Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm (Anı 2)

@avery_fonce

O gün diğer günler gibi evdeydim. Çocukluğumun izlerini taşıyan o evde... Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum, aslında kaç yaşında olduğumu hiçbir zaman tam olarak bilemedim. Belki de bilmek istemedim.

 

Zihnimde, belirsiz ve bulanık anılar vardı, ama içlerinden bir tanesi diğerlerinden daha belirgindi. Annemin olduğu zamanlar... Hayır, o zamanları hatırlamak bile artık zor. Sanki onları hatırlamamak için bilinçli olarak bir çaba sarf ediyormuşum gibi. Bu anılar, tıpkı karanlık bir gölün dibinde kalmış taşlar gibi, sadece yüzeye çıkmaya cesaret ettiklerinde fark ediliyorlar.

 

Ev, sessizdi. Belki de fazla sessiz. İçimdeki bu sessizliğin, fırtınadan önceki huzur olduğunu biliyordum. Evin her köşesi, her odası, her gölgesi, üzerime çöküyor gibiydi. Koca dünyada tek başımaydım, ama bu yalnızlık huzurdan çok, tırnaklarını ruhuma batıran bir korku gibiydi.

 

Duvarlar, eski ve yıpranmıştı. Sanki her köşesi zamanın ağırlığını taşıyordu. Her bir taş, her bir tuğla, geçmişin karanlık sırlarını saklıyor gibiydi. Evde bir zamanlar bir hayat vardı, ama o hayat şimdi yerini bir tür soğukluğa, bir tür boşluğa bırakmıştı. Annem... Anılarımda belirsizleşen bir yüz. Beni sevdi mi, yoksa sadece bir yük müydüm ona? Bunu bile hatırlayamıyorum artık.

 

Pencereden süzülen zayıf ışık, odanın köşelerini aydınlatmaya yetmiyordu. Hava ağırdı; sanki bir şey her an üzerime çökebilirmiş gibi. Evdeki eşyalar, neredeyse birer hayalet gibi, sanki kendi başlarına hareket ediyorlar, beni izliyorlar gibiydi. Her bir obje, her bir mobilya, bana bir şeyler fısıldıyordu; ama ne söylediklerini anlamıyordum.

 

Adımlarımı duyabildiğimi hatırlıyorum, tahta zemin üzerindeki yavaş, dikkatli adımlarımı. Kalbim, her adımda biraz daha hızlı atıyor, göğsümde yankılanıyordu. Her an, bir şeyin beni bulacağını, bir şeyin beni alacağını biliyordum. Ama o şey neydi? Bunu asla bilemedim. Annem? Belki de sadece kendi korkularım...

 

Bir köşede durdum, bir süre orada bekledim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Belki de o an, hayatımda ilk defa, gerçekten nefes alıyordum. Ama bu nefes, içime dolan soğuk, keskin bir havaydı; bir tür ölüm nefesi gibi. Sanki hayat, benden çekip alınmıştı. Açmak istemediğim bir kutunun kapağını kaldırmak üzere olduğumu hissediyordum.

 

Sonra, odanın karanlık köşelerinde bir hareket fark ettim. Bir gölge, bir figür... Annem miydi? Yoksa sadece hayal gücümün bir oyunu mu? Bu karanlık, bu gölge, bana annemi hatırlatıyordu. Ama bu hatırlatma bir tür rahatlık değildi; aksine, kalbime daha fazla korku salan bir şeydi.

 

İçimde bir şeyler koptu o an. Belki de o güne kadar bastırmaya çalıştığım duygular, anılar... Hepsi bir arada ortaya çıktı. Gözlerimi sımsıkı kapadım, ama o anıyı, o karanlık geçmişi artık geri itmek imkânsızdı. Ne yaparsam yapayım, o anılar, o soğuk ev, o karanlık gölge, hepsi benimle kalacaktı. Ne kadar kaçarsam kaçayım, ne kadar unutmak istersem isteyeyim, o geçmiş, tıpkı karanlık bir gölge gibi, beni hep takip edecekti.

 

✧˚⟆✧⟅˚✧

 

Hava güneşliydi, öyle ki pencerelerden içeri süzülen ışık evin karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyordu. Kuşlar dışarıda neşeyle ötüyor, her yerin sakinliği insana huzur veriyordu. Huzurlu bile denebilirdi o gün, ama bu huzur sadece yüzeydeydi; derinlerde, çok daha karanlık bir şey vardı.

 

Evdeki sessizliği dinlerken, dışarıdan gelen bu huzurlu sesler bana her şeyin yolunda olduğu yanılsamasını vermeye çalışıyordu. Kuşların cıvıltıları, hafif bir esintiyle sallanan ağaçların yaprakları, hepsi bir masal dünyası gibiydi. Ama biliyordum, bu huzur sadece ince bir perdeydi; perdeyi araladığınızda, arkasında neyin saklandığını görmek istemezdiniz.

 

O günün bu huzurlu atmosferiyle tam bir tezat oluşturan bir şey vardı; içimde hissettiğim o açıklanamaz huzursuzluk. Güneş ne kadar parlasa da, kuşlar ne kadar neşeli ötse de, içimdeki o soğuk, karanlık his asla peşimi bırakmıyordu.

 

Belki de dışarıdaki bu huzur, içeride olanların ne kadar yanlış olduğunu daha da belirgin hale getiriyordu. Ne zaman bu evde yalnız kalsam, dışarıdaki güzel hava, içerideki karanlığı daha da katlanılmaz hale getirirdi. Bir paradoks gibiydi; dışarıda hayat vardı, içeride ise sadece bir tür ölüm sessizliği.

 

İçimde bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum. Her şeyin fazla normal, fazla sıradan olması, sanki bir şeylerin yolunda gitmediğine işaret ediyordu. Güneş ışığı bile içimdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Bu huzurlu gün, bana o kadar da huzur vermiyordu; tam tersine, içimdeki korkuları daha da belirgin hale getiriyordu.

 

O günü hatırladığımda, hep o sahte huzur gelir aklıma. Dışarıdaki güzel havaya, kuşların cıvıltısına aldanmamak gerektiğini o gün öğrendim. Çünkü ne kadar huzurlu görünse de, her şeyin altında yatan karanlığı asla unutamazdım.

 

Hep diğer çocuklardan farklı olduğumu biliyordum. Onlar gibi düşünmezdim; onların basitçe geçiştirdiği şeyler benim zihnimde derin yarıklar açardı. Onların yüzeysel oyunları ve neşeli kahkahaları, benim dünyamda yer bulamazdı. Sanki farklı bir boyutta yaşıyordum, onların hiç bilmediği, göremediği bir derinlikte.

 

Ben çok düşünürdüm. Basit olaylar bile zihnimin derinliklerinde yankılanır, her bir detayı, her bir sözü defalarca analiz ederdim. Bir kelime, bir bakış, bir sessizlik, hepsi benim için anlam yüklüydü. Diğerleri bu kadar ayrıntıya takılmazken, ben her şeyin arkasında yatan anlamı arardım. Hiçbir şeyin basit olmadığını düşünürdüm; her şeyin altında bir sır, bir karanlık, bir gerçek yatıyordu.

 

Ve çok hissederdim. Hislerim adeta beni ele geçirirdi; neşeyi, hüznü, korkuyu, öfkeyi diğer çocuklardan çok daha derinlerde yaşardım. Her his, bedenime sanki bir diken gibi batar, ruhumun en karanlık köşelerine kadar işlerdi. Diğerleri sadece yüzeyde gezinen duygularla yetinirken, benim hislerim derin bir okyanus gibiydi. O okyanusun içinde boğulmak işten bile değildi.

 

Onlar için hayat basitti; gülüp oynar, unutur giderlerdi. Ama ben, her anı, her duyguyu, her düşünceyi içimde taşıdım. Kendi dünyamda, kendi karanlık labirentimde dolandım durdum. Diğer çocuklar gibi olmayı hiç başaramadım, belki de istemedim. Çünkü onların yaşadığı dünyadan çok daha karmaşık, çok daha derin bir dünyam vardı. Ve bu dünyada, ne yazık ki huzura yer yoktu.

 

Bu yönümü annemden almışım. O da benim gibi, içine kapanık ve sessiz bir kadındı. Evin içinde bir gölge gibi dolanır, neredeyse hiç ses çıkarmazdı. Her gün aynı rutinde yaşardı; sabah erkenden kalkar, etrafı temizler, yemeği hazırlar, ardından diğer ev işlerini yapardı. Bu monotonluk onun hayatı olmuştu, ve ben de onun bu sessizliğini içselleştirmiştim.

 

Onu hiç eğlenceli bir şey yaparken görmedim. Ne bir kitap okur, ne bir müzik dinler, ne de kendine bir an olsun vakit ayırırdı. Sanki hayat ona sadece görevler yüklemişti ve o, bu görevleri yerine getirmek için var olmuştu. Annesiz büyümüş bir çocuğun nasıl hissettiğini bilmem, ama annemle yaşamak bazen o hisse çok yakın gelirdi. Onun sessizliği, benim çocuk dünyamda bir ağırlık gibi dururdu; ne kadar sevmeye çalışsam da, hep bir mesafe vardı aramızda.

 

Belki de bu yüzden, onun gibi sessizliğe bürünmüş, derin düşüncelerle dolu bir çocuk oldum. Çünkü başka bir yol, başka bir hayat biçimi görmemiştim. Onun sessizliği, benim sessizliğim oldu. Onun yalnızlığı, benim yalnızlığım.

 

Annem değişikti. Her sebze ve meyve alışverişine çıktığımızda, yaşlı kadınların bakışları üzerinde geziniyordu. Gözleri üzerinde titreyen merhametle, “Yazık çocuğa,” derlerdi. Bu bakışlar, adeta ruhuma işleyen bir soğukluk gibi, annemin garipliğini yüzüme vuruyordu. Acıyan gözler, onun gibi garip bir anneye sahip olmamın, belki de ileride onun gibi garip olacağımın bir işareti olarak gözlerime çakılıyordu. O yaşlı kadınların gözlerindeki acı, beni derinden etkiliyor, içimde bir boşluk bırakıyordu.

 

Annem… O, herkesin dikkatini çeken, zarif ve etkileyici bir kadındı. Yüzü, adeta bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi mükemmel hatlara sahipti. Yüzünü çerçeveleyen uzun, gri ve dalgalı saçları vardı; her bir tel adeta gümüş gibi parlıyordu, dalgaları omuzlarından aşağıya süzülüyordu. Bu saçlar, ona ağırbaşlı bir asalet katarken, çevresindeki insanlarda hayranlık uyandırıyordu. Ama beni en çok etkileyen saçları değil, gözleriydi. Annemin gözleri benimkilerle aynıydı, kıpkırmızı, ama onunkiler bambaşkaydı. Gözlerimin rengine ondan almıştım; bu kırmızılık, aynı zamanda cesur ve belirgindi. Onun gözlerini her zaman sevdim; derin, etkileyici, ve bakışlarıyla insanı büyüleyen bir kırmızı. Ama tüm bu güzelliğin ardında bir eksiklik vardı; bu gözlerin derinliklerinde, o canlılığı, o ışıltıyı asla göremezdim.

 

Annemin gözleri adeta boşluğa bakardı; her insanda bulunan o parlaklık, o hayat dolu ışık, onun gözlerinde hiç yoktu. Bir zamanlar o gözlerin parladığını hayal etmeye çalışırdım, ama ne kadar çabalasam da hep o sönmüş bakışlar, o dipsiz boşlukla karşılaşırdım. Ve korkarım ki, bu eksiklik bana da geçmişti. Gözlerimde annemin mirasını taşıyordum; ne kadar derin ve etkileyici görünse de içi boş, sönmüş bir ışık gibi. Bu miras, içimde büyüyen bir karanlık gibi beni yavaşça ele geçiriyordu. Annemin güzelliğini, gözlerindeki kırmızıyı taşırken, aynı zamanda onun yaşadığı o soğukluğu, o içi boşluğu da sırtımda taşımaktan asla kurtulamayacağımı biliyordum.

 

Annemden nefret etmiyordum. Aksine, onu seviyordum. Onun yanında olmayı, onunla geçirdiğim vakitleri değerli buluyordum. Ancak, her zaman anlam veremediğim bir karmaşıklık taşırdı. Ara sıra çok garip davranırdı; öyle ki, onun yanında olmak bazen diken üstünde yürümek gibi olurdu. Bir gün bana karşı şefkat dolu, sıcacık bir ilgi gösterirken, ertesi gün yüzünde donuk bir ifade, soğuk bir sessizlikle karşıma çıkardı. Bazı günler ise, sanki benim varlığım bile ona fazla geliyormuş gibi hissiz ve uzak dururdu.

 

Onun bu dengesizliği beni sık sık şaşırtırdı. Annemin hangi gün ne yapacağını, nasıl davranacağını asla tahmin edemezdim. Bir gün içtenlikle gülümseyen, saçlarımı okşayan bir anneye sahip olurdum; ertesi gün ise, gözlerinde derin bir boşluk, dudaklarında sert bir çizgiyle karşılaşırdım. Bu belirsizlik, her günün bir öncekinden farklı olacağı anlamına gelirdi. Belki de bu yüzden, onunla olan her anımı, ne kadar zorlayıcı olursa olsun, içten içe değerli bulurdum. Çünkü her yeni gün, annemin ruhundaki o değişkenlik beni biraz daha onun derinliklerine çekiyor, onu anlama çabamı bir adım daha ileri taşıyordu.

 

Annem, bana karşı hiçbir zaman el kaldırmadı, ama sözleri... Sözleri bazen bıçaktan daha keskin olurdu. Psikolojik bir şiddet, ruhumda derin izler bırakan bir baskı uyguladı bana. Sürekli olarak, "İyi bir kız olmalısın," derdi. "Aileni gururlandırmak için en iyi olmalısın." Bu sözler, her defasında aynı soğuk ve kesinlikle dile getirilirdi.

 

Sessiz, sakin, her zaman itaatkâr bir kız olmamı isterdi. İstediği gibi olmak zorundaydım; başka bir seçenek yoktu. Her hareketimi, her sözümü kontrol etmeyi öğrendim. Duygularımı bastırmayı, içimde kopan fırtınaları kimseye göstermemeyi öğrendim. Zamanla, içimdeki ses de sustu. Ne hissettiğimin, ne düşündüğümün önemi kalmadı. Annemin bana yüklediği bu sessizlik, bir pranga gibi ruhumu sardı. Ve sonunda, annemin istediği o kız oldum: Sessiz, sakin, itaatkâr... Ama içimdeki fırtınaları, bastırılmış haykırışları kimse duymadı.

 

Çoğunlukla sabah erken kalkardı. Her sabah, güne erken başlamanın verdiği alışkanlıkla soğuk yataklarda uyanırdı. Yataklar, gece boyunca annemin huzur içinde uyuması için tasarlanmış olsa da, onun için hep bir işkence olurdu. Üzerine düşen soğuk örtüler, uyandığında içini titretirdi. Babam ise evde pek bulunmazdı; ya eve hiç gelmezdi ya da çok geç saatlerde gelir, koltukta uyuyakalırdı. Nadir gecelerde annemin yanına uzanır, geceyi onunla geçirirdi. Ancak bu nadir anlar bile, evin genel sessizliğine karışır, evde huzur bulmanın mümkün olduğunu umut ederken bile, gerçeklik hep soğuk ve uzak kalırdı.

 

Babamla görüş usulü tanışmış, hemen evlenmiş ve ben doğmuştum. Babamla ilk tanışmaları ve aralarındaki ilişki, kısa sürede ciddiyet kazanmıştı. Düğünlerinin ardından ben doğmuştum; bu, hem annemin hem de babamın hayatına aniden giren bir değişiklikti. Babamla olan bu hızlı evlilik, bizim için alışkanlık haline gelmiş bir düzeni, huzuru ve beraberliği asla getirmedi. Bu kısa süre içinde kurulan ailem, çoğu zaman bir gölge gibi üzerimizde duruyordu; her şey, bir zorunluluk, bir yük gibi hissediliyordu.

 

Aşk evliliği değildi. Ailemde aşkın izlerine rastlamak neredeyse imkansızdı. Evlilikleri, ne romantizmin ne de bağlılığın izlerini taşıyordu. Babam ve annemin arasındaki ilişki, sadece bir zorunluluk ya da sosyal anlaşma gibi görünüyordu.

 

Aşkla başlayan o evliliklerdeki sıcaklık yoktu. O evliliklerde görülen sıcaklık ve samimiyet, bizim evimizde bulunmuyordu. O sıcaklık, bir zamanlar olan, fakat şimdi yalnızca bir hatıra gibi kalmıştı. Evin içinde her şey soğuktu; her şey, bir tür mesafe ve donuklukla örülmüş gibiydi.

 

Çok soğuktu bu ev. Titretirdi. Ev, her köşesiyle soğuk ve cansızdı. Duvarlardaki soğuk renkler ve her bir odadaki sessizlik, içimi titretirdi. Her şey, bana sürekli bir soğukluk ve yabancılık hissi verirdi.

 

Yine de kimse bir şey demezdi. Bu soğukluk ve yabancılık, evin içinde normalleşmişti. Kimse bu durumu sorgulamaz, kimse sesini yükseltmezdi. Herkes bu soğukluğa ve hissizlik ortamına sessizce alışmıştı.

 

Herkes bu evciliğe ayak uydururdu.

 

Annem sabahları erken kalkar, hemen üstünü giyinir ve kahvaltıyı hazırlardı. Bu rutin, her gün aynen tekrar ederdi. Günün ilk saatleri, genellikle sessizlik ve alışkanlıklarla dolu olurdu.

 

Kahvaltı soframızda konuşacak fazla şey bulunmazdı. Yemekler yenir, fakat aramızda pek bir konuşma olmazdı. Sessizlik, bu anların en belirgin özelliğiydi. Herkes, kendi düşünceleriyle meşguldü, konuşmak bir lüks gibi görünüyordu.

 

Evimizde genelde suskunluk hakimdi. Konuşmalar nadiren olurdu ve genellikle zorunluluktan ya da kısa, yüzeysel sohbetlerden ibaretti. İletişimimiz, duygulardan çok gereklilikler üzerine kurulu gibiydi.

 

Annemi her gün bu evin karanlıklarına karşı savaşırken hatırlıyorum. İşe mutfaktan başlardı, her sabah. Mutfak, gölgelerin arasına sıkışmış bir mekân, kısık bir ışık altında sessiz bir mücadele alanıydı. Bulaşıkları yıkarken elleri, soğuk ve sert suyun altında titrermiş gibi görünürdü. O anlarda, zamanın yarattığı yorgunluk ve geçmişin ağırlığı, suyun yumuşak köpüğünde erir gibi olurdu.

 

Bulaşıklar yıkandıktan sonra, annem evi temizlemeye geçerdi. Mutfaktan sonra yemek odası. Orası, yemeklerin kokusu ve zamanla biriken tozlarla kaplıydı. Her köşeyi titizlikle temizlerken, odanın eski solgun havasını yok etmeye çalışırdı. Yemek odasında, masa örtüsünün yıpranmış kenarları ve sandalyelerin çatlamış deri kaplamaları, yılların yorgunluğunu taşıyordu.

 

Ebeveyn odasına geçtiğinde, o oda da eski bir zaman diliminden kalma gibiydi. Yatak, kalın bir toz tabakasıyla kaplıydı ve örtüler, yılların getirdiği ağır izleri taşıyordu. Merdivenlere adım attığında, her basamak eski zamanların yükünü hissedilen bir çığlık gibi yankılanırdı. Merdivenlerin gıcırdayan sesleri, geçmişin bozuk anıları gibi aklımda kalmıştı.

 

Üst kata çıkarken, karanlık daha da yoğunlaşıyordu. Boş oda, kullanımdan kalkmış, zamanın içine hapsolmuş gibiydi. İçindeki eski eşyalar, yılların birikmiş hüzünlerini saklıyordu. Annem, bu karanlık ve bozuk eşyaların arasına her gün bir umut koyarak temizlik yapardı, ama her şeyin ötesinde, evin derinliklerine sinmiş eski hüzün, hiçbir temizlikle silinemezdi.

 

Annem asla bodrum katına inmezdi. Orası onu korkuturdu. Lafını bile açmamı istemezdi.

 

Annemin ailesinde, her kadına sadece bir kız çocuk düşerdi. Aile efsanelerine göre, bu kural sıkı sıkıya bağlıydı. Her kadının, çocuk sayısı bu sınıra ulaşmadan, evlenip kendi yuvasını kurması gerekirdi. Bu gelenek, köklerine sımsıkı bağlı bir düzenin parçasıydı ve aile büyükleri tarafından titizlikle korunurdu. Çoğu insan bu kuralı anlamsız bulsa da, köyün eski geleneklerine göre, bu durum hayatın bir parçası olarak kabul edilirdi.

 

Annemin annesi, bu kurala karşı koyamayanlardan biriydi. Katı bir eşin gölgesinde, acı dolu yıllar geçirmişti. Eşi, ailenin tüm geleneklerini sıkı sıkıya koruyan, sert ve soğuk bir adamdı. Bu zor hayat koşullarında, annemin annesi, yedi kez doğum yaptı. Yedi çocuk, her biri birer birer dünyaya geldi: altı erkek, annemin ise en son doğurduğu ise tek kız çocuğuydu. Her çocuk, katı baba figürünün gözünde bir yük gibi görünüyordu. Annem, bu büyük ailenin en küçüğü ve en az sevileni olarak, üzerindeki yükün farkındaydı. Yıllar sonra, annemin acı dolu çocukluğunun izleri, evin her köşesine sinmişti; evin sessizliğinde, geçmişin hüzünleri hâlâ yankılanıyordu.

 

Annem, evlendikten kısa bir süre sonra beni dünyaya getirdi. Evliliğin ilk yıllarında, çocuk sahibi olmanın verdiği umutla doluydular. Ancak babam, bir tane de erkek çocuk sahibi olmayı arzuluyordu. Bu arzu, evde sürekli bir çocuk yapma çabasıyla kendini gösterdi. Annem, her defasında bu beklentileri karşılamak için mücadele etti; ama sadece ben doğdum.

 

Doğumdan sonra, annemin adetleri kesildi. Bu, onları derinden sarsan bir gelişmeydi. Doktora başvurdular; fakat doktorlar, bu durumun nedenini anlamakta güçlük çekti. Tüm tıbbi testler ve muayenelerle, yine de bir sonuca varılamadı. Nihayetinde, annemin rahminde çözülemeyen bir sorun olduğu ve artık bebek sahibi olamayacağı öğrenildi.

 

Bu haber, zaten soğuk ve mesafeli olan aile ilişkilerini daha da uzaklaştırdı. Babamın hayal kırıklığı ve annemin çaresizliği, evin duvarlarına yansıyan sessiz bir gerginliğe dönüştü. İlişkileri, hastalığın gölgesinde daha da soğuyarak, içlerindeki boşluğu daha belirgin hale getirdi. Ev, bu yeni gerçeğin ağırlığı altında daha da grileşti, geçmişin anıları ve mevcut mutsuzluk, her köşede yankılanıyordu.

 

Babam, eve daha az ve geç gelmeye başladı. Evde bulunma süreleri azalmıştı; ama bu, onun bir başkasıyla birlikte olmasından kaynaklanmıyordu. Ya işinin yoğunluğu vardı, ya da annemi görmek istemediği için evden uzak kalmayı tercih ediyordu. Beni de görmektense, evde kalmayı tercih etmiyordu. Bana baktığında, annemin yüzünü görüyordu, bu yüzden benim varlığım da ona yük gibi geliyordu.

 

Akşam yemeklerini her zaman erken hazırlar, akşam yemeği saati geldiğinde ise, yemeği tekrar ısıtır ve sofraya koyardı. Boş zamanlarında, kendi yatağının üzerine oturur, gözlerini neredeyse boş bir şekilde yere dikerdi. Bu anlarda, odanın karanlık köşelerinden gelen sessizlik, yavaşça onu sarar gibi olurdu. Yatakta otururken, zaman zaman kendi kendine fısıldar gibi konuşur, bazen de görünmeyen birine seslenir gibi gözleri odanın köşelerine kayardı. Sesinin derinliği, odanın boşluğuna karışır, huzursuz bir yankı oluştururdu. Her sözcüğü, sanki odanın soğuk duvarlarına çarpıp geri dönüyor gibi, tüyleri diken diken eden bir melankoliye bürünürdü.

 

Ona baktığımı fark ettiğinde, gözlerini büyük bir şekilde açar, adeta dehşet içinde bana bakardı. Yüzündeki ifadesi, korku ve endişenin karışımıydı, sanki bir tehlikenin farkına varmış gibi titreyen gözleriyle bana bakardı. "Onları kızdırıyorsun," derdi, sesi titrek ve korkulu bir tonda. Ancak asla kimi veya kimleri kızdırdığımı söylemezdi; bu belirsizlik, konuşmasının etrafında bir gölge gibi dolaşır, anlamını belirsizleştirirdi. Gözlerinde, içsel bir çatışmanın derin izleriyle, sanki bu tehditlerin kim olduğunu ve nedenini bir sır gibi saklamaya çalışırdı.

 

Ve bazen, nadir de olsa, bana ninni söylerdi. Sesinin güzelliği tartışılırdı; melodisi, huzur veren bir tınıdan çok, gizemli ve korkutucu bir yankı taşıyordu. Bu ses, karanlık bir ormanın derinliklerinden gelen fısıldayan bir rüzgar gibi, içimde bir ürperti uyandırırdı. Yine de, kucağına uzanıp saçımı okşayan elini kafamda hissettiğimde, ninninin her notasında bana birazcık da olsa şefkat gösterildiğini düşündüğümde, bu küçük şeyler bile bir nebze olsun rahatlama sağlardı. Ama bazen, o ninniler, içimi en çok saran korkunun kaynağı olurdu. Annesinin şefkatli maskesi altında saklanan, bilinmeyen bir korku, ninnilerin sözlerinde ve melodisinde kendini gösterir, uykuya geçerken bile arkamda bile bir karanlık gölge gibi takip ederdi.

 

☽☾  ☽☾  ☽☾  ☽☾  ☽☾ ☽☾  

Güneş, her zamanki gibi parlak ve sıcak ışıklarını yayarken, yazın gelişi her şeyde kendini hissettiriyordu. Havalar, sıcak bir havanın sarhoş edici etkisiyle, ağır ve bunaltıcı hale gelmişti. Bahçemizde çiçekler, tıpkı bir tablonun canlanan renkleri gibi açmaya başlamıştı; narin yapraklar ve canlı renkler, güneşin altında parıldıyordu. Her şey, doğanın uyanışını ve yazın verdiği neşeyi yansıtırken, evimizin duvarları arasında eski alışkanlıklar ve gizli gerilimler değişmeden kalıyordu.

 

Odamda, kendimi kitapların dünyasına kaptırmışken, zamanın nasıl geçtiğini anlamakta zorlanıyordum. Zaten yapacak pek bir şeyim yoktu, bu yüzden saatlerce sayfalar arasında kaybolmak alışkanlığım haline gelmişti. Ama içimde, huzursuz edici bir gariplik vardı; gölgeler, bana sessizce, "Bugün farklı olacak" diye fısıldıyordu. Bu sinsi çağrı, derinlere kök salmış bir endişe gibi içimi kemirirken, çok üstünde durmak istemedim. Yalnızca kendimi kitaplarıma kaptırarak, bu belirsiz ve ürkütücü histen kaçmaya çalıştım.

 

O sırada annem, alt kattan adımı seslenmişti. Kitabımı hızlıca şifonyere koyarak, merdivenlerden aşağı indim. Evin eski ama yeni temizlenmiş ahşap merdivenleri, her adımda hafifçe gıcırdayarak, karanlık bir sessizlik içinde yankılandı. Annem, mutfakta, o her zamanki durağanlığında işine gömülmüştü. O eski taş zemin üzerinde bir parıltı arıyor gibiydi; ama ben onun arkasında gizlenen karanlık düşünceleri asla bilmezdim.

 

Elleriyle bulaşıkları yıkıyordu, suyun köpüğü parıltılı bir şekilde havada dans ediyordu. O an, ilk kez onu mırıldanırken görmüştüm; melodik, hafif bir şarkı gibi fısıldıyordu kendine. Yüzünde, neredeyse huzurlu bir gülümseme belirmişti. Bu, onu her zamanki karanlık yüzünden uzaklaştıran nadir bir an gibiydi. O an, içimde garip bir huzur dalgası yayıldı, ama bunun ne kadar gerçek olduğunu bilmek zordu.

 

Bu, benim için farklı bir şeydi. Onu böyle gülerek görmek, alışık olduğum şeylerden değildi. Sessizce, yerimde kalakaldım; gözlerim, annemin yüzündeki nadir gülümsemeye takılı kalmıştı. Bu anın, sıradan bir günün parçası olmasına rağmen, içimde derin bir yankı uyandırmıştı. Her şey sanki aniden farklı bir hale gelmişti, ama bu farklılık ne kadar kalıcıydı, bilemiyordum.

 

Beni görünce, gülümsemesi büyüdü. Elini, askıya asılmış havluya silerken, sevecen ve sıcak bir şekilde bana baktı. “Kızım,” dedi, sesi bir an için samimi ve yumuşak bir tını taşıdı. Bu basit kelime, yıllardır aradığım bir yakınlık ve şefkat hissini bir anda uyandırmıştı, ama bu duygunun geçici mi, yoksa kalıcı mı olduğunu kestiremiyordum.

 

Gözlerim kocaman açılmıştı, ve annemin bunu fark ettiğini görünce, gülümsemesi daha da genişledi. “O surat ne, çiçeğim?” diye sordu, sesi hâlâ neşeyle doluydu. “İlerideki evlerde oturan Lantesy Hanım’ın oğlu uğradı. Evlerindeki elma ağacı büyümüş, istediğimiz zaman oradan elma alabileceğimizi söyledi,” dedi.

 

Bir yandan bıçak çıkarırken, diğer yandan masaya un, şeker, kabartma tozu gibi malzemeleri diziyordu. “Gidip onlardan beş elma alabilir misin? Elmalı pasta yapacağım,” dedi. Gülümsemesi ve mutlu hali, yüzünde alışık olmadığım bir sıcaklık ve canlılık taşıyordu.

 

Hafifçe yutkunarak, “Tamam” diyebildim. O kadının bir oğlu var mı bilmiyordum bile. Evden dışarı çıktığımda, hâlâ olayın etkisindeydim. Mahallede yürürken, etrafımdaki bazı insanların sesleri ve hareketleri sanki uzak bir eko gibi geliyordu. Aklım sürekli annemdeydi; belki de, o günkü gülümsemesiyle, içindeki karanlığı bir nebze olsun unutmuştu, diye düşündüm. Yürürken, içimdeki bu umut kıvılcımıyla yavaşça adımlarımı attım.

 

Bayan Lantesy'nin evine vardım. Küçük, tatlı bir evdi; bahçesi geniş ve bakımlıydı, fakat ağaçsızdı. Muhtemelen, elma ağacı arka bahçedeydi. Evdeki sessizlik, her şeyin yerli yerinde olduğunu hissettiriyordu. Elma ağacını bulmak için içeri girmem gerekiyordu.

 

Düşünmeden edemedim; annemle Bayan Lantesy arasında neredeyse hiç iletişim olmazdı.

 

Evin kapısını hafifçe tıklattığımda, karşımda Bayan Lantesy’nin soğuk bakışlarıyla karşılaştım. Kapı açıldığında, yaşlı kadının buruşmuş yüzü ve keskin hatları hemen dikkatimi çekti. Gözleri, ifadesiz ve sert bir şekilde üzerimde gezindi. "Rahatız ettiğim için özür dilerim," dedim, sesim titrek ve kısıktı. Ancak Bayan Lantesy'nin gözleri, hoşnutsuzlukla dolu, derin ve sarkık kapaklarının arkasında gizlenen soğuk bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki, beklenmedik bir misafirin gelişi ona sadece zahmet vermişti.

 

“Neden buradasın?” diye sordu, sesi hafif sinirli bir tonda yankılandı. Gözleri, kaşlarının altından kıvrılmış ve şaşkın bir ifade takınmıştı. Kafam karışmıştı; oğlunun bize elma alabileceğimizi söylediğini, bu yüzden buraya geldiğimi sanıyordum. "Elma..." diye mırıldandım, ama sözümü kesmeden önce Bayan Lantesy'nin kaşları iyice çatıldı ve ağzının kenarında beliren hafif bir iğrenme ifadesi belirdi.

 

"Ne? Duyamıyorum, yüksek konuş," dedi, sesi giderek daha da sinirli bir hale geliyordu. Gerildim, ellerim titremeye başladı. "Oğlunuz... elma alabilirsiniz diye geldi bize..." diye mırıldanabildim, "Annem, elma almam için beni gönderdi." Sesim neredeyse bir fısıltı gibi kalmıştı, Bayan Lantesy'nin sert bakışları altında.

 

Kadının sinirli ifadesi bir anda yok oldu ve yerine kafa karışıklığına dönüştü. "Ne diyorsun kızım?" diye sordu, kaşlarını hafifçe çatmıştı ama bu sefer daha az sertti.

 

"Ne...?" diye mırıldandım, "Haberiniz yok muydu?"

 

Kadın, gözlerini daraltarak bana baktı, sanki bir şeyleri çözmeye çalışıyormuş gibi. "Bir şaka falan mı bu?" diye sordu, sesi gergin ama belirsizdi.

 

Anlamıyordum.

 

Kapının arkasında hafif bir rüzgar esiyordu, ve Bayan Lantesy'nin yüzündeki sinirli ifadeyi değiştirirken hissettiğim soğuk, içimi ürpertiyordu.

 

"İsterseniz sonra gelebilirim..." diye geveledim, fakat kadın sözümü sertçe kesti.

 

"Elma alacaksan al da..." dedi, bir an duraksayarak kafasını salladı. "Ama kızım, benim oğlum yok ki?" diye bitirdi. Sesi titriyordu ve yüzündeki kaşları hâlâ biraz çatık kalmıştı. Şaşkınlığı, elma almak için gönderildiğim bu yerin, beklediğimden çok farklı olduğunu gösteriyordu.

 

Ayaklarım, kapının önünde olduğu yerde donmuş gibi kaldı. Sanki zaman bir anlığına durdu ve her şeyin ardında bir sessizlik yayıldı. Ne demişti Bayan Lantesy?

 

"Ne...?" diye mırıldandım, sesim ince bir titremeyle doluydu. "Ama annem eve geldiğini söyledi—" dedim, sözlerim kesik kesik, korku ve belirsizlikle dolu.

 

Bayan Lantesy, kafasını sallayarak, "Belki annenin kafası karışmıştı," dedi. Sesindeki sertlik yavaşça yerini bir tür üzülmeye bıraktı.

 

O an, bir içsel aydınlanma yaşadım. Anlamıştım ki, benim annem farklı bir gerçeklikte yaşıyordu, kendi iç dünyasında kaybolmuştu. Kafasında beliren şeyler, gerçeklikle pek bağlantılı değildi. Ama bir şeyi biliyordum: Annem asla yalan söylemezdi. Onun sözleri, karmaşık ve karışık olsa da, her zaman dürüst ve samimiydi.

 

Koşmaya başladım. Nasıl koştum, ne zaman başladım ya da ne zaman bitti, hiçbirini hatırlamıyordum. Sadece, mahallenin sokaklarında hızla ilerlerken, aklımdan geçen tek şey, annemin evde, mutfakta, güvende olduğunu görmekti. Adımlarım, kalbimdeki kaygıyı bastırmaya yetmiyordu; tek bir düşünce vardı: Annemi güvenli bir şekilde, eski huzurlu haliyle görmek. Her köşe başında, her arka bahçede, her kapı önünde annemi bulmaya çalışarak, içimdeki korkunun gölgelerinden kaçıyordum.

 

Bazı kişiler, gözlerini bana dikmiş, şaşkın ve endişeli bakışlarla üzerimdeki garipliği çözmeye çalışıyordu. Sanki bir tür delilik rüzgârıyla savruluyormuşum gibi. Ama onların bakışları, yaşadığım gerilimi ve içimdeki kargaşayı gölgede bırakıyordu. Tek yapmam gereken, eve gitmekti.

 

Sokaklardan geçerken, gökyüzü mavi bir örtü gibi şehrin üstüne serilmişti. Güneşin ışınları, eski binaların kirli duvarlarına yansıyor, bunaltıcı bir sıcaklık yayıyordu. Ağaçların yaprakları, yer yer sararmış, kurumuş, mevsimin etkilerini taşıyordu. Çöp kutularının etrafında dağınık poşetler rüzgarla savruluyor, bazı evlerin önündeki bahçeler ise tıkanmış ve unutulmuş gibi görünüyordu. İnsanların konuşmaları, çocukların kahkahaları, birbiriyle çekişen köpekler... Tüm bu sesler, uzak bir melodi gibi kalıyor, içimdeki endişeyi bastıramıyordu.

 

Koşarken, evlerin pencerelerindeki ince perdelerin arkasında, yaşamın sıcacık izlerini görebiliyordum. Kimisi pencereyi açmış, kimisi ise yalnızca aralık bırakmıştı. Hüzün ve belirsizlik arasında, bu evler bir tür sığınak gibi duruyordu. Her adımda, hızla ilerleyen ayaklarım, sokakların taşlarını vurguluyor ve yorgun bir solukla sonuca ulaşmaya çalışıyordum. Tek hedefim, annemin güvenli olduğunu, eski huzur dolu mutfakta, rutin işlerini yaparken bulmaktı. Bu umudu, içimdeki korkunun önüne geçmeye yetiyordu.

 

Eve yaklaştığımda, gözlerim önündeki manzara karşısında donup kaldı. Önünde, yan yana sıralanmış polis arabaları ve ambulanslar vardı. Parlak kırmızı ve beyaz ışıklar, geceyi gündüze çeviren bir aciliyet duygusu yayarak sokakları aydınlatıyordu. Babamın arabası, diğer araçların yanında, alışılmış düzeninin dışındaydı; onu tanıdığım an, içimdeki korku daha da derinleşti.

 

Koşmayı kestim, adımlarımı yavaşlatıp, titreyen bacaklarımla evin kapısına doğru yaklaştım. Kapı, yerinden çıkmış gibi açık duruyordu. Rüzgar, kapının aralığından içeriye girip odanın soğuk sessizliğinde dans ediyordu. Kapının kenarındaki eski boyalar, zamanla dökülmüş ve ahşap yüzeyin altındaki doğal desenleri ortaya çıkarmıştı. Evin içine adım attığımda, serin ve keskin bir hava karışıyordu. Her şey, beklenmedik bir sessizlikle doluydu.

 

Evin girişine yaklaşırken, dışarıda ve içeride birkaç polis olduğunu fark ettim. Arka planda, polislerin ceketleri ve flaşlarının titrek ışıkları, karanlığın içinde keskin bir kontrast oluşturuyordu. Kapının eşiğinde, gergin ve resmi bir tavırla durarak işlerini yapmaya çalışan polis memurları vardı. İçeriye adım atmak üzereyken, bir polis memuru hızla yanıma geldi ve kibar ama kesin bir tavırla beni durdurdu.

 

“Afedersiniz, ama giremezsiniz,” dedi, sesindeki otorite belirgin bir şekilde hissediliyordu.

 

Başımı hafifçe eğip, sesimi yavaş bir titremeyle yükselttim. “Burada oturuyorum…” diye mırıldandım, kelimelerim adeta boğazımda takılmış gibiydi. İçimden, bu gerilimin ne kadar sürdüğünü ve bu kişinin beni nasıl anlayacağını umuyordum. Kalbim, içeri girmek ve annemin güvenliğini görmek için çırpınıyordu.

 

Adamın yüzünde bir an için hüzün belirdi; gözlerinde, acının ve üzüntünün izleri ortaya çıktı. Sanki bir şeyler hissetmiş ve bu küçük kızın yaşadığı kargaşayı derinlemesine anlamış gibiydi. O tepkiyi asla unutmamıştım. Yüzündeki o geçici acıma ifadesi, yıllar sonra bile hafızamda taze kalmıştı. O an, bir yabancının bana duyduğu bu kısa süreli acı, karanlık ve belirsizlik içinde bir nebze olsun yumuşaklık sunmuştu.

 

Polisin bir şey demesine izin vermeden, evin içine daldım. İçeride, birkaç sağlık çalışanı ve polis vardı, görevlerinin gerektirdiği ciddiyetle hareket ediyorlardı. Yavaşça mutfak kapısına yöneldim. İçeri adım attığımda, gözlerim, o anı hafızamda sonsuza dek taşımak zorunda kalacağım görüntülere takıldı. Keşke o gün, mutfağa bakmasaydım. Orada gördüğüm manzara, yaşadığım her şeyden çok daha karanlık ve ürkütücüydü; yıllar boyunca, o anı hatırladıkça, içimi saran derin bir acı ve korku bırakmıştı.

 

Annem, tavanda asılıydı. Güzel soluk boynunu morartan iplerle dolamış, ayakları havada askıda kalmıştı. Gözleri açıktı; bana bakıyordu. O boş ve donuk bakışları, içimi saran bir dehşet dalgası gibi üzerime çökmüştü. Işıksız gözleri, sanki bu dünyadan tamamen ayrılmış ama hala beni izliyor gibi görünüyordu. O an, zaman durdu; yalnızca o korkunç görüntü ve kalbimi sıkan derin sessizlik vardı.

 

Çığlık bile atamadım. Ağlayamadım bile. Tepki veremedim. Sanki içimde bir boşluk vardı, duygularım donmuş ve her şey yavaşlamıştı. O an, sadece o dehşet verici manzarayı izlemekle kalakaldım; kalbim ağrıyor, ama hiçbir şey hissedemiyordum. Yalnızca gözlerim, tavanda asılı olan annemi görmekten başka bir şey yapamıyordu.

 

Titrerken, gözüm yanda duran sandalyede oturan bir adama kaydı. Adamın kafası, ellerinin içinde sıkıca gömülüydü; titriyordu ve gözyaşları ellerinin arasından süzülüyordu. Sanki bir kriz geçiriyordu. O an, adamın babam olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yüzündeki acı ve çaresizlik, her şeyin çok geç olduğunu anlatan sessiz bir çığlıktı.

 

Kafasını kaldırdığında, gözleriyle beni fark etti. Hiç ağlamayan, sessiz ve boş bakışlarımla, gözlerinde bir anlık şok ifadesi belirdi. Yüzündeki acının ve pişmanlığın derinliği, bana bakarken yaşadığı çaresizliği yansıtıyordu. Aniden, aramızdaki sessizlik her şeyi anlattı.

 

O anın nasıl geçtiğini bilmiyorum. Gözlerimi bir an kapadıktan sonra, tekrar açtığımda, babamın birkaç polis tarafından tutulduğunu gördüm. Elindeki bıçak yere düşmüş, gözleri ise bana nefretle bakıyordu. Hissettiğim şok ve dehşet, gözlerimin önünde beliren bu manzarayı anlamama engel oluyordu.

O an, babamın nefretle bağıran, zehirli sesi kulaklarımda çınlıyordu. "Benim kızım değilsin sen!" diye haykırıyordu, her kelimesi öfkeyle doluydu. "Nasıl ağlamazsın? Nasıl için acımaz!" Sözlerinin arasında, acı ve öfke karışımı bir ağlama sesi vardı. Elindeki bıçak yere düşerken, babam da dizlerinin üstüne çökmüş, kendini kaybetmişti. O an, içimdeki boşluk ve dehşet, onun gözlerindeki nefretle birleşip bir kara delik gibi yutmuştu beni.

 

Annem intihar etmişti. O, bu dünyadan göçerken, geride sadece bir boşluk bırakmamıştı; aynı zamanda ailemizi de paramparça etmişti. Arkasında, kendisini o kadar derin bir acıya sürükleyen bir baba ve her geçen gün ışığı sönen, cansız bir kız bırakmıştı. Babam, kızına bakmaya dayanamayan, hüsranla yoğrulmuş bir ruh olarak kalmıştı; ben ise, gitgide solan bir mum gibi, içimdeki ışığı yavaşça yitirerek kalmıştım.

 

Polisin mırıldandığını duydum, “Zavallı kız,” diyordu. Bu sözler, etrafımdaki sessizliğe karışmıştı. Diğer polisler de benzer şekilde konuşuyordu. “Annesi gitti, babası da şimdi ondan nefret ediyor,” diyorlardı. Her kelime, içimdeki boşluğu ve yalnızlığı daha da derinleştiriyordu.

 

“Susun,” diye fısıldadım, sesim titrek ve sessizdi. “Lütfen susun.” İçimden yükselen bir isyan vardı. “Bana acımayın,” dedim.

 

“Daha öz annem ve babam bana acımamışken…”

  

Loading...
0%