti de. Oradan çıkarken de biliyordum bunu.

 

Bir avuç içi yangın söndürmezdi benim öfkemi.

 

Avuç içini, o Eda' nın gitmesine engel olduğu avucunu cayır cayır yakmam da inim inim inleyerek yalvarması da şu görüntü karşısında dindirmiyordu içimdeki yangını.

 

Eda' nın bir gülüşü dünyaları verirdi bana. Peki ya bir gözyaşı neye tekabül ederdi ki o halde?

 

"Hiç hoş gelmedim desem yeridir." dedim her şeyi içime atmayı ona yük etmemeyi seçerek. Madem evlere sığamamış kendini ta buralara atmıştı derdinden o zaman ben de kaçtığı bir başka kapı olmayacaktım.

 

Nasipte varsa, sığındığı liman olacaktım.

 

"Bu beni hiç alakadar etmez." dedi sol elini masaya yaslayıp kendine dayanak yaparken. Sağ elinin işaret parmağını sağa sola oynataraknda kendince beni azarlamaya çalışıyordu. Gözlerini kısmış, dudaklarını büzmüş bana bakıyordu bir yandan da odakta kalmak için gözlerini kırpıştırarak.

 

Gerçekten ya sabır ama.

 

Isırıverecektim görecekti o zaman bu kadar tatlı olmayı.

 

"Ben seni sabah eve bırakmadım mı o hasta halinle? Senin akşamına burada ne işin var Allah aşkına?" dedim yelkenleri suya indirmemeye dikkat ederek. Beni bu denli kolay etkisi altına alabileceğini bilse neler olurdu kim bilir. Tek lafıyla beni deli divanesi ediyordu, ya bilseydi tek bakışının dahi yeterli olacağını?

 

"Ne bağırıyorsun ya?" dedi kendi sesinin yüksekliğinden bihaber. Onun bağırışıyla etrfataki masalardan bize dönen bakışları tek bakışımla üzerimizden çektim. "Başım ağrıyor başım, kıs o sesini bak."

 

"Ben bağırmıyorum, sen bağırıyorsun da neyse. Ayık halinle seninle baş edemiyorsam şu an hiç şansım yok." dedim kabullenmişlikle. "Sen benim soruma cevap ver. Niye buradasın sen?"

 

"Nereye gideyim Cihangir?" dedi kırılgan bir ses tonuyla. Yüreğimi oymuştu o ses tonu, haberi yoktu. "Ben şu hayatta ne eve sığabiliyorum ne de bir odaya. Ne kendi içimdeki o acımasız sesin fısıltılarından kurtulabiliyorum ne de annemden. Bu yaşıma geldim, tüm hayallerimi çöpe atıp hayatımı iki dudağının arasına kurdum ama yine de düşmüyor yakamdan. Hiç yetmiyor ona. Hep daha fazlasını istiyor, hep. Sen söyle ben nereye gideyim Cihangir?"

 

Herkesin hayatta sınandığı bir taraf olurdu.

 

Benimki gönlümü avuçlarına bıraktığım Eda' ydı.

 

Eda' nın ki ise annesi.

 

Elimde olsa kanadığı yerden sarmak için her şeyi yapardım.

 

"Bu defa ne yaptı?" dedim uzanmaya çalıştığı sürahiye ondan önce uzanarak. Derdi boyunu aşmış evlere sığamamıştı madem bu akşam hak ettiği gibi dağıtsındı efkarını. Ben yanındaydım, toplardım onu dağıldığı yerde.

"Her zamanki şeyler aslında. Nöbetten dönünce odaya kapanıyorum diye sinirleniyormuş. Kapanmak dediği de dinlenmem bu arada. Neden hiç onunla bir şeyler yapmıyormuşum uyumak yerine? Hayatımda karışmadığı bir uykum kalmıştı zaten, ona da el attı." dedi yeni doldurduğum bardağından büyük yudumlar alarak. Masaya yasladığı dirseğinden destek alarak elini çenesine yaslamış alkolün etkisinden buğulanan gözleriyle bana bakıyordu.

 

Eda uzun zaman sonra gözlerini benden kaçırmadan, bana bakıyordu ama bakışlarını dolduran efkar yüzünden buna sevinemiyordum bile.

 

Pek çok kez içine sığdıramadıklarını bana anlattığı olmuştu. Hepsi de derdini benimle bölüştüğü için şükür sebeplerimdi. Bazen İlhan ve sevgilisiyle birlikte dördümüz çıktığımız akşam gezmelerinde, onlar bizden önde ayrı bir âlemde takılırken anlatırdı. Kendi bile fark etmezdi çoğu zaman ama benimle konuşmak isterdi. Bana açmak isterdi içini. Konu ne zaman evdekiler nasıl kısmına gelse kapatmazdı. Benim öylesine sorduğumu düşünürdü belki de ama ben onun aksine bir bana anlatabildiğini bilirdim.

 

"Konuşmak istemiyorum dedim, susmadı. Seninle tartışmak istemiyorum dedim, susmadı. Kendimi iyi hissetmiyorum dedim, o kadar çalışmaya tabii hissetmezsin dedi, susmadı. En son kapıyı çarpıp çıktım, bak o zaman sustu işte."

 

Eda onu bildim bileli özgürlüğüne düşkün bir ruhtu. Onu zorlayan her şeyin üzerine giden ve üstesinden gelen. Ne olursa olsun kendi kararlarını alabilmek için savaşan.

 

Ama bu hakkı ondan alanla savaşamıyordu.

Darbe en yakınından geldiğinde bant tutmuyordu.

 

"Hayatımı verdim onun ellerine. Neden durmuyor ki artık?" dedi içimi parçalayan yaşları yanaklarından süzülürken. "Doktor olmak istiyordum, kız kısmı o kadar okumaz diyip önüme taş koydu. Kırdı tüm hevesimi. Hemşire oldum, kendi evime çıkmak istiyorum dedim, evlenmeden aileinin evinden çıkıp el aleme malzeme mi vermek istiyorsun diye yerlere attı kendini. Babamı bile karşıma geçirdi. Koydum hayallerimi cebime el mahkûm kaldım o evde."

 

Daha büyük yudumlar aldı bardağından. Sanki konuşmak için o gücü bardağından alıyordu.

 

"Öyle yetiştirilmiş, kırılamıyor ön yargıları diye düşünürdüm eskiden. Öfkeme rağmen empati kurmaya çalışırdım onunla çünkü beni kendince sevdiğini biliyorum ama bu sevgi beni öylesine zehirliyor ki aldığım nefesi kesiyor zaman zaman." dedi burnunu çekip. Kızarmış gözleri ve yanakları ağlamanın etkilerini yansıtıyordu. Tarçın rengi, gönlümü bağlayan gözleri ağlarken de çok güzeldi. "Sonra onu anlamaya çalışmayı da bıraktım çünkü anlayış karşılıklı olmadığında bir hezeyandan ibaret."

 

Onu teselli edebilecek bir kelimem yoktu. Çok isterdim iki kelam edebilmeyi ama kabuk tutmayan yaraya hiçbir söz merhem olmazdı. Ben de tıpkı onun gibi dirseğimi masaya, elimi çeneme yaslayıp gözlerimi o güzel yüzüne kenetledim. Eda' nın dilinden hep anlardım ben ama sanki bu akşam anlayamadıklarımı da okuyabilecektim.

 

"Beni hiç kimse anlamıyor bu hayatta biliyor musun? Bir Allah'ın kulu bile." dedi gözlerimi yukarıya kaldırıp. Gördüğü tavandı lakin konuştuğu başkaydı. "Anlaşılmamak çok kötü bir şey, peki ya sen bunu biliyor musun? Onca insan var hayatında ama günün sonunda yapayalnız hissediyorsun. Tek bir kişi bile yok senden yana."

 

"Ben varım." dedim lafı biter bitmez. "Ben varım ya."

 

Tavanda olan gözlerini bana çevirdi. "Sen mi?" dedi bardağını dudaklarına götürüp. Sanki konuşmaya devam etmeden önce bir güce ihtiyacı varmış gibi sımsıkı tutuyordu o bardağı. "Sen benim hayatımda hem varsın hem yoksun. Bu geriye kalan herkesten ayırmaya yetmiyor ki seni."

 

"O ne demek?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

 

"Hayatımda var olmanı istediğim zamanda yoktun. Artık olmanı istemiyorum ama varsın. Seninle ben aynı mevsimde, aynı döngüde ilerleyemeyiz işte tam da bu yüzden."

 

Hayatında olmamı ne zaman istemişti ki?

Bu ne demekti?

 

Ben gözümü açmış Eda' yı görmüştüm. Şimdi nasıl ondan ırak olurdum ki?

 

Kafamda yerine oturmayan şeyler vardı ancak sorsam cevap alabilir miydim bilmiyordum. Bu akşam hiç olmadığı kadar konuşmaya meyilliydi benimle ama bu halinden faydalanıp kendine kızacağı bir şey söyletmeyi de istemiyordum ona.

 

Bu konuyu çok yakın bir zamanda uzun uzun tartışacaktık ama o tamamen ayık olacaktı.

 

"Nasıl daha iyi gelebilirim peki sana? Senden uzak durmam dışında her dediğin kabulüm ama onu deme. Denemişliğim var ama tamamen başarısız bir girişim o."

 

"Ben yalnızca anlaşılmak istiyorum. Tüm dertlerimin dermanı bu benim. Dünyaları önüme sermelerini istemiyorum ki kimseden. Dünyamı bana geri versinler, kâfi."

 

Halbuki istesen benden dünyaları önüne sermemi, bir saniye düşünmem sererim. Ama sen sadece hakkın olanı istiyorsun.

 

O halde hakkın olanı alman için sererim ben de dünyaları önüne.

 

O kocaman kalbini kederle dolduran herkesin karşısında, senin ise yanı başında olurum.

 

Bu da senin duyamadığın ama benim defalarca haykırdığım yeminlerden bir tanesi olsun sana.

 

Sonraki saatlerde hiç konuşmadık. O içti, içtiği her bardakta kederinin yüklerini bıraktı. Ben onu izledim. O kadar ağırdı ki kalbinden taşan yük, gözyaşları dinmedi.

 

Onun çektiği acı bana geçsin diye dua ederek onu izledim saatler boyunca. Bana geçti geçmesine ama ondan da silinmedi. Yalnızca unuttu. Derdinden içtiği her şeyi. Belki yarın sabaha kadardı ama o bile yeterdi. Soluklanmamız için.

 

Ağırlaşan göz kapakları ve ara ara yoklayan hıçkırıklarıyla bu akşamı sonlandırmam için yeterliydi.

 

Oturduğum sandalyeden kalkıp Harun Reis'in içinde durduğu mutfağın, geniş bir cam aralıkla mekana bağlandığı yere ilerledim. "Borcumuz nedir Reis?" dedim yanına varıp, mermer tezgaha yaslandığımda.

 

"Borcunuz önemli değil de, o kadar içmeye bir derman bulabildi mi bari hanım kızımız?" dedi yılların yaşanmışlığını taşıyan bilge gözleriyle.

 

"Bulabilseydi o kadar içer miydi sence Reis?" dedim iki yüzlük banknotları tezgahın üzerinde duran servis tepsisinin içine koyarken.

 

Kuruladığı bardakları sıra sıra dizerken yanıtladı beni. "İlacı sabırdır çekenin; dermanı arayıp da bulamadığı yerdedir derde ziyan olanın, derler büyüklerimiz. Kulağına küpe olsun evlat, elbet bir gün işine yarar."

 

"Eyvallah Reis." dedim nasihatini aklıma kazıyarak. Harun Reis söylüyorsa bir bildiği vardır mutlaka. "Rastgele." dedim alışkanlık gereği balıkçı selamı vererek. Reis'in Yeri'nde adet böyleydi. Kaptana saygı bu şekilde iletilirdi.

 

Selamımı kafasını sallayarak aldığında arkamı dönüp masaya geri yürüdüm. Görüş alanımda an itibariyle sızmış bir Eda vardı.

 

Bazen başıma belaydı gerçekten. Ama bela nasıl güzel.

 

Yanına vardığımda yan sandalyeye astığı deri ceketine uzandım. Başta kendi kabanımı giydirmeyi düşünmüştüm ama deri ceketinin içinin yünlü olduğunu fark ettiğimde daha etkili olacağına karar verip vaz geçtim.

 

Yılın ilk ayı çok sert bir başlangıç yapmıştı ve benim güzel Eda' mın soğuğa karşı hiç dayanıklılığı yoktu. Kış ayında kabanı zor giydirirdiniz ona. Keçiden beter bir inada sahip olduğundan kati suretle başka bir şeyle örtünmeyi kabul etmezdi soğuktan korunmak için. Ne bir atkı takardı ne de bir şal.

 

Boğazına baskı yapıp midesini bulandırdığını iddia ediyordu.

 

Hastalanıp yataklara düştüğünde kahrolan da ben oluyordum.

 

Üstelik gidip onu görme, iyi olup olmadığına bakma ihtiyacımı gideremediğim için kafayı yiyordum.

 

Çok saçmaydı biliyordum ama en büyük hayallerimden biri aşık olduğum kadına soğuk alıp hastalandığında bakmaktı. Baş ucundan bir an bile ayrılmayıp geçmişin acısını çıkarmak.

 

"Çek elini. Çekil önümden." diyip ceketini giydirmek için kollarında olan elimi ittirdi irkilerek. Sinirle soluğumu verdim. O itin bu kızda bıraktığı korku hiç geçmezse azraili olacaktım onun.

 

"Benim çiçeğim, Cihangir." dedim saçlarını severek. Fırsatını bulduğum her an yaptığım gibi. "Ceketini giydiriyorum yalnızca sana, bir şey yok."

 

Sesimi duyduğunda sakinleşti, elimi ittirmeyi bırakıp uslu uslu ceketini giydi. Sandalyesini onu kaldırmaya gerek duymadan arkaya doğru çekip kendime döndürdüm. Önünde diz çöküp ceketinin fermuarını çektim. İçinde kalan saçlarını özenle dışarı çıkarıp omuzlarından asağı sarkıttım. Masaya uzanıp aldığım bir peçete yardımıyla aynı özenle yüzünü temizledim. Biraz makyajı akmıştı, onun kalıntılarından da arındırdım yüzünü tamamen. Bu sırada o, gözleri yarı açık yarı kapalı beni izliyordu.

 

Kalbime düştüğü andan itibaren bir kasırga gibi beni kendine çeken yüz, benim doğal afetim.

 

Suç işlemiş ve yakalanmış gibi tatlı bir ifadeyle bana bakıyordu.

 

"Cihangir" dedi mırıldanarak. "Ben çok üzülüyorum kendime. Bu yaşadıklarıma. Güldürsene beni biraz olsun."

 

Yutkundum. Tek yapabildiğim buydu.

 

İlacı sabırdır çekenin.

 

Keşke bir yolu olsa da ben ikimizin yerine de çeksem.

 

"Beş yaşındayken annemle babamın evde olmadığı bir akşam gizlice odalarına girdim. Bir şeyi çok merak ediyordum, ondan dolayı." dedim ve çantasını alarak koluma astım. Onu elinden tutarak kaldırdığımda buğulu bakışları merakla üzerimdeydi. "Annemin topuklu ayakkabılarını denedim. Onlarla nasıl yürüyebildiğini deli gibi merak ediyordum."

 

O saniyede tüm günün yorgunluğunu ve stresini üzerimden atan bir şey oldu.

 

Eda gülmeye başladı.

 

Sesi kalbimde yankılanan kahkahalarla.

 

Ve dünyalar benim oldu.

 

Saniyeler dakikalara devriliyordu ama ne o gülmeyi kesebiliyordu ne de ben ondan bakışlarımı çekebilmeyi.

 

"Seni" dedi gülmekten zar zor konuşarak. "Topuklu ayakkabılarla yürümeye çalışırken gözümde canlandırdım da."

 

"Şimdiki halimi hayal etme fena bozuşuruz." dedim yalandan kaşlarımı çatarak. "Beş yaşındaki kıt akıllıyı hayal et edeceksen."

 

Derdini bir kenara koyup gülmesi için anlatmıştım zaten. Kızmanın yanından bile geçmiyordum şu anda.

 

"Beş yaşındaki halini ne bileyim ben senin be. Kundakta bebektim ben o zamanlar. Ancak şu andaki hâlini hayal edebilirim o yüzden. Sus."

 

Her zamanki gibi, emrin başım üstüne.

 

Bir kolumu beline sarıp Eda' yı yürütmeye başladım. Adımları sarhoşluğunun etkisinde aksaktı ve sık sık yalpalıyordu. Bir yandan da deliler gibi güldüğü için yürümeye odaklanamıyordu. Kıpır kıpır hareket edip asla rahat durmuyordu bir yandan da. Yanı başımda olan bedeniyle ve ara ara fark etmeden yüzüme yasladığı yanağıyla bana dünya kadar sabır çektiriyordu.

 

"Eda." dedim en sonunda sinirlenerek. Hakkımdı çünkü bir noktada canıma kast ediyordu benim. "Sağa sola atmasana kızım şu adımlarını. Öne atacaksın öne."

 

"Kimin önü?"

 

Gerçekten mi?

 

"Tövbe estağfurullah." dedim kızarak ama dayanamadım ona, güldüm az da olsa saklamaya çalışarak. "Kendi önün yavrum. Af edersin ama ebeninki olacak değil ya."

 

"Ebemi karıştırma." dedi adımlarını takip eden başını kaldırarak bana bakıp. "Sen benim ebem kim, biliyor musun hem?"

 

O konuya hakim değilim, hayır.

 

Bir sır verecekmiş gibi muzip bir surat ifadesiyle yüzünü bana doğru yaklaştırdı. Yüzüme vuran nefesini hissettim bir an, nutkum tutuldu. Her bir karışını ezberlediğim o güzel yüzü, gözlerime bayram ettiriyordu şimdi. Bu akşam tek yudum içki sürmemiştim ağzıma ama şu noktada ondan daha sarhoştum işte.

 

"Anan." dedi fısıldayarak.

 

Daldığım hayal aleminden anında çıkardı beni tek kelimesiyle. "Ne diyorsun kız? Denir mi öyle?" dedim doğru anlayıp anlamadığımı sorgularken.

 

"Asıl sen ne diyorsun be? Ne istersem onu söylerim ben, alo." dedi anında efelenerek. Kaşlarını çatmış, kafasını iki yana sallayıp bana sinirli bakışlar atarken oldukça tehditkar göründüğünü düşünüyordu. "Ebemi konuşmuyor muyduk biz? Anan işte."

 

Ha, öyle.

 

Her şey iyi hoş da bu insanlar bizi beşik kertmesi yapmayı nasıl akıl edememişler, ona yanıyordum.

 

Gönlümü verdiğim kızın doğumunu bile annem yaptırmıştı, kader bizim için daha ne yapsındı ki?

 

Belindeki elimle onu mekanın önündeki arabama doğru yürütürken mır mır konuşmaya devam ediyordu. Onu arabaya bindirip, kemerini bağlarken de evine kadarki zaman boyunca da hiç susmadı. Bir ara benim ebemin kim olduğunu sordu, bilmediğimi söyledim. Açıkçası o sorana dek hiçte merak etmemiştim. Hemen başka bir konuya atladı, sence bir panda sahiplenebilir miyim diye sordu. Mümkün olmadığını söylediğimde çok üzüldü, ağlamaya başladı. Yine dayanamadım ona, yarın hatırlamamasını umarak istersen sahiplenirsin tabii dedim.

 

Arabayı evlerinin önünde durdurduğumda bu kez başka bir dala atladı. "Şu anda kafanda hangi şarkı çalıyor Cihangir?" diye sordu.

 

Bu akşam onu bir bardaktan medet umar halde bulduğumdan beri aynı şarkı çalıyordu.

 

"Seni Rastgele Sevmedim, Zakkum."

 

"Aaa, onu bilmiyorum ben. Mırıldansana biraz." dedi gözlerinde parlayan bir istekle.

 

Kırmadım onu. Kıramazdım da zaten. Hele ki o ölüp bittiğim gözlerini kocaman açarak bana bakarken.

 

"Ben seni rastgele sevmedim ki,

İhtimallerden seçmedim ki.

Yanarsa yansın canım,

Ben sana razıyım."

 

Ben nakaratı mırıldanırken keyifli bir iç çekip gözlerini kapattı. Yüzünde bir tebessüm belirdi. "Ne kadar güzelmiş sesin." dedi gözleri hâlâ kapalıyken. "Hiç bilmezdim."

 

Çünkü beni hiç görmüyorsun.

 

Merak etsen dahi kendine izin vermiyorsun.

 

Bunları sesli dile getirmedim lakin. Bu akşam da bunun yeri ve zamanı değildi. Acaba hiç günü gelecek miydi?

 

Gözlerini bir daha açmadı. Sızdı kaldı yanımda öylece. O başka bir rüya alemindeydi artık ben başka. Onunkini bilmem ama benim gördüğüm rüya bu zamana kadarkilerin en güzeliydi.

 

Onu o şekilde saatler boyunca izleyebilirdim ama yana doğru devrilmiş başı ve öne eğilmiş boynu yüzünden yarın bunun ağrısını çeksin istemedim. Muhtemelen kısa bir süre sonra mide bulantısı başlayacaktı. Bir an önce evine, konfor alanına kavuşması daha iyi olurdu.

 

Cebimden telefonumu çıkarıp İlhan'ı aradım. Evdekilere çaktırmadan Eda' yı eve sokmanın en iyi yolu oydu. Üçüncü çalışta açtı telefonumu. Ben bana hâlâ bozuktur diye düşünüyordum ancak "Söyle kardeşim." diyerek yanıt verdiğinde yanıldığımı anladım. Ecevit meselesini en başında ona anlatmadığım için bu defa bana kızmasına hak da veriyordum. Bu kızgınlığı tahmin ettiğim gibi uzatsaydı sesimi dahi çıkarmayacaktım.

 

Ama benim kardeşim kin tutamazdı. Tabiatında sevdiği birine kızgın kalabilmek yoktu hiç.

 

"Eda' yı getirdim eve. Aşağı iner misin bir." dedim hiç istemeye istemeye.

 

"Ne olmuş? Başına bir şey mi gelmiş yoksa?" dedi telaşla. Bir kapı sesi duyduğumda çoktan aşağı inmeye başladığını anlayıp ben de indim arabadan. Arabanın önünden dolanıp Eda' nın oturduğu tarafa geçtim.

 

"Bir şey yok oğlum, sakin ol. Reis'in meyhanesindeymiş, dağıttı biraz. Evdekileri telaşlandırma bu saatte bak."

 

"Evde kimse yok, ben tekim zaten." diye cevap verdi anında.

 

Eda' nın kapısını açıp emniyet kemerini çözereken, "Tamam aşağıda konuşuruz." diyip kapattım telefonu. Cebime geri koyduktan sonra sarsmamaya dikkat ederek bir elimi bacaklarının altından geçirip diğeri ile başını destekleyerek kucağıma aldım. Başı sol yanıma denk gelirken bir eli de omzumu sardı.

 

Ait olduğu yerdeydi.

 

Oturdukları müstakil evin bahçe kapısını ayağımla itekleyerek açıp içeri girdim. Uzun, çiçeklerle bezeli bahçe yolunu geçtikten sonra evin kapısına doğru ilerledim. İlhan çoktan kapıyı açmış, bizi bekliyordu.

 

"Çok mu içmiş?" diye sordu İlhan elleri belinde, üzgün gözlerle kardeşine bakarak.

 

"Bu akşam buna ihtiyacı vardı, karışmadım o yüzden." dedim Eda' ya azıcık bile sitem etmesini istemeyerek.

 

"Kıymetlim benim." dedi içini çekerek. Bakışlarından Eda' yla birlikte onun da acı çektiği bariz anlaşılıyordu. "Bugün bu yaşadıkları reva mıydı ona?"

 

Değildi ve asla olamazdı da.

 

"Müsaade var mı?" dedim onu yukarı çıkartıp çıkartamayacağımı kast ederek. İçimin rahat etmesi için yatağına kadar yatırmak, üzerini örtüp öyle bırakmak istiyordum onu ama İlhan bu eşiği sınır bellerse de sesimi çıkarmayacaktım.

 

Ben onun can kardeşi olabilirdim ama öz kardeşi, kıymetlim dediği Eda' ydı. Sen orada dur bakalım derse boynum kıldan ince olurdu.

 

"Var kardeşim. Geç, buyur." dedi kapıyı ardına kadar açıp geçmemiz için geri çekilerek. Eyvallah dercesine memnuniyetle başımı salladım. Girişte ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Eda' nın odasının hangi katta olduğunu biliyordum. O camın önünde az direksiyon sallamamıştım.

 

Dikkatli adımlarla merdivenlerden çıkarken gözlerim kucağımdaki narin bedenin üzerindeydi. Kaşları çatılmış yüz ifadesi ve ara ara hızlanan nefes alışları bana rüyasında iyi şeyler görmediğini düşündürüyordu. Bugün yaşadığı o korkuyu, dehşeti mi tekrar ediyordu acaba rüyaları? Bu sabah geç kalmıştım ama en azından rüyasında yetişemez miydim ona?

 

Belindeki elimi bir kez aşağı yukarı hareket ettirdim. Ufacık bir ümit de olsa o teması hissedip kendini güvende hissetmesini diliyordum.

 

Odasının önüne geldiğimizde arkamızdan gelen İlhan öne atılarak kapısını açtı. Hızla içeri girip yatağının yanındaki abajuru yaktığında ben de içeri girdim. İlk kez giriyordum bu odadan içeri. Kalbime tarihini yazacağım kutsal anlardan biriydi çünkü bu oda Eda' ya ait tek dünyaydı. Onun mabedi. Sığınağı.

 

Tam da ondan beklediğim gibi, beyaz ve kahve tonlarındaydı odası. Beyaz, kalpli bir nevresim takımının serili olduğu üzerinde bir sürü küçük yastığın bulunduğu yatağı odanın ortasındaydı. Direkli yatak başlığının biraz üzerinde kendi yaptığı tablolardan biri asılıydı.

 

Sihirli ellere sahip olması, pek çok yeteneğinden biriydi onun. Okul zamanlarında da kazanmadık yarışma, ödül bırakmamıştı Eda.

 

Yağmurlu bir geceyi resmetmişti tabloda. Bir kadın, sağanak yağmurun altında sokak lambasının ve ay ışığının aydınlattığı sokakta koşuyordu. Kumral saçlarından ve uzun boyundan, bu kadın Eda olmalıydı. Arkası dönük olarak resmedildiğinden yüzüne dair benzerlik kuramıyordum. Üzerinde siyah, diz hizasında üstünde beyaz minik çiçekler olan bir elbise ve siyah renk bir bolero hırka vardı. Ayağında lise üçüncü sınıf zamanlarında Davud amcanın iş gezisinde ona hediye aldığı ve çok sevdiği için babasına bir çiftini daha aldırdığı beyaz babetleri vardı.

 

Tablo ve Eda arasında kurduğum bağlantıyla kaşlarım çatıldı. Bu, tabloda geçmişten bir anın resmedildiği anlamına mı geliyordu?

 

Eğer öyleyse Eda neyden ya da kimden kaçıyordu?

 

Ya da o sağanak yağmurun altında yaptığı şey, kaçmak mıydı?

 

Karmakarışık olan düşüncelerimle İlhan'a baktım. Eda' nın yatağını açmak için onlarca yastığı kaldırırken duruma söylenmekle meşguldü. Tabloya gözünün ucuyla bakmamıştı bile. Acaba hikayesinden haberdar mıydı?

 

"Kaldır kaldır bitmedi arkadaş. Ne yapıyor bu kadar yastıkla bilmiyorum ki?" dedi en son yastığı da yan duvardaki camın önünde duran şekli bir değişik koltuğun üzerine fırlatırken. En sonunda yorganı açtığında yatağa yaklaştım ve bedenini yavaşça bıraktım.

 

Kollarım onu bıraktığım an yokluğunu yadırgamıştı.

 

İlhan ayakkabılarını çıkarırken bir adım geri çekildim. Çıkardığı ayakkabıları eline alıp gardrobunun yanına bırakmaya gitti. Geri geldiğinde o Eda' nın sırtını yataktan doğrulttu ben de ceketini çıkardım. Cebinden telefonunu çıkarıp baş ucuna koydum. Sırtı yatakla tekrar buluştuğunda bir şeyler mırıldanarak sağına döndü.

 

Demek sağına doğru yatıyordu.

 

İlhan ceketi benden alıp bir yere koymak için giderken ben de Eda' nın açık olan üzerini örttüm. Dirseklerine kadar. Çünkü öbür türlü de bunalırdı kesin, biliyordum.

 

Son bir kez o güzel yüzüne bakıp geri çekildim. İlhan'ın beni beklediği kapıya doğru ilerlemeye başladım. Koca yılları devirdiğim sevdamda ilk kez kalbimin üzerini örtmüştüm.

 

Kapıdan çıkmamla birlikte İlhan sessizce kapıyı kapattı ve gözleriyle aşağıya işaret etti. Kafamı sallayarak hızlıca merdivenlerden aşağı indim. Oda iki adım arkamdan geliyordu. Giriş kata geldiğimizde son merdiven basamağını da inip ona dönmüştüm ki benden önce o konuştu.

 

"Sen aramadan iki dakika önce babam aradı. Cihangir' i de al söylediğim yere gelin dedi. Babanla beraber bizi bekliyorlarmış orada. Senin ne olduğundan haberin var mı?" dedi sorgulayan bakışlarıyla.

 

Öğlen kısa bir telefon konuşmamız olmuştu yalnızca babamla. O da o şerefsizi depoya kaldıracağımı, defterini düreceğimi bizzat benden duyması içindi. Nedenini öğrendiği gibi onda da şalterler atmıştı zaten.

 

Ancak şu an İlhan' dan duyduklarım karşısında hiçbir fikrim yoktu ve bundan hoşlanmamıştım bende onun gibi.

Ancak şu an İlhan' dan duyduklarım karşısında hiçbir fikrim yoktu ve bundan hoşlanmamıştım bende onun gibi.

 

"Hayır, yok. Nereye çağırıyor?"

 

"Bizim şirketin ilk açıldığı yere. Yıllar önceki taşınmadan önce." dedi kelimeleri bastırarak.

 

Bastırmasa dahi anlatmak istediği şeyi anlardım.

 

Eski dostlar bu gece tekrar karşı karşıya gelecek, geçmişin ve bugünün hesaplaşmasını yapacaklardı.

 

Günahları ağır basan taraf ise, bunun bedelini ödeyecekti.

 

🌒

 

Davud Soylu ve Turgut Kılıçarslan...

 

İki can dostu kollarını geçirmeden omuzlarına attıkları uzun pardesüleri akşam esintisiyle havalanırken elleri pantolonlarının ceplerinde, az önce indikleri arabanın kaputuna yaslanmış dümdüz karşıya bakıyorlardı.

 

Baktıkları bir boşluktu ancak gördükleri öyle değildi. Kafalarının içinde otuz sene evvelin hesabı dönüyordu.

 

Onların gözünde birkaç sene öncesine kadar kapatılmış bir hesaptı bu. Geçmişten gelen bir kir hayatlarını karartmak için yıllardır elinden geleni yapıyor, düştükleri an ilk tekmeyi atabilmek için pusuda bekliyordu. Lakin iki can dostu da o kirin hayatlarına bir kez daha bulaşmasına müsaade etmemiş, sırtını bir dağa yaslayarak ancak karşılarına dikilebilmiş düşmanlarına geçit vermemişlerdi.

 

Ta ki bir zamanların dostu, şimdinin düşmanı silahını Davud Soylu' nun kalbine nişan alana dek.

 

Davud Soylu' nun kalbi, kızıydı.

 

Silahın hedefi kendisi olduğunda yaşlı kurdun gram umrunda değildi ancak gözbebeğine değecek tek bir gözde dünyada yakılmadık yer koymazdı.

 

Bu zamana kadar her şeyi sineye çekmişti ama düşman artık sınırı geçmişti.

 

Davud Soylu hiçbirine acımayacaktı.

 

Arkalarından gelen bir arabanın lastik seslerini duydular. Dönüp bakmalarına gerek yoktu çünkü oğullarını adım seslerinden dahi tanırlardı.

 

Cihangir ve İlhan babalarının yanlarına sorgusuz sualsiz geçip onlarla sessizliği paylaştılar. Çünkü gelecek olanı biliyorlardı.

 

Biliyor ve damarlarında kaynayan öfkeyle bekliyorlardı.

 

Çok beklemelerine gerek kalmadan birkaç metre ötelerinde siyah bir araba durdu. Yolcu koltuğundan inen bir adam hızla arka kapıyı açtı. Önce yere sert bir darbeyle demirden baston indi. Hemen ardından ise eski dost, ezeli düşman Süha Sungur.

 

Elindeki bastona rağmen seri adımlarla karşılarına dikildi. İki yanında birer yapılı adamı vardı. Ama karşısındaki adamların aksine biricik oğlu yoktu.

 

Bizzat burada olmasının sebebi de buydu.

 

"Bana derhal oğlumu verin." dedi ateş saçan gözleriyle direkt konuya girerek. "Yoksa andım olsun dünyayı yakar, sizi mahfederim."

 

Babasının bir adım gerisinde duran Cihangir, hayatında ilk defa o adımı ezdi geçti. İki yanında yumruk olmuş elleriyle babasının bir adım önüne geçti. Bu saatten sonra kralı gelse onu bu savaşta geri planda tutamazdı.

 

Artık o düşmanın ensesindeki nefesti.

Başlarındaki kara bulut.

 

"Oğlun senin kadar canını düşünseydi o sınırı hiç geçmezdi." dedi karşısındaki adamı bile irkiltecek bir ifadeyle. Yalnızca öfke kusan yüzü değildi mesele. Ölümün ve gazabın kol gezdiği ses tonuydu.

 

Oyununu ince ince elemiş, tüm taşların yerini değiştirerek kurmuştu Cihangir. Vezirler şah olmuş, şahlar ise vezir.

 

Yılların eskitemediği düşmanlığı artık oğullar devralıyordu.

 

Yıllar önce olduğu gibi yine ilk kurşunu onlar sıkmıştı ancak dümende Cihangir olduğu müddetçe hiçbir kurşun sevdiğine değemeyecekti.

 

"Oğlun olacak insan müsveddesini elimden almak için yirmi dört saatin var. Başımıza açtığın belayı temizlemek için ise on iki." dedi Cihangir alaz bir öfkeyle yanan bakışlarını karşısında duran adamdan bir an bile çekmeyerek. "Tüm ipler benim elimdeyken, yak bakalım yakabiliyorsan dünyayı."

 

🌹

 

Sıçrayarak uyanıp yattığım yataktan doğruldum. Gördüğüm kabusun etkisiyle terlemiş, nefes nefese kalmıştım. Bakışlarımı odakladığım duvara dakikalarca baktım. Defalarca gördüğüm bir kabus olmasına rağmen etkisinden kurtulmak da unutmak da imkansızdı. Elimi alnıma götürüp sertçe ovaladım. Alnıma ve omuzlarıma düşmüş saçlarımı geri iteledim.

 

Dayanamıyordum artık buna. Hayatımdaki her şey itinayla boğuyordu beni. Debelenip debelenip daha da dibe batıyordum sanki.

 

Hiç kurtuluşum yok muydu benim?

 

Baş ucu lambam açıktı, tüm odayı aydınlatıyordu ışığıyla. Ben asla ışık açık uyuyamazdım, etraf mutlaka karanlık olmalıydı. Ancak açık bırakıp bırakmadığımı hatta açtığımı bile hatırlamıyordum.

 

Sahi... Ben doğru düzgün hiçbir şey hatırlamıyordum.

 

En son meyhanedeydim. İçince geçmeyeceğini bile bile gitmiştim oraya. Sonra bölük pörçük Cihangir' in gelip karşıma oturduğunu hatırlıyordum. Kendimi yine bir şekilde yalnızca ona açarken bulduğumu. Ama her şey buraya kadardı bende. İşte buradan sonrası yoktu. Eve nasıl gelmiştim, yatağa nasıl girmiştim? Bu soruların hepsi bilinmezlikten ibaretti.

 

Yalnızca bir ses vardı kafamda. Tınısı çok hoştu. Bir şarkı mırıldanıyordu. Hangi şarkı olduğunu bilmiyordum ama inanılmaz hoşuma gitmişti. Ses de şarkı da.

 

Çalkalanan midemle alnımdaki elimi karnıma yasladım bu kez. Daha bu sabah art arda üç serum yemiş bilinçli biri olarak akşamı meyhanede geçirmiş, yarınlar yokmuşçasına içmiştim.

 

Ben adam olmazdım.

 

Derin nefesler alıp verirken gözlerimi baş ucumdaki dijital saate çevirdim. Onu yirmi geçiyordu.

 

Normal şartlarda hemen tekrar uyumaya koyulurdum böyle bir yorgunluğun üzerine ancak hareketli rüyalarım bu gece buna müsaade etmeyecek gibi duruyordu.

 

Çünkü rüyamda yine o geceyi görmüştüm.

 

Cihangir' i ve ona sevgilisi olmayı teklif ettiği o kızı.

 

Çeneme giren ağrıyla irkildiğimde dişlerimi sıktığımı fark ettim. Ama kalbim kadar da acıtmıyordu.

 

Baş ucumdaki sürahiye uzanıp su içmek istedim ancak yerimden hareketlenmem ile birlikte midemin de ayağa kalkması aynı anda oldu. Su içmeyi falan boş verip koşarak odamın içindeki banyoya girdim. Işığı zar zor açıp hafif dönen başımla beraber kendimi sertçe klozetin önüne bıraktım.

 

İçim dışıma çıkarken akılsızlığıma yanıyordum. O kadar içmenin acısının böyle çıkacağı belliydi. Neden aklımın sesini susturmuştum ki? Neden hep bile bile lades diyordum ki?

 

Cihangir' i sevmek de bir kumardı.

Oynadığım ilk ve tek seferdi ve kaybetmiştim.

 

Ondan vazgeçebilmek de bir kumardı ve ben onu da kaybetmiştim.

 

Kendime iyi gelmeyi beceremiyorsam ne işe yarardım ki ben?

 

Yanaklarımdan süzülen yaşlarla en sonunda klozetin önünden kalktım. Sifona basıp lavaboya ilerledim. Hâlâ başım ara ara dönüyordu. Boğazım zorlanmadan ötürü tahriş olmuştu, yutkunmakta zorluk çekiyordum. Yüzümü soğuk suyla defalarca kez yıkayıp, dişlerimi fırçaladım. Yaşlarım akmaya devam etti ama durdurmak için hiçbir şey yapmadım.

 

Ağlamam boyut atladığında lavabonun ışığını kapatıp odaya geri döndüm. Burnumu çeke çeke yatağıma geri oturup şifonyerin üstündeki kağıt mendil kutusundan art arda iki mendil çekip aldım. Biriyle burnumu silerken diğeriyle gözlerimi ve yanaklarımı kuruluyordum.

 

Bugünü hafızamdan sildirmem mümkün olsa şu anda koşa koşa giderdim. Öyle bir gündü ki beni vurup vurup yere atmıştı sanki. Ayakta duracak mecal bırakmamıştı bende.

 

Ağlayıp biraz olsun rahatladığımda bu kez sorunsuz bir şekilde sürahime uzanıp yarım bardak su doldurdum. Boğazım acıdığı için küçük yudumlarla, yavaş yavaş içtim doldurduğum suyu.

 

Akşam üzeri evden canım burdumda çıkarken elimi attığım ilk şeyleri geçirmiştim üzerime. Bol paça, yüksel bel kot pantolonumla siyah kare yakalı, ince bir bluz giymiştim. Sarhoş kafayla böyle uyumak sorun değildi ancak artık ayılmış sayılırdım. Tekrar uyuyamayacak olsam bile böyle yatamazdım.

 

Elimdeki bardağı geri bırakıp yataktan kalktım. Altı kapaklı dolabımın pijamalarımı koyduğum tarafını açtım. En üstte duran pijama takımını elime almıştım ki en aşağıdan zil sesini duydum.

 

Bu saatte kim gelirdi ki?

 

Ya da evde olmayan kimdi?

 

Başımı yoklayan ağrı kendini hatırlattığında oflayarak elimdeki pijamaları yatağımın üzerine bıraktım. Bluzumu çıkartmaya meylederken zil tekrar çaldı. Neden kimse açmıyordu ki bu kapıyı?

 

Sinirlerime hakim olmaya çalışarak bir süre hareketsiz bekleyip kapıyı dinledim. Ya da merdivenlerde bir ayak sesi duymayı. Böylelikle gönül rahatlığıyla üzerimi değiştirebilirdim.

 

Ancak öyle olmadı. O beklediğim ayak seslerini duymadım ve zil usanmadan bir kez daha çalındı.

 

Sıkıntıyla nefes verip üzerimi düzelttim. Odamın kapısını açıp çıktım. Her gece Mustafa Can korkmasın diye muhakkak açık bıraktığımız kat lambaları bu gece yakılmamıştı. Kaşlarım çatıldı.

 

Kapıyı kimsenin duymadığını düşünmüştüm başka ancak acaba evde kimse yok muydu?

 

Zil bir kez daha çaldığında adımlarıma dikkat ederek merdivenlerden inmeye başladım. Bu kafayla bir de merdivenlerden aşağı yuvarlanıp beyin kanaması geçirmek istemiyordum. Harbi bunu da yaşarsam hayata küserdim artık.

 

Odamı üçüncü katta seçtiğim için kendime söve söve giriş kata indim. Bir yandan da evde kimse yoksa benim eve nasıl getirildiğimi düşünüyordum. Cihangir efendiye sormak için inadımdan ödün vermem gerekiyordu, o iş yalandı. Başka nereden öğrenecektim onu da bilmiyordum.

 

Bir işim de sorunsuz olsa şaşardım ki zaten.

 

Her kim geldiyse niye evde olmadığıyla ilgili söylenmeye hazırlanarak kapıyı açtım.

 

Ancak böyle bir şeye hazır olmam mümkün değildi.

 

Kapıyı açmamla karşımda bana doğrultulmuş bir silah bulmuştum.

 

Adımlarım refleksle gerilediğinde şaşkınlıkla açılan gözlerim silahı tutan kişiye kaymıştı.

 

Bir yabancıydı.

 

Ben içimdeki korkuyla mücadele ederken başka bir şey oldu.

 

Roller yalnızca bir saniye içinde değişti.

 

Ne olduğunu asla anlamıyordum ancak artık namlunun ucunda olan sadece ben değildim.

 

Bana silah doğrultan bedenin hemen arkasında başka biri ansızın belirdi. Sanki onun bu adımı atmasını tetikte bekliyordu.

 

Bu defa yabancı namlunun ucundaydı.

 

Ensesine yaslanan soğuk namlunun ucunu hissettiğinde, bana yansıttığı tehditkar yüz ifadesi bocaladı.

 

Yabancının aksine onun arkasındaki sima tanıdıktı.

 

Artık onun sayesinde yabancıdan da korkmuyordum.

 

Yalnızca olacaklardan korkuyordum.

 

Çünkü içimden bir ses bugün yaşadıklarımın yalnızca bir fragman olduğunu fısıldıyordu.

 

🌹

 

Vaziyet alın balım, buralar karışacak 🔥💅🏻

 

Bana ulaşabileceğiniz hesaplar;

Instagram: authbal

X: eveleynrosa

 

Hikayelerim hakkında iki lafın belini kıracağımız bir WhatsApp kanalı açtım, gelmek istersen instagram hesabındaki SYAÇ öne çıkarılan klasöründen bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsin.

(Eğer becerebilirsem yorumlarda kanal linkini paylaşacağım)

 

Beğeni ve görüşlerin benim için çok değerli, lütfen benimle paylaş olur mu?

 

🍯

 

(Bu bölüm Cihangir' ine karşı biz kızlar) 💋

 

Loading...
0%