Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@aycakayca1

Instagram ve Tiktok hesaplarım aycakayca.1 destek olursanız mutlu olurum.

Öncelikle kitabı nerede gördüğünüzü yazar mısınız? Hayat memat meselesi, meraktann ölerim.

Yeni bir heyecan, yeni bir kitapla karşınızdayım, umarım beğenirsiniz.

Buraya başladığınız tarihi yazar mısınız?

Buraya da bölüme özel bir başlangıç emojisi.

Başlayalım o zaman...

"Sana kırmızı hiç yakışmamış çirkin kız."

"Gerçi sen kıza bile benzemiyorsun."

3 Haziran 2023 Cumartesi

Yine aynı rüya. Buradan gitmeyi düşündüğüm günden beridir uzun süredir peşimi bırakan rüya yine kendini bana hatırlatmaya başlamıştı. Sürekli dedemle gittiğim o okuldaki çocuk rüyalarıma giriyordu. Yıllar önce giydiğim elbiseyi kötüledi diye belki bilinçaltıma yerleşti, bilmiyorum. Ama artık canımı sıkmaya başlamıştı. Yüzü net değildi, sadece yeşil gözleri ve siyah saçları hafızamda yer ediniyordu. Her neyse, bugün bunun üzerinde durmayacaktım. Dedeme sorsam belki o kişinin ismini bulurdu ama bugün yapacak daha önemli işlerim vardı

Çok şükür bugün bu şehirden gidecektim. Üzerimden koca bir yük kalkmıştı. Babamın sözde beni okutmak için girdiği borç batağından kurtulmuştum ve artık mesleğimi istediğim şehirde yapabilirdim.

Ben kim miydim?

Vatanına hizmet etmekten ve insan olmaktan başka bir vasfı olmayan Genel Cerrah Echer Tanrıkulu.

Valizimi topladığım zaman ne ara bu kadar kıyafetimin olduğunu düşünüyordum. Yıllardır borç kapatmakla meşgulken bunları kimin parasıyla mı almıştım?

Dara Tanrıkulu.

Kendisi benim dedem olur. Annemin babası.

Evet, babam biraz fazla para koparayım diye soyadımın Tanrıkulu olmasına müsaade etmişti.

Annem öldüğünden beridir, yani yedi yaşından beridir neredeyse her ihtiyacımı onlar karşılardı. Okumam bile onların sayesindeyken Alkın Abir, yani babam, seni ben okuttum borcumu sen ödeyeceksin diye beni bu şehirde tutuyordu.

İstifamı vermiştim. Gidecektim buralardan.

Zaten babam eskiden zengin olan ama dedemin ona verdiği şirketlerin hepsini tek tek batırıp annem ile evlenmeden önce beş kuruşsuz kalan bir adamdı.

Yokluğu bilmediği için aldığı hiçbir şey gözüne gelmiyor, borçlarını bana ödetmekten çekinmiyordu.

Annem ölene kadar da tanımadığım insanların merdivenini silmişti...

Şimdi ben evden çıkmadan babam gelse, yine gitmeme izin vermeyecekti. Onu bir şekilde para göndereceğime dair ikna edip gitmem gerekiyordu.

İhtiyacım olacak bütün eşyaları alıp valizime yerleştirdikten sonra İstanbul uçağını kaçırmamak için hızla giyinmeye koyuldum. Bursa'dan sıkılmıştım. Hiç iyi anılarım yoktu.

Üzerime dedemin aldıklarından en iddialı olanı giydim. Dedem Diyarbakır'da yaşadığı için, yani oralı olduğu için bana aldığı hiçbir şeyin fazla açık olmamasına dikkat ediyordu.

Fakat ben iddialı şeyler giymeyi seviyordum.

Giyinip mutlulukla aşağı inerken aynı zamanda bir tarafım buruktu da. Senelerdir yaşadığım, en önemlisi de annemi kaybettiğim şehirden gidiyordum. Ben annemi terk ediyor gibi hissediyordum.

Onu bırakmak, bir zamanlar gitmeyi hayal ederken bile kendime sövmeme sebep olurdu. Onu bırakmak bana işkenceydi. Ama gel gör ki bugün buna mecburdum. Ben gerçekten onu terk ediyormuş gibi hissediyordum.

Daha sonra bu hissi bastırıp yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirdim. Mutlu yüz ifadesiyle kapıyı açtığım an karşımda gördüğüm suretle ifadem dağıldı.

Kumral saçı, kahverengi gözleri ve uzun boyu ile Aydın Abir, babamın oğlu buradaydı ama ne için olduğunu bilmiyordum. Arkasındaki kişiler ise daha önce gördüğüm insanlar değillerdi.

Dede parası yiyip sabah akşam barlarda, orada burada sürten bir adama göre oldukça kaslı ve heybetli bir vücudu vardı. Yakışıklıydı, iriydi ama bananeydi!

"Buyrun. Alkın Abir'in kızı Echer Abir Tanrıkulu."

Anlamıyordum. Babamın oğlu nereden çıkmıştı gerçekten bilmiyordum. Bunca yıl şirketler battıktan sonra dedesinden ona kalan şeylerden tek kuruş bile babasının borçlarına harcamayan, babam annemle evlendiğinden beri, dokuz yaşından beri kimsenin nerede olduğunu bilmediği Aydın Abir, birdenbire babasının evine neden gelmişti, bilmiyordum.

Yanındakileri de tanımıyordum.

"Ne işin var burada Aydın? Bu adamlar kim?"

Bu güne kadar sadece resimlerini gördüğüm adama abi demeyecektim. O ülke ülke dolaşırken babasının borçları yüzünden ben eziliyordum ve bu zoruma gidiyordu. Şimdi bir de karşıma çıkmış pişkince sırıtıyordu.

"Üzgünüm Echer, babanın borçları bitti diye biliyorsun ama bitmedi. Bu güne kadar insanlara baban için kölelik yaptığın gibi yine yaparsan senin için bir sorun olmaz diye düşünüyorum. Bu adamlar beni arıyordu ama ben onlara daha güzel ve kullanışlısını veriyorum."

Adamlar hep bir ağızdan gülerken ben benim için kullandığı kelimeyi hazmedemiyordum. Kullanışlı derken vücudumu süzmesi onun asla adam olamayacağını gösteriyordu. Kardeşini pazarlamaya çalışıyordu.

"Bu güne kadar babanın borçlarını ben ödedim. Zengin olan sensin, bu borç seni fakirleştirmez. Ben borç falan ödemiyorum. Şimdiye kadar hangi cehennemdeysen tekrar oraya git."

Sinirlenmeye başladığını görüyordum ama sorun yoktu çünkü ben daha çok sinirlenmiştim. İt herif beni bir mal gibi bunlara vermeyi planlıyordu. Ben daha onların kim olduğunu bile bilmiyordum.

"Echer Tanrıkulu, borcun para olduğunu kim söyledi? Bu adamlar beni öldürmek için arıyordu ama ben onlara öldürmeden önce kullanabilecekleri bir kurban veriyorum."

Ne diyordu bu adam? Beni bu izbandut gibi adamlara ölmem için veriyordu. Bu nasıl bir abiydi?

"Götürün onu."

Adamlar bana doğru gelirken kapıyı yüzlerine kapatıp evde sakladığım silahı almaya gittim. Uçakla götüremeyeceğim için evde saklamıştım. Bir dahaki gelişimde kendi arabamla gelip silahımı da götürürüm umuduyla...

Silahımı alınca onlar çoktan kapıyı bir şekilde açıp içeri girmişti. Saklanacaktım, onlar gelene kadar çıkmayacaktım.

Korkuyordum. Annem yoktu beni koruyacak. Korkuyordum.

Baba neredesin?

Üç adam birden benim odama girince onlara tuttuğum silah onları korkutmuyordu. Üzerime doğru yürümeye devam ediyorlardı. Titreyen ellerimden korktuğumu düşünüyor olacaklar ki elimdeki silahı umursamıyorlardı.

Korkuyordum ama bu silah kullanmama engel değildi.

Sonuçta damarımda akan kanın bir kısmı Diyarbakır'lı olduğumu söylüyordu.

Damar asla yalan söylemezdi.

Bu annemin sözüydü. Aydın'ın deste deste parayı bir kadeh içki için masaya bıraktığını duyunca genelde söylüyordu çünkü zenginken babam da böyleymiş. Her ne kadar biz bilmesek de...

Damar yalan söylemezdi.

Damarı yanıltmadım. Bana doğru gelen adamların her birinin ayağına sıkmıştım. Canavar gibi adamlar sadece sessiz bir şekilde ahlayıp ayakta durmaya devam ediyorlardı.

Bunlardı değil mi abim beni pazarlıyordu diye gülenler?

Diğer ayaklarına da sıktım. O sırada dışarıdan gelen araba sesiyle dedemin gelmesini ne kadar istesem de dışarı bakınca hayal kırıklığına uğradım çünkü bir posta daha iri yarı adam geliyordu.

Hepsiyle baş edemeyecektim ama silahımda kalan son kurşunu kime saklayacağımı biliyordum.

O adamların yanından geçerken beni yakalamasınlar diye dikkatli bir şekilde kapıdan çıktım. Saklana saklana kapıya gelmiştim. Onlar kapıya yetişmeden çıkıp ters istikamete doğru kaçmaya başladım. Beni fark etmişlerdi. Kimi arabadan inip peşime takılırken kimi arabayla peşime vermişti.

İlk kurtulmam gereken arabalardı çünkü bana yetişmelerine çok az kalmıştı. Arabaların geçemeyeceği dar bir sokaktan geçince durup arabadan inmeleri bana zaman kazandırmıştı. Diğer adamlar ise arabanın arkasında kalmıştı.

Koşmaya devam ediyordum. Bir sokak sonrası babamın içip, kumar oynadığı kahvehaneydi. Yetişecektim.

Bu güne kadar bana bir evlat gibi bakmamış olsa da beni borç için bu adamlara verecek kadar alçalmazdı.

Kahvehanenin sokağına dönüyordum ki çarptığım beden beni engellemişti. Şimdi yalnız bir seçeneğim kalmıştı. Elimden geldiğince bir sokak ötedeki babama sesimi duyurmalıydım.

"Babaa!" diye yankılanan feryadım ikincisi olmadan ağzıma kapanan ellerle susturulmuştu. Bu haykırış değil bir sokak öteye, Bursa'nın bütün ilçelerinde yankılanmış olmalıydı. Camlara çıkıp üzgün gözlerle bizi izleyen teyzeler bunu kanıtlıyordu.

Hiçbiri yardım etmiyordu, engel olmuyordu. Neden olsunlardı?

Bir kere daha kumar borcu karşılığında eve haciz geldiğinde kızını ver diyen zaten onlardı. Yıllardır onlarla yüz yüze gelmiyordum.

Bahtıma sıçayım.

Kimse yardım etmiyordu.

Kafamı kaldırmaya fırsat vermeden beni tutup yanlarına götürdü. Silahı fark edip almıştı bile. Şu an kendime o kadar sinirlenmiştim ki...

Ben Diyarbakır'ın kızı nasıl olur da üç beş adama yakalanmıştım?

On beş de olabilir.

Ama insanın üvey abisinin onu ilk gördüğü yerde pazarlaması zoruna gidiyordu. Yani bunu on dakika önce öğrenmiştim.

"Gel bakalım küçük sıçan, bizden kaçabileceğini mi sandın sen?

Babanın borcuna karşılık seni götüreceğiz. Şimdi uslu dur ve düş önüme."

Benim kanımda uslu durmak yoktu ki.

Ama bu adam da çok sert tutuyordu. Etrafta kullanabileceğim malzemeler arıyordum ama Allah'ın cezası yerde hiç bir şey yoktu.

Adamların yanına gelince ayaklarından vurduğum üç adamı içeriden çıkardıklarını gördüm. Neyse en azından stres atmıştım.

"Kaçabileceğini mi sandın Echer Abir Tanrıkulu."

Abir diyerek neyi kanıtlıyordu bilmiyorum ama ona bakınca midem bulanıyordu. Şimdi ayaklarına kapanıp ondan yardım dileneceğimi düşünüyordu belki ama yapmayacaktım.

"Echer Tanrıkulu. Benim soyadım Abir değil. O senin gibi bir it soyunun soyadı olur ancak."

İğrenç kahkahası doldurdu kulaklarımı. Aslında iğrenç değildi. Sesi güzel, kendisi yakışıklıydı ama şu an ondan nefret ettiğim için sesinden de nefret ediyordum.

"O it soyu senin baban oluyor sanırım?"

Buna cevap vermedim. Ne kadar kötü de olsa babamdı.

"Adın ne senin?"

Kolumu tutan şerefsize hitaben konuşmuştum. En başta söylemek istemedi ama herhalde zaten öleceğimi düşünüp bir sorun bulamayınca söylemeye karar verdi.

 

"Rauf."

 

Adam kötü olduğu için ismi de bana güzel gelmiyordu!

 

"Rauf, yaklaş biraz kulağına bir şey söyleyeceğim."

 

Adam şaşırmıştı ama ciddi olduğumu görünce eğildi. Kulağını falan ısırıp ön taraflarına tekme atsam işi tamamdı ama diğer adamların elindeki silahlar da hazır komuttaydı. Her an sıkabilirlerdi.

 

"O silahı bana ver. İçinde tek bir kurşun bıraktım. Onunla şu şerefsizi en azından yaralayayım da içimde kalmasın."

 

Adam deli miydi bilmiyorum ama söylediğim şeylere gülmesi kafasının gidik olduğunu gösteriyordu.

 

"Sevdim seni Echer Tanrıkulu. Silahı veririm ama tek yanlışında da kafana sıkarım."

 

Ona ters bakışlar atarken gözlerimle, belki biraz sonra beni öldürecek olan adama kafama sıkamazsın diyordum.

Bu cesaretin kaynağı nereden geliyordu, bilmiyorum.

 

Silahı bana verince kolumu bıraktı. Ya benim bir şey yapmayacağıma emindi ya da kendine fazla güveniyordu.

 

"Susturucu güzel taktik."

 

"Ne sandın?"

 

Elime aldığım silahla bir adım ondan uzaklaştım. Hâlâ tutmuyordu. Yok yok, anlaşılan bu adam kendine çok güveniyordu.

 

Aydın Abir elimdeki silaha bakarken saklanacak yer arıyordu ama bir saniye bile müsaade etmeden son kurşunu ayağını delmek için heba ettim. Acı içinde kıvranırken onu izlemek bana hiç kötü hissettirmiyordu.

 

"Şimdi söyle bakalım Aydın Abir, kaçmak kimin işiymiş? Ben korktuğum için değil kurtulmak için kaçtım ama sen korktuğun için kendi kardeşini pazarlamaya kalktın. Söyle bakalım lan kimmiş it soyu?"

 

Acı çekerken bile hâlâ tek derdi bana cevap yetiştirmekti. Anlaşılan canı çok yanmıyordu.

 

"Seni öldüreceğim lan Echer. İlk önce o adamlar tarafından kullanılıp sonra gebereceksin. Bak o zaman savunduğun babanın ne kadar şerefsiz olduğunu göreceksin. Baban kendi elleriyle seni o adamların eline verdi."

 

"Kes sesini adi herif, yoksa diğer bacağına da sıkarım."

Susmuştu, çünkü kurşun kalmadığını bilmiyordu.

 

"Haydi, yeter bu kadar şov. Toplayın adamları gidiyoruz."

 

Rauf şerefsizi adamlara emir verdikten sonra beni geldikleri arabaya doğru götürmeye başladı. Hiç ses çıkarmamam onu şaşırtıyordu ama ben bu mahalledeki hiç kimsenin yüzünün gülmesini istemiyordum. Ölüme giderken bile ne kadar yürekli olduğumu gösteriyordum.

 

Ta ki evin arkasında babamı görene kadar...

 

Adımlarım durdu. Benim durmam ile Rauf da durmuştu. Neden durduğumu anlamıyor ama beni çekiştirmiyordu da.

 

"Baba!"diye bağırdım yine beni kurtarsın diye. Gururumu hiçe sayıp bağırdım. Benim için gelmişti. Beni kurtarmaya gelmişti.

 

"Baba kurtar beni bunlardan. Öldürecekler beni."

 

Babam.

 

Bağırıp yardım çağırdığım için bana doğru gelip beni kurtarması gereken adam, Aydın Abir'e doğru gitti.

 

Beni öldürüyordu.

 

Hayal kırıklığı en yüksek boyuta çıkıp vücudumu ele geçiren bir acıya dönüştü. Acı içimde beni parçalarcasına üç kola ayrıldı. Biri kalbimi canlı canlı yerinden söktü ama çığlığım dudaklarımın arasında hapsoldu. Biri ciğerlerime giden havayı kesti ama çırpınsam da ölmedim. Diğeri de saf acı olarak bütün bedenime yayıldı fakat ruhum inatla bedenimi terk etmedi. Gözlerimin ardı yanıp yaşlar sabırsızca akmayı bekledi ama ben utandım.

 

Şu halime ağlamak istedim, hunharca gözyaşı döküp tam burada çığlık çığlığa bağırmak istedim. Babası tarafından sevilmeyen bir kız olduğum için defalarca ölmek istedim ama utandım.

 

Bir insan babasının, abisinin karşısında ağlamaya utanır mı bilmiyorum ama ben utandım.

Halbuki ben babanın, kötü olduğum anda sığınacak bir liman olduğunu düşünmüştüm.

 

Yıllardır onu beslediğim, bütün borcunu sürünerek ödediğim adam beni başkalarına satıp ona bir gün bile baba muamelesi yapmayan oğlunun acısını sarmaya giderken dönüp tek bir kere bile halime bakmadı.

Niye sarmasın ki?

Oğlu zengindi

 

Bir daha çağırmadım zaten onu. Yenilmişlikle Rauf'a döndüm ama bana acıyarak bakan kahve gözlerinden nefret ettim. Bu bakışı sabırla bekleyen yaşların gözüme dolmasını sağladı. Ben acınacak durumda mıydım?

Değildim.

 

Acınacak durumda olan, namusunu beş kuruş para için zengin olmasına rağmen satanlardı.

Acınacak durumda olan, kızını kullanacaklarını bilmesine rağmen onu başkasının elinde bırakacak kadar adi olanlardı.

 

Rauf neden yaptı bilmiyorum ama bana baktıktan sonra bir kere de o, baba demek istemediğim adamın bacağına sıkmıştı. Bana acımıştı.

 

O alması gerekeni almıştı. Borç kapanmıştı ama yine de ona da acı çektirmişti. Beni bu hale getiren adama cezasını vermişti ama beni daha beter bir hale sokmaya götürüyordu.

Beni arabaya bindirirken tek duyduğum kalbimde yanan ateşin çıtırtılarıydı.

 

Kapı hâlâ açıkken acıdan kıvranan iki bedene baktım. Onlara bir çift söz söylemem şarttı.

 

"Alkın Abir, daima aç ol. Hiçbir zaman doyma. Kızını para için sattın ya, kalk git etek giy etek. Sen adam değilsin. Etek giymeyi hak ediyorsun."

 

"Namussuz, şerefsizsin sen Alkın Abir. Babam olduğun güne lanet ediyorum. Şimdi artık biliyorum, asıl it soyu sensin ve senin soyundan gelen Aydın Abir."

 

"Aydın Abir, paranın biteceği günü iple çekiyorum. O gün para kazanmak için de kendini sat olur mu?

Neticede alışmışsın sen koymaz sana. Paraya sıkıştığın zaman sat kendini iki üç kişiye, belki karnın doyar."

 

"Benden bu kadar. Son kez kendimi senin borcun için feda ediyorum ama ölsem de ölmesem de korkun Abirler. Zira Dara Tanrıkulu parçanızı bırakmaz."

 

Evet, dedemi bir şekilde kaçtığıma inandırmasalar veya başka bir şeye, onları yaşatmayacağını biliyorum.

 

Konuşmam bitince Rauf'un emriyle kapı kapanmıştı. Ona doğru bakmadım. Tam karşımdaydı ama ben pencereden dışarı bakıyordum.

Ağlıyordum ama öleceğim için değil. Eğer bu adamlar gerçekten beni kullanırlarsa ölürdüm.

 

Araç yaklaşık on dakika hareket ettikten sonra durdu. İç dakika boyunca da gözyaşlarım bir saniye bile durmamıştı.

 

Rauf denilen adam arabadan inip yerine siyah saçlı, kahverengi gözlü ve uzun boylu bir adam gelmişti ama şu anda kimin ne yaptığı ile ilgilenmiyordum.

 

"Kolay gelsin Mahir abi, kız susmak bilmedi."diyen Rauf'u duysam bile tepki vermedim. Benim ağlamamın onlara bir zararı yoktu sonuçta.

 

Arabaya binen, adının Mahir olduğunu öğrendiğim adam karşımdaki koltuğa oturduğunda kapı kapanmış ve araba tekrar hareket etmişti. Adamın ismi kadar kendisi de yakışıklıydı.

 

Ben hâlâ pencereden dışarıya bakıp ağlarken beş dakika boyunca onun yüzüne bakmadım. Aklımdaki tek şey satılık bir mal olmamdı.

 

"Ağlama yeter, ağlayınca fareye benziyorsun.

O iki şerefsiz de bunu hak etmişti."

 

Onlar için ağladığımı düşünüyordu. Bu erkekler gerçekten halden anlamıyordu.

 

"Abirlerin canı cehenneme. Ne ağlayacağım onlar için. Allahlarından bulsunlar."

 

Güldüğünü işittim. Sanırım konuşurkenki burun çekmelerim onu güldürmüştü. Şerefsiz demiştim ama manyak da olabilirdi. Ama şerefsiz tipi de vardı.

 

"O zaman niye ağlıyorsun?"

 

"Aptal mısın geri zekalı mısın anlamadım ama şu an beni kaçırıyorsun salak. Ne yapayım, göbek mi atayım?"

 

Gülmeye devam edince daha çok sinirlenmiştim. Hangi akılsız, iki deliyi bir arabada yalnız bırakmıştı?

 

"Aslında fena olmazdı, eğlenirdik."

 

"Sen aç bir yerlerinle eğlen."

 

Adam bu sözüme kaşlarını çatsa da gülmemek için zor durduğu belliydi. Ne kadar şerefsiz olsa da eğlenceliydi it herif.

 

Deli olma ihtimali yüzde bir milyondu.

 

Hareket ettiğimiz süre boyunca beni bir şekilde güldürmeye çalışmıştı

 

Araba zannettiğim gibi yıkık dökük, harabe bir yerde durmamıştı. Bir otel de değildi, bir ev de değildi.

Benim uçak pistinde ne işim vardı?

Ve bu normal bir uçak pisti değildi. Benim bildiğim uçak pistlerinde farklı farklı şirketlrin isimlerine ait uçaklar olur ve havaalaının girişinde, çıkışında, sağında ve solunda insanlar olurdu. Burada bizden ve birkaç yetkiliden başka kimse yoktu.

Harika. Zengin bebesinin eline düştük de kendi uçaklarıyla dolu bir havaalanında onun adamlarıyla onun yanına gidiyorduk.

İşin tuhaf tarafı ben hiç onları engelleyecek bir şey yapmıyordum. Mesela şimdi Mahir beni tutmazken, hem de kendi ayaklarımla uçağa doğru giderken kaçamaz mıydım?

Denedim, kaçamadım. Üçüncü adımımda beni yakalamıştı. Zaten ilk adımımda silahlarını çekmişlerdi bile. Bana yapacak pek bir şey kalmıyordu.

"Nereye kaçtığını sanıyorsun? Seninle uğraşamam, otur oturduğun yerde yoksa bir dahaki sefere sıkarım kafana."

İlk defa bu kadar sinirlenmişti. Neyse en azından bir şeyler normal gidiyordu. Beni kaçıran birinin sakince beni bırakıp peşimden gelmesi korkutucuydu. Sinirlenmesi daha iyi bir şeydi bana göre.

"Sıksana, eminim şu an gittiğimiz yerden daha güzel bir yere giderim. Sizinle mi uğraşacağım ben? Ömrüm hayatım boyunca değmeyen bir adam için sizin gibi zenginlerin elinin altında çalıştım. Şimdi aynı adam için onların altında yatmayacağım. Gerekirse ben kendim hallederim o işi, sıkarım kendi kafama ama buna müsaade etmem. O yüzden sıkıyorsan sık sıkmıyorsan da boşuna havlama."

Konuşmam boyunca sinirli yüz ifadesi değişip yerine çatık kaşlı bir ifade bırakmıştı. Konuşmamda hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. Umurumda da değildi zaten. Neye sinirlendiyse buyursun sinirlensin.

Emir alıyordu birinden, evet bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu ama şu an emir alıyordu birinden. Kafasını sallamıyordu kulağında kulaklık da yoktu ama biriyle konuştuğunu hareketleriyle anlamıştım. Daha doğrusu karşı taraftaki konuşuyordu, o sadece dinliyordu.

"Yürü hadi bin uçağa. Çok oyalandık burada."

Bu adamı anlamamıştım. Bir sakin bir sinirli oluyordu. Sanki ne yapmıştım?

Alt tarafı kaçmıştım.

Onun zorlamaları ile uçağa binerken, istemesem de hâlâ aklımda o adam vardı. Baba demeye utanıyordum ama o bir baba olarak yaptıklarından utanmıyordu.

"Nereye gidiyoruz?"

Uçakta bile sadece yanımda Mahir vardı. Diğer adamların nereye gittiğini bilmiyordum. Bu adam da konuşmuyordu.

"Gidince görürsün."

Az önce ben bu adama eğlenceli demiştim. Sözümü geri alıyorum. Sıkıcı adamın tekiydi.

Uçak yaklaşık bir buçuk saat sonra inince, indiğimiz yer yine özel bir pist olduğu için nereye geldiğimi bilmiyordum. Havaalanı olsaydı en azından üzerinde şehrin adı yazardı.

"Hani gelince görecektim. Neresi burası?"

Dalga geçer gibi bana bakıyordu. Gözlerini oyma fırsatım olursa bir an bile düşünmezdim.

"Fakir misin acaba sen?"

Gerçekten dalga geçiyordu benimle.

"Geldin ve kör değilsen, ki bildiğim kadarıyla değilsin, görmen gerekir."

"Etrafta ne bir yazı var ne bir tabela. Neyi göreceğim ben? Alın yazını mı okuyayım? Gerçi olsa da kırışıklıktan okuyamayacağım!"

Bal rengi gözleri bana döndü. Ona yaşlı dediğim için kaşlarını çatmıştı.

"Fakir esprisi yapma, anlamıyorum."

Hesabımda olan parayı görse acaba bana fakir diyebilir miydi?

Gerçi ona bakınca benden daha zengin olduğu anlaşılıyordu.

Dedem daha ben bebekken adıma bir banka hesabı açmıştı ve o istemediği sürece ben oradan para çekemiyordum. Babama para yedirmemi istemiyordu. Zaten ben de dedemin parasını babama yedirecek değildim.

Dedeme ait ne varsa, ben onun soyadını aldığım için malının bir varisi de bendim. Gerçi Diyarbakır gibi bir yerde Allah bilir kaç tane torunuyla paylaşacaktı o malları. Bana kalır mıydı bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey vardı. Herkesin malını askerden geldikten sonra onlara verip kendi varlıklarını kazanmalarını istemişti. Kendisine ait olan her şeyin yarısı da benimdi çünkü tek kız çocuğu benim annemdi ve rahmet etmişti. O yüzden kendine ayırdığı malın yarısı aile içinde hayır yapılması için tutulacaktı. Diğer yarısı benimdi.

Acaba ne kadar malım vardı?

Dedemin mesleğine bakılırsa biz ailecek çok zengin insanlardık.

Gayrımeşru yollardan...

Tek yapmam gereken şey o adam dedeme bir şey saçmalamadan kendi isteğimle neresi olduğunu bilmediğim bu şehre geldiğimi söylemekti. Başka türlü hesaptan para alamazdım ve hepten fakir kalırdım.

Belki de bir akıllılık yapıp beni kaçırdıklarını dedeme söylesem bütün Diyarbakır buraya dökülebilirdi.

......

Yaklaşık yarım saattir yoldaydık ve ben etraftan nereye geldiğimi anlamıştım. Ben zaten buraya geliyordum.

İstanbul.

Ben valizimi hazırlayıp gelmeyi planlıyordum ama onlar beni yaka paça buraya getirmişlerdi. Büyük binalar, yapılar görmediğim şeyler değildi ama karşısında durduğumuz yapı ağzımın açık kalmasını sağlıyordu.

Tamamen mat bir siyahtı. Camları bile...

Dış görünüşü oldukça güzel, en az diğerleri kadar yüksek ama diğerlerine hadi ordan diyecek bir ihtişamı vardı. Çok güzeldi.

DAVAS

Yapının adı da güzeldi. Acaba nereden geliyordu?

Korkumu böyle saçma şeyler düşünüp bastırmaya çalışıyordum ama olmuyordu.

Bunlar beni öldürse iyiydi ama istemediğim bir şey yaparlarsa ölümden beterdi.

"Mahir. Ben buraya neden geldim? Bana ne yapacaklarını biliyor musun?"

Sesim istemesem de titremişti.

"Hayret, sabahtan beri hiç korkmuyordu. Ne oldu da birden korkmaya başladın?"

Dalga geçiyor gibi görünüyordu ama aslında gerçekten yüzünde sorgular bir ifade vardı.

"Ben sizden yine korkmuyorum. Ne yaptığınız, öldürüp ya da sağ bırakacağınız umrumda değil. Ama o it herif beni..."

Yine kaşlarını çatmıştı. Lafı buraya getirdiğim zaman sürekli kaşlarını çatıyıyordu.

"Sana ne yapacaklarına ben değil Davas karar veriyor."

Kimdi bu Davas?

Bana başka bir şey söylemeden o muhteşem yapıdan içeri girmemi sağladı. Ne olduğunu bilmiyordum. Buranın nasıl bir yer olduğunu bilmiyordum ama nezih bir iş yerine benziyordu.

Asansöre binip parmak izini girince bilmediğim bir kata çıkmaya başladık. Herhangi bir kat tuşuna basmamıştı. Parmak izi girmişti. Asansörden inip bir kapının yanında durduğumuzda ise gördüğüm isimle gülsem mi ağlasam mı bilemedim.

HALİL DAVAS

Adı müslüman soyadı gavur hibi bir şeydi. Soyadı çok tuhaftı. Zaten böyle tuhaf ama ihtişamlı bir yerin sahibi anca böyle biri olurdu.

Yine siyah olan kapıdan içeri girer girmez korkum artmaya başlamıştı ama nedense Mahir şerefsizi bana güven veriyordu.

 

Şirket sahibi olduğunu düşündüğüm adam bütün yakışıklılığı ile masasında oturuyordu. Kumral saçlarına yakışan mavi gözleri bu kapkara şirkete çok zıttı. Odasının kapısı bile siyahken içerisinin renkli olmasını beklemiyordum, ki değildi.

Kalın ve gür kaşları, oturduğu yerden iri olduğu belli olan cüssesi ve kıvrımlı dudakları ile yakışıklılığını sergiliyordu.

"Abi, Alkın Abir'in kızı Echer Abir Tanrıkulu."

Adımın yanına o soyadı yakışmıyordu. Bunu sevmediğimi bile bile bunu kullanmıştı. Zaten insan alıkoyan adamlardan insanlık beklemek benim aptallığımdı.

Adam bana bakarken bakışlarında bariz bir koyulaşma oldu. Tamam biraz açık giyinmiştim ama buradan içeri gelirken benden bayağı açık olan kızlar görmüştüm. Bu bakışlar neydi şimdi?

 

"Alkın kim Mahir?"

 

Mahir ile konuşsa da arada bir hâlâ bana bakıyordu. Yakışıklı falandı ama rahatsız oluyordum. Hele ki buraya ne şartlarda geldiğim aklımdan çıkmadığı için korkuyordum da.

 

"Mekanlardan birinde kumar oynayıp yüklü bir miktar para kaybetmiş. Parasını ödemeyip kaçmış. Oğlunu bulduk ama oğlu da bu kızı gönderdi."

Çok acımasızdı. Az önceki halinden eser yoktu. Sesi benim ve o adamın adını ağzına aldığı an çok tok çıkıyordu.

Korkuyordum. Başıma gelenlerin hepsini üzülürüm diye düşünmeden tek tek yanımda söylemişti. Vicdan yoktu böylelerinde.

 

"Adam işimize yarayabilirdi. Bir işin ucundan tutabilirdi Mahir. Ama boşver. Kızı da borcunu ödeyebilir."

Bunu söyleyince daha çok korkmaya başlamıştım. Bu adamda beni rahatsız eden bir şey vardı. Ben borcu nasıl ödeyecektim ki? Umarım Aydın'ın söyledikleri doğru değildi.

 

"Ne yapalım abi?"

 

Çok sertti. Şerefsiz Mahir acayip duygusuz birine dönüşmüştü. İş gereği miydi yoksa buraya kadar bana sadece bir kere sinirlenen adamın davranışları yalan mıydı, anlamıyordum.

"Sen çık Mahir. İhracatını yapacağımız malların takas zamanı yaklaşınca gelip ne yapacağınızı söyleyeceğim ben."

 

Korkuyordum.

Beni burada tek başıma bu adamla bırakamazdı.

Refleks ve korkuyla elim birden Mahir'in kolunu tutmuştu. Kaşlarını çatarak kolunu geri çekince ondan bana yardım gelmeyeceğini anladım. Zaten sabahtan beri ne kadar bana baksa da pek yaklaşmıyordu. Anlaşılan kadınlardan hoşlanmıyordu. Zaten ondan dolayı onun yanında rahattım.

 

Mahir kafasını sallayıp odadan çıkarken bu adamla aynı odada olmam beni rahatsız etmeye başlamıştı bile. Bunu anlayınca onun da kaşları çatıldı.

"Rahat ol ve geç karşıma otur."

Oturamazdım. Bu kadar sakin olması normal değildi. Beni buraya borç karşılığında getirmişlerdi. Bu davranışlar asla normal değildi.

"Ben böyle iyiyim."

Zaten çatılı olan kaşları daha çok çatılmaya başladı. Bu adam korkutucuydu.

"Geç ve otur."

Bu sefer sesi yine sakin çıkmıştı ama ,hele bi yapma, der gibi söylemişti. Şimdi yiyorsa oraya oturma Echer.

Mecburen oturdum.

Lanet olsun.

Oturmam onu memnun etmişti ki gülümsedi. Bu güçlü erkeklerin kadınlara söz dinletme zevkini gerçekten anlamıyordum.

Babam da böyleydi

Bu adam babama benziyordu.

"Echer Abir Tanrıkulu. Buraya ne için getirildiğini artık biliyorsun. Şimdi sana iki seçenek hakkı sunacağım. Ya borç karşılığı abinin dediği şeyi yapıp öleceksin ya da hayatının sonuna kadar bu şirkette çalışıp yavaş yavaş beni sevmeye başlayacaksın. Seçim senin."

Ne dediğini idrak edemiyordum. Bana iki seçenek sunmuştu.

Tekrar ediyorum çünkü idrak etmem lazım.

Birincisi: Abimin dediği şey, yani onların altına yatıp ölecektim.

Bu zaten en korktuğum şeydi. Bunu bana yaparlardı. Bunlarda o potansiyel vardı. Kapıdan asansöre gelene kadar kız erkek fark etmeden baştan aşağı beni süzüyorlardı. Bunu yapamazdım. İlk seçeneği asla seçemezdim. Bu kendime olan saygımı yitirmemi sağlardı. İnsanların altına yatıp ölmek, intihar edip ölmekten kat kat daha kötüydü. İntihar edebilirdim.

İkincisi: Hayatım boyunca bu şirkette çalışacak ve yavaş yavaş onu sevmeye çalışacaktım.

Sebep?

Neden onu sevmeye başlayayım ki?

Beni bu seçime mecbur bırakan bir adamı asla sevmeyecektim.

Ama bunu yapmasam da yüzlerce adam tarafından...

Off. Mecbursun işte Echer.

Mecburen ikinciyi seçecektim.

"Tamam, hayatım boyunca şirket için çalışmayı kabul ediyorum."

Neden bilmiyorum ama yüzünde gülümseme oluştu. Diğer seçeneği seçeceğim diye korkmuştu. Madem onu seçeceğimden korkmuştu, ne diye öyle bir seçenek sunmuştu ki?

Belki de onca insanın bana dokunmasını kabul edip etmeyeceğimi ölçüyordu.

Adi herif.

"Ve beni sevmeyi de kabul ediyorsun."

İstemsiz bir şekilde kafamı hızla iki yana doğru sallayınca kaşlarını çattı. Bu sefer yavaş bir şekilde aşağı yukarı sallayınca tekrar yüzü gülmeye başladı.

"Peki o halde. Beni sevmeye şimdiden başlayabilirsin. Gel öp beni."

Şaşkınlıktan olduğum yerde durdum. Gözlerim şokla sonuna kadar açılmış, kulaklarım böyle bir şey duyduğunu inkar etmek istercesine etraftaki sesleri duymaz olmuştu. Bu adam ne dediğinin farkında değildi.

Böyle bir şeyi beklemiyordum tabii ki. Daha ilk dakikada onu öpmemi istiyorsa bu adam daha çok şey isterdi. Kabul etmedim ve olduğum yerden ona bakmaya devam ettim. Ne kadar korksam da başımı eğmiyordum.

"Ben kalkarsam daha uzun öperim. Bu yüzden sen gel ve öp."

"Seni öpmeyeceğim, bunu söylemeyi kes artık!"

Sinirle hiçbir şeyi düşünmeden söylediğim kelimeler bana öfkeli gözler ve odayı dolduran tok bir bağırma olarak geri döndü.

"Sana buraya gel dedim!"

Bağırışı kulağımı ağrıtmış, duvarların titremesine neden olmuştu.

Hiç istemiyordum ama mecburen ona doğru adımladım. Ben ona doğru gidince sırıtıp konuşmaya başladı.

"Ailenden tek kişiye haber verip burada olduğunu söylersen seni de ailenle birlikte öldürürüm. Bu yüzden aklından sakın geçirme."

Böylelikle son umudum da yerle bir olurken adımlarım daha çok yavaşladı. Onu öpmek istemiyordum.

Mavi gözleri kahvelerimi delercesine bakarken ona doğru eğilmek zorunda kaldım. Elini koluma uzattı ama daha tutamadan kapı tıklatıldı ve ardından açıldı. Zaten kapı sesi gelince ben geri çekilmiştim.

"Abi, mallar ile ilgili bir sorun var. Takas olmadan önce düzeltmemiz gerekiyor. Gelip kalite kontrol yapmalısın."

Mahir'in söylediği şeyler derin bir nefes vermemi sağlamıştı. Bir an gerçekten onu öpeceğim diye ödüm kopmuştu.

Kalbim hâlâ hızla atıyordu ama heyecandan olmadığını biliyordum. Mahir'i ne kadar sevmesem de beni kurtardığı için ona minnettardım.

Halil Bey bir hışım odadan çıkarken Mahir de bana bakıp"Durma bu odada, çık git bir şeyler öğren. İstediğin gibi bu odada dolaşamazsın."dedi.

Bana neden bu kadar sert davrandığını anlamıyordum. Halil Bey bile bana bu kadar kötü davranmıyordu.

O istedi diye değil ama şerefsiz Halil bir daha gelir diye hemen odadan çıktım. Bilmediğim bu koca şirletin içinde dolaşmak orada durmaktan daha iyiydi.

Aşağı katların hepsi başka işler için kullanılıyor olsa gerek hepsi bu saate kapalıydı. Belki oralar kullanılmıyordu bile ama onun bir alt katındaki katta çalışanlar vardı. Herkes hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu ama bunların içinde tek anladığım mal olduklarıydı. Yani mallarla ilgi konuşuyorlardı.

Rastgele bir odaya daha girince kumar oynadıklarını görüp hızla oradan çıktım. Burası dışarıdan göründüğü gibi nezih bir yer değildi.

Peki ben burada ne iş yapacaktım? Hiçbir şey bilmiyordum. Salak herife benim doktor olduğumu söylememişlerdi herhalde.

İşini halletmiş olacak ki gülerek geliyordu. Yakışıklıydı. Gülüşü de iyiydi ama Mahir gülünce daha yakışıklıydı.

Kafayı yemedim, sadece şurada insan analizi yapıyordum.

Mesela Halil ne kadar iri vücutlu olsa da Mahir onun iki katı kadar, kaslı maslı bir şeydi. Mahir ondan daha yakışıklıydı.

Genelde tam tersi olurdu. Tüm kitaplarda şirket sahibi kötü karakter yardımcılardan daha yakışıklı ve daha iriydi ama burada bir terslik vardı.

Beni görünce Mahir öfkelenmiş ama o tekrar sırıtmaya başlamıştı. Beni görünce neden sırıttığını asla çözememiştim.

Mahir'in ise neden öyle baktığını...

Bana doğru gelince arkamı dönüp gitmek istedim ama görmüştü beni. Gitsem de seslenirdi.

Geldi ve dibime kadar girdi. Bu kokuyu biliyordum. Pahalı bir markaya aitti. Zengin adamdı sonuçta. Paraya kıyıp almıştı.

"Benimle gel. Sana öğretmek istediğim şeyler var."

Bana ne öğretecekti?

İnanmıyordum. Kesin ya öldürecek ya da yine öpmemi isteyecekti.

Ben hareket etmeyince kolumdan tutup beni herhangi bir odaya çekiştirmeye başladı. Kolumu sıkmıyordu. Hatta çok yumuşak tutuyordu.

Geldiğimiz odanın kapısını açınca buranın bir poligon olduğunu düşündüm ama öyle değildi. Her şey canlı gibiydi.

Ortadaki hedefler hareket ediyor ve bir o tarafa bir bu tarafa kaçıyorlardı.

"Ne yapacağız burada?"

Mavi gözleri öyle bir bakıyordu ki yutkunma ihtiyacı hissettim. Bu adamda değişik bir şey vardı. Bakışı bile çok farklıydı.

Elimi tutup beni odanın ortasına daha çok çekti.

"Kavga, dövüş, silah eğitimi... Birçok şey."

Bana bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Neden böyle yapıyordu bilmiyorum ama bir insan para karşılığı zorla bir kadına kendini sevdiriyordu.

Elimi ellerinden çekmeye çalıştım. Bu adam az önce bana seçenek sunmuştu ve bu seçeneklerden biri buradaki bütün adamların bana...

Bu adamdan midem bulanıyordu.

Elimi bıraktı. Beni zorlamadı. Etrafa baktım ama buraya oda demek haksızlık olurdu. Burası bildiğin bizim evin üç katı kadardı.

"Neden, bunlara ne gerek var?"

Silah kullanmayı ve dövüşmeyi az çok biliyordum ama o beni profesyonel yapmak istiyordu. Peki buna ne gerek vardı? Bu şirketin çalışma alanı neydi bilmiyorum ama burnuma hiç iyi kokular gelmiyordu.

"Sen bu şirket için çalışmayı seçtin. Bu şirkette çalışan herkes silah kullanmayı çok iyi bilmeli."

Bu adamların işi neydi bilmiyorum. Neden herkes silah kullanıyor onu da bilmiyorum.

"Ben burada ne iş yapacağım ve burdakiler ne iş yapıyor? Neden herkes silah kullanmak zorunda? Bu şirket ne üzerine kurulu?"

Sorduğum sorulara bana olan bakışlarını değiştirmeye yetmişti. Artık az önce gibi değil de daha bir öfkeyle bakıyordu.

"Bu seni ilgilendirmez. Sen sadece sana verdiğim işleri yapacaksın ve bir an önce beni sevmeye çalışacaksın. Sana bir daha kendimi zorla öptürmeyeceğim ama beni öpmen için de çok vaktin yok. Buraya ve bana alışmaya çabuk bak. Bugün sana ders yok ama bundan sonraki her gün öğrenene kadar ders alacaksın. Yarın ilk işin silah ve kavga olacak. Silahsız bir şekilde kavga etmeyi öğrenene kadar bunu yapmaya devam edeceksin."

Korkmaya başlamıştım. Şeref yoksunu Alkın Abir ve pezevenk oğlu Aydın Abir beni bok gibi bir yere düşürmüşlerdi. Bunlar pek tekin insanlar değillerdi.

"Ben öğrenmek istemiyorum."

Gözleri sinirden büyümeye başladı ama henüz bana bağırmamıştı. Kendini tutuyordu.

"Bak güzelim, şimdi bunları öğrenmek zorundasın. Beni sinirlendirirsen senin için hiç iyi şeyler olmaz."

Güzelim diyordu bana. Bu adam beni kafaya takmıştı

anlaşılan. Bir de beni tehdit ediyordu. Ben nereye düştüm böyle?

Dedeme haber veremezdim, onları öldürürüm demişti.

Beni buradan çıkaracak tek Allah'ın kulu yoktu.

Yine mecburen kafamı sallamak zorunda kaldım.

"Aferin, işte böyle akıllı ol söz dinle güzelim."

Sözlerini bitirdikten sonra bana sarılmasını beklemiyordum. Gerçekten uzun olmama rağmen benden bayağı uzun ve heybetliydi. Saçlarımın kokusunu içine çektiğini fark ettim. Ondan uzak durmak istiyordum ama buna müsaade etmiyordu.

Bazen iyi davranıyordu bazen kötü, ne yaptığına anlam veremiyordum çok tutarsızdı.

"Hadi gidelim."

 

Kollarını belimden çektikten sonra ellerimi tutup beni dışarı çekiştirmeye başladı. El ele buradan çıkarsak insanlar yanlış anlayacaktı ama elimi çeksem de bırakmıyordu.

Gittiğimiz yere kadar bütün koridorlara bakarken buradaki insanların tiplerinin neden değişik olduğuna anlam veremiyordum.

Bu sefer beni kendi odasına götürmüyordu. Asansöre binip sıfıra basınca korkum tekrar başgöstermeye başladı. Adam bildiğin beni oyuncağı haline getirmişti. Bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirip duruyordu.

"Nereye gideceğiz?"

Halil Davas çok katı biri gibi görünüyor olduğu için onun sorularıma pek cevap vermesini beklemiyordum ama beni saşırtıyordu. Çoğu davranışı ondan beklediğimin dışındaydı.

Ama ben bu adama onu seveceğimden daire söz vermiştim. İleride eğer onu sevmesem ne olacaktı?

 

"Eve gidiyoruz güzelim."

Bana artık sürekli güzelim mi diyecekti?

Yıldırım hızıyla bana aşık olamazdı değil mi?

Bu adam bildiğim bana güzelim diyor ve bana onu sevmem gerektiğini söylüyordu.

Gerçi seven adam kalkıp sevdiği kıza iki seçenek sunmaz, Sunsa bile o seçeneklerden biri aşağılık bir seçenek olmazdı. Bu adam ne yapmaya çalışıyor anlamıyordum...

"Ben senin evinde mi kalacağım?"

Hayatım boyunca bir kere bile erkek olan bir evde kalmamıştım. Erkek olarak bir tek babama aynı evde kalmıştım. Erkek arkadaşlarım ise elimi tutup arada öpüyordu ama ileri gitmelerine izin vermiyordum.

Zaten Alkın Abir'in nasıl biri olduğunu öğrenince hepsi gidiyordu.

"Tabii ki benimle aynı evde kalacaksın. Dediğim gibi seni sıkmasam da beni sevmeye başlayacaksın güzelim. Bunlara alışman lazım."

Ben gerçekten şu an ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Zorla bana bir şeyler yaptırıyordu. Kötü davranmıyordu, yani düşündüğüm kadar kötü bir insan değildi ama bana zorla bir şeyler yaptırmaya çalışması canımı sıkıyordu.

Asansör zemin kata inince aşık olduğum yapının ışıltısı beni benden alıyordu. Simsiyah olup aynı zamanda nasıl bu kadar güzel ışıldıyordu bilmiyorum.

Şerefsiz Mahir kapının girişinde adamlarla bir şey konuşuyordu ama gözü bir yandan da benim üzerimdeydi. Gözü yanımdaki adama kayınca nedense yüzü gerildi. Sinirlenmişti. Bu adamda da bir tuhaflık vardı ama çözemiyordum.

Çıkışa doğru el ele yürürken elinin içinde olan elime de kötü kötü bakıyordu. Mahir'de bir şey vardı. Ona kanım ısınmıştı ama bana bu şekilde bakması ve davranması ona kötü duygular beslememi sağlıyordu.

 

Onun yanına geldiğimizde Halil baş hareketiyle onun da bizimle gelmesini söyledi. Ya onun yakın korumasıydı ya da arkadaşıydı.

"Mahir Kara. O benim bir yıldır en iyi korumam ve arkadaşım. O da bizimle aynı evde kalıyor. Birbirinize olan bakışlarınızı hiç beğenmedim. Anlaşmaya çalışın."

Ne güzel! Sanki kaçırılmamışım da kırk yıllık kocam ile eve gidiyordum. Bu kadar çabuk kabullenmek bile benim için başlı başına bir sorunken bir de böyle bir şey yokmuş gibi davranmaları benim benden alıyordu.

"Estağfurullah abi. Müstakbel yengeme kimsenin yanlış yapmasına müsaade etmem. Ben de anlaşmaya çalışacağım."

Gerçekten ortam mükemmeldi!

Sanki ben onunla anlaşmak için can atıyordum.

 

"Ne anlaşacağım ben bununla be? Senin elini mecburiyetten tutuyorum burada. Bir de beni bir şerefsizin borcu yüzünden alıp buralara getiren adamla mı anlaşacağım?"

Saniye saniye gözlerinde yer eden öfke kendini gösterirken eli elimi sıkmaya başladı. Beklediğim hareketler bunlardı işte.

"Sabrımı fazla zorluyorsun. Sana iyi davranıyorum, müstakbel karım diyorum ama beni zorluyorsun. Bu eli zorla değil isteyerek tutacaksın ve bir gün gelecek bu eli tutmak için can atacaksın. Beni sevmeye çalışacaksın, seveceksin.

Beni sinirlendiriyorsun güzelim, yapma."

Bir dakika önce sinirli olup bir dakika sonra sakin olmak da bir iyi bir kötü olan adama yakışırdı.

Çıldırmak üzereyim Allah'ım.

 

Ben onu zorla nasıl sevecektim ki? Yakışıklı, güçlü, heybetli ve renkli gözlü olması bile onu sevmem için yeterli kriterler değildi. Kim zorla onu alıkoyan bir adamı severdi ki?

Sanırım sevemeyecektim.

Cevap vermemi beklemeden beni orada bulunan lüks araçlardan birine bindirdi. Zaten buna ne cevap verilir, bilmiyorum.

Ben arka koltuğa otururken Mahir de ön koltuğa oturmuştu.

Bizi takip eden üç araba vardı.

Bu adamda bu kadar önemli olan neydi?

Yollar bana göre geçmek bilmiyordu ama saate bakılırsa yaklaşık on beş dakikadır yoldaydık ve yine şirket gibi mükkemmel ötesi siyah bir eve gelmiştik. Bu adamdaki parayı hayal edemiyordum. Bu evi ve şirketi, ki eminim daha bilmediğim bir sürü mal varlığı vardır, bütün ömrümü doktor olarak geçirsem bile alamazdım.

Doktor, benim mesleğim vardı. Ben doktorum, yani istifa etmeden önce doktordum. Buraya da bu işi yapmaya gelecektim. Nereden bilebilirdim ki gelip elin mafyasının eline düşeceğim.

Evet artık emindim. Bu adam mafyaydı.

Eve girdiğimiz zaman benim hâlâ aklımda dedem ve o iki piç kurusu vardı. Benim ne halde olduğumu ona anlatmamaları gerekiyordu. Onlardan önce hareket etmeliydim.

Ama telefonum yanımda değildi. Umarım bu geri zekalı Mahir çantamı almayı akıl etmiştir.

Eve girmemize rağmen hâlâ elimi bırakmıyordu. Bayağı büyük bir salonda şöminenin karşısında bulunan gri koltuklara beni yönlendirdi. Kendisi oturup beni de yanında oturttu. Çok şükür bu sefer elimi bırakmıştı.

Mahir gelip karşımda oturunca artık bana o kadar kötü bakmadığını farkettim. Anlaşılan Halil'in sözleri onun için emirdi.

"Ben dedemi aramak istiyorum. Çantamı aldılar mı."

Halil yine bir an gerilmişti ama kimseye bir şey söylemeyeceğimi bildiği için rahat gibi davranıyordu.

"Güzelim, dedenle bir şartla konuşmana izin veririm. Burada ne şartlar altında olduğunu bilmeyecek. Yoksa dedenin başına gelenlerden ben sorumlu olmam."

Psikopat derecede şizofrendi. Hem güzelim deyip hem beni ailemle tehdit ediyordu.

"Yenge, çantanı ve valizini adamlar alıp buraya getirdi zaten. Sen odana çıkınca kontrol edersin. Hiçbir eşyana dokunulmadı."

Bana yenge demesi canımı sıkıyordu ama buna da bir şey dersem Halil bu sefer sakin kalmayabilirdi.

İzin isteyip onların yanından ayrıldım. Zaten gün boyu yapışık ikiz gibi beni yanında tutmuştu. Biraz nefes almaya, tek kalmaya ihtiyacım vardı.

Kadın bir yardımcı bana kalacağım odayı gösterdi ama çok yapmacıktı. Gözüm bu kızı hiç tutmadı.

 

Kapıyı açtığım zaman bu odada zaten birinin uyuduğunu anladım. Neredeyse aşağıdaki salonun büyüklüğünde ve yine simsiyah döşenmiş bir odaydı.. Daha eşyalarım yerli yerindeyken bu odadan çıkmanın bir yolunu bulmalıydım.

Onu nasıl ikna edeceğini bilmiyorum.

Onunla bu konuyu konuşmak için aşağı indiğimde bağırış sesleri geliyordu. Halil bağırıyor ama Mahir ona sessiz sessiz bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

"Ne demek artık bizimle çalışanlar onunla çalışacak lan!"

"Abi insanların seçimlerine karışamayız. Bu onların seçimi."

Gerçekten çok hararetli konuşuyordu. Bu kadar sinirliyken aşağı inemezdim.

"Seçim hakları yok bunların Mahir, kimse beni bırakıp başkasından mal alamaz."

Bu mal neydi bilmiyorum ama baya pahalı bir şey olacak ki bu adam bu kadar zengindi.

"Abi bu Ahlas Dehri. O varken biz bir seçenek bile değiliz."

AHLAS DEHRİ

Bu kimdi şimdi?

 

Bilmediğim bir şehirde bilmediğim evde tanımadığım adamların içindeydim. Üsüne bir de sürekli yeni isimler, yeni kişiler tanıyordum.

Sıradaki kişi Ahlas Dehri.

"Adamda bir heybet var ki bizi cebinden çıkarır abi."

Bu kimdi şimdi?

Herkes bitmişti bir de Ahlas Dehri kalmıştı değil mi Echer? Sen en iyisi gir içeri de bu gözü dönmüş adamın gazabından kurtul. Mahir bile Halil'den yapılı olmasına rağmen az önceki adam için bizi cebinden çıkarır demişti. Adamı merak etmiştim. Godzilla mıydı bu adam acaba?

Neyse, yapacak bir şey yoktu. Az önce beni bu odaya getiren sevimsiz kızı bulup bana boş olan başka bir oda vermesini söyleyecektim. Beni zorlamıyorsa aynı odada kalmaya da zorlamayacaktı.

"Mahir, sen kimi benim karşımda yeriyorsun? Ahlas Dehri kim ki benim olanı benden almaya çalışıyor? Git ve alışverişi onunla yapan bütün adamlara de ki Halil Davas gördüğü yerde hepinizi öldürecek."

Bağırış seslerinden sonra kapı çarpma sesi gelmişti. Anlaşılan Halil ve Mahir evden çıkmıştı. Ben de adını bilmediğim kızın beni getirdiği odaya girdim. Bu oda da siyahtı ama onun odası kadar değildi. Tamam asil renkti güzeldi ama boğulmuyor muydu bu evde bu adam?

Valizimi boşaltmadım. Kendimi bu eve ait hissetmiyorum. Çok yabancı, çok sıkıcı. Bu ben değilim. Bunlar benim alışık olduğum hiçbir şey değil.

 

Telefonunu çantamdan çıkarıp kendimi yatağın üstüne attım. Yatak tam pencereye bakıyordu. Odada bir koltuk takımı ve ortada sehpa vardı. Şöminesi çok güzel motiflerle süslüydü.

Tabii onun odası daha güzeldi. Balkon tamamen cam duvardı ve balkon balkon değildi. Bildiğin havuzdu. İlk gördüğümde şaşırmıştım ama bu adamın zenginliğine daha çok şaşıracağımı tahmin ediyordum. Balkonu ise orman ve deniz manzaralıydı. Adam manzaraya karşı yüzüyordu.

Şimdi oturduğum odanın ise balkonu yoktu.

Telefonumu alıp dedemi aradım. Dedem Türkçeyi düzgün de konuşabiliyordu ama çoğunlukla şiveyle konuşuyorduk.

"Alo."

"Nasılsan dedo?"

 

Sesini bile duymak bana çok iyi gelmişti. Keşke şu an yanımda olsaydı. Normal insanlar için baba ne ise benim için de dedem o'ydu.

"İyiyem yawrum sağol Allah seni bağışlasın. Sen nasılsan?"

"İyiyem Allah razı olsun. Nédisen?"

"Ne édecem kızım, ancağ bu it oğullarının arxasında geziyem."

İstemsiz güldüm bu sözüne. Torunları onu rahat bırakmıyordu

"Dedo men İstanbul'a geldim. Bırda çalışacam xeberi olsun."

Evet, kendimi her çeşit söze hazırlamıştım.

"Tamam kızım. O şerefsiz babaydan kurtuldi ya tamamdır. Men senin hesabi açtıracam, bundan sonra o hesaptan para xarca."

Ama bunu beklemiyordum. Bana hiç kızmadı ya da neden Diyarbakır'a gelmedin demedi. Anlaşılan o da bir an evvel o adamdan kurtulmamı istiyordu.

Ona burada bir hastanede çalıştığımı ve her şeyin yolunda olduğunu söyledim. Kaldığım yeri öğrenmek istedi ama şimdilik adresi bilmiyorum diye geçiştirdim. İnşallah bir daha sormayı akıl etmezdi.

"Hadé kızım gözleriden öpiyem, öziye iyi bak."

 

"Men de elleriden öpiyem dedo, Allah'a emanet ol."

Telefonu kapatınca hüzün çöktü üzerime. Ağlamak istedim ama ağlamadım. Ağlarsam zayıf görünecektim ama ben zayıf değildim. Belki de zayıftım ama ne olursa olsun beni zorla alıkoyan bu adamların önünde küçük görünmeyecektim. Ben Echer Tanrıkulu, son ana kadar başımı dik tutacaktım.

Bir saat ya olmuştu ya olmamıştı onlar evden çıkalı. Benim bu evde oturup o adamın dediği şekilde yaşamam zoruma gidiyordu. Kalktım ve evin odalarını gezmeye başladım. Oturacak değildim.

Ev sıkıcıydı, güzel olmasına güzeldi ama esir olarak tutulduğum bir ev nasıl bana rahat gelsin ki?

Alt kata indim önce. Alttan üste kadar hepsini dolaşacaktım.

Alt katta büyük salon, banyo, tuvalet ve mutfak tek vardı. Buradan anlaşılıyordu zaten salonun ne kadar büyük olduğu. Devasa evin banyo, tuvalet ve mutfak bölümü hariç tamamı salon olmuştu.

Bir üst kata çıkınca burada ise sadece iki tane, neredeyse her biri iki ev genişliğinde oda vardı. Evet, bu katta sadece iki oda vardı. Anlaşılan beyimiz büyük olmasına önem veriyordu. Bir tanesi normal odaydı ama diğerine bakamamıştım. Kilitliydi.

 

Bir üst kat ise sadece onun ve benim kaldığım odadan oluşuyordu. Kocaman bir odası vardı. O odanın yanında ise bu evin en küçük odası ama yine de normal bir oda olan benim kaldığım oda vardı.

Onun odası bir alt kattaki odalardan bile daha büyüktü. Sırf odası büyük olsun diye benim kaldığım odayı küçük yaptırmıştı. Psikopat manyak.

Sanırım alt kattaki açık olan oda da Mahir'in odasıydı. Bu adam yatılı misafir kabul etmiyor olacak ki pek fazla odası yoktu ama olan oda da odaydı yani.

Canım çoktan sıkıldı bile. Gün boyu bu evde ne yapacağım ben?

Evi gezmek bile bana yetmemişti. Bahçeyi gezmek istemiyordum çünkü uzun sürecekti. Bu adam neyin kafasındaydı hâlâ anlamış değildim.

Yaklaşık iki saat sonra tekrar Halil ile Mahir eve gelmişti. Bu sefer Halil'in de Mahir'in de yüzü gülüyordu. Anlaşılan bu adam bir tek bana sinirliydi.

"Echer."

Beni çağırınca aşağı indim. Ben yapmam etmem ayaklarına yatmayacaktım çünkü zaten adam yaptırıyordu. Aşağı indiğim zaman koskoca salonda yine aynı gri koltuğa oturmuş ve beni yanına çağırmıştı. Mahir ise yine karşısındaki koltukta oturuyordu. Bu adam oturduğu koltuğu çöktürmese iyiydi.

 

Yanına oturunca yeterince yakın oturmadığımı düşündüğü için herhalde, kollarını boynuma atıp beni daha çok kendine çekti. Bu adam nasıl bir günde bir kıza bu kadar yakın davranıyordu ben hâlâ anlamamıştım.

Saçlarımı koklayıp başıma bir öpücük kondurdu ama dediği gibi bana çok fazla yaklaşmıyordu.

Gerçekten yıldırım aşkıyla sevmiş olabilir miydi?

Mahir yine bana sert sert bakıyordu ama Halil ona bakınca yüzünü ifadesiz yapıyordu.

"İyi uyudun mu?"

Şimdi hapı yuttun kızım. Gel de bu adama senin odanda yatmadım de.

"Uyumadım ki. Biraz etrafı dolaştım. Bir de dedemle konuştum."

 

Bana bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Uysal davranıp yıllardır bu evde yaşıyormuş gibi yapmam hoşuna gidiyordu. Ne yapıp edip onu sinirlendirmemem gerekiyordu. En azından buradan kutlama kadar böyle davranmam gerekiyordu. Tabii kurtulabilirsem

"Beğendin mi evini?"

Sanki benim kendi evim mübarek.

"Evet beğendim. Güzelmiş."

Aşk ne demek bilmiyorum. Daha önce erkek arkadaşlarım oldu ama hiç birine aşık olduğumu zannetmiyorum. Hiç kitaplarda yazılanlar gibi kalbim çarptı, göğsüm çıktı, beynim düştü gibi şeyler yaşamamıştım daha.

Ama sanki bu adam aşık gibi bakıyordu. Eğer bu doğruysa Halil Davas bana ilk görüşte aşık olmuştu.

"Yemek yedin mi?"

Bugün hiçbir şey yemedim ama canım bir şey istemiyor. Bunu ona söylersem bana zorla yemek yedirecek gibi görünüyordu.

"Evet, yemiştim bir şeyler. Aç değilim."

Mavi gözleri bana hâlâ parlak parlak bakıyordu. Yok bu adam kesin bana aşık olmuştu. Tamam hadi o bana aşık oldu, beni niye kendine yapışık tutuyor? Rahatsız olduğumu görmüyor mu?

Aksine aramızdaki mesafeyi azaltıp saçımdan bir öpücük aldı

"Abi, bugün yapacak başka bir şey yoksa ben odama çıkayım. Sizi yalnız bırakayım."

 

Hayır gitme. Ben onunla yalnız kalmak istemiyorum. Tanımadığım bir adamla ne diye yalnız kalayım ki? Üstelik bu adam beni esir olarak tutmuş, ilk günde beni, kendini sevmeye zorlamış, bana iki tercih sunup dedemle tehdit etmiş, yetmemiş bir de o tercihlerin içine şirketteki bütün adamların altına yatmamı eklemişti.

Mahir neyin kafasını yaşıyor, burada mutsuz olduğumu görmüyor mu? Sanki görse ne yapacak? Beni kaçıran zaten o değil mi?

Onunla konuşurken Halil bana daha çok yaklaşıyordu. Al işte, ortamda bu kadar yaklaşırsan insanlar zaten yanlış anlar. Gelmiş hayatta ilk defa gördüğü kızın dibine girmiş bir de saçlarını öpüp kokluyor. Sanki üç yıllık kız arkadaşı.

Resmen gözlerimle Mahir'e gitme diyordum ve bunu anladığı için çatık kaşlarla bana bakıyordu. Bu adamın kaşı gözü hiç yerinde durmuyordu. Yakışıklıydı da piç.

 

"Tamam koçum, sen çık odana."

Mahir ona gözlerimle yalvarmama rağmen kalkıp gitti. Ona, beni buraya getirdikleri zaman korktuğum şeyi apaçık söylememe rağmen beni bu adamla yalnız bıraktı. Neden bunu yaptığını anlamadım ama sadığım kadar iyi bir insan değildi sanırım. Zaten iyi biri olsa suçsuz bir kızı evinden alıkoymazdı. Tanımadığım insanların içinde belki de bana iyi davranacağını sandığım tek kişi o iken beni Halil ile yalnız bırakması, iyi bir insan olduğuna dair olan bütün inancımı yerle bir etti.

Mahir odaya çıktığı zaman Halil bana daha çok yaklaştı. Bedenini bana taraf çevirip saçlarımı eline doladı açtı ve bunu tekrar tekrar yaptı. Burnundan verdiği sıcak nefes yüzümü yalayıp geçerken defalarca saçımla oynadı. O bunları yaparken ben ellerim iki yanda koltuğun üzerinde onun ne yaptığını anlamaya çalışıyordum.

Bir eli elimi bulurken diğeri ile hâlâ saçımla oynuyordu. Benim gözlerim önümde bulunan göğsündeyken onun gözleri saçımla oynadığı elinde oyalanıyordu. Kollarını belime dolayınca buradan daha ileriye izin vermeyeceğim için elimi gösüne koyup onu kendimden uzaklaştırdım.

"Tamam, sadece sarıldım merak etme seni hiçbir şey için zorlamayacağım ama bu sözü sadece bir ay için verebilirim. Bir ayda beni sevdin sevdin, sevmedin ben bu sefer kendimi sana sevdirmeye çalışacağım ve bunu yaparken de sarılmayla yetinmeyeceğim."

Sözleri gülerek ama bir o kadar ciddi söylerken benim yüzümün kızarmasına sebep oluyordu. Eminim şu an yanaklarım ateşim varmış gibi kızarmıştı. Bana zaman tanıyacağını söylediği günün gecesi gelip kollarını belime doluyor ve daha sonra o sürenin bir ay ile sınırlı olduğunu söylüyordu. Bu adam gerçekten ne dediğini bilmiyordu.

Elini tutmam için uzattığı zaman bunu neden istediğini anlamadım ama bu isteği söze dökünce anlamıştım.

"Hadi gel, çok yoruldum bugün. Gidip biraz dinlenelim."

Hadi buyur... Şimdi ne yapacağım ben? Sabahtan beri beni kendi odasına göndermesine rağmen başka odada kalmış ve bu durumu gittiği yere kadar sürdürmeyi planlıyordum ama gel gör ki bunu hesaba katmamıştım. Bu adam beni kendi odasına götürecekti. Bakalım bu sefer ondan nasıl kurtulacağım?

"Şey- ben seninle aynı odada kalmak istemiyorum."

Bunu söylemek için gözlerim gözlerine bakarken can çekişiyordu. Gözlerimi onun gözlerinde tutmak için verdiğim çaba hiçbir şekilde işe yaramıyor, her defasında yüzünün farklı bir yerine bakıyordum. Sözüm bittiğinde gözleri tekrar sinirlendiğini gösterirken konuşmasına izin vermeden sözlerime devam ettim

 

"Yani ben daha önce böyle bir şey yaşamadığım için...

Bugün olanlar beni çok korkuttu ve üzdü. Tamam, seni tanımaya sevmeye çalışacağım ama bunun için seninle aynı odada uyumama gerek yok. Ben senin katındaki küçük odada dinlendim bugün zaten. Odalarımız da yan yana hem."

Diklenmek, şu an için yapabileceğim son şeydi. İpleri tamamen eline vermiyordum ama köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyecektik artık. Neden bilmiyorum ama bir an bana bakınca gülümsedi. Galiba bir türlü susmadığım ve doğru cümleyi kuramadığım için gülesi gelmişti. E böyle bir teklifle gelirse tabii ki kuramazdım. Neyse, en azından beni kaçıran kişi filmlerde izlediğim gibi işkence eden cinsten değildi.

 

"Tamam, ama dediğim gibi. Alışmaya bak güzelim."

Sorun etmediği için içimden şükür sıralarken derin bir oh çekmemek için kendimi zor tutuyorum.

"Tamam."

Neymiş, ona alışacakmışım... Nah alışırım ben sana. Adamdan kurtulmak için girdiğimiz hallere bak be. Zorla adam sevdiriyorlar!

 

O odasına giderken ben bu koca salonda bu sefer televizyonun olduğu yere gittim ve buradaki koltukların üzerinde oturdum. Salon o kadar büyüktü ki her yerde ayrı bir oturma grubu vardı.

Arkamdan gelen ayak sesleriyle yine onun geldiğini düşünüp sıkkın bir nefes verdim ama Mahir karşıma oturunca saşırdım. Bu adam az önce gitmişti. Neden geldi ki?

Hiçbir şey demeden karşıma oturmuş ve ben ona baktığım süre boyunca o da beni süzmüştü. İçinden ne geçiriyor bilmiyorum ama bana bakışları hiç hayra alamet değildi.

Onun bana olan bakışları en az benim ona olan bakışlarım kadar dikkatliydi. Sanki beni izleyerek hakkımda bilgi sahibi olmak istiyordu. Uzun demeye utandığım boyu ve geniş mi geniş omzunun yanı sıra heybetli bedeniyle oturduğu koltuk, altında feryat ediyordu.

Yeterince süzdüğüne emin olduktan sonra konuşmaya başladı.

"Bakıyorum da bu eve daha bir gün olmadan çok alıştın. On dakikada kendini zengin bir adama sevgili yaptın. Ne yapmaya çalışıyorsun anlamıyorum. Biraz bahsetmek ister misin?"

Söylediği her şey zihnimde yankı bulurken böyle düşünmesine sebep olacak ne yaptığımı sorguluyordum. Onların istediği şeyi yapmasam başıma gelecek şeyler belli bile değildi. İstedikleri şeyi yaptığım zaman ise bana böyle söylemesi hiç adil değildi. Söylediği şeyler sinirimi zıplatmıştı. Gözlerimin içine o kadar acımasızca bakıyordu ki sanki bilmeden ona karşı bir şey yapmış gibi hissediyordum. Ama bu siniri benim şu anki sinirimle boy ölçüşecek türden değildi. Ona ağzının payını verecektim.

"Bu seni hiç ilgilendirmez. Kiminle sevgili olup kiminle gezdiğim, hangi eve alışıp hangisine alışmadığım. Haddini bil."

Benimle böyle konuşacak haddi nereden aldı bilmiyorum ama bu sözler için bile evi ateşe verebilirdim.

Halil'in yakın arkadaşı veya koruması diye mi bu hakkı kendinde buluyor bilmiyorum. Eğer öyleyse şunu bilmeli ki şerefsiz bir babanın elinin altındayken bile onun dediği hiçbir şeye boyun eğmeyip bu günlere gelmiştim. Elin tanımadığım oğlunun sözüne asla boyun eğip altında kalmazdım.

"Ah siz kadınlar! Daha saatler önce bu adamlar bana bilmem ne yapacak diyen kadın şimdi bu adamın altı..."

Yerimden kalkıp cüssesine, kalıbına, sıfatına ve kilosuna bakmadan kurduğu bu sözler için suratına attığım tokat geniş salonda yankılanırken şu anki sinirim onu da Halil'i de kendimi de öldürmeye yeterdi. Hadsiz herif gelip bana neler söylüyordu?

Attığım tokat yüzünde tek mimik kıpırtısına neden olmamıştı. Sanki sinek konmuştu suratına ama benim içim rahatlamıştı. Şerefsiz herif bir daha bana bu tür cümleleri kurmadan önce iki kere düşünürdü.

"Sen benim ne yaptığıma, kimin altına yattığıma, kiminle ne yaşadığıma karışacak insan değilsin. Hangi kapının köpeğiysen gidip orada havlayacaksın piç kurusu. Bir daha değil benim hakkımda bir şey söylemek, adımı dahi ağzına alırsan seni doğduğuna pişman ederim Mahir Kara."

Ona tokat atmamı sorun etmedi. Hatta sırıtmaya başladı. Dengesiz herifin tekiydi. Bu adam günün sonunda elimde kalacaktı. En iyisi buradan gidip uyumaktı.

 

"Kalite kontrol tamam. Sen tam bana yenge olacak hatunsun. Abim şimdilerde pek zannetmiyor ama adamı yalvartacak gibisin.

Gerçekten ne dediğini anlamıyorum. Neyin kalitesini kontrol ettiğini bilmiyorum. Bu adam hâlâ neden burada ben neden onun saçmalıklarını dinliyorum, bilmiyorum.

"Ne saçmalıyorsun sen?"

Artık kendimi tutamıyordum ama yukarıdaki adamın da bu saatte gelip başımıza üşüşmesini istemiyordum."

"Kusura bakma yenge. Söylediklerinde sonunda kadar haklısın. Haddim olmayan bir şey sordum sana. Ama şimdi asıl mevzuya gelmeliyiz."

Mevzu neydi bilmiyorum ve dinlemek istemiyorum. Eminim, bunun altında da bir bit eniği çıkacak gibi hissediyordum.

"Hiçbir şey duymak istemiyorum, uykum var."

"Tamam yenge zaten o kadar önemli şeyler değildi. Yarın hangi dersleri göreceğini söyleyecektim ama yorgunsan git uyu. Abim seni bekler."

Şimdi ona, onun odasında uyumuyorum muhabbeti yapmayacaktım. Dediği gibi kalkıp uyumaya gittim. Zaten anlatacağı ne ise yarın anlatırdı.

Odamda uyumadan önce bugün de son kez annemin fotoğrafını öpüp uyudum. Her günün sonunda bunu mutlaka yapardım.

Sabah hiç alarm kurmadan herkesten önce uyanmıştım. Doktor olduğum için erken uyanıyordum zaten. Bu hiç zor olmamıştı.

Valizimden açık olmayan bir elbise çıkarıp giydim. Halil gibi birinin önünde cüretkar elbise giyemezdim. Adam gördüğü yerde zaten yiyecek gibi bakıyordu.

Çantamın içinden şimdilik bana yetecek kadar olan makyajlardan alıp hafif bir makyaj yaptım. Doğal duruyordu.

Telefonumu alıp aşağı indiğimde kahvaltının hazır olduğunu gördüm. Anlaşılan onlar da birazdan uyanırdı.

Düşündüğüm gibi de oldu. Beş dakika olmadan ikisi de aşağı inmişti. İkisi de siyah takım elbise giymişlerdi. Zaten Halil'den başka bir renk beklemiyordum, ev ve şirketten sonra.

 

"Günaydın güzelim."

"Hayırlı sabahlar yenge."

Bu adamın bana güzelim demesini artık yadırgamıyorum. Bir gün içinde o kadar çok söyledi ki artık neden söylüyorsun diyemiyorum. Her seferinde bir tehdit bir şantaj...

Fakat Mahir'in bana yenge demesine asla alışmayacağım. Hiçbir zaman onun yengesi olmayacağım.

Zaten bana yenge dedikten sonra bir an yüzünde gülümseme oluştu. Sanırım Halil görmüyor diye rahatça gülüyordu çünkü onun yanında hiç gülmemişti.

"Günaydın. Hayırlı sabahlar."

Halil merdivenden inip yanımda durunca gerçekten artık bu evin içinde bensiz hiçbir şey yapmayacağını anladım. Takıntılı manyak.

Elini belime dolayıp beni mutfağa doğru yönlendirdi. Zaten kahvaltı hazırdı. İlk defa, yani annemden sonra restoran hariç ilk defa başka birinin hazırladığı sofraya oturacağım. Bu beni biraz buruk bir hale getirse de kabul etmem gereken bir şeydi. Benim annem yoktu, gitmişti.

Beraber sofraya oturunca Mahir'in yine yüzünün ifadesiz olduğunu gördüm. Zaten bir kere yüzünü mutlu görmeyelim, hemen ifadesini değiştiriyordu.

"Hadi kahvaltını yap. Bugün çok çalışacaksın. İlk önce silah eğitiminden geçeceksin. Daha sonra yakın dövüş..."

 

Ben doktorum be, benim silahla ne işim var?

"Ne işi yapacağım ben şirkette tam olarak."

"Sen sadece gözlerimin önünde olacaksın güzelim. Bu yeter. Başka bir iş yapmana gerek yok."

Harika, şimdi bir de takıntılı herifin gözünün önünden ayrılmayacaktım. Bu bildiğin beni oyuncak araba gibi oraya buraya sürüyordu.

"Ama benim zaten bir mes-"

Cümlemi devam ettiremedim. Mahir karşımda zeytin çekirdeğinden boğulduğu için devam ettiremedim. Öyle bir öksürdü ki devam ettirsem bile ses ona gitmeyecekti.

 

Öksürürken bana attığı sert bakışlar ise mesleğimi ona söylemenin yanlış bir tercih olduğunu söylüyordu.

Mahir neden bunu yapıyor bilmiyorum ama ona inandım. Bu seferlik mesleğimi ondan sakladım.

"Benim zaten herhangi bir mesleğe ilgim yok. Yan gelip yatarım şirkette."

Ne oldu bilmiyorum ama Mahir bana ilk defa bu kadar ışıldayan gözlerle bakıyordu. Dün gece de aynen böyleydi ama bugün ayrı bir parlıyordu gözleri. Bu adamı anlamakta zorluk çekiyordum.

"Tamam güzelim. Sen sadece öğreneceklerini iyi öğren, sonra da ömrün boyunca şirkette yan gelip yat."

Bu muhabbet beni çok sıkmıştı. Bu adamın bana bakarken gülen. gözleri beni korkutuyordu. Sanki yıllardır beni sevmiş de yeni bulmuş gibi bir hali vardı.

Kahvaltı yaptıktan sonra üzerime belki başka sporlar da yaparım diye siyah keten bir pantolon ve üzerine düz siyah bir tişört giydim. Bu adamın yanında sporcu atlet, tayt hayatta giyemem ben.

Üçümüz yine evden çıkıp aynı arabayla şirkete geçtik. Yol, beni yanından ayırmayan Halil ve sürekli sert bir duruşla asla bize bakmayan Mahir'le hiç çekilir olmuyordu.

Siyah, ihtişamlı yapının önünde durduğumuzda bin kere görsem bin kere daha hayran kalacağımı anlamıştım. Mat bir siyah olup aynı zamanda nasıl parlıyordu, benim gözüm mü onu parlak görüyordu, bilmiyorum.

"Mahir, onun eğitimi ile ilgili her şey ile sen ilgileneceksin koçum. Onu başka hiç kimsenin yanında yalnız bırakamam. Ben işlerle ilgilenirken sen de ona öğretebileceğin ne varsa öğret."

 

Ben silah kullanmayı zaten biliyorum bile demedim. Bunu Mahir biliyordu ve o da söylemedi. Bu adam bana silah kullanmaktan daha çok şey öğretecek gibi geliyordu. Zira kalıbına bakınca bana usta bir şekilde silah kullanmayı öğreteceğini hissediyordum.

"Tamam abi."

Kavga, dövüş, silah...

Bunları zaten Diyarbakır'da bana kuzenlerim en ince ayrıntısına kadar göstermişlerdi ama ben bu adamdan öğrenecek çok şeyim olduğunu hissediyorum.

"Silah mı? Ama ben korkarım ki. Ne anlarım ben silah tutmaktan."

He Echer he, hiç anlamazsın sen silahtan kavgadan...

"Sorun değil güzelim. Mahir iyi öğreticidir."

Yakışıklı piç tebessümle bana bakıp anlayışla konuştukça ona alışıyordum sanki.

Benim söylediklerim için o beni destekler gibi konuşuyordu ama Mahir bıyık altından gülüyordu.

Şerefsiz, Allah bilir bu tavrım için bana ne yapacaktı. Sonuçta üç adamını ve Aydın'ı yaralayan bendim.

"Mahir, bir hafta sonra mal takası var. Hep beraber gideceğiz. O güne kadar öğretebileceğin kadar çok şey öğretmen lazım."

Mahir ona kafasını sallayınca asansöre binip yine parmak izini okutarak bizi üst kata çıkardı. O kendi odasına giderken Mahir beni dün geldiğim atış odasına getirmişti.

"Evet güzel yengem benim. Şimdi şunu biliyoruz ki sen silah kullanmayı biliyorsun, abime neden yalan söyledin bilmiyorum ama zaten bir hafta sonra öğrenmiş olacaksın. Bu yüzden bu yalanı ortaya çıkarmayacağım. Şimdi eline oradan herhangi bir silah al ve göster bakalım marifetlerini."

Tek tek sıraladığı cümlelerde benim Halil'e yalan söylediğimi ima etmiş, kendisinin bu sabah mesleğim hakkında söylememi istediği yalanı hesaba katmamıştı. Üstelik dün gece söylediği onca şeyden sonra gelip benimle hiçbir şey olmamış gibi konuşmuştu.

İri cüssesine bakmadan karşısında durup tam gözlerinin içine baktım.

 

"Dün gece söylediğin şeyler neydi Mahir Kara. Beni mecbur bıraktığınız bu durumu hayatımda bir düzene oturtmak zorunda olduğumu bile bile neden öyle şeyler söyleyip sonra bir planmış gibi gülüp geçtin?"

Dünki güleç ifade yine yüzüne yerleşirken bu adamın neden böyle olduğuna anlam veremiyorum.

"Yengem, onlar benim değil ileride abimle beraber insan içine çıkarsan abimin düşmanlarının sana söyleyeceği şeylerdi. Seni denedim çünkü nasıl bir cevap vereceğini bilmek istedim. Tam da abimin yanına yakışan asilikte ve asillikte bir kadınsın."

"Beni denemek sana kalmadı Mahir. Yapıp ettiklerimi bilecek kadar olgun bir insanım. Karşında yirmi beş yaşında bir kadın var on beş değil. Ayrıca abin benim yanıma yakışsın. Ben onun yanına yakışmak için özel çaba sarf etmeyeceğim"

 

"Tamam kızma yenge. Bakalım atış konusunda da bu kadar iddialı mısın?"

Karşımda durmuş bana meydan okuyan gözlerle bakıyor, yapamayacağımı ima ediyordu. Seni burada göt etmek vardı ama senin benden daha fazla şey bildiğini biliyorum şerefsiz adam.

"Benden kat kat daha çok şey yapabildiğin belli. Nişan alma, hedefe sıkma, kaçan kişiyi vurma, hareket halindeki birini vurma...

Bu konularda iyiyim, direkt benim bilmediğim ama senin bildiğin konulara geçelim."

 

Bunları söyleyince gözlerine parıltı yerleşti. Bu adam benim bazı hareketlerime sinir oluyordu bazılarında ise böyle dengesizce seviniyordu.

"İyi ki seni buraya getirmişim Echer Tanrıkulu, tam benim yengem olacak potansiyel var sende."

Yalandan bir elimi karnıma bir elimi ağzıma koyup kusuyormuş gibi yaptım. Bu hareketime hafif bir tebessüm etti. Bu adamda çok gülmek diye bir şey yoktu. Ya az gülüyordu ya da tebessüm ediyordu.

"Haklısın ya, onunla nasıl idare edeceğim bilmiyorum. Ama şimdiden söyleyeyim korksun benden Halil Davas."

 

Bu adam benim yanımda ayrı, Halil'in yanında apayrıydı. Anlaşılan korumalığın raconu buydu.

Ben ona bakarken birden elini suratıma yumruk yapıp yaklaştırdı ama vurmadan durdu. Ödüm kopuyordu az kalsın.

 

"Ne yapıyorsun sen be? O kürek gibi elinle bir tane yumruk vursan bana, yedi gün ishal sıçarım ben. Aklın nerede senin?"

Sanırım refleksler üzerine çalışmam gerekiyordu. Dedemin öğrettiklerinin üzerine bir de benim bir şeyler eklemem gerekiyordu.

Bu seferki tebessümü her seferinkinden büyük de olsa yine sadece tebessüm etmişti.

"İşte sana asıl böyle şeyleri öğretmem lazım. Biri sana yumruk atarken bunu haber vermez. Bu yüzden reflekslerin iyi olmalı. İlk önce silah eğitiminde nasıl olduğuna bakacağız. Beş gün içinde seni çok iyi eğitmem gerek. Hadi kaybedecek vaktimiz yok. Halil Davas ikimizi de öldürür yoksa."

Elime küçük boylu normal bir tabanca verip beni maketlere doğru yönlendirdi. Klasik bir silahtı ve ben en az on yaşından beri bu silahı kullanıyordum. Belki de daha eskiden. Güvenli mi? Yoo. Ama kim takar...

 

Elimdeki silahla hiç bakmadan gösterdiği maketleri hedef aldım.

İstediği her pozisyonda bütün hedefleri tam gösterdiği yerden vurunca gözlerine şaşkınlık yerleşmişti. Bu kadarını beklemiyordu sanırım. E ummadık taş, yarar baş...

"Dediğin kadar varmışsın yenge. Ama bunlar daha en basit şeyler. Senin en iyi şekilde silah kullanman gerekiyor. Bu yüzden bugün sadece silah kullanmaya vakit harcayacağız."

Bunları söyledikten sonra önüme değişik modellerde silahlar getirdi. Beyaz mermer zeminin üzeri değişik modellerde silah ile doluydu. Büyükten küçüğe ismini bilmediğim, her boyda silah vardı.

Hepsinin tek tek nasıl kullanıldığını, isimlerini ve daha bir çok şey anlatmıştı. Öğlen yemeği bile yememiştim.

Ceketini çıkarınca kasları gözlerime gözlerime girdi. Onu bu kadar kaslı beklemiyordum. Tamam çok iyi bir vücudu vardı ama ben bunların hepsinin kas olduğunu bilmiyordum.

"Şş, yengemsin sen benim. Baktığın yere dikkat et. Senin abime aşık olman lazım benim kaslarıma değil."

Gözlerimi devirdim ve daha sonra ben devrildim. Yeter bu kadar. Neredeyse akşam olacaktı. Bütün silahları kullanmayı öğrenmiştim. Bu günden sonraki dört gün dışarıda talim yapacaktım ama öyle normal atış talimi değilmiş. Bildiğin adam karşıma çıkacak her kötülüğe karşı beni profesyonel yapmaya çalışıyordu.

Akşama doğru biz, daha doğrusu ben çok yorulduğum için ikimiz şirketten çıkmıştık. Halil benim için en yakın korumasını bile yanından uzaklaştırmıştı. Bu adam ne biçim bir aşıktı, bilmiyorum.

İkimiz yalnız kaldığımız zaman bu adam biraz daha çekilebilir oluyordu.

 

"Sen neden onun yanında farklı, benim yanımda farklı davranıyorsun?"

Sormadan duramadım. Sormazsam çatlardım.

"Sen, Halil Davas'ın yanında gülmemi mi istiyorsun?

Maalesef bu imkansız. Nereden bir düşman çıkacağı belli değil. Onun düşmanı çok ve benim bakışım düşmana korku salar yenge Hanım. E seninle de tek kalınca otomatik olarak insanın gülesi geliyor."

Gerçekten Halil'in yanındayken bakışları korkunç derecede korku veriyordu. Şimdi anladım galiba. Bu adam Halil'in düşmanlarına korku salmak için gülmüyordu. Benim yanımda ise otomatik olarak gülesi geliyormuş.

Gülmekten anladığı dudağının hafif kıpırdamasıysa, evet.

"Niye ben ciddiyetsiz miyim? Benim yanımda niye gülüyorsun?"

Dudakları yine tebessüm halini alınca gerçekten ciddiyetsiz mi görünüyorum diye düşündüm.

"Estağfurullah yenge o ne demek? Sadece tam insanın arkadaşı olacak bir yapın var o yüzden söyledim. Onun için diyorum ya tam yengem

olacak hatunsun diye.

Bu sefer gülme sırası bendeydi.

"Öyleyimdir, herkes benimle arkadaş olmaya can atar. Sen de zaten bana yaranmak için ilk gördüğünde iyi davranmıştın. Herkes bana hayran."

Hava atar gibi saçlarımı savurup yerimde o tarafa bu tarafa dönünce tebessümü daha çok büyüdü. Bu adam gerçekten kahkaha atmayı bilmiyordu.

"Tabii ki, ilk görüşte yengem olacağını anladım. O yüzden yerimi şimdiden yapayım dedim. Ama şimdi bana ve sana düşen çok önemli görevler var ve bunların başında beş gün içinde çok iyi yerlere gelmemiz var. Seni çok iyi eğitmeliyim yenge Hanım."

Yenge Hanım derken bastırmış ve ardından yüzünü buruşturmuştu. Haspam sanki ben ona, bana yenge de diyordum.

Beni yerden kaldırmak için elini uzatınca kocaman olan elini tuttum ve hiç güç kullanmadan beni kaldırmasını bekledim. Bu tıpkı küçükken sen bir şey yapmazsın ama baban hafif bir güç kullanıp seni kaldırdı ya, işte öyleydi. Tabii ben bunu babamdan değil dedem ve dayılarımdan öğrenmiştim.

Beraber sabah gittiğimiz odadan, akşam yine beraber çıkıp eve gitmek için arabaya bindik. Halil geç gelecekmiş, bu yüzden onu beklemeden yola çıktık.

 

Eve gelince o bana iyi akşamlar dileyip evin içinde kaybolmuştu. Ben ise hiçbir yere gitmeden direkt odama gittim. Yemek yiyecek halim yoktu. Ne kadar aç olsam da...

Bu iş doktorluktan bile daha zordu.

Ben doktorken bile hiçbir gün bu saatte uyumamıştım.

Bunlar hayatımı yüz seksen derece tersine çevirdi.

Odaya girdikten sonra mecburiyetten bir duş aldım ve pijama takımlarımı giyip kendimi yatağa attım. Uykumu çok iyi almam gerekiyordu.

Ne kadar uyudum bilmiyorum ama uyandığımda saat gecenin biriydi. Kim evde, kim değil bilmiyordum.

Halil dün bu saatlerde evdeydi. Bugün de evde olmalıydı.

Ve uyuyorsa bu kaçmam için çok güzel bir fırsattı ama bu dört tarafı korumayla çevrili kara parçasından nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.

Bir plan yapmalıydım ama bu planı uykulu halimle hayatta yapamazdım. En iyisi her şeyin spontane olmasıydı. Bu yüzden telefon ve cüzdanımı cebime sıkıştırıp pijamalarımla merdivenleri inmeye başladım. En azından evin içinde koruma yoktu.

Evin içi büyük olduğu için rahat hareket etmeme rağmen beş dakikada zar zor giriş kapısına gelmiştim ama buradan çıkamayacağımı çok iyi biliyordum.

Bahçeye açılan büyük pencerelerin karşısına geldiğim zaman buradaki korumaları kolayca atlatabileceğimi fark ettim. Burası diğerlerine göre daha güvenliydi.

Pencereden çıktığım zaman arkası bana dönük olan korumalar daha ne olduğunu anlamadan bana doğru dönünce mecburen tekrar içeri girmek zorunda kaldım. Çok şükür ki görmemişlerdi.

Korumalardan birinin telefonu çalınca konuşup emredersiniz deyip kapatmıştı.

Ben buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum.

Pes edip odama gidecektim ama korumalar ön tarafa doğru yürüyünce bunu fırsata çevirmem gerektiğini biliyordum.

Neden gittiler, ne oldu hiç ilgilenmiyorum. Tek istediğim kimseye görünmeden bu lanet evden kurtulmaktı.

 

Pencereden çıkıp tekrar bahçeye geldiğim zaman bu tarafta sadece çok az koruma kaldığını gördüm. Bahçe çok büyük olduğu için görünmeden gitmem daha basit olacaktı.

Burası yan taraf olduğu için önden görebilirler korkusuyla arka tarafa doğru hareket ettim. Her taraf çimlerle kaplıydı. Sadece birkaç ağaç vardı. İnsan bu güzel bahçeye bir çiçek falan ekerdi. Ya da karpuz kavun...

Diyarbakır'da çok fazla ektiğim için aklıma geldi işte.

Korumaların biraz fazla olduğu yere gelince rastgele bir ağacın arkasına geçtim. Yönleri beni görmeye çok müsaitti.

Tam ağacın arkasından çıkıyordum ki arkamdan gelen ses kulağıma sela olarak ulaştı.

Sela'm okunuyordu.

Beni yakalamıştı.

Arkamı dönmeye cesaretim yoktu.

Halil Davas kükrercesine arkamda bağırıyordu.

"Çabuk arka bahçeyi boşaltın. Bütün korumalar, hepiniz ön bahçeye."

Onun emri ile az önce saklandığım bütün korumalar tek tek burayı terk ederken ben hâlâ ona dönmeye cesaret edemiyordum.

"Nereye gittiğini sanıyorsun?

Burada ne işin var?"

Sesi her zamankinden daha sert çıkmıştı. Kendi sonumu getirdim ben. Bu adam beni öldürse kimsenin haberi olmayacaktı.

Yine ona dönmemiştim. Korku bütün hücrelerimi ele geçirmişti.

Korkuyordum.

Ölmekten ayrı, onun elinde ölmekten apayrı korkuyordum.

Şu an soğukta kalmışım gibi tir tir titrerken bütün vücudumun aniden beyazlaması da ne kadar korktuğumu gösteriyordu.

"Bana dön."

Sinirli sesi bu sefer bağırmıyordu. Normal çıkmıştı. Eğer dönmezsem daha çok bağıracağını bildiğim için döndüm.

Halil Davas beni yakalamıştı.

Bakışlarından bile ne kadar öfkeli olduğu belliydi.

"Ne işin var bu saatte bu kılıkta bahçede? Nereye kaçtığını sanıyorsun sen?"

BÖLÜMÜ NASIL BULDUNUZ?

OY VERMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN.

Emeğimin karşılığını veren herkes, emeğinin karşılığını fazlasıyla alsın İnşallah 💙💜

Bitirdiğiniz saati yazar mısınız(Destek yorumu)

Bu daha başlangıç. Tanıtımdan pek bir mana çıkmadığı için ilk bölümü yazdığım gibi paylaştım. Devamı gelene kadar kendinize iyi bakın.

 

💙💜

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%