@avery_fonce
|
Loş bir ışığın, madde ve sıvı kokularının birbirine karışarak havayı doldurduğu bir yerdi burası. İçeride, burna keskin bir kimyasal kokusu doluyor, karanlık köşelerden yayılan ince sis, ışığı boğuklaştırıyordu. Gözler, bu yarı aydınlık alanda zorlanarak seçilen detaylara kaydıkça, buranın bir çalışma odası olduğu yavaşça anlaşılmaya başlıyordu.
Oda, düzenli ve temiz bir yer olmaktan çok uzaktı. Zemin, kirli ahşap tahtalarla kaplıydı ve üzerlerinde darmadağınık bir halde bırakılmış kitaplar, kırık cam parçaları, ve çeşitli eşyalar yer alıyordu. Karanlık köşelere atılmış eski kitap yığınları, odanın ne kadar uzun süredir bakımsız kaldığının sessiz birer kanıtı gibiydi. Havada, çürümüş kağıt kokusu ve eskimiş ahşabın keskinliği dolanıyordu; bu koku, odaya giren her nefesi ağırlaştıran, boğucu bir baskı yaratıyordu.
Masanın üzeri ise bir başka karmaşayı gözler önüne seriyordu. Orada, eski püskü kitaplar, bazıları çatlamış, bazıları hala parlak olan cam şişeler, içlerinde belirsiz sıvılarla dolu deney tüpleri vardı. Kimyasal aletler, metalik ve soğuk görünümleriyle masanın yüzeyinde dağınık bir halde duruyordu. Masanın ahşabı yer yer kararmış ve lekelenmişti; bu lekeler, dökülmüş kimyasal maddelerin bıraktığı izler gibi duruyordu.
Odanın tam ortasında, tek başına bir sandalye yer alıyordu. Sandalye, odanın karanlık ve kaotik atmosferiyle uyum içinde, sert çizgileriyle dikkat çekiyordu. Üzerinde, siyah uzun saçları omuzlarına dökülen bir adam oturuyordu. Çenesini ellerine dayamış, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Yüzündeki derin düşüncelerin izi, odayı saran kasvetli havayla birleşiyordu. Zihninde dolaşan karanlık düşünceler, odanın kasvetli atmosferinde yankılanıyor gibiydi; sanki her şey onun bu derin düşüncelerine tanıklık etmek için burada toplanmıştı. Bu görüntü, odanın içindeki karanlığın, adamın zihninden yayılan bir yansıması gibiydi—sessiz, ama bir o kadar da ürkütücü.
Adamın yüzündeki sinir, derin düşüncelerin altında gizlenmiş bir fırtına gibi, gözle görülür bir gerginlikle belirginleşiyordu. Sandalyede sessizce oturuyor, zihninin karanlık dehlizlerinde kaybolmuş bir halde, neredeyse farkına varmadan, kendi kendine mırıldanıyordu. Dudaklarından dökülen sözcükler, odayı dolduran ağır havanın içinde eriyor, belirsiz ve anlaşılmaz sesler olarak yankılanıyordu. Söyledikleri, anlam kazanmaktan uzak, sadece zihninin bulanıklığını yansıtan birer yansıma gibiydi.
Bir süre sonra, mırıltıları arasında beliren tek bir cümle, odanın boğucu sessizliğini delip geçti: "O kız..." Bu iki kelime, neredeyse duyulmaz bir tınıyla, ama aynı zamanda da beklenmedik bir yoğunlukla yankılandı. Sanki odaya bir anlık bir karanlık daha çökmüş gibiydi. Bu basit ifade, adamın zihninde bir kilidin açılmasını sağlıyor, derinlerde saklı bir sırrın kıyısına getiriyordu onu.
Adamın kaşları hafifçe çatıldı, zihninde dolanan düşünceler gittikçe karmaşıklaşırken, aynı mırıltıyla devam etti: "Ona çok benziyor..." Bu sözler, artık odada yankılanan tek şeydi, ağır ve tehditkar bir şekilde havada asılı kalıyordu. İfadesi bir an için sertleşti, geçmişin gölgeleri üzerine çökerken, duygularını bastırmak için uğraşıyordu.
Gözleri yavaşça odanın köşesine kaydı. Bakışları, karanlığın içinde neredeyse kaybolmuş gibi duran tekerlekli sandalyeye odaklandı. O sandalyeye yerleşen anıların ağırlığı altında, adamın içindeki huzursuzluk iyice derinleşti. Sandalyenin boşluğu, zihninin karanlık köşelerinde yankılanan bir hayalet gibi ona bakıyordu; hatırlamak istemediği, ama unutamadığı bir şeyin hatırlatıcısı olarak...
Emberheart gözlerini sandalyeye dikmiş, sanki gerçekliğin dışında bir sahneyi izliyormuş gibi donup kalmıştı. Odadaki tüm detaylar bir anda silikleşti, odanın kirli atmosferi, yoğun kimyasal kokusu ve karanlık gölgeleri yavaşça soldu. Zihni, onu geçmişin derinliklerine sürüklüyordu.
Sandalyede oturan bir kadın belirdi. Gri saçları, Avery’ninki kadar parlak ve dalgalıydı, ancak gözleri onun tam zıttıydı; masmavi, tıpkı bir kış sabahının soğuk ve berrak gökyüzüsü gibi. Kadının ifadesi hafif bir kafa karışıklığı ve umut taşıyordu, sanki yaşadığı acıların ötesinde hâlâ bir şeylerin değişebileceğine inanıyormuş gibi. Üzerinde hastane kıyafetleri vardı, ince kumaş vücuduna yapışmış, ona çaresiz bir kırılganlık katıyordu. Yüzü gençti, en fazla lise son sınıf öğrencisi kadar gösteriyordu.
Kadının hemen yanında, belirsiz bir gölge gibi beliren hayalî Emberheart, bir cerrahın soğuk titizliğiyle işini yapıyordu. İnce, uzun parmakları kadının karnını dikkatle incelerken, yüzünde tek bir duygu kırıntısı bile yoktu. Gözleri, tıpkı odadaki gibi karanlık ve derin, hiçbir şey yansıtmıyordu. Kadın konuşmaya çalıştı, sesi titrek ama bir umutla doluydu.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu kadın, sesi neredeyse fısıltı kadar zayıftı. "Ben... Burada olmak istemiyorum. Lütfen... Ne olursa olsun, bana yardım edebilirsin, değil mi?"
Ancak hayalî Emberheart, onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi hareketlerine devam etti. Gözleri, kadının karnına odaklanmıştı, sanki bu basit insandan başka bir şey görmüyormuş gibi. Kadının sesi biraz daha güçlendi, içindeki umudu korumak için çabalıyordu.
"Sen... Beni dinlemiyorsun. Lütfen, sadece bana bak. Bir şey söyle. Lütfen..."
Ama adamın dudakları bir kez bile kıpırdamadı, gözlerinde ne bir merhamet ışığı ne de kadının sözlerine karşı en ufak bir tepki vardı. Kadının çaresizliği giderek artarken, vücudu hafifçe titremeye başladı. Emberheart, bu küçük anıyı zihninde tekrar oynarken, kaşları yavaşça çatıldı. İçinde yükselen belirsiz bir huzursuzluk vardı, bu geçmişten gelen hayal, onu sarsan bir duygunun başlangıcıydı. Uzun, siyah saçlarını yana doğru attı, ancak gözü kadının genç ve masum yüzüne geri döndü.
Kadın, tüm gücüyle son bir kez konuşmaya çalıştı. "Neden... Neden bunu yapıyorsun? Senin gözlerinde hiçbir şey göremiyorum. Hiç mi umursamıyorsun?"
Hayalî Emberheart, bu soruya karşılık vermedi, sadece sessizliğin soğuk boşluğunda kayboldu. Bu anı, gerçekliği kadar acımasız ve soğuktu; kadının çığlıkları ve yalvarışları, odanın içindeki sessizlikte yankılandı, sanki geçmişin hayaletleri bu karanlık odada hâlâ dolanıyormuş gibi. Emberheart, anının etkisiyle derin bir nefes aldı ve gözlerindeki boşluğu yavaşça odanın karanlığına geri çevirdi.
Emberheart, düşüncelerinin ağırlığı altında eziliyormuş gibi, elini ani bir hareketle saçlarına daldırdı. Parmakları, siyah saçlarının arasından geçerken kaşları öfkeyle çatıldı, sinirlerinin dışa vurumu olarak kaşında hafif bir seğirme belirdi. İç çekişi, odadaki sessizliği bir an için kırarken, göğsüne dolan öfkeyi ve hayal kırıklığını dışa vurmamak için kendini zor tutuyordu.
Ayağa kalktı, hareketlerinde gizli bir gerilim ve kararlılık vardı. Adımları odadaki kargaşaya inat, sessiz ve kontrol altındaydı, ama her adımında içinde biriken öfke dalga dalga büyüyordu. Tekerlekli sandalyeye doğru yürüdü, gözleri geçmişin izlerini taşıyan bu soğuk nesneye odaklanmıştı.
Sandalyenin arkasına geldiğinde, elini nazikçe, ama bir o kadar da kararlılıkla onun tutacak kısmına koydu. Parmakları metale dokunduğunda, dudaklarından neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde bir isim döküldü, “Elizabeth...”
Bu tek kelime, odadaki sessizliğin içinde yankılandı, geçmişin hayaletini çağırırmış gibi. Emberheart’ın zihninde beliren bu isim, zamanın acımasız akışına rağmen silinmemiş, derinlerde bir yerlerde kök salmış bir anıyı uyandırıyordu. Tekerlekli sandalye, onun için sadece bir eşya değildi; o, bir zamanlar kaybettiği bir şeyin, geri dönülemeyecek bir geçmişin fiziksel hatırasıydı.
Emberheart, parmakları sandalyenin metal tutacağına sıkıca kenetlenmiş halde, derin bir nefes aldı. Zihninde yankılanan anılar, geçmişin tozlu sayfalarını birer birer açarken, içinde biriktirdiği öfke ve tiksinti yüzüne yansıyordu. Gözleri, karanlık odanın içinde bir anlığına dalıp giderken, dudaklarından soğuk bir fısıltı döküldü: "Ne kadar da iğrenç bir kadındın..."
☽☾ ☽☾ ☽☾ ☽☾ ☽☾ ☽☾ ☽☾
Genç kadın, yorgun adımlarla ofisinin kapısını araladı. İçeri girdiğinde hafif bir toz kokusu burnuna çarptı; odanın havasında uzun süre kapalı kalmış kitapların ve hafif karanlığın kokusu vardı. Yılların izini taşıyan duvarlar boyunca uzanan kitaplıklar, üst üste dizilmiş kitaplarla doluydu. Kitapların çoğu, psikoloji ve insan davranışlarına dair çeşitli başlıklar taşıyordu, ancak bazıları tıbbi ve klinik araştırmalar üzerineydi. Loş ışık, odanın içini güçlükle aydınlatıyordu, ve bu karanlık atmosfer, ofisin genel havasına bir ağırlık katıyordu.
Çalışma masasına doğru ilerleyen genç kadın, gözlerini masanın üzerindeki düzensizliğe dikti. Sağlıkla ilgili çeşitli broşürler, birkaç tıbbi kitap, not defterleri ve klasik bir dizüstü bilgisayar, masanın üzerinde dağınık bir şekilde duruyordu. Masanın bir köşesinde, zarif bir dokunuşla altın rengine boyanmış bir isim kartı göze çarpıyordu. Üzerinde, "Psikiyatrist Emma Warnen" yazıyordu. Kartın sahte altın rengi, ofisin karanlık atmosferine inatla parıldıyordu, ancak bu parlaklık, genç kadının yorgun yüz ifadesine hiç yansımıyordu.
Genç kadın, derin bir iç çekişle, uzun bir günün başlayacağını hisseder gibi ağırlığını omuzlarında hissetti. Yorgunluk, vücudunun her hücresine işlemiş gibiydi, ancak yine de kendine gelmeye çalışarak başını dik tuttu. Gözlerini birkaç kez kırpıştırarak ofisin karanlık atmosferine alışmaya çalıştı. Derin bir nefes aldı, zihnini toparlamaya çalışıyordu.
Çantasını yavaşça çıkarıp yanındaki askılığa astı. Hareketleri yavaş ve dikkatliydi, sanki her an kırılacakmış gibi nazik davranıyordu eşyalarına. Çantasının derinliklerinden su şişesini çıkardı ve elleriyle şişenin soğuk yüzeyini kavradı. Soğuk metalin ferahlığı, bir anlığına onu kendine getirmiş gibiydi.
Genç kadın, bir kez daha iç çekti. Yorgunluğun onu ele geçirmesine izin vermemek için kendini zorladı ve yüzüne kocaman, enerjik bir gülümseme yerleştirdi. Bu gülümseme, sadece dışarıya değil, kendine de bir mesajdı; güçlü olmalıydı.
Hızlı adımlarla odadaki cama doğru ilerledi ve perdeleri iki yana açtı. Odayı dolduran loşluk, bir anda yerini parlak gün ışığına bıraktı. İçerideki kasvet dağıldı, yerine şehrin dinamik manzarası belirdi. Klasik şehir hayatı tüm canlılığıyla gözlerinin önüne serilmişti; sokaklarda yürüyen insanlar, trafik gürültüsü, binaların arasında beliren gökyüzü… Bu manzara, ona yaşamın devam ettiğini ve kendisinin de onun bir parçası olduğunu hatırlattı.
Genç kadın, camdan dışarıya doğru bakarken yüzündeki gülümseme biraz daha derinleşti. Şehrin canlılığı ve hareketliliği ona her zaman bir rahatlık verirdi, sanki bütün dertleri bu manzaranın arkasında kalmış gibi hissederdi. Fakat o an, telefonundan gelen bildirim sesi onu bu kısa anın içinden çekip aldı.
Dikkatini tekrar ofisin içine yöneltti ve askılığa doğru ilerleyerek çantasında duran telefonu aldı. Ekrana baktığında, mesajın abisinden geldiğini gördü. Rayne, her zaman olduğu gibi ona bir şeyler yazmıştı. İkisi arasında genellikle bu şekilde iletişim kurarlardı; yoğun programları arasında birbirlerini haberdar etmek ve destek olmak için kısa mesajlar gönderirlerdi. Rayne’in adı ekranda belirirken, içi hafif bir sıcaklıkla doldu. Abisi, her zaman onun yanında olmuştu, tıpkı şimdi olduğu gibi.
Genç kadın, telefon ekranına baktı ve abisinin mesajını okudu: "Nerdesin?"
Parmakları hızla hareket ederek "Ofisteyim" yanıtını yazdı. Mesajı gönderdikten hemen sonra bir yenisi daha geldi. "Kendine çok yüklenme, bugün kaç müşterin var?" Rayne her zamanki gibi endişeliydi. Abisinin bu koruyucu tavrı onu her zaman hem rahatlatmış hem de biraz hüzünlendirmişti.
Kadın, başını kaldırarak masasında duran sahte altın kaplamalı isim kartına göz attı. "Psikiyatrist Emma Warnen" yazısı parlıyordu. Bu basit kart bile, onun ne kadar çok çalıştığını, ne kadar sorumluluk taşıdığını hatırlatıyordu. Rayne’nin uyarısı bir anlık bir iç çekişe neden oldu; kendisine gerçekten de çok yüklendiğini fark etti. Ancak yine de işine olan bağlılığı, onu bir an olsun yavaşlamaya zorlamıyordu.
Kadın, parmaklarını telefonun üzerinde gezdirerek "Çok yok" diye yazdı ve mesajı gönderdi. Ekran karardı, oda tekrar sessizliğe büründü. Birkaç saniye boyunca sadece hafif bir uğultu eşliğinde şehir sesleri duyuluyordu. Bu sessizlik, içindeki karmaşayı bir anlığına dindirse de, aynı zamanda düşünceleriyle baş başa kalmasına neden oluyordu.
Telefon ekranına tekrar baktı, ancak abisinden bir yanıt gelmedi. Aralarındaki bu kısa sessizlik, aslında birçok şeyin söylenmeden kaldığı anlardan biriydi. Birbirlerine ihtiyaçları olduğunu hissettikleri, ama bunu kelimelere dökmeye gerek duymadıkları anlardandı.Telefonun ekranı tekrar aydınlandığında, Rayne'den bir mesaj daha geldi.
"Aklımda iyice tarttıktan sonra, sonuca göre sana birini göndereceğim." Mesajın içeriği, alışılmadık bir tedirginlik yaratıyordu.Kadın, şaşkınlığını gizleyemeyerek hemen yanıtladı, "Arkadaşın mı?" Parmakları klavyede hızlıca hareket ederken, kafasında beliren belirsizlik duygusu, derinlere kök salan bir merakla birleşiyordu. Rayne’in bu kadar ciddi olması nadir bir durumdu ve bu, onun ilgisini daha da çekmişti.
Telefon titrediğinde genç kadın, Rayne'den gelen mesajı dikkatle okudu. "Hayır, uğraştığım davadaki biri," yazıyordu.
Bu durum, kadının içindeki merak ateşini iyice körükledi. "Psikolojik bir hastalığı mı var?" diye sordu, kafasındaki soruların ağırlığına rağmen sakin kalmaya çalışarak.
Bir süreliğine ekran karardı. Sessizlik, yine odadaki havayı doldurdu. Sanki bu sessizlik, Rayne’in yazacaklarını daha da ağırlaştırıyordu. Derken telefon bir kez daha titredi. Rayne'in mesajı netti, ama bir o kadar da ürperticiydi: "Sadece çok şey saklıyor ve onu konuşturabilecek tek kişi sensin."
Bu cümle, genç kadının zihninde yankılandı. Belirsizlik ve gizem, Rayne'in gönderdiği bu mesajla birlikte iyice derinleşti. Abisi , onun omuzlarına, ağır bir sorumluluk yüklenmiş gibiydi.
Genç kadın, kısa bir an düşündükten sonra tekrar ekrana dokunarak, "Tamam, saat 4 gibi müsaitim," diye yazdı. Cümlesi, hem Rayne'e hem de kendine bir güvence gibiydi.
Rayne'den gelen cevap hızlıydı. "Mükemmel. O civarlarda onu gönderirim."
Mesajlar kesildiğinde ofisteki sessizlik yeniden hakim oldu. Genç kadın, mesajlaşmanın ardından derin bir nefes alarak telefonu masasına bıraktı. Kendisini bekleyen bu yeni görev, üzerine hafif bir ağırlık getirmişti, ama bir yandan da içinde beliren merak duygusu, tüm yorgunluğunu bir an için unutturdu... |
0% |