@aycakayca1
|
Buraya bir emoji alabilir miyim lütfen?
Buraya da başladığınız tarihi yazar mısınız?
11 Nisan 2020 Cumartesi/Mardin
"Berva unutma notları, bak yakında sınav var."
Bir saattir en yakın arkadaşım Yağmur'un konuşmalarını dinliyordum. On dakikada bir aynı cümleyi tekrarlayıp duruyodu. Zaten hava çok sıcak olduğu için bunalmıştım. Bir de sabahtan beri nefes almadan konuşması ile başım ağrımaya başlamıştı.
"Tamam Yağmur atacağım dedim ya!"
Dershanenin kantininde oturmuş kahve içiyorduk, biraz sonra derse girecektik ama Yağmur hâlâ aynı soruyu tekrarlayıp duruyordu.
"Berva şu gelene bak!"
Heyecanlı sesi ile kafamı gösterdiği tarafa çevirdim. Ah! Yağmur ve haftada bir değişen sevdicekleri. Hayır anlamıyorum açılmayacaksan neden uzaktan takip ediyorsun ve madem seviyorsun neden diğer hafta başka birini seviyorsun?
Bu kızın ilişki durumu takip edilemeyecek kadar hızlıydı.
"Bu seferkinin ismi ne?"dediğimde gözlerini devirdi. Ona sorulacak en makul soru buydu çünkü bazen hangisi olduğunu unutabiliyordum.
"Bu seferki ne ya, sanki kaç tane sevdiğim çocuk oldu?"
Yok artık der gibi gözlerimi belerterek ona baktım. Bu tepkim ile arsızca omzunu silkti. Günaşırı farklı bir kişiyi sevgili olarak gelip bana anlatmasa yalan söylediğimi bile düşünebilirdim.
Neyse ki ders vakti gelmişti de aynı muhabbeti tekrar tekrar yapmaktan kurtulmuştum. Mardin'in kavurucu sıcağında günde en az beş kere dinlediğim bir konuyu tekrar dinlemek işkence olurdu.
Yağmur, İstanbul'da yaşayan orta halli bir ailenin iki çocuğundan ikincisiydi. Bir abisi var ve abisi sayesinde bugün Mardin'de. Abisi Mardinli bir kızla evlenip tamamen Mardin'e yerleşmiş, Yağmur da onunla birlikte buraya gelmiş ama daha sonra abisini ikna edip kendine bir arkadaşıyla kalacağı ev ayarlamıştı. 14 yaşında tanışmıştık ve şu an koşulsuz güvendiğim tek arkadaşımdı.
Bu devirde öyle herkese bol keseden güvenilmiyordu.
İkimiz sınıfa çıkmak için ilerlerken bana dönüp bakınca yapacağı şeyi anladım. Deniz, yani benden hoşlanan çocukla ilgili konuşacaktı.
"Sakın, sakın onun adını ağzına alma. Sinirlerim tepeme çıkıyor."
Yüzüme hince gülümsedi ama yine de o konuyu açmaya cesaret edemedi. Yoksa Deniz'i öldürebilirdim.
Deniz, bu yıl dershaneye başlayalı peşimi bırakmayan yakışıklı, iyi niyetli, gönlü güzel yüzü güzel ama benim ilgimi çekmeyen bir adamdı.
Sevmediğim bir adamla mı çıkayım yani? Hem de sevgili yapmak benlik bir şey değilken!
****
Okul çıkışı ben ve Yağmur aynı anda okuldan çıktık fakat o evine gitmek için benden ayrıldı. Ben ise Mirhan abimin doğum günümde aldığı arabaya doğru ilerledim. Ahmet abi şoför koltuğuna oturmuş arabaya binmemi bekliyordu. Bana kapımı açmazdı çünkü küçüklükten beri şoförüm olduğu için saygımdan kapımı açmasına müsaade etmiyordum.
Aslında bir çok konuda büyleydim ve çoğu kişi bu davranışımı yadırgıyordu. Çetiner aşireti ağasının tek kız çocuğu olup şımarık olmamam onları şaşırtıyordu.
O kadar malın mülkün içinde, üç çocuk yaptığı için babamı kınayanlar bile vardı. En az beş çocuğa alışık oldukları için tuhaf karşılıyorlardı. Koskoca konakta konak ahalisinden çok çalışan olması da ayrı bir ironiydi.
Araba Çetiner konağının önüne gelince kapıdaki korumalar tarafından koca kapı iki yana açıldı. Araç konağın geniş avlusundan içeri geçerken kapıdaki korumalara selam vermeyi es geçmedim.
Ahmet abiye teşekkür edip araçtan indiğimde dönüp dolaşıp her zamanki yere gelmek sıkıcı gelmiyordu. Ev gibisi var mıydı? Hem de böyle mükemmel aile fertleri varken.
İki abim, annem ve babam ile çok güzel bir aileydik. İmrenilesi bir mutluluğumuz vardı. Hep dua ederim, ileride evleneceğim kişi babam gibi, çocuklarım da ben ve abilerim gibi olsun diye. Çünkü onların bana karşı olan sevgisi dünyalara bedeldi.
Çantamı odaya bırakmadan avludan direkt mutfağa geçtim ve annemin arkasından yanaklarını sıktım.
"Sultanım."
Ona sıkı sıkı sarılınca gülmeye başladı. Hemen hemen her gün bunu yapardım.
"Yine geldi bizim deli kız, hadi Hatice bir şeyler hazırlayın da yesin" dedi. Daha aç olup olmadığımı bilmeden yemek hazırlattırıyordu.
"Gerek yok Hatice abla, ben yedim bir şeyler bugün."
Hatice abla bizim kırk beş yaşındaki emektar yardımcımız Hanife teyzenin kızı ve kendisi yirmi beş yaşında çok iyi kalpli bir kadın. Onun da annesinin de emeği üzerimizde çoktur. Kendimi bildim bileli ikisi de bu evde bizimle beraber kalıyordu. Aslında ailem eve yardımcı alma taraftarı değildi ama bildiğim kadarıyla o zamanlar Hatice teyzenin eşi vefat ettiğinde bir gelir kapısı olarak onu evimize yardımcı olarak almışlardı. İyi ki de almışlardı çünkü çok iyi insanlardı.
Hatice abla bana gülümsediğinde ona havadan bir öpücük gönderip masada duran kirazlardan ağzıma atıp mutfaktan çıktım.
Odama çıkıp duş aldım ve üzerimi değiştirip biraz uyudum çünkü gerçekten çok yorulmuştum. Dershane, ev, ders çalışmak derken bayağı yoruluyordum gün içinde.
Bir süre sonra kendi kendime uyandım. Zaten gün içinde uyumaya pek alışmamıştım. Uyandığım gibi üstümü değiştirip aşağı indim ama bu merdivenleri inmek bile bana şu an için zulüm gibi geliyordu.
Bizim konak üç katlıydı. Üst katta benim, Mirhan abimin ve Hazar abimin odası vardı. Mirhan abim evli ve eşi Zeynep'i çok seviyor. Yengem beş aylık hamile ve çocukları erkek. Onunla çok iyi anlaşıyorum çünkü yenge değil olmayan ablam gibiydi. Onu da en az abim ve doğmamış yeğenim kadar seviyorum.
Bizim katta bir teras ve 3 tane oda daha var. Onlar da doğmamış yeğenlerim için. İkinci katta ise anne ve babamın odası var. Geriye kalan diğer odalar misafir odasıydı. Alt katta ise yardımcılarımızın odaları, lavabo, banyo ve mutfak var.
Aşağı indiğimde Hatice abla ve Hanife teyze yemek hazırlıyordu, hemen onların yanında yerimi aldım ve onlara yardım ettim. Hep beraber güzel bir sofra hazırlamıştık. Ben yemek yapmaya çok küçükken hobi olarak başlamıştım ve her yemeğim geçer not alıyordu. Ayrıca tek hobim yemek yapmak da değil, aynı zamanda at binmek ve atış yapmayı da çok seviyorum. Mirhan abim doğum günümde araba, Hazar abim altın işlemeli bir silah, babam bir at hediye etmişti. Annem ise anneannemin ona verdiği bir kolyeyi vermişti.
Atış ve at sürmeyi çok sevdiğim için bu hediyleri almışlardı.
Hazırlıklar tamamlandığında artık babamın ve abilerimin gelmesini beklemek kalmıştı. Bu evde sofra tamamlanmadan genelde yemek yenmezdi.
Birkaç dakika sonra konağın kapısı açıldı ve içeriye babam ve abilerim girdi. Konağın avlusu içine bir konak daha yapılacak kadar genişti ve bunu fırsat bilen Çetiner erkeklerinin her biri farklı arabayla gidip geliyordu. Evdeki birkaç korumanın da binmesi için arabalar vardı ama asıl zula evde değil de depolardaydı.
Mardin'de gün içinde bir arabanın arkasında koruma dolu başka arabalar giderse tuhaf karşılanırdı ama düşmanımız fazla olduğu için hazırlık yapmadan da olmazdı. Bu yüzden şimdi tek başlarına geliyorlardı ama bu onların tek olduğu anlamına gelmiyordu. En başta ben vardım arkalarına.
Arabalardan inince farketmiştim ki bugün yüzleri asıktı, hatta Hazar abimi zorlasan ağlayacakmış gibi duruyordu. Çok merak ettim ama yemekten sonra sormaya karar verdim. Yemekten önce sorarak iştahlarını kaçırmak istemiyordum.
Sofrayı alt kattaki büyük salonda kurduk ve babamın gelmesi ile yemek yemeye başladık. Ben bir taraftan babamın moralini bozan şeyi düşünürken bir yandan da hemen yemek yiyip ders çalışmayı düşünüyordum.
Bu yıl çok iyi hazırlanmam gerekiyordu. İlk yıl sınavdan istediğim notu alamamıştım. Daha doğrusu istediğim puan çok zor kazanılan bir puandı. Neredeyse tam puan istiyordum. Avukatlık istiyordum, onun için her şeyi yapardım. Deneme sınavlarında yüksek puanlar alıyor ve üniversite sınavında da yüksek puan almayı umuyordum.
Birkaç yıla kadar güçlü bir avukat olduğumda kimse olduğum konumu soyadımdan dolayı sanmasın diye bu puanı istiyordum.
Ben bunları düşünürken babam hafifçe öksürdü. Bu bir şey söyleyeceği anlamına geliyordu ve yüz şekline bakarak söyleyeceği şeyin iyi bir şey olmadığını anlayabiliyordum.
Masadan bir bardak su alıp ona uzattım. Annem ve yengemle beraber ağzından çıkacak şeyi bekliyorduk. Abilerim konunun ne olduğunu çok iyi biliyordu çünkü onlar da en az babam kadar somurtuyordu.
"Bugün Ulusoy aşiretinden biri çarşıda Hazar ile çarpışmış."
Bunun için mi bütün bu yüz asmalar demek istesem de diyemedim. Çok küçük bir şey değil miydi iki kişinin çarpışması? Değildi işte, söz babamın ağzından çıktıktan sonra bomba etkisi yaratacak kadar normal değildi hem de. Başka biri olsaydı hiç tepki vermezdim hatta ne var bunda derdim ama Ulusoy aşireti bizim kanlımız olan aşiret ve babamın yüzüne bakılırsa hiç iyi şeyler olmamıştı.
"Çarpan kişi kavga çıkarmış ve çıkan kargaşada kimin sıktığı belli olmayan bir silahtan çıkan kurşun yüzünden iki aşiretin gençleri birbirine girmiş. Çok şükür her iki aşiretin büyükleri olaya hemen el attı da ölen ya da ağır yaralı yok."
Fakat yaralı vardı. Abimin vücudunda ya da yüzünde yara olmasa da üzerindeki kıyafetlerin temiz olmasından diğer kıyafetlerinin zarar gördüğünü anlayabiliyordum. İnşallah kavgaya karışan diğer bireylerin de durumu çok fazla kötü değildi.
Babam sanki zorla konuşuyormuş gibi yutkunma ihtiyacı hissettiğinde bunun daha hiçbir şey olduğunu anladım. Az önce sofraya bıraktığım suyu alıp zar zor bir yudum içti. Onun bu halleri zaten kimsede iştah ayırmazken Zeynep yengemin gözlerinin dolduğunu gördüm. Babamın ise gözlerinde yer edinen hüzün ona hiç yakıştırmadığım bir duyguydu. O duyguyu o gözlerden almak için ömrümü bile feda edebilirdim.
Ben cümlenin devamını merakla beklerken babam işkence çekiyormuş gibi davranıyordu. En fazla ne olabilirdi ki, en kötü ihtimal Hazar'ın başına kötü bir şey gelmesi değil miydi? Abim iyiydi ama babam değildi. Gözleri sulanmaya başlayınca ise bende şarteller atmıştı.
"Baba, ölen ya da ağır yaralanan yok! Ne diye bu kadar üzgünsün? Tamam kavga etmeleri iyi bir şey değil ama sonuçta bir şey yok ortada. Abim de iyi. Üzülme artık."
Aslında bu kavganın sonuçlarının olacağını biliyordum ama şu an için hiçbir şey onun yüzündeki bu ağlamalı ifadeden daha önemli değildi. Onun yüzündeki hüzün benim sınırlarımın sonuydu. Böyle yaparak beni daha çok üzüyordu. Onun gözleri dolmamalıydı.
Tam konuşmaya devam edecektim ki babam ıslak gözlerle bana bakınca içim titredi. Söylediği şeyler ise boğazımda bir yumru, yüreğimde bir sancı olarak kaldı.
"Diğer aşiretlerin büyükleri toplandı ve kan davasını bitirmek istediler. Yoksa herkes bu işin sonunun iyi olmadığını biliyor."
Kan davasının bitmesi demek barış demekti, barış demek de iki farklı kanın bir damarda akması demekti. Akrabalık demekti. Dört farklı gencin hayatı demekti. Ölüm demekti.
Babam derin bir nefes aldı, yetmemiş olacak derin bir nefes daha.
"İki aşirete akraba olmayı teklif ettiler. Aksi Mardin'de taş taş üstünde bırakmazmış. Bize düşünmek için bir hafta süre verdiler. Yıllardır durulan dava tekrar başlayacak ve benim bir davaya kurban edeceğim evladım yok."
Babamın ağzından çıkan sözler de tahminimin doğruluğunu kanıtlıyordu. İki aşirete de akrabalık teklif etmişlerdi. Fakat kim, Çetinerler de Ulusoylar da oldukça kalabalık iki aşiretti ve bekar genç sayısı da oldukça kalabalıktı.
"Berva'nın Alaz Ulusoy ile, Hazar'ın Diyar Ulusoy ile evlenmesini teklif ettiler."
Durdum, birkaç saniye boyunca ne duyduğumu tekrar tekrar düşündüm. Şoke olmuş etrafıma bakarken birilerinin gözlerime bakarak düşündüğüm şeyin olmayacağını söylemesini bekliyordum. Belki yanlış duymuşumdur diye umut ediyordum ama herkes bana bakarken doğru duyduğumu anladım.
Anladığım gibi olmasın istedim. Babamın söylediği her şey bir hayal, bir kabus olsun diledim ama bir anlığına hayatın, dileklerimi yerini getirecek kadar iyi olmadığını unutmuştum...
Onlar benim adımı vermişti ama ben evlenmezdim değil mi? Hem babam beni sevmediğim birine vermezdi. Okulum var benim, okuyacağım, okuyup avukat olacağım ben. O adamla mı evleneceğim yani, o kaba adam benim kocam mı olacak?
Mardin Ağası Alaz Ulusoy. Gücüyle nam salmış Alaz Ulusoy. Mardin'in acımasız ağası Alaz Ağa. O benim kocam olamazdı değil mi?
Hayatta kabul edemem, hem ben okuyorum ve daha 19 yaşındayım böyle bir şey imkansız değil mi? O adam bana kötü davranır çok kötü bir insanmış o, herkes Mardin'de ondan gücü ve acımasızlığıyla bahseder. Ben onunla nasıl...
Hayır hayır sakin olmalıydım. Böyle bir şey olmazdı. Kötü bir adam ile evlenmezdim. Bir hasta önce hayatımda ilk defa onunla muhatap olmama rağmen bana karşı olan tavırları bile onun nasıl bir insan olduğunu anlamama yetiyordu.
1 Hafta önce
Arabada okula gitmek için ilerliyorduk ki birden aracımız öndeki bir araca çarptı. Ahmet abi arabayı çok iyi kullanır. Neden böyle oldu bilmiyorum ama bugün derse yetişmemem için hayatın bana bir oyun oynadığı belliydi.
Ahmet abi arabadan indi ve çarptığımız aracın içindeki şoförle konuştu. İnşallah sorun çıkarmazlardı da okula yetişebilseydik derken plakaya gözlerim takılınca artık sorun çıkmayacağından pek emin değildim. Çünkü plaka Ulusoyların plakasıydı.
Karşı arabadan bir adam indi. Simsiyah gür saçları güneşten dolayı parlarken, hemen hemen aynı renk gözleri de kısılmıştı. Arabadan inen esmer adam Alaz Ulusoy'dan başkası değildi. Acımasızlığıyla Mardin'e ün salmış Alaz Ulusoy'du... Uzun boyu, heybetli vücudu ve dik başıyla adeta ben buraların hükümdarıyım diyordu.
Onu ilk defa bu kadar yakından görüyordum. İnsanlar esmer ve siyah saçlı olduğunu söylerdi fakat bu adamın gözleri kahverengi diyemeyecek kadar koyuydu.
"Kardeşim acelem var, paraya ihtiyacım yok, yetişmem gereken toplantım var."derken bizim kanlıları olduğmuzu bilmesi bile dikkatli davranmasına sebep olmamıştı. Suçlu biz olabilirdik ama adı üstünde kazaydı.
Karşısındaki ondan beş altı yaş büyüktü ama buna rağmen konuşması kabaydı. Biri şuna insanlarla nasıl konuşması gerektiğini söylememişti anlaşılan. Karşısındaki ondan beş altı yaş büyüktü ama buna rağmen konuşması kabaydı. Biri şuna insanlarla nasıl konuşması gerektiğini söylememişti anlaşılan.
Bu tavrı ve Ahmet abiye olan saygısızlığından dolayı arabadan inip Alaz Ulusoy'un karşısına dikildim. Asla haksızlığa gelemem ve karşımdaki babam bile olsa doğru bildiğimi söylerdim.
"Alaz Ağa kusura bakmayın bir kazadır oldu, suçlu biziz, dikkatsizliğimize denk geldi ama siz de biraz kibar mı olsanız."
Yürek falan yememiştim, içimden nasıl geliyorsa öyle konuşuyordum ama anlaşılan bu birilerinin sinirini bozmuştu. Birden sinirle bana döndü. Bir kadının bir ağa karşısında nasıl konuştuğunu düşünüyor olmalıydı ama ağa olması benim konuşmayacağım anlamına gelmiyordu.
O bana döner dönmez Ahmet abi vücudumun yarısını kapatacak şekilde önüme geçmişti ama ben omzuna dokunup tekrar karşısında durdum. Karşısında dururken gözlerimi bir saniye bile gözlerinden çekmedim. Korktuğumu düşünmemeliydi çünkü korkmuyordum! Belki biraz korkuyor olabilirdim ama belli edecek değildim.
Bir şey vardı gözlerinde anlamını bilmediğim. Sanki onun karşısında durmama sinirlenmekten çok şaşırmış gibiydi ama buna emin olamıyordum.
Ve bu kadar yakından bakarak emin olmuştum. Gözleri kesinlikle kahverengi değildi. Siyah bile olabilirdi ama kahverengi değildi.
Önce beni baştan ayağa süzdü, daha sonra ise gözleri tekrar gözlerime çıktı. O bunu yaptığı için ben de karşılık olarak onu süzdüm ama benimki biraz daha uzun sürmüştü. Adamda bir boy vardı bir de boy vardı. Bu hareketimden dolayı yüzü gülecek gibi olsa bunu yapmadı. Yüzünden ne düşündüğünü anlayamıyordum.
"Dua et kadınsın ve dua edin acelem var."dedi ağır ağır. Sanki ona hiçbir şey söylememişim gibi bizi yok sayıp şoförüne döndü. Sinirli bir sesle"Yusuf şirketi ara, ben otele geçeceğim. Diğer araba on dakika içerisinde otelde olsun."dedi ve adamın ne dediğini dinlemeden korumalarının aracından birine binip gitti.
Hah! Sanki erkek olsam ne olacak veya işi olmasa ne yapabilir? Neyse ben okula geç kalıyordum ve gitmem gerekiyordu. Bu adam bu kadar işin arasında düşüneceğim son şey bile değildi.
"Ahmet abi, hadi arabaya geç."
Ahmet abi asla sessiz kalacak biri değildi ama aşiretler arasındaki sorunu bildiği için ben buradayken tehlikeli olabilecek hiçbir hareketi de yapmazdı.
"Bak sen, emir de veriyor küçük hanım."
"Estağfurullah abi."
Aramızdaki yaş farkı arkadaş gibi takılmamıza engel değildi.
O uyuz adamın şoförüne dönüp "Yusuf Beydi değil mi?"dedim. Bana başını sallayınca "Arabanın tamir ücretini Çetiner holdinge gönderin lütfen. Tekrar kusura bakmayın." dedim. Tabii ki göndermeyecekti. Hem patronu paraya ihtiyacım yok demişti hem de Çetiner holding deyince patronunun kanlısı olduğumuzu anladığı için göndermezdi. Aman biz yine de söylemiş olalım da!
Günümüz
Bir hafta önce olanlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken bir damla yaş sağ gözümden düştü. "Nasıl?"dedim ya da diyebildim sadece. Başka ne diyebilirdim ki zaten? Ağzım açılmıyor, açılsa bile konuşamıyordum. Babam, annem ve abilerim gözleri dolu bir şekilde bana bakıyordu. Yengem zaten duyduğu gibi ağlamış ama bana belli etmemek için izin isteyip odasına gitmişti.
Bu kadar kötü bir durumda olmamalıydım. Daha kötülerini de görmüştüm ben. Bunun için ağlamaya hakkım yoktu ama içim de çok acıyordu. Zaten her gün bir şeylerin ağırlığını üzerimde taşırken bir de bu iş bu şekilde olmamalıydı. Bunu da bana yük edemezlerdi. Canım acıyordu.
"Ben onunla evlenmem." derken sesim benden hiç alışık olmadığım kadar kısık ve çekingen çıkmıştı. Zar zor kelimeleri bir araya getirmiştim. Saniyeler içinde beni tanımadığım birine çevirmişlerdi.
Hoş zaten bütün vazgeçişler ve değişmeler hep saniyeler içinde olmaz mıydı?
"Tamam kızım, ben şimdi Kadir Ağayı arayıp bu evliliği kabul etmediğimizi söylerim. Ağlama sen yeter ki. Gözünden tek damla yaş düşmesin sakın. Ben arayıp kabul etmediğimizi söyleyeceğim."
Babamın sözleri beni bir an için rahat hissettirse de daha sonraları aklıma düşen şey ile tekrar umutsuzluğun kapılmıştım. Eğer evlenmezsem çok kötü şeyler olurdu. Ben değil ama uğruna dünyayı yakacağım aileme çok şey olacaktı
Babam düşüncelerimi anlamış gibi"Kızım ben seni böyle bir şeye zorlamam. Sadece sana kararı söyledim, kabul edip etmemek sana kalmış. Sen istemiyorsan yer ve arş bir olsa da yine engel olurum ben."dedi fakat yakacak başka bir şey de yoktu.
Kan davası bizim değil dedelerimizin arasında olmuştu ama davayı sonlandırmadıkları için hâlâ iki aşiret kan davalı olarak anılıyordu ve ben kendimi bildim bileli ne onlardan bize zarar gelmiş ne bizim onlara zararımız dokunmuştu. Ta ki iki kişi çarpışana kadar! Ne büyük sorun ama. Kesinlikle kan davasını tekrar başlatacak türden bir şey.
Biraz düşünmem lazımdı, gerçi ne düşünsem de en sonunda tamam diyeceğimi biliyordum çünkü bu dünyadaki en değerli varlıklarım olan ailemi kaybetmeyi göze alamazdım. Sadece kuru bir tamam çıktı ağzımdan. Başka bir şey demedim. Kimseye bakmadan kalkıp odama giderken bugün bir kere daha gözyaşlarımın canımı çok yakacağını biliyordum. Ya da başkalarının canını...
Bir gecede hayat mahf olur muydu bilmiyorum ama benim oldu. Hayallerim yıkıldı. Yaşama sevincim gitti. Allah canımı alsa da kurtulsam diye düşündüm. Allah'ın her günü ölmeyi bekledim, her saat neden ölmüyorum diye dert yandım. Benim böyle bir günüm oldu ama o gün bu gün değildi.
Ağladım, sadece ağladım. İçim dışıma çıkana kadar, gözlerim kapanana kadar ağladım. Ve ben bir gece daha gözyaşlarımın ne zaman bittiğini bilmeden uykuya daldım.
****
Hayal kırıklığı mı bu yoksa sadece hayata bir sitem mi? Beni çok seven babam eve gelip bana evleneceğim adamın ismini söyledi. Üstelik ben bu adamla ilgili ismi ve sıfatı hariç hiçbir şey bilmiyordum.
Bana iki seçenek sunuldu ama ikinci seçenek bir ihtimal bile değildi ki. Abilerimi ve babamı nasıl ölüme sürüklerdim? Babam bunu bile bile seni zorlamam dedi. Ama biliyor, zorlamasa bile zorundaymışım gibi hissediyordum ve bu zorundalık beni öldürüyordu.
Ama babam elinde olsa, konu evlatlarına geldiği an ortalığı ateşe verirdi. Elinden gelen bir şey yoktu. Ona kırılmaya hakkım var mıydı ki? Yoktu.
Sabah şiddetli bir baş ağrısı ile uyandım. Üstelik göz kapaklarımda ağırlık var gibi hissediyordum. En son hatırladığım şey ben uyumadan önce annemin odaya gelmesiydi. Ve ben eminim ki ben uyuduktan sonra babam ve abilerim de gelmişti.
Bu sabah dershane olmaması lütuf gibi geliyordu ama olsa bile gitmezdim çünkü hem kendimi iyi hissetmiyordum hem de zaten bu evlilik konusu beni hayattan soğutmaya yetmişti.
Ama ben güçlü bir kızım değil mi? Kalkmam lazımdı. Bu dünya beni güçlü olmaya zorlamıştı. Kendimi cesretlendirip kalktım. Banyoya gidip buz gibi suyun altında yarım saat bekledim ve iyice üşüyünce siyah bornozumu giyip çıktım. Soğuk su tenimden akarken bütün hücrelerime kadar temizlenip dinçleşiyordum.
Odamdaki giyinme odasına geçip dolaptan gün içinde giydiğim pantolon ve tişörtlerimden birini alıp giyindim. Simsiyah bir şekilde giyinmiştim, içimdeki yası anca bu şekilde belli ederdim.
Gerçi normalde de dolabımda bir elbiseden başka beyaz renkte olan kıyafetim yoktu. O beyaz elbise ise küçüktü. Eskiydi ama eskimemişti. Pek giymemiştim çünkü beyaz kıyafet sevmiyordum. Öylece dolapta duruyordu. Neden atmadığımı da bilmiyordum.
Giyinme odasından çıkıp aynanın karşısına geçtim, uzun zamandır ağlamadığım için şişen gözlerimi makyajla bir şekilde kapatıp aşağı indim.
"Günaydın Meryem Sultan."
Hatice abla ve Hanife teyze mutfakta kahvaltı hazırlıordu, annem de orada oturmuştu fakat her günden farklı olarak sohbet etmiyor, bir yere dalıp öylece izliyordu.
"Günaydın Hanife Hatun ve onun gıcık kızı Hatice." Hatice ablaya karışmayı seviyordum.
Mutfağa girer girmez beni görünce şaşırdılar. Zaten ne beklerdim ki, dün akşam beni bir ölü gibi gördükten sonra bu halime şaşırırlardı tabii. Özellikle annem daldığı yerden gözlerini ayırıp baba bahsetmeden şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu.
Onların da benim gibi bir suçu yoktu. Hele ki annem yıllardır durulan dava ile yüreğindeki ateşi söndürmüşken yıllar sonra tekrar aynı davaya evladını kurban verip yüreğini yakmıştı.
Hatice abla ile Hanife teyze bana gülümserken annem uzunca bir süre sonra bana cevap verdi.
"Günaydın kızım. Nasılsın?"
Sorusunu tereddütlü sordu çünkü kötü olduğumu düşünüyordu ki zaten kötüydüm. Ama ben bunu dışarıya yansıtacak değildim. Yekta Ağa'nın kızı güçlüydü. Öyle olmak zorundaydı.
"İyiyim Sultan'ım, her zamanki günlerden bir gün. Neden kötü olayım ki?"dedim. Yok kesin ben bu kadının yüreğine indirecektim. Kadın iyi olmamın altında sebep arar olmuştu.
"İyi kızım, sen iyi ol da başka bir şey istemiyorum." İyi olduğumu söylediğim için dünki olaydan bahsetmedi. Kötü olmamı istemiyordu o da. Gerçi kim kızının kötü olmasını isterdi ki?
"Sen bana o güzel ellerinden bir yumurtalı ekmek yap da ben iyi olurum." deyip mutfaktan çıktım ve avludaki çardaklardan birine oturdum. Temiz havaya ihtiyacım vardı. Kafamı dinlemem gerekiyordu ama tahmin ettiğim gibi evren bana o fırsatı vermiyordu.
Telefonum çalıyordu. Arayana baktım, 'Çatlak arıyor' yazısını görünce derin bir ah çektim. Bir de bu vardı değil mi? Onca şeyin arasında ders notlarıyla uğraşacaktım. En yakın arkadaşım olmasa açmazdım ama oflayarak telefonu açtım. "Efendim Yağmur."
Tahmin ettiğim gibi ders notlarını durmak için aramıştı. Yengesi hamileydi ve bugün onun evine temizliğe gidecekti .
"Sesin bir böyle çirkin geliyor. Yine ne boklar yedin acaba? İyi misin?"
Hem de nasıl? O kadar iyiyim ki tahmin bile edemezsin!
"İyiyim bir sorun yok, merak etme. Notları da bugün içinde sana atarım."dedim ama homurdanmalarını duyuyordum çünkü inanmamıştı.
"Yalan atma firtına, sen bir sorun olmadığı sürece dershaneyi boşlamazsın. Bir şey olmadığına emin misin?"dedi.
İnanmadığını biliyordum.
"Madem bu kadar merak ediyorsun bu akşam bize gel."
Gelmesini istiyordum çünkü ona ihtiyacım vardı. Bir tek ona anlatabilirdim ne kadar boktan bir durumda olduğumu. Evdekiler benim bu kadar istemediğimi anlarsa davayı umursamaz ve evliliği engellerdi.
"Anladım. Bir şey var ve sen telefonda söylemiyorsun. Bak ben akşam gelene kadar kendini üzecek tek bir hareket dahi yapmıyorsun. Zaten ağlamazsın ama olur da ağlamak istedin beni bekle. Ben gelince biraz beraber ağlarız."
Sesi endişeli gelmeye başlamıştı. Bu yüzden ona şimdi söylemedim ama yine de endişelenmişti.
"Merak etme iyiyim ben, görüşürüz."
"İyi olmadığını biliyorum ama uzatmayacağım, görüşürüz."
Bir şey demeden kapattım, zaten ne diyebilirim ki? Telefonda anlatılacak bir şey değildi. Dan diye ona evleniyorum diyemezdim.
Telefonu kapatır kapatmaz sıkıntılı bir nefes verdim. Haklıydı, ağlayamazdım. Zaten dün gece yeterince kendimden ödün vermiştim.
Biraz zihnimi dinlendirmek için gözlerimi kapatınca konağın kapısı açıldı ve içeriye Mirhan abim ve Zeynep yengem geldi. İkisinin de bu sabah kontrolden geldiğini biliyordum. Her seferinde kontrolden gelirken gülen yüzleri bu sefer asıktı.
Üstelik şu an dışarısı tehlikeli olmasına rağmen çıkmışlardı. Tehlikeli olabilirdi ama o tehlike Çetiner erkeklerine sökmezdi.
"Gülüm ne yapıyorsun burada?"
Abim sanki ben bu evde yaşamıyormuşum gibi bir tepki vermişti. Kendi konağımın avlusunda oturmam bile şaşkınlıkla karşılanıyordu. Bu kadar mı kötü bir durumdaydım yani?
Evet, onlar da şaşırmaya haklıydı. Benim ciddi konularda pek fazla nazlanmadığımı biliyorlardı fakat bu durumda bu kadar vurdumduymaz olmamı da beklemiyorlardı, ki değildim zaten. Sadece güçlü görünmek istiyordum çünkü bu olmak zorunda olan bir şeydi ve ben ömür boyu üzgün bir şekilde gezemezdim.
"Ben hava almaya çıktım abi, siz nereden geliyorsunuz?"dedim.
Öylesine konuşmak için sorulan bir soru ve bunu onlar da biliyor.
"Küçük Mirhan'ı kontrole gittik, durumu gayet iyi, sadece biraz halasını özlemiş. Halası son zamanlarda onunla pek konuşmamış o yüzden biraz agresif."
Yengem benim iyi olmadığımı anlamıştı ve beni biraz da olsa mutlu etmeye çalışıyordu. Zaten yengem değil ablam gibiydi
Yapmak istediği şeyi anlıyordum. Kafamı dağıtmak istiyordu ama benim kafam zaten bulgur kazanı olmuştu.
Yine de onlara uyup Zeynep'in karnına yaklaştım. "Halasının prensi halasına küsmüş mü? Özür dilerim halacığım, seni biraz ihmal ettim ama sen dünyaya gelince telafi edeceğim canım."
Ben yengemin şişmiş karnına doğru zorla neşeli çıkardığım sesimle bunları söylerken onlar bu neşeyi gerçek sanmış olacaklar ki yüzlerinde hafif bir tebessüm oluştu. Neyse benim amacım da buydu zaten. Oyunculukta seviye atlamıştım.
"Affetti halası affetti. Benim oğlum halasına dayanamıyor zaten."
Yengem ile birbirimize gülerken abim araya girdi.
"Hadi yeter bu kadar, doğru kahvaltıya."
Şimdi sıra bendeydi, biraz oyun oynamaktan zarar gelmezdi. "Aaa abi sen koskoca Çetinerlerin ağası; yengemi koskoca Mardin'de, sabahın erken saatinde, daha horozlar ötmeden hastaneye götürdün ve ona bir kahvaltı yedirmeden mi geldin? Yazık, vallaha çok yazık."
Aslında her gittiklerinde kahvaltı yaparlardı ve bu sefer de kesin yapmışlardı ama benim hevesli olduğumu görünce oyunumu devam ettirdi abim.
"Yav gülüm sen kimin tarafındasın? Sen onun görümcesisin biraz görümcelik yapsan olmaz mı? Hem yengen zaten her zaman yiyor ne var sanki bu sefer kahvaltı yapmasa."
Tamam oyun oynayalım dedik de karşımızdaki kişinin hamile olduğunu unutarak konuştu abim. Hormonlar yüzünden fazla duygusal olan yengemin gözleri dolmuştu bile. Normalde olsa ben çok mu yiyorum derdi ama bu sefer " Sabah yedirdiğin iki lokmanın hesabını mı tuttun Mirhan Ağa?" deyip gitti. Demek ki çok kırılmıştı.
"Hadi abi sana kolay gelsin." dedim ve onu 'şimdi ben ne dedim ya' dercesine şekil almış suratıyla bırakıp kahvaltı yapmaya gittim.
İstediğim gibi annem yumurtalı ekmeklerimi yapmıştı. Çok güzel ve iştah açıcı görünüyordu ama ben pek yemedim. İştahım yoktu.
Babam ve Hazar abim ortalarda görünmüyordu. Kahvaltıya bile gelmemişlerdi. Mirhan abim de zaten yengemle konuştuktan sonra çıkmıştı. Anlaşılan bugün de Ulusoy aşireti ile konuşacaklardı.
Kahvaltıdan sonra yengemin odasına çıkıp gönlünü aldım, sonuçta benim suçumdu ve zaten yengem bana dayanamadığı için beni affetmişti. Yengemin odasından çıktıktan sonra kendi odama gidip notları Yağmur'a atmış ve biraz uyumuştum. Öğlen yemeği için de aşağı inmemiştim. Şimdi ise akşam yemeği için hep beraber sofrada oturuyorduk.
Kimseden çıt çıkmıyor, kimse babam ve abilerimin bugün ne yaptığını konuşmuyordu. Ben ise zaten suskun, zaten boş bakıyordum.
Yengem abime ölümcül bakışlar atıyordu, anlaşılan abim hala kendini affettirememişti. Biraz daha bekleyecek ama daha sonra abim bir yolunu bulamazsa ben gidip yengemle konuşacaktım. Sonuçta benim yüzümden olmuştu.
Yemekler yenildikten sonra babam üzgün bir sesle "Kararını verdin mi kızım?" diye sordu.
Öylece, aniden ve acımasızca.
Acımasız olan babam değildi. Sözleriydi...
Karar? Bu bir karar değildi ki. Bu bir mecburiyetti. Belki iki farklı seçenek vardı. Kabul etmek veya etmemek ama benim gözümde sadece biri kabul edilebilirdi. Babamın ve abilerimin zarar göreceği hiçbir seçenek, benim için bir seçenek değildi.
"Baba, bana kalırsa ben okumayı düşünüyorum ama sizi de kan davasına kurban edemem. Kafam çok karışık ve ben ne diyeceğimi bilmiyorum. Ama ne kadar düşünürsem düşüneyim sonuç hep aynı olacak çünkü ben sizi ateşe atamam. Hep aynı çıkmaza çıkıyor yolum. Ben bu evliliği kabul ediyorum baba."
Sesim titremesin diye çok uğraşmıştım ama ilk defa bunda başarılı olamamıştım. Benim gözümden bir damla yaş akınca annem ve yengem de ağlamaya başladı. Babam ve abilerimin de gözleri dolmuştu.
"Tamam kızım." Zorla ağızdan çıkmış bir kelimeydi ama çıkmıştı işte. Zaten başka ne diyebilirdi ki? Onun elinde olan bir şey de yoktu. O da üzülüyordu. Yıllardır anam diye sevdiği kızını kan davası uğruna istemediği biriyle evlendiriyordu. Onun için de zordu.
Benim için... Benim ne hissettiğim benim için bile önemli değildi. Zaten ailem için kendimi feda etmemden belli değil miydi?
Birkaç saniye sonra Hazar abime döndü ve "Hazar oğlum sen ne dersin, kabul ediyor musun Diyar Ulusoy ile evlenmeyi?" dedi. Hazar abim kafasını hiç yerden kaldırmıyordu. Utanıyordu. Belki de kendini suçluyordu.
"Diyar kabul ettiyse ben bir şey diyemem baba. Zaten her şeyin sorumlusu olarak kendimi görüyorum. Ne sizin ne bacımın yüzüne bakacak yüz kalmadı bende."
Yapmamalıydı. Böyle yaparak kendini bizden uzaklaştırmamalıydı.
Gözümden akan yaşlar hız kazanırken ayağa kalkıp abimin yanına gidip ona sarıldım. İlk başta tepki vermese de o da bana sarıldı ve gözünden bir damla yaş düştü. Ona kızamazdım, onu suçlayamazdım. Kavgayı karşı taraf başlatmıştı. Onun suçu yoktu. Abimden ayrılıp yerime oturdum. İştah kalmamıştı, ne bende ne diğerlerinde.
"O halde biz yarın Ulusoyları yemeğe davet edip kararlarını öğrenelim. İlk kararını açıklayacak kişi biz olalım istemiyorum."
Fark etmezdi. Sonuçta o karar açıklanacaktı. Benim ölüm fermanım barış olarak kutlanacaktı.
Abim, Alaz Ağa ve Diyar Ulusoy. Hepimizin kaderi bu noktada birleşiyordu. Şu an için tek temennim bu dört kişinin, insanların hayatını kurtarmaya çalışırken kendi hayatlarını karartmamasıydı.
Yemekten sonra odama çıktım çünkü Yağmur gelmişti. Bu zamana kadar nasıl dayandığını merak ediyordum doğrusu.
Hatice abla atıştırmalık bir şeyler getirip odaya bırakırken sabredemeyeceğini anlayınca "Hatice abla sen bırak geri kalanları ben hallederim. Zaten biraz cips çerez falan sorun olmaz."dedim. Hatice abla kafasını salladı ve odadan çıktı. O çıkar çıkmaz Yağmur geldiğinden beridir zorla içinde tuttuğu soruları sormaya başladı.
"Ne oldu, neden sesin öyle geliyordu, neden tavırlarında bir terslik var? Anlatsana kızım çatladım sabahtan beri."
Yağmur'un nefes almadan sorduğu sorularla sanki saatlerdir bu anı bekliyormuş gibi çarşıdaki olayı anlatmaya başladım. Ne kadar içime dert olmuşsa tek seferde bütün olayı anlattım.
"Ee ne var bunda bu kadar üzülecek? Bir şey olmamış ya abine. Gelirken gördüm."
İşte keşke her şey anlattığım kadarıyla sınırlı olsaydı. O vakit belki yapılacak başka şeyler de bulunurdu.
Beni bir kere daha bölmesine müsaade etmeden anlatmaya devam ettim.
"Ağalar kan davasını bitirmek için akraba olmayı teklif etmiş, aksi halde durulan kan davası tekrar başlayacakmış. Eğer karşı taraf da kabul ederse ben Alaz Ulusoy ile, Hazar abim Diyar Ulusoy ile evlenecek."
Buydu işte, hiç sesim titremeden, takılmadan konuşacak kadar basitti. Ailem hariç bu konu hakkında konuşan herkes böyle basitçe anlatıp geçecekken yanan ise dört kişinin hayatı olacaktı.
Yağmur ilk seferde idrak edememiş olacak ki mal mal bana bakmaya devam etti. Daha sonra her şeyi idrak edince ise hasar tespiti yapıyor gibi gözleri baştan aşağı beni süzdü. Sesim o kadar ifadesizdi ki bunun nedenini anlamaya çalışıyordu.
"Benim yanımda böyle güçlü durmana gerek yok biliyorsun değil mi?"
Bilmiyorum, kimin yanında güçlü olup kimin yanında zayıf olmam gerektiğini bilmiyorum ama Yağmur kesinlikle oyun yapıp kendimi iyi göstereceğim insanlardan değildi. O bana ya cesaret verecekti ya da benimle beraber yaşadığım şeyin acısını çekecekti.
Bana sarılınca ruh halim birden değişti ve anında gözlerim dolmaya başladı. Bir tek o biliyordu ağlayamayacağımı. Donuk bakışlarımdan bunu anlayıp bana ağlayabileceğimi söylemişti. Dün geceden beridir biriktirdiğim, aileme göstermek istemediğim her şey için ağlıyordum. Alevlerin arasında kalmış gibiydim. Sanki biri beni diri diri yakıyor gibiydi. En çok kalbim ve ciğerim yanıyordu.
Ve ben bir kere daha anladım, akmayan yaşlar akanlardan daha çok can acıtıyordu. Bunu ona sarılıp ağlarken anlamıştım.
Bir süre sonra beni ağlatmamak için olsa gerek kollarını yavaşça benden ayırdı. Bilseydi bu ağlamaya ne kadar ihtiyacım olduğunu benden hayatta ayrılmazdı.
"Bunun başka yolu yok mu, tek yol evlilik mi?"
Maalesef yoktu, bunun bilincindeydim ama o böyle üzgünce sorunca bu daha çok yüzüme vuruluyordu.
Kafamı sağa sola hayır anlamında sallayınca gözlerini benden kaçırdı. Sanki onun elindeymiş de yapmıyormuş gibi bana karşı mahcuptu.
"Emin ol bir yolu olsaydı her ne olursa olsun babam bu evliliği onaylamazdı."
Aslında o da biliyordu başka bir yolu olmadığını. Benim gibi inanmak istemiyordu işte. Hâlâ ona yalan söyleyip başka bir yolu var dememi bekliyordu. Bende ise onu mutlu edecek bir cevap, bir yalan yoktu.
"Bilmiyormuş gibi konuşma, burada artık öyle töre möre bilmem ne zırvalıkları yok ama aşiretler ve bu aşiretler arasındaki davalar çok az da olsa maalesef gerçek. Yok evlilik yok şu bu... Buna derdin arasında okuyup okumayacağımı da bilmiyorum."
Anında kafasını yerden kaldırması ile neye uğradığımı şaşırdım. Bu benim de onun da kırmızı çizgisiydi ve benim bundan hiç çabalamadan vazgeçmem onu sinirlendirmişti.
"Ne dedin sen, ne demek okuyabilir miyim? Kafayı mı yedin sen, tabii ki okuyacaksın, okuyup hayalini gerçekleştireceksin. Sen yıllardır bunun için emek veriyorsun. Hem, hem daha hiçbir şey belli değil. Sonuçta bu bir teklif, sen bu teklifi kabul etmezsen kimse sana bunu zorla kabul ettirecek değil. Eğer böyle düşüncelerin varsa derhal atıyorsun aklından."
Okul ile ilgili söylediklerini duymazlıktan geldim çünkü ne olacağını ben de bilmiyordum. Elbette o okulu bitirmek için her şeyi yapacaktım ama hayatta hiçbir şey belli olmazdı.
Belki ben çok yorulurdum belki de zaman artık benim için akmazdı.
"Yanılıyorsun Yağmur, bu bir teklif ama aşiret büyüklerinin hepsinin kararı evlilik yönünde. Ben istemesem babam beni evlendirmez ama düşünsene benim kabul etmediğimi, kan davası tekrar başlayacak. Tekrar düşün, sence bu bir teklif mi? Hangi teklif sonunda ailenin hayatını karartacak kadar aşağılık olabilir? Hayır, ben aileme bunu yapamam."
Yağmur'da yapacak bir şey kalmadığını anlamış olacak ki sadece susup bana sarıldı, daha sonra beni neşelendirmek için olacak birkaç hareket yaptı, en sonunda konuşmaya başladı.
"Senin kararın ne? Anladım evliliği kabul etmişsin ama bundan sonra ne yapacaksın? Şunun şurasında sınava az bir zaman kaldı. Belki düğünü ileri bir vakitte yaparlar. Sen sınava girersin ve evlenince de dondurusun. En azından izin verirlerse tekrar sınava girmek zorunda kalmazsın. Hem belki bunların hiç birine gerek kalmaz da okumana izin verirler. Hoş izin alan da yok ama sen salmışsın kendini."
Onun böyle umutlu bir şekilde konuşması canımı sıkıyordu. Doğu artık sanıldığı gibi değildi, kız çocukları da bir erkek çocuğu kadar okutuluyordu ama anlamadığı şey bunu yapabilmek için çok yorgun olduğumdu. Bu yüzden sorduğu sorulara omuz silkerek cevap verdim. Daha sonra bununla yetinmeyeceğimi anladım. Kafamı konuşmakla meşgul edecektim.
" Ulusoylar izin verir vermez bilmiyorum ama benim derdim bu değil zaten. Sence ben okumak için birinin iznine ihtiyaç duyuyormuş gibi mi görünüyorum? Benim derdim yorulmak. Ben zaten çok yorgunum ve bana kötü gelecek bir evliliği kaldıramamaktan korkuyorum. Ama buna müsade etmeyeceğim. Evlilik kötü mü geldi, iyi olsun diye elimden gelen her şeyi yapacağım. Ha olmadı o zaman bana ne kadar kötüyse karşı tarafa da o kadar kötü olacak. Bildiğim bir şey varsa o da güçlü duracağım ve kendimi ezdirmeyeceğim."
Yağmur söylediklerime sevinmiş olacak ki minik bir tebessüm etti. "Bak işte, güçlü duracağını sen de söylüyorsun. O yüzden eskisi gibi dershaneye geliyorsun itiraz istemiyorum."
Tamam deyip konuyu kapattım. Gecenin devamında ise başka şeylerden konuşup saati on bir yapmıştık ve Yağmur evine gitmişti.
Yağmur gittikten kısa süre sonra odamın kapısı çalındı. Sanırım babam Yağmur'un gitmesini bekliyordu. Gel dememle emin olduğum gibi babam geldi. Kapıyı çalma şeklinden bile tanıyordum onu.
Bu saate kadar uyuması gerekiyordu ama uyumamıştı. Ayağı kalkıp ona odadaki koltuğu gösterdim. "Gel baba."
Babam koltuğu reddedip yatağımın kenarına oturdu ve beni de yanına çekip oturttu. Anlaşılan duygusal bir mesele konuşulacaktı. Her zaman yaptığı gibi saçımı okşamaya başlayınca da bunu kanıtlamış oldu.
" Nasılsın kızım?"
"İyiyim baba."
Öylesine sorulmuş bir soruya öylesine verilmiş bir cevap. Bunu ikimiz de biliyorduk. Ve bunu bilmek daha yaralayıcıydı.
"Yapma kızım. Bari bana yalan söyleme. Gün içinde herkesten saklandığın yetmedi mi? Hadi onlardan sakladın, annen ve babandan nasıl saklayacaksın? Benim yüreğim böyle yanarken saklayabilir misin?"
Senin yüreğin böyle yanarken saklayabilir miyim?
Sence saklayamaz mıyım baba?
Saklarım baba. Öyle bir saklarım ki ben bile artık beni tanımam.
Gerçekten hissediyor musun hüznümü?
Peki benim en çok korktuğum gün de hissettin mi?
Hüznümü hissedermişsin. O günki acizliğimi de hissettin mi?
Madem hissettin ben neden yalnızım baba?
Ben neden kendimi yalnızlığa mahkum ettim?
Sanmıyorum ama eğer bir gün öğrenirsen, o gün de beni hissetmeye çalış olur mu baba. Belki o gün ve o günden sonra yapmak zorunda olduğum her şeyi neden yaptığımı anlarsın.
"Eğer istemiyorsan söyle, söyle ki geç olmadan senin için bir şeyler yapayım. Emin ol dava benim için önemli değil. Kızım için ölürüm de öldürürüm de."
Kızım için ölürüm de öldürürüm de, derken sesindeki ton sanki bunu daha önce yapmış gibi kendinden emin çıkıyordu. Bir an korkmuştum ondan.
"Olmasın diye elimden geleni yaptım. Barış için para bile teklif ettim. Ulusoy aşireti bizden daha zengin kızım, buna rağmen ben onlara para teklif ettim ama bize ve onlara bağlı aşiretler kan karışmadıkça kanın durulmayacağını söylüyor."
Babam konuşmasına devam etmeden onu durdurdum. Yoksa bu konuşmanın sonu iyi bir yere gitmiyordu.
Kan karışmadıkça, iki taraf da evlenip çocukları olup o çocuklar iki tarafın da akrabası olmadığı sürece... Yani dört gencin evlenip de çocukları olmadığı sürece bu dava durulmayacak.
Babamın söylemeye dilinin dönmediği her şeyi zaten biliyordum. Yaşım küçük olsa bile çok fazla aşiret toplantısının sonucunu evde değerlendirdiğimiz olmuştu. Bilmediğim şeyler değildi.
"Baba, ben kendim seçtim bunu. Zorla evlenmiyorum ama senden, annemden, ailemden ilk defa ayrı kalma fikri beni üzüyor. Evleneceğim adamı tanımıyorum, nasıl biri olduğunu bilmiyorum. Bunlar için üzülmeyeyim mi? Merak etme arkamda Yekta Ağa olduğu sürece sırtım yere gelmez. Lütfen aklını böyle şeylerle doldurma."
Babama konuşacak bir şey kalmamıştı. Biraz daha bir şeyler söyledikten sonra benim kararlı olduğumu görünce yenilmişlikle kafasını salladı. Zaten iki durum da onun için yenilgiydi. Belki de ilk defa yeniliyordu. Bu muydu hüznünün sebebi?
"Tamam ama canın yandığı an arayıp haber vereceksin. Tırnağına zarar gelmesine izin vermeyeceksin. Sen benim kızımsın. Unutma, canın yandığı an beni arayacaksın. O gün hiçbir şey umrumda olmaz"
O gün hiçbir şey umrumda olmaz dedi, akrabalık bile mi? diye soramadım...
"Tamam baba."
Babam benden onayı alınca yatağa tamamen oturup sırtını yatak başlığına yasladı. Eliyle dizini işaret edince başımı dizine koyup gözümü kapattım. Babamın elleri saçımın içinden geçerken aynı anda sıkıntılarım da gitmiş gibi hissetmiştim.
İşte huzur benim için buydu. Sıkıntılarım tamamen gitmese de bir anlık sanki bütün yüküm hafiflemişti. Babama işte bu yüzden canımı verebilirdim. O da bana canını vermeye hazırdı çünkü.
Birkaç dakika sonra babam uyuduğumu düşünmüş olacak ki saçlarımı ve yanağımı öpüp beni yatağa tamamen uzatıp üzerimi örttü ve odadan çıktı. Ben de düşünceler ve tek damla gözyaşı ile uykuya daldım.
Ben de bu kadar yapabiliyorum işte, benim gücüm akşam yatağa girinceye kadardı. Bu yastık benim gözyaşlarımı gören tek varlık ve gecenin karanlığı benim sırlarımı bilen tek şeydi. Ağlayarak anlattıklarımı sadece dinleyerek benimle dertleşen bir oda, gözyaşlarımı kendinkiymiş gibi sahiplenen yastık benim gerçeğim. Ben bir tek onlara bu kadar açık ve gerçek olabiliyordum.
Daha kaç gece göz yaşlarımı ruhumun derinliklerine akıtmak zorunda kalıp uyuyacaktım?
Kaç gün daha bu karanlık benim sitemimi dinleyecekti?
Ya da kaç gece daha gözyaşlarımı ertelesem hayat bana oynamayı bırakırdı?
***
Sabah her zamanki gibi erken kalkıp dershaneye gitmek için hazırlandım. Yağmur haklıydı, sınava az bir zaman kalmışken dersi bırakamazdım. Üzerimdeki koca yorgunluğu yok saymak çok zordu ama maalesef ben bu konuda ustaydım. Keşke olmak zorunda kalmasaydım...
Çantamı da alıp Ahmet abinin hazır beklediği arabaya geçtim ve yola çıktık. Dershane arabayla on dakikalık mesafedeydi. Ahmet abi birden asfalt yoldan çıkıp toprak yola sapınca şaşırdım. Durduk yere neden yolu değiştirmişti ki?
"Ahmet abi neden her zamanki yoldan gitmiyoruz?"
Ahmet abi dikiz aynasında bana sorun yok der gibi bakıyordu fakat bir sorun olmadıkça farklı bir yola da sapmazdı.
"Bir araç yolda bozulmuş, diğer şeritte de trafik yoğun. Bir tek bu yoldan gidersek derse yetişiriz."
Ahmet abiyi başımla onayladım ve arkama yaslandım. Yol biraz uzun sürecekti ama derse yetişebilecektim en azından.
Ben bunları düşündüğüm anda birkaç araç etrafımızı sardı. O kadar hızlı önümüzü kesmişlerdi ki Ahmet abi zamanında durmasa kaza yapabilirdik.
Anlaşılan yolun kapanması bir komploydu. Ama kim böyle bir şeyi nasıl ve neden yapardı ki? Eğer şirket ile ilgili bir problemse benden ne istiyorlardı? Belki de şirketle ilgili değildi.
Düşman da bitmiyor ki!
Önümüzdeki ve arkamızdaki araçlardan dörder adam inince Ahmet abi sağa doğru arabayı sürdü ama çok geçmeden etrafımızı hareket edemeyeceğimiz kadar sardılar. Ne istediklerini bilmiyordum ve öğrenmenin tek bir yolu vardı.
"Ahmet abi."
Konuştuğum gibi bana baktı. İtiraz edecekti hemen çünkü ne istediğimi biliyordu. Bu yüzden o itiraz etmeden "Lütfen."deyince tamam anlamında başını sallayıp torpidodaki silahı bana uzattı. Durumun vehametinin farkındaydı. Bana güveniyordu. En az kendine güvendiği kadar...
Onda silah vardı ve abimler benim silah taşımamı istemedikleri için bana vermiyorlardı. Hazar abimin aldığı silahı torpidoya koymuştum ki o da zaten çok istediğim için almıştı. Yoksa o da kullanmamı istemiyordu.
Dört adam Ahmet abiye silah çekince sinirim daha da arttı. Ahmet abi de silahını hazır hale getirmişti ama bana zarar verme ihtimalleri olduğu için onlara doğrultmamıştı. Ahmet abi tek başına bir orduya bedeldi ama sıkacağı tek kurşunda hayatımın tehlikeye gireceğini bildiği için hiçbir şey yapamıyordu.
"Ahmet abi ben şimdi ineceğim, onlarla nazik bir şekilde konuşup geleceğim!"
Anında çatılmış kaşları ve sinirden olduğu belli olan bir gülümsemeyle bana döndü.
"Berva, ben buna izin verir miyim gülüm? Tamam benim öğrencimsin, kendini korursun ama asla bu arabadan inmeyeceksin. Daha adamların kim olduğunu, niyetlerini bilmiyoruz."
Anlamıyordu. Onu ikna etmem gerekiyordu. Bu adamları daha önce hiç görmemiştim. Daha önce depoya kapatılan adamlara benzemiyorlardı. Bunu o da biliyordu. Bu yüzden zaten herhangi bir karşılık veremiyordu.
"Abi söz bana zarar vermelerine izin vermeyeceğim, hem amaçları bana zarar vermek olsaydı çoktan yaparlardı."
"Hayır Berva sen inme, ben şimdi inip dertlerini öğreniyorum sen araçta kal."
Telefonunu alıp bir tuşa uzun uzun bastı. Böyle yapınca konktaki bazı seçili korumalara bildirim gidiyordu ve işleri ne olursa olsun bırakıp buraya gelmek zorunda kalıyorlardı.
Tek başına belki bu adamları hallederdi ama bana zarar gelme ihtimali elini kolunu bağlıyordu.
Dışarı çıkmak için kapıyı açmaya çalıştı ama aynı saniyede bir adamın sertçe kapıya tekme atması ile hazırlıklı olmadığı için geri kapandı. Hiç beklemeden tekrar kapıyı açınca kapıya vuran adam geri geri gitmek zorunda kaldı. Bu sefer de iki kişi aynı anda kapıyı kapatmıştı.
Kimin adamlarıysa iyi eğitilmişlerdi. Ahmet abinin inmesine fırsat vermiyorlardı. Sıkılmıştım artık. Ona silah doğrultan adamların hiçbirinin hedefinde ben yoktum ve benim kapımın önünde duran herhangi bir kimse yoktu. Demek ki amaçları bana zarar vermek değildi.
Bir hışım kapıyı açıp "Ahmet abi, bugün üşümüyorum. Hallederim."dedim ve bir şey demesine fırsat vermeden arabadan indim.
Bunun anlamını biliyordu. İkimiz arasında şifre gibi bir şeydi. Eğer çok zor bir durumdaysak ben milleti oyalarken o gerekirse hepsinin icabına bakacaktı. Sanırım elini kolunu bağladığım için iyi bir fırça çekecekti.
Bugün üşümüyorum dersem, beni koru diyordum. Hallederim diyordum. Bugün üşüyorum dersem, ne yap et beni buradan kurtar, ben halledemem diyordum. BÖLÜMÜ NASIL BULDUNUZ? İlk bölüme göre sizce nasıldı? Lütfen olumlu, olumsuz fark etmez eleştiri yapın ki ben de kendimi düzeltecek imkanı bulayım. Bana destek olursanız sevinirim. Şimdilerde bölüm araları uzun olabilir ama okuma oranı arttıkça azalacak. ELEŞTİRİLERİNİZİ BURAYA YAPABİLİRSİNİZ HATTA İLK YORUMU BEN YAPACAĞIM. BURAYA YAPILAN BÜTÜN YORUMLARA CEVAP VERMEYE ÇALIŞACAĞIM. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Emeğimin karşılığını veren herkes emeğinin karşılığını fazlasıyla alsın İnşallah 💚 🤎 Buraya da bir emoji alabilir miyim lütfen. Diğer bölüme kadar kendinize çok iyi bakın. Sağlıcakla kalın.🪻🍂
|
0% |