@avery_fonce
|
Avery, arabanın en arka koltuğunda oturuyordu. Düşünceleri, dışarıda akıp giden manzaranın ötesinde, derin bir karanlık kaygıyla doluydu. Camdan dışarı bakarken, şehrin gürültüsünden uzak, açık alanların büyüsü ona huzur vermek yerine içindeki kargaşaları daha da derinleştiriyordu. Etrafındaki çayırlık, yemyeşil otlaklar ve nazikçe dalgalanan yapraklar, sanki bir masal dünyası sunuyordu; ama bu huzur verici görüntü, onun ruhundaki fırtınayı kapatamıyordu. Sanki her bir yaprak, kaybolmuş bir hayalin yankısını taşıyor gibiydi ve Avery, bu görkemli doğanın ortasında bile kendini yalnız hissediyordu.
Etrafında tek bir insan yoktu; yalnızca uzaktan beliren çiftçilerin siluetleri, hayvanlarını otlatırken zamana meydan okurcasına sakin hareket ediyordu. Rüzgârın hafifçe savurduğu çiçekler, yol boyunca açan, albenili bir renk paleti oluşturuyordu. Bu huzur dolu manzara, içindeki sıkıntıyı daha da belirgin hale getiriyordu; güzellik, karanlığın gölgesinde kayboluyordu. Yolda neredeyse hiç araba yoktu; sessizlik, derin bir uçurum gibi etrafını sarmalamıştı. Oxford’a doğru ilerliyorlardı, ama bu yolculuğun getireceği belirsizlik, ona kaybolmuş bir hayalin peşindeymiş gibi hissettiriyordu. Her şey sakin görünse de, içindeki tufanın sesi gittikçe yükseliyordu.
Arabayı Rayne sürüyordu; gözleri yolda, dikkati tam olarak önündeki yolda belirmişti. Ciddiyetle yola odaklanmıştı, ama zaman zaman aynadan Avery'i göz ucuyla takip ediyordu. Genç kız, başını arabanın camına yaslamış, dışarıda akan manzarayı sessizce izliyordu. O an, dünya dışındaki her şeyin geçici olduğunu hissediyordu; çiçeklerin renkleri ve boş yollar, onun için yalnızca birer arka plan gibiydi. Rayne'in yanındaki duruşu, hem güven veriyor hem de içinde beliren istikrarsızlık ile çatışıyordu. Camın üzerinden dışarıya bakarken, düşünceleri zifirî karanlığa dalıyordu; sanki dışarıda her şey normalmiş gibi görünse de, içeride daha korkunç şeyler vardı.
Rayne, araçtaki sessizliği boşa çıkarmak için boğazını temizledi; sesi, içindeki gergin havayı biraz olsun kırmak için bir çaba gibiydi. "Oxford'un daha sakin yerlerindeyiz. Şehir bölgesine birazdan geliriz," dedi, sesinde hafif bir rahatlık arayışı vardı. Avery, bu sözlere yanıt vermedi; gözleri hala dışarıdaydı, fakat zihninde yankılanan düşüncelerde kaybolmuştu. Rayne ise, pes etmeyi düşünmüyordu. Sessizliğin ağır bastığı anlarda bile, onunla iletişim kurmaya çalışarak gerilimi dağıtmak istiyordu; ancak Avery’nin suskunluğu, aralarındaki mesafeyi daha da derinleştiriyordu.
"Fakat burası da güzel," dedi Rayne, konuşmanın akışını sürdürmek için kendine bir yol bulmaya çalışarak. "Çocukken Oxford'da yaşıyordum. Güzel günlerdi." Sözleri, geçmişin sıcak anılarına dalıp gitmesine neden oldu. O an, yüzünde beliren hafif bir gülümseme, nostaljinin ağırlığını taşıyordu.
Avery, bu hatıraların onun için bir anlam ifade etmediğini düşündü; geçmiş, Rayne için ne kadar değerli olsa da, ona sadece karanlık ve kaybolmuş anılar hatırlatıyordu. Rayne’in sesindeki melankoli, aralarındaki sessizliği daha da derinleştirirken, Avery hala dışarıdaki manzaraya odaklanmıştı; ama içindeki solmuş çiçek, her yeni anıyla birlikte büyüyordu.
Avery'nin gözleri, Rayne'e hafifçe kaydı; bir merak dalgası içinde, içindeki soruları yüzeye çıkarma cesareti bulmuştu. "Neden buraya geldin peki?" diye sordu, sesi hafif titrek ama kararlıydı. Rayne, bir süreliğine sustu; sanki sözlerinin ağırlığını düşünüyordu.
"Küçük kardeşimin kayboluşundan sonra, ailem London'a taşındı," dedi sonunda, sesi derin bir melankoliyle yankılandı. Bu cümle, aralarındaki sessizliğe acı bir dokunuş eklemişti. Avery, Rayne'in gözlerindeki kaygıyı fark etti; o an, yaşadığı kaybın, onun hayatında bıraktığı derin yaraları anlama fırsatı buldu.
Avery, bu açıklamayı duyunca içindeki soğuk bir ürpertiyle karşılaştı. "Şu an kız kardeşine gidiyorsak, üç kardeş miydiniz?" diye sordu, merakı gözlerinden okunuyordu. Rayne, başını hafifçe salladı. "Ben abiyim. Diğer ikisi ikizdi; biri kız, biri erkek."
Avery’nin aklında bir soru daha belirdi. "Erkeğin adı neydi?" dedi, sesi daha sert bir ton aldı. Rayne’in gözlerindeki derin boşluk, sanki bir zamanlar canlı olan anıların izlerini taşıyor gibiydi. Her kelime, geçmişin ağırlığını omuzlarına yüklerken, Avery bu yükün altında nasıl ezildiğini düşünmeden edemedi. Rayne, kardeşleri hakkında konuşurken, yüzünde beliren ifade karmaşık duyguların yansımasıydı; belki de hatırlamak, acıyı yeniden canlandırmaktan korkuyordu. O an anlamıştı, bu adamı hiç tanımıyordu.
Rayne’in yüzünde beliren küçük bir gülümseme, anıların sıcaklığını taşıyor gibiydi. "Jack," dedi, sesi hafif bir neşe tonuyla doluydu. "Ailedeki en pozitif kişi oydu."
Avery, bu sözleri duyunca hafifçe yutkundu; içindeki merakla birlikte bir çekingenlik belirdi. Birkaç soru daha sormak istiyordu ama bu derin sularda daha fazla yüzmeyi istemedi. Çizgiyi geçmekten korkuyordu. Rayne, onun tereddütünü fark etti. Kendi kaybını paylaşırken, Avery’nin içindeki endişeyi hissetmişti. Özellikle üç kız arkadaşı, yeni kaybolmuşken. Aralarındaki bu karşılıklı anlayış, her kelimenin arkasında gizli bir bağlantı oluşturuyordu.
"Sormak istediğin soru varsa, sor," dedi Rayne, sesi yumuşaktı. Avery’nin gözleri hafifçe ona kaydı; merakla birlikte bir tedirginlik de belirmişti.
"Bulunamadı mı... hâlâ?" diye sordu, kelimeleri yavaşça dökülen bir umut kırıntısı gibi görünüyordu. Rayne, bu soruya cevap vermeden önce derin bir nefes aldı; içindeki duygularla başa çıkmaya çalışıyordu.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Vücudunu bile bulamadılar," diye yanıtladı. Cümlesinin sonu, havada asılı kalan bir ağırlık bıraktı. Bu kelimeler, bir kaybın derin acısını ve belirsizliğini gözler önüne sererken, Avery’nin içinde bir soğuk rüzgârın esmesine neden oldu. Her iki taraf da kaybın yarattığı boşluğu hissediyordu.
"Nasıl kayboldu ki?" diye sordu Avery, sesi daha derin bir merakla titreyerek. Rayne, bu soruyu duyunca daha da ağırlaşmış hissetti; anılarının acı verici kesitleri gözlerinin önünde canlandı.
"Kız kardeşimle oynarken bir anda kayboldu," dedi, kelimeleri sanki bir yük taşıyormuş gibi dikkatle seçti. "Polisler aylarca onu aradı, ama bulunamadı."
Bu sözler, Avery’nin yüreğinde bir acı hissi uyandırdı. Kaybolmuş birinin izini sürmenin zorluğunu düşündü; zamanın geçişiyle birlikte belirsizlik sadece büyümekle kalmıyor, aynı zamanda kaybolanların anılarını da silip götürüyordu.
Avery, gözlerini kaçırdı ve tekrar camdan dışarıya bakmaya başladı; sorduğu için pişman olup olmadığını bilemiyordu. Manzaranın renkleri, bir nebze olsun kafasındaki karamsarlığı dağıtacak gibi görünse de, içindeki karmaşa devam ediyordu. Dışarıdaki çiçeklerin canlı renkleri, zihnindeki gri düşünceleri geçirecek kadar güçlü değildi.
Biraz sessizlikten sonra, Rayne yine konuştu. "Artık o kadar acıtmıyor," dedi, sesi bir nebze olsun rahatlamış gibi duyuluyordu. Bu sözler, kaybın getirdiği acının zamanla nasıl değişebileceğini fısıldar gibiydi. Ancak Avery, içindeki karanlık düşüncelerin henüz geçmediğini hissediyordu; belki de her kayıp, ardında bitmez bir soru işareti bırakıyordu. Rayne’in sözleri, geçmişin izlerini silmeye yetmese de, zamanın belki de her şeyi biraz hafiflettiğini gösteriyordu.
"Fakat..." diye devam etti Rayne, gözlerinde bir gölge belirdi. "Emma hâlâ atlatamadı. Yani... saklasa da, içinden hâlâ çok acıttığını biliyorum."
Rayne’in sesi daha alçak çıkmıştı, sanki bu gerçeği kabul etmek bile onun için ağırdı. Avery, adamın bu itirafında derin bir üzüntü sezdi; insanın en yakınlarının bile içlerinde taşıdığı acıyı fark edememenin getirdiği çaresizlikti bu. Camın arkasındaki doğa, kendi döngüsünü sürdürürken, Rayne’in sözleri, sessizlikte daha da yankı buluyordu.
Avery, cevap vermedi; Rayne’in sözlerini duyarken içindeki tedirginliği bastırmaya çalıştı. Zorla onu ‘tedavi’ edecek kadının üzgün hayat hikâyesini dinlemek istemiyordu. Kendini yorgun ve tükenmiş hissediyordu. Tek istediği, kendi evine dönüp, okuluna gitmek ve tüm bunları unutmaktı.
Eğer herkes ona sorunlarını sorarsa, o nasıl unutacaktı? Bu düşünce, zihninde bir kabus gibi dolaşıyordu. İçinde biriken acıları ve karmaşayı geride bırakmak, dış dünyadan kopmak istiyordu. Gözleri dışarıdaki manzarada kaybolmuşken, yaşadığı her şeyin, bu yolculuğun ağırlığını artırdığını hissediyordu. Bir çıkış ararken, Rayne’in ona açtığı kapıdan geçmek istemiyordu; ona yalnızca kendi derdinin peşinden koşma isteği veriyordu.
Avery’nin aklında, o kızların cayır cayır yanmaları, çığlıklarının yankısı ve kanlarının sıcaklığı bir kabus gibi belirmekteydi. Ateşin dans eden alevleri, derilerini kavururken, gözlerindeki korku ifadesi ve çaresizlik, zihninde sürekli döngü halinde dönüyordu. O anların acısı, etlerinin kıvranışlarıyla birleşerek, zihninin karanlık köşelerine kök salmıştı.
En önemlisi ise, o adamın soğuk siyah gözleriydi; derin, dipsiz bir kuyu gibi. Bu gözler, içindeki insani duygulardan tamamen arınmış, yalnızca bir av peşinde koşan bir canavarı yansıtıyordu. O gözlerdeki boşluk, adeta ruhunu tüketen bir karanlık gibi Avery’nin içini ürpertiyle dolduruyordu. Her hatırlayışında, o gözlerin kendisine baktığını hissetti; sanki ruhunu çekip almak için bekliyordu. Bu anılar, hayatının en korkunç karanlıklarıyla birlikte, içindeki huzursuzluğu daha da derinleştiriyordu.
Avery, bu karanlık düşünceler tarafından boğulurken, araba birden durdu. Rayne’in sesi, derin düşüncelerinin içinde yankılandı. "Geldik," dedi, sesi belirsiz bir rahatlık taşıyordu.
O an, Avery anlamıştı; çoktan hastaneye gelmişlerdi. Gözlerini camdan ayırarak dışarı baktı. Hızla geçip giden manzaranın yerini, soğuk ve resmi hastane binaları almıştı. İçindeki gerginlik bir anlığına dağıldı, ama yine de zihninde o korkunç görüntüler canlanmaya devam ediyordu.
Hastanenin gri, kasvetli duvarları, bir tür gerçekliğe dönüşmüştü; artık kaçış yoktu. Rayne’in yanında durması, bir koruma hissi yaratmaya çalışsa da, Avery’nin içinde büyüyen kaygı hala taze kalmıştı. Gözleri, hastanenin kapısındaki bekleyişi izlerken, geleceğin belirsizliğine karşı duyduğu korku yeniden yüzeye çıkıyordu.
Avery camdan dışarı bakarken, kocaman, görkemli bir bina belirdi. Şehrin tam içinde değil, biraz uzağında, küçük bir dağın eteğinde yükseliyordu. Katolik tarzında mimarisi, yüksek sütunları ve sivri çatısıyla dikkat çekiyordu; yaşının getirdiği izler, onu geçmişin derinliklerinden fısıldar gibiydi.
Bu binayı görünce içindeki bir şey kıpırdandı; tuhaf bir tanıdıklık hissi kapladı onu. Bina, sanki hayatında bir yere sahipti; onun hikâyesinin bir parçasıymış gibi görünüyordu. Hatta çevresindeki şehir bile ona tanıdık geliyordu. Ama Oxford’a geldiğini hatırlamıyordu; bu düşünce, içinde bir karışıklık yarattı. Geçmişin sisli hatıraları, beyninde yankılanırken, her şeyin bir yerden başladığı hissi daha da yoğunlaşıyordu.
Avery için burası, bir şekilde çok ama çok yakın geliyordu. Eskiden ailesiyle birlikte tatile geldiği bir yer miydi, yoksa başka bir anı mıydı bu? Hafızasında beliren bulanık görüntüler, belirsiz bir nostalji hissi yaratıyordu.
Ama içinden gelen bir ses, olayın bundan çok daha derin olduğunu fısıldıyordu. Bu tanıdıklık, yalnızca geçmişin izlerini taşımaktan öte, belki de daha karanlık bir bağlantı içeriyordu. Geçmişinin derinliklerinde gizlenmiş, unuttuğu bir sır mı vardı? Bu düşünceler, zihninde yavaşça yer etmeye başladı; kalbinin hızlı atışları, bu hissin doğruluğunu onaylar gibi çarpıyordu. Her şeyin ardında yatan gerçeği öğrenme arzusu, ona huzursuz bir merak getirmişti.
Rayne, sürücü koltuğundan hızlıca kalkarak Avery’nin kapısını açtı. Kız, önce bir an tereddüt etti; Rayne’in ani hareketi, içindeki kuşkuyu alevlendirmişti. Ancak derin bir nefes alarak, hafifçe koltuktan kalktı ve ayaklarını çimlere bastırdı. Bacakları hâlâ acıyordu fakat yürünemeyecek kadar değildi.
Ayaklarının altındaki yeşil, taze otlar, onu gerçekliğe geri döndürdü. Havanın hafif serinliği, içindeki gerginliği bir nebze olsun hafifletirken, etrafındaki manzara yine tanıdık bir huzur hissi yarattı. Ancak zihnindeki kuşkulu düşler, henüz tamamen silinmemişti. Çimlerin üzerindeki adımları, ona bu yeni yerin hem tanıdık hem de yabancı olduğunu hatırlatıyordu. Her adımda, geçmişinin pençelerini sanki tekrar canlanıyordu.
Etraf serindi; Londra’dan bile daha soğuk bir hava vardı. Avery, dışarıda olmanın verdiği cesaretle çevresini daha dikkatli incelemeye başladı.
Bina, üzerinde yosun tutmuş taşları ve yaşlı ağaçlarıyla, geçmişin zorlu ve mutlu, aynı zamanda üzgün anılarını taşıyor gibiydi. Gözleri, havadaki nemin oluşturduğu ince sisin içinde kaybolan detayları aradı. Buradaki doğanın sessizliği, içindeki karmaşayı yavaşça bastırıyordu. Her şey, ona geçmişten fısıldarcasına tanıdık geliyordu; ama yine de bir şeyler eksikti. Dışarıda olmak, sükunet dolu bu anı biraz daha dayanılır kılmaktaydı, ama içindeki huzursuzluk hala yerindeydi.
Gerçekten de bulundukları yer, gotik tarzda inşa edilmiş, oldukça eski bir binaydı; görünümü, tarihsel izlerini taşıyordu. Yüksek duvarları, taşlardan yapılmış köşk gibi görünüyordu; her köşede, karmaşık detaylarla işlenmiş çıkıntılar ve sivri çatılar yer alıyordu. Bu yapının kasvetli havası, insanın içine işleyen bir korku yaratıyordu.
Hastanenin çevresi geniş bir alana yayılmıştı; çevredeki ağaçlar, karaçamların koyu yeşiliyle karışarak, gökyüzünü bile zorla görünür kılacak kadar sık duruyordu. Rüzgâr, ağaçların yapraklarını hışırdatarak, her anında bir fısıldama hissi uyandırıyordu. Bina etrafındaki çimlerin üzerinde yer yer sarmaşıklar, duvarları sararak, yapının doğayla birleşmesine neden olmuştu.
Uzaklarda, hafif bir dere sesi duyuluyordu; bu su sesi, çevredeki sessizliğe huzur katıyordu ama aynı zamanda eski zamanların kaybolmuş hatıralarını da hatırlatıyordu. Bu geniş alan, hem korunaklı hem de izole bir his veriyordu; burası, zamanın durduğu bir yer gibi, hem ürkütücü hem de bir tür gizem barındırıyordu. Avery, bu ortamda kendisini hem kaybolmuş hem de derin bir bağ hissettiği bir yerin parçası gibi hissetti.
"Bir süre burada kalacağından, etrafı gezmen için çok zamanın olacak," dedi Rayne, sesinde bir tür sabır vardı. Avery, bu fikri pek sevmese de karşı çıkmadı; içindeki huzursuzluk, itiraz etmesine engel oluyordu.
Rayne, hafifçe onu hastanenin girişine yönlendirdi. Adımları, taş zemin üzerinde yankılanırken, binaların karanlık silüetleri arasında kaybolmuş hissediyordu. Girişin kapısı, ağır ve gıcırdayarak açıldı; içeriye girdiğinde, soğuk havanın ardından, hafif bir sıcaklık hissetti. Ancak bu sıcaklık, kendisine herhangi bir rahatlama sunmuyordu.
Hastanenin içi, eski mobilyalarla döşenmiş, büyük pencerelerden süzülen ışıkla aydınlanıyordu. Duvarlardaki sarımsı tonlar, geçmişin izlerini taşıyor; her köşede, hayalet gibi hissettiren anılar barındırıyordu. Avery, içindeki huzursuzluğun artmasına engel olamazken, Rayne’in yanında olmanın ona bir tür koruma sağladığını da hissediyordu. Bu, geçmişle yüzleşmeye dair bir adım gibi geliyordu.
"Burası oldukça büyük fakat yalnızlık çekmene izin vermezler," dedi Rayne, ikisi de hastanenin girişine giden taş merdivenlerden çıkarken. Sözleri, soğuk havada yankılanarak etraflarına yayıldı.
Avery, bu cümleye karşılık vermedi; sessizliğini koruyarak, merdivenin sert taşlarına adım attı. İçinde bir deprem vardı; Rayne’in söyledikleri, ona hem bir teselli hem de bir tehdit gibi geliyordu. Yalnızlık, bu yerin derinliklerinde bir kenarda gizlenmişti; ama burada, hayatın devam ettiğini hissetmek zorundaydı.
Merdivenin tepesine vardıklarında, ağır kapılar açıldı. İçeri adım attıklarında, hastanenin yoğun havası onları karşıladı; boş koridorlar, uzakta yankılanan ayak sesleriyle doluydu. Avery, Rayne’in yanında olmakla birlikte, bu yeni yerin sunacağı her şeyin belirsizliğine dair bir korku hissetti.
İkisi de girişe geldiklerinde, kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı ve onları genç bir kız karşıladı. Kızın kahverengi saçları, omuzlarına kadar uzanıyordu ve kısa, düz kesimiyle dikkat çekiyordu. Mavi gözleri, içten bir sıcaklıkla parlıyordu. Siyah çerçeveli gözlükleri, yüzündeki heyecanı ve profesyonelliği vurgulayan bir detaydı; Avery, onun genç yaşına rağmen deneyimli olduğunu hissettiriyordu.
Yüzündeki kızarıklık, belki de ilk kez tanıştıkları için hissettiği heyecandan kaynaklanıyordu. Kız, gülümsemeye çalışırken, içten bir samimiyetle doluydu; bu, hastanenin karanlık atmosferine karşı ferahlatıcı bir zıtlık oluşturuyordu. Avery, bu yeni yüzün sıcaklığının içinde biraz huzur buldu; ancak yine de içindeki kuşku, tüm hislerin önünde duruyordu.
"Abi!" diye seslendi kız, neşeyle. Rayne, hemen kollarını açarak genç kadına sarıldı. Kızın yüzündeki gülümseme, hastanenin soğuk atmosferinde bile sıcak bir ışık gibi parlıyordu.
Avery, sahneye tanıklık ederken, içinden geçen düşüncelerle yüzleşti. 'Bu, Rayne'nin kız kardeşi olmalı,' diye geçirdi aklından. 'Erkek ikizi kaybolan, yarım kalan ikiz.' Duygularında bir karmaşa hissetti; bu sıcaklık, kaybolmuş bir hikayenin parçalarını hatırlatıyordu.
Rayne ve kız kardeşi, birbirlerine sarılırken, Avery’nin kalbinde garip bir boşluk belirdi. Onların birlikteliği, kaybedilenleri hatırlatıyor ama aynı zamanda bir bağlantı da sunuyordu. İçinde bir özlem hissetti; geçmişteki kayıplarını ve belirsizliklerini düşündü. Kendi hikayesi, bu sıcak anın gölgesinde kaybolmuştu.
Genç kadın, Avery'i fark ettiğinde, gülümsemesi daha da büyüdü. Mavi gözleri, bir sıcaklık ve merakla parladı. "Sen Avery olmalısın?" diye sevecen bir tonla sordu.
Avery, bu sıcak karşılamanın biraz tuhaf olduğunu hissetti; yeni bir yüzle tanışmanın getirdiği gerginliği içten bir samimiyetle hafifleten bir ifade vardı kızın yüzünde. İçindeki şeyle birlikte bir yanıt vermek istedi, ama kelimeler boğazında düğümlenmişti. Kızın sevecenliği, kendisini aniden daha az yalnız hissettirdi, dayanılmazdı.
"Evet," diye mırıldandı Avery, sesi neredeyse bir fısıldama gibiydi. Genç kadın, onun bu sessiz tavrını görünce hafifçe güldü; bu gülümseme, atmosferi biraz daha yumuşatıyordu.
"O zaman..." dedi kadın, eliyle koca binayı işaret ederek. "Oxford'un en büyük psikoloji hastanesine hoş geldin; Maundsley Hospital!"
|
0% |