Yeni Üyelik
5.
Bölüm

2- Fırtınanın Adı Nefret (2)

@ay_yonar

- SARA MİA ATAMAN-


Kendimi yorgun argın odama attığımda tüm gecenin bir kabus olmasını diledim. Gerçekten kötü bir şey mi yapmıştım? Onun tekrardan karşıma çıkmasın için ancak olağanüstü derecede kötülükte bir şey yapmam lazımdı ki cezam onu yeniden görmek olsundu.


Ama hayır.


Hiçbir şey yapmamıştım ve sadece kaderin son dakika gollerinden birini yaşamıştım.


Ceketi omuzlarıma daha çok ağırlık yaptığında ellerimin arasına aldım. Çöpe atabilirdim, yakabilirdim, yırtıp tüm sinirimi bu son derece pahalı ceketten çıkarabilirdim. Ancak hiçbirini yapmadan makyaj masamın önündeki pufun üzerine katlayıp koydum. Uzunca bir süre gözlerim ceketinde takılı kaldı. Sanki bir çeşit yöntemle cekete bakarsam onunla iletişime geçebilecektim.


Oysa ki bunu zerre istemiyordum.


"Neden şimdi?" Kendi sesimi duyan kulaklarım bir cevap bekledi ama odada yalnız başımaydım. "Neden hiçbir şey olmamış gibi? Neden yeniden... Kalbimi kıracakmış gibi karşıma çıktın?" Keşke birileri bu dile getirdiğim soruları yanıtlasaydı. Seslice nefesimi verirken üzerimdeki elbiseden kurtulup duşa girdim ve hızlı bir duşun ardından rahat bir kaç kıyafet giydim.


Saçlarımı kurutup elimle şekil verdikten sonra alt kattan sesler duydum. Sonunda diğerleri de gelmişti. James beni eve bıraktıktan sonra o da kendi odasına çekilmişti ve bir daha da çıkmamıştı. Muhtemelen çoktan uykuya dalmıştı çünkü onunla çalıştığım seneler boyunca öğrendiğim bir şey var ise o da uykuyu çok sevdiğiydi.


Odamdan çıkıp merdivenleri inerken Atlas'la Belen'i atışırken buldum. Abim ise yorgun gözlerle ikisini izliyordu. "Ben sana davet boyunca yanımdan ayrılma demedim mi Belen? Kafamı ne zaman çevirsem başka bir insanın ki özellikle bu insanlar erkek oluyor ve sen onların yanında bitiyorsun ya!" Atlas öfkeli duruyordu ama niyeti ikizini korkutmak değil, korumaktı. O her zaman korumacı bir kardeş olmuştu ve bu bana çok yakından tanıdığım başka bir kardeşi hatırlatıyordu.


Göz ucuyla abime baktığımda çoktan merdivenleri yarılamıştım. Kalan merdivenleri inmeden ahşap zemine oturdum. Çenemi ellerime yaslayıp bacaklarımı da kendime çektim. "Atlas saçmalıyorsun ve yine abimmiş gibi davranıyorsun. Yeterince büyüdüm ve neyin ne olduğunu bilecek kadar zekam var çok şükür. Lütfen sus artık." Belen de Atlas kadar gergin duruyordu ama yüzünde yorgunlukta görüyordum.


Atlas kardeşinin bozulduğunu anlamış olacak ki eliyle yüzünü sıvazlayıp bir adım daha ona yaklaştı. "O anlamda demek istemediğimi biliyorsun Belen. Bu büyük bir davetti ve yanımda, gözümün önünde olsan hiç de fena olmazdı." Belen'den bir cevap gelmeyince serçe parmağını ona uzattı. "Küsme bana. Gel barışalım. Bak barışırsak benden bir kaç dakika önce doğduğunu kabul edeceğim."


Belen ona baktığında, "Sadece bir hafta." Diye uyardı Atlas. Belen başını iki yana sallarken o da serçe parmağını uzatıp Atlas'la parmaklarımı birleştirdiler. "Güzel. Hadi dinlenmeye gidelim." Dediğinde kolunu kardeşinin omzuna sardı. Önce Meriç'e sonra bana bakıp elini salladı. "İyi geceler herkese." Deyip gözden kayboldular. Onların odaları alt katta ve karşılıklıydı.


Başımı çevirdiğimde Meriç'in bana baktığını gördüm. Yutkunurken başıyla salonu işaret etti. Ayağa kalkıp arkasından onu takip etmeye başladım. Salonda duracağını düşünsem de açık cam kapıdan geçip malikanenin arkasındaki bahçeye çıktı. Kollarımı bedenime dolayıp onun durduğu yerde durdum.


Malikanenin bulunduğu konum yüksekte kalıyordu ve önümüzde nefes kesici İstanbul'un ışık manzarası vardı. Yan tarafımızdan havuzun mavi ışığı yüzümüze vuruyordu.


İlk konuşmaya başlayan ben oldum. Çok yorgunduk. Belki de bu konuşmanın sonunda daha da yorulacaktık ama kaçınılmaz olan gerçekleşmeliydi. "Onu sen çağırdın değil mi?" Diye sordum. Sustu. O kadar sustu ki ben beynimin içindeki seslerden kafayı yiyecek gibi oldum. "Ben şimdi ne yapayım? Sana bağırıp çağırayım mı? Oturup ağlamaya mı başlayayım? Yoksa kendimi mi öldüreyim? Ben ne yapayım sen söyle."


Cümlem biter bitmez, "Sakın." Dedi. Gözlerini öfkeyle bana dikmiş dik dik bakıyordu. "Bir daha ağzından o kelimeyi duyarsam çok kötü kavga ederiz Sara." Dedi. Yutkunurken bakışlarımı kaçırdım. "Lafın gelişiydi." Diye mırıldandım. Annem ve babam vefat ettikten sonra abim benden daha çok etkilenmişti. Hatta bir sürü tedavi görmüş ve bunun sonuncunda her ne kadar dikkatli de olsa takıntılı bir insana dönüşmüştü.


Abimde Obsesif kompulsif bozukluk vardı. Annemle babamın trafik kazasının ardından bir süre kriz bile geçirmişti. Ondan maalesef bunu alamamıştım.


"Sara bak," Derken vücudunu da bana döndürmüştü. Üzerinde hala smokini vardı ama papyonunu çıkarmış ve gömleğinin bir kaç düğmesini açmıştı. Sanki onunda nefes almaya ihtiyacı vardı. "Haklısın, ben çağırdım. Aslında onu çağırma nedenim ikimizin arasındaki işti." Ona inanmayarak baktığımda açıklama gereğinde bulundu. "Gerçekten işti ve hala da iş. Ama o seni de buldu ve bunu engelleyemediğim için üzgünüm. Bir şekilde hatalarını telafi etmek istiyor sanırım." Derken o bile bunun tuhaf olduğunu düşünüyor gibi yüzünü buruşturdu.


Ben ise alaycı ve kısık bir kahkaha attım. "Hatalarını mı? Bunu sana o mu dedi abi? Hatalarını da, kendisini de alsın ve siktir olup gitsin!" Küfür ettiğimde yine yüzünü buruşturmuştu ama sakin kalamıyordum. Her şey koca bir şakadan ibaretmiş gibi dururken benden sakin kalmam bekleniyordu.


Ben sakin bir kadın değildim.


"Ne onu görmek istiyorum, ne de seninle iş yapmasını istiyorum. İptal et her şeyi abi! Ben geldim ki amacım da buydu zaten. Merak etme biz kendi başımıza yaparız." Abim başını iki yana salladı. "Bu sefer değil Sara. Bu sefer kendi başımıza bu işin altından kalkamayacağız. Türkiye'de ki piyasayı bilmiyorsun. Son bir kaç senede tüm dengeler alt üst oldu. Buna göz yumamam. Bize lazım. O bize lazım."


Ona inanmayarak baktım. "Ondan en az benim kadar nefret ettiğini sanıyordum?" Cümlemi soru sorarcasına bitirmiştim. "Sen nefret ediyorsun Sara. Ben eskisi kadar hoşlanmıyorum diyelim. Ve mantıklı bir adam olduğum için tüm ihtimalleri düşünüp onunla bu iş yoluna çıktım. Zorundaydım. Fikrimi değiştirmeyeceğim." Ellerim iki yanımda yumruk olurken fark ettim ki sinirimi hiç ama hiç atamamıştım.


"Mantık mı kaldı sence?" Dedim hayretle. "Abi sen yanımdaydın. Ben senin yanına koşup ağladım. Sen beni sardın kollarına ya!" Diye bağırdım. Gecenin tüm gerginliğini abime kusuyordum. "Unuttun mu Meriç Ataman? Biz birbirimize bir söz verdik. Sözünden dönüyor musun sen?"


"Ben asla sözümden dönmem Sara!" Diye bağırdı o da. "Ve asla unutmadım da sana yaptıklarını. Nasıl unutayım sen söyle? Üzüntünden günlerce yemek yemedin sen. Ben senin kapının önünde sabahladım belki dışarı çıkar da bir kaç parça bir şey yer diye. Tansiyonların düştü ben taşıdım seni hastaneye! Benim kollarımda serumlar yedin sen. Kolların morarmıştı da ben öptüm hepsini! Nasıl unutayım abim, sen söyle?"


Yanağımın içini dişledim ve kendimi sıktım.


"Annemle babam benim kadar bile yaklaşamıyordu senin yanına. Onlara bile izin vermiyorken ben yanındayım diye mutlu oluyordum. Unutur muyum sence güzelim? Senin üzülüp ağladığın her bir dakikayı ben unutur muyum?" Yanıma gelip yüzümü avuçları arasına aldı ve alnıma dudaklarını yasladı.


"Her şey benim suçum." Diye mırıldandım.


"Her şey benim yüzümden oldu. Annemle babam da benim yüzümden öldü."


Kollarını bana dolayan abim titrek bir nefes aldı. "Hayır Sara, hayır abim seninle hiçbir ilgisi yok. Onların," dedi ama zorlukla konuşuyordu. "Onların gidesi varmış. İkimizi de bırakası varmış onların. Ne senin ne de benim bir suçum yok."


Yanağım güven dolu göğsüne yaslanmıştı. Onunla yaşadığım olaydan sonra depresyon sürecinden çıkmış, sonunda aileme kendimi açmaya karar vermiştim. Annemle babam buna çok mutlu olmuşlardı ve ailecek bir tatil ayarlamıştık. Babam abimle beni evde bırakıp yanına annemi de alarak şirketteki son işleri halletmek için yola çıkmışlardı.


Son yolculukları olmuştu.


Bize aracın taklalar attığını ve yol kenarındaki bariyerlere çarparak durduğunu söylemişlerdi. İkisi de olay yerinde vefat etmiş, geriye abimle beni bırakmışlardı.


Ben on dokuzdum. Abim yirmi üç.


Kendimi yeniden depresyonda bulmamak için o kadar çok uğraşmıştım ki abim her an intihar etmemem için yanı başımda geziyordu. O sırada o da kendi dertleriyle uğraşıyor ikimizi de ayakta tutmaya çabalıyordu. Kısmen başarısız olmuştu çünkü ben o depresyon sürecine teslim olmuştum. Yine de pes etmedi.


Başardı da.


İkimiz de en güçlü şirketlerin yöneticisiydik ve kendi adımız gittiğimiz her yerde büyük yankılar uyandırıyordu.


Ondan ayrıldığımda yeniden gözlerimi sildim. "Peki. Sana ve işe karışmayacağım abi. Ama onunla hiçbir işim yok." Abimin yeşil gözlerine baktım.


"Benim Fırat'la gram işim kalmadı."


Abime demek isterdim ki artık nefret bile etmiyorum. Ama öyle değildi. Ediyordum. Beni sayısız acıya sokan oydu ve ailem bağlantısı uzakta olsa onun ve benim yüzümden ölmüştü. Bu günah almaksa varsın günahım olsundu.


En büyük günahı beni arkasında bırakıp giden o işlememiş miydi?


Kalp kırmak tüm günahlardan daha kötü değil miydi?


Değer miydi?


Abim şakaklarımdan öptü. "Git ve dinlen. Uzun bir gün oldu ve daha da uzun günler gelecek Sara. Yeniden evine hoş geldin. Uzun zamandır seni bekliyorum küçük kardeşim."



Ertesi sabah biraz daha iyiydim. Her açıdan hem de. Daha az sinirli ve gergindim ki bu benim açımdan iyiydi. Üzerimde marka bir takım vardı. Saçlarımı krem rengi ceketimden kurtarıp sırtıma doğru bıraktım. Rujumu da aynaya doğru eğilip sürdükten sonra belki sonradan tazelerim diye çantama atıp odamdan çıktım.


Kahvaltıyı yapalı yarım saat oluyordu ve abimle ikimiz masadaydık. Atlas'la Belen'i sorduğumda okulda olduklarını söyledi. İki de üniversitesi üçüncü sınıf öğrencisiydi. Belen hukuk öğrencisi Atlas ise işletme öğrencisiydi. Merdivenleri inerken James koridordan çıkıp yanıma geldi. Baş selamı verip, "Günaydın." Dedi.


Aynı şekilde karşılık verip gülümsedim. "Günaydın James. Alıştın mı buraya?" Bu sefer de başını belli belirsiz sallamıştı. "Sayılır. Ama kötü değil harika bir yer." Öyledir der gibi başımı salladım. Salondan bize doğru yürüyen abimi gördüm. Onu baştan aşağı süzerken çoktan yanımıza gelmişti.


"Yine ve yine çok şıksınız Meriç Bey." Deyip kıkırdadım. Yine üzerinde lacivert ve marka bir takım elbise vardı. Saçından gömleğine kadar kusursuzdu. Aslında bu biraz da OKB' den kaynaklanıyordu.


Hastalığın abimdeki etkisi takıntılı derecede kusursuz olmaktı. Yani o gerçekten de kusursuz bir adamdı.


Başını cömertçe eğip, "Teşekkür ederim. Sen de bugün güzel olmuşsun." Dedi. Göz kırpıp sırıttım. Üçümüz evden çıkarken, "Ben önce başka yere uğrayacağım. Sen benden önce gidebilirsin şirkete." Diyen abime baktım.


Güneş gözlüğünü takmış yüzüme bakıyordu. "Pekala. Sorun yok." Deyip yanından geçtim. O kendi arabasına giderken bende kendi arabama doğru gittim.


Arabanın önünde durup uzun uzun arabama baktım. "Seni seviyorum bebeğim." Derken kaputa vurdum. "Tasarladığım en güzel Mercedes olabilirsin." Bu araba benim ellerimden çıkmıştı. Aslında bu benim ve abimin işiydi.


Biz tasarımcı şirketlerdik ve ünlü markaların bir çoğu tamamen bizden geçiyordu.


Buna araba markaları çoğunluk gösteriyordu.


Kırmızı arabama bir bakış daha attım. Tasarımda ambleme kadar her şeyi baştan yenilemiştim. Orijinal amblem bana göz alıcı şekilde baksa da yeri biraz daha üstteydi. Eski yerine ise daha farklı korumalıklar ekleyip arabayı spor arabaya çevirmiştim.


"Arabanı süzmekten vazgeç Sara. Ona çikolata şelalesine bakıyormuşsun gibi bakıyorsun." James'in aksanlı sesi bir kulağımdan girip diğerinden çıktı. Sorun şuydu ki çikolata şelalesine bayılırdım. Arabama da öyle. Yani James beni istediği kadar kıskanabilirdi. Hatta bunu sesli de dile getirdim.


"Sadece beni kıskanıyorsun." Dedim. Gözlerini devirdiğini hissedebiliyordum. "Seni kıskanmıyorum Sara. Ayrıca benim zaten bir bebeğim var." Ahh... Evet haklıydı. James'in de gördüğümde ağzımın beş karış açık kaldığı harika bir motosikleti vardı. Defalarca kez ona tasarımını değiştirmek için teklif götürsem de her seferinde inatla kabul etmiyordu.


Şansımı yeniden denemek için ona döndüm. "İstersen o motorun rengi-" Lafımı kesip başını keskince iki yana salladı. "Bebeğime dokunmak yok. Uzak dur bizden." Deyip arabamı açtı ve sürücü koltuğuna oturdu.


Sanırım bana kızmıştı ve kapımı açmayacaktı.


Topuklu ayakkabılarımın bayıldığım sesi eşliğinde kapıyı açıp kendimi koltuğa bıraktım ve yol boyunca telefonumla ilgilendim. İstanbul'un trafiğine yakalandıktan hemen sonra telefonuma bir çağrı düştü.


Buket arıyordu.


"Efendim canım?" Dediğimde nefes alışlarını duyabiliyordum. Bir yere koşuyor olmalıydı. "Ülkeye dün gelmişsin ve ben bunu haber sitelerinden öğreniyorum. Ayrıca buradaki şirketiniz harika ve sanırım kayboldum. Ne zaman geliyorsun?" Buket hem yakın arkadaşım ve de kişisel asistanımdı. Benimle beraber o da senelerdir Amerika'daydı ve daha bir kaç ay önce nişanlanmıştı.


"Trafiğe takıldık ama on, bilemedin on beş dakikaya orada olacağız gibi. Ayrıca kaybolmamışsındır merak etme. Şirket büyük olabilir ama Amerika'dakinden daha az karışık."


"Alışkanlıklarımı kolay değiştiren bir insan değilim Sara ve sen beni yepyeni bir işe sürükledin. O yüzden hemen gelsen çok iyi olur." Deyip telefonu kapattı. Sanırım Buket'in de maaşından kesinti yapmalıydım. "Siz çalışanlarım olarak sınırları çok aşmaya başladınız ve benim buna müdahale etmem gerek." James tabi ki de telefonda konuştuğum kişinin Buket olduğunu anlamıştı.


Trafik açılıp gaza yüklenirken, "O zaman arkadaş olmayan çalışanlar bul." Dedi.


Bu adam... Ne kadar da küstahtı! Göz ucuyla James'e baktım. "Kesinlikle kovuldun." Beni ciddiye almadan kahkaha atmıştı ve bu abartıyla gözlerimi devirmeme neden oldu. James ve Buket'i seviyordum. İkisi de kafa dengi ve son derece mükemmel insanlardı.


İkinci ailem kesinlikle onlardı.


Şirketin önüne geldiğimde ofladım. "Gazeteciler mi? Ciddi olamazsın." Kendi kendime mırıldanıp James'in arabadan inişini ve benim tarafıma gelmesini izledim. Gazeteciler arabaya doğru gelirken çantamı alıp araçtan indim. Yüzümde flaşlar patlıyor her bir ağızdan sorular yağıyordu. Bunlar neden buradaydı?


James gazetecileri uzaklaştırmaya çalışırken hiçbir soruya cevap vermedim. Hızla merdivenleri çıkıp şirkete girdiğimde klimaların soğukluğu yüzüme vurdu. "Nereden çıktı bunlar? Sadece şirkete geldim." James'in bakışları bilmediğini gösteriyordu.


Ceketimi düzeltip ilerideki asansörlere doğru gidecektim ki duyduğum ses adımlarımın yere çakılmasına neden oldu.


"Sara," Dedi o ses. Bir daha ne duymak ne de görmek istediğim o kişi ismimi söyledi. Ona dönmedim ama duruşumu istemsizce dikleştirdim.


Buradaydı. Benim şirketimdeydi ve benimle konuşuyordu. Muhtemelen dışarıdaki gazeteciler benden önce onu yakalamıştı. İş yüzünden buradaydı.


Tabi ya! Ah abi...


Nefes Al Sara.


Bir. İki. Üç.


Yanıma gelirken önce adım seslerini duydum, sonra da parfümünün kokusu içimi yaktı. Çözemediğim bir kokusu vardı ve bu alnımı kırıştırdı. Yanımdan geçip tam karşımda durdu. Daha gözlerine bakmamıştım ve şu an göğsüyle bakışıyordum. Yanımdaki James'e elimle işaret verip bizi bırakmasını istedim.


Öyle de yaptı.


James uzaklaşana kadar konuşmadım ama araya mesafe koyunca öfkeli bakışlarımı onun gözlerine diktim. "Ne arıyorsun burada?" Diye diklendim. Halbuki sorunun cevabını gayet de biliyordum.


Ellerini rahatça ceplerine sokup bana doğru yaklaşmak istedi ama kendisini son anda durdurmuş gibiydi. "Bir toplantı yapılacak. Onun için buradayım ve de senin için." Bu saçmalıklarla uğraşamayacak kadar kafam doluydu. "Saçmalıyorsun. Çekil önümden." Dememe rağmen bir santim bile kıpırdamadı. "Sana diyorum ki önümden çekil!" Sadece gözlerini kısıp yoğun bakışlarını iyice üzerime dikti.


"Çok isterdim biliyor musun? O güne geri dönmeyi çok isterdim." Biri boğazımı sıkıyormuş gibi hissettim. "Kapat çeneni!" Diye hırladım. "O gün bir hataydı. Bitti ve gitti. Hiçbir anlamı yok artık." Derin bir nefes aldı. "Sence bitti ve gitti mi Sara?" İsmim yeniden onun dudaklarından farklı dökülüyordu ve bu sinirimi daha çok bozuyordu. "Bitmiş ve gitmiş olsa ben senden gidebilir miydim? Sen beni bitirebilir miydin?"


"Gittin?" Dedim büyük bir şaşkınlıkla. "Tam da bunu yaptın ve gittin Fırat." Yanağımın içini öfkeyle ısırdım. "Bitirdim." Dedim kararlılıkla. "Bittin bende. Sen artık zihnimde çürümeye mahkum bir adamsın. Hapsettim seni soğuk zindana, zincirledim sana ait her şeyi. Yoksun artık. Sana aksini düşündüren nedir?"


Dudakları düz bir çizgi halini aldı. "Eğer beni bitirmiş olsaydın karşımda dikiliyor olmazdın. Benim tanıdığım Sara çoktan yanımdan çekip giderdi. Sen söyle o zaman, neden hala buradasın, tam karşımdasın?" Başımı iki yana salladım. "Yine ve yine saçmalıyorsun. Ne halin varsa gör." Deyip yanından geçip asansöre doğru gittim. Ama söylediği şeyler durmama neden oldu ve aklım aynı senaryoyu yaşadığımız davet gecesine gitti.


"Ben senin sürekli kaçtığın, unutmak istediğin ve zihninin soğuk hapishanesine zincirlediğin o adamım. Ama bilmiyorsun ki ben sadece senin yanındayken yaşıyorum."


Dedikleri omurgamdan aşağı bir ürperti gönderirken yeniden yanıma gelmişti. Omzum koluna değecek kadar yakınımda durup öne doğru eğildi ve asansör düğmesine bastı. "Ve Sara şunu da bil ki ben boşuna geri dönmedim. Kafama koyduğumu yapan bir adamım ve günün sonunda haklı çıkacağımı biliyorsun."


Asansörün gelmesine iki kat vardı. "Haklı çıktığını görmektense gözlerimi oyarım daha iyi. Ayrıca karakterine göre çok büyük laflar ediyorsun Dinçer." Dedim. "Önce aynada baktığın adamı tanı sen. Sonra haklı olup olmadığını gün sonunda tartışırız. Tabi seninle konuşmayı kendime layık görürsem." Asansör önümüzde durdu ve kapılar açıldı. O sırada yanımda hafif bir gülme sesi duydum.


"Pençelerini gizli tut Sara. Yoksa çok kan kaybederim. Ölmemi istemezsin değil mi?" Deyip asansöre bindi. Bana dönerken elleri hala ceplerindeydi.


"Senden nefret ediyorum." Diye mırıldandım.


Başını hafifçe öne eğip, "Duygularımız karşılıklı, Safir." Dediğinde asansörün kapıları çoktan kapanmıştı.


Loading...
0%