7. Bölüm

7

S
aycakayca1

7.bölüm geldi.

Buraya akrepleri alabilir miyim?

Keyifli okumalar.

Albayın odasında henüz günlerdir tanıdığım, hatta tanımadığım insanların karşısında yıllardır tanıdığımı sandığım dedem bana ben istihbarattanım mı diyordu?

"Anlamadım?"

Şaşırmışlığın verdiği durgunluk sesime yansıdığında Dara Tanrıkulu bunu hemen fark ettiği için karşısındaki koltuğu oturmam için gösterdi. Az önce yüzbaşının oturduğu koltuktu...

"Otur kızım konuşalım, anlatacağım sana her şeyi."

Öfke bir zehir gibi hızla kanıma karışıp beni ele geçirirken karşımdaki dedem olmasa bu odayı yakacak güçteydim. Yüzbaşı şu an nişanlısından çok bu olayı merak ettiği için odadan çıkmıyordu belki, Zahir albay ise sessizce vereceğim tepkiyi bekliyordu fakat sinir anında sevdiklerim için susmamın daha iyi olduğunu biliyordum. Sinirli anımda ağzımdan çıkacakları tartmaya fırsatım olmuyordu.

"Oturmayacağım!"

Dedem bu askeriyede tanınan bir kişiydi bu belli ve albay da geldiğimden beri beni tanıyormuş gibi davranıyordu. Bunu anlamamam benim hatamdı. Adam zaten içeriye gelir gelmez albaya kızımı sorguya aldın mı diye sormuştu. Nasıl bir oyunun içindeyim ben böyle?

Yavaş yavaş yüzüme vuran gerçekleri dilime almaya zorlanırken söylemeye korktuğum o cümle döküldü dudaklarımdan.

"Oturmayacağım, sadece bir soru soracağım ve tek cevap istiyorum. Benim o gün üvey abim tarafından bir teröriste verileceğimi biliyor muydun?"

"Echer kızım..."
Albaya susması için yandan ters bir bakış attığımda bu sefer dedem ayağı kalktı.
"Kızım ayakta olmaz..."

"Tek bir cevap dedim. Bir daha lafı dolandırırsan cevabını da dinlemem. Beni tanıyorsun Dara Tanrıkulu, dediğimi yaparım."

Cevabın evet olduğuna emin olsam da bir umut tekrar sordum.
"Damadının borcu karşılığında satılacağımı biliyor muydun?"

Söylediğim her şeyi yapacağımı bildiği için el mecbur soruma cevap vermek zorunda kaldığında önce başını sallayıp sonra "Biliyordum."dedi beni ne kadar yaraladığından habersiz. Bunun benim için ne demek olduğunu bilmiyor olamazdı.

Ben de onun yaptığı gibi başımı sallayıp kapıyı çarparak odadan çıktığımda arkamdan seslenmeleri umurumda bile değildi. Üçü de aynı anda odadan çıktığında adımlarımı kesen şey onlar değil askeriyeye elini kolunu sallayarak giriş yapan Şafak Timi'ydi.

Gözlerim iki nişanlı arasında gidip gelirken Asiye'nin dolu gözlerle Ahlas'ın ise kırgınlık ve biraz da nefretle baktığını gördüm. Nefret daha sorgulamadan beslendiyse Asiye'nin işi zordu.

"Yüzbaşı, binbaşı,!"

Albayın çağırısı ile beraber ondan fazla kişi ona döndüğünde Asiye de bir yüzbaşı olarak hazırola geçmişti. Ne yazık ki gerçekler ortaya çıktığında saygıda bulunacağı bir komutanı olmayacaktı.

"Tuğgeneral ve Tümgeneral gelene kadar Yüzbaşı Asiye ile beraber Şafak Timi gözetim altında tutulsun."

Albay sert sesiyle emir verirken ona cevap vermeyen tek kişi Yüzbaşı Ahlas'dı. Bırak konuşmayı olduğu yerden hareket bile etmiyordu.

"Yüzbaşı Ahlas Tuğyan! Sen benim odama geçiyorsun!"diyen albayın, Asiye ile daha fazla bu durumda yüz yüze gelmemeleri için yaptığı aşikârdı. Yüzbaşı asla ona bakmayı kabul etmezken bu kez Dara Tanrıkulu'nun sesi yükseldi.

"Ahlas, odaya geç oğlum."

Zar zor kırgın bakışlarını ondan çektiğinde dediklerini yapıp odaya giderken göz göze geldik. Saniyesinde gözlerini çekip odaya gitti ve Şafak Timi de etraflarında onlarca asker ile güvenli bir şekilde içeriye götürüldü. Albay aynı şeyi bana da söylediğinde, dediğinin aksine onun odasına gitmek yerine odamdaki eşyalarımı toplamak için o tarafa yürüdüm.

"Echer!"
Bu seferki sesi emir veren bir tondaydı.

"Geç içeri. Generaller gelene kadar konuşacaksınız."

Her ne kadar ondan emir almayı reddetsem de bugüne kadar bana iyi davrandığı için tek seferlik hatrını sayarak odasına gitmeyi kabul ettim.

"Odada bir eşyam var, alıp geliyorum."deyip odama giderken de dedeme asla bakmadım. Odaya gidip parmağımı saran o yüzüğü aldıktan sonra geri çıktım.

Yüzüğü yüzük parmağıma taktığımda ortasındaki siyah taş çok göz alıcı duruyordu. Parmağımı baştan sona sarması ise ayrı bir güzellikti.

İşimi halledip albayın odasına geldim ama dedem ve albay yoktu.
Yüzbaşı içeride koltuğa kurulmuş sinirli suratı ile bir şeyler düşünürken moralini daha çok bozmaya karar verdim.

"Hayırdır, sorgu odasında benim yerime nişanlını görecek olmak zoruna mı gitti yüzbaşı?"

Beni ciddiye almak bir yana yüzüme bakmaya bile tenezzül etmediğinde zaten bozuk olan sinirlerim daha da bozuldu. Ben insanlara çatmaya bu kadar müsaitken bana ters gelmesi onun hatasıydı.

"Ben sana dedim, bunun vebalini ödeyemezsin dedim. Revadır ama bu sana biliyorsun değil mi? Günlerce bana hain dedin. Meğerse seni kandıran en sevdiğinmiş."

Odanın kapısı açılıp albay ve dedem içeri girdi ama yüzbaşı onları farkedecek kadar kendinde değildi.

"Tıpkı senin de en sevdiklerinin seni yıllarca kandırarak satması gibi. Oyun da olsa!"

Gözlerim dedemi buldu fakat göremedim. Onun cümleleri beni gözbebeklerime kadar yaralamıştı. Tek gördüğüm hayal kırıklığımın akıl almaz boyutuydu. O ise zaten bana bakıyormuş fakat bakışlarında asla pişmanlık yoktu. İnsan biraz olsun yaptığı şeyden utanırdı.

Yüzbaşı da odaya girdiklerini fark edip ayağı kalkmak istediğinde albay izin vermedi.

Kırılmamış mıydım? Fazlasıyla!
Yüreğim sıkışıp gözlerim dolmak için can atmıyor muydu? Hiç olmadığı kadar! Küçük bir çocuk gibi yere oturup ağlayarak nedenini sormak istemiyor muydum? Çok istiyordum ama yapamadım.

"Ee! Yüzüne vurulması gereken kişi ben miyim? Yanlış kişiye söylüyorsun, başkalarının ayıbıyla utanacak yaşı çoktan geçtim ben. Ama sen yine de susma söyle, söz sahibini tanır ne de olsa."

Onunla göz göze geldiğimizde bana da öfkeyle bakıyordu. Gerçek terörist ben olsaydım belki bu kadar nefret dolmazdı.

"Kızım konuşalım mı artık?"

"Bilmem, siz bilirsiniz. Zaten hayatıma olabilecek kadar müdahil olmuşsunuz. Haşa Allah'ın yazdığı kadere karşı gelip kaderimi kendiniz belirlemişsiniz, buna da siz karar verin ne olacak? Yalnız yabancıların yanında konuşursan sonra o laf sana böyle geri döner Dara Tanrıkulu! Bunu sana daha önce de söylemiştim."

Az önce Ahlas'ın söylediklerine dikkat çektim. Artık herkesi evladı olarak görmemesi gerekiyordu. İnsanların kime, nereden ihanet edeceği hiç belli olmaz. Tıpkı bugün öğrendiğim ihanet gibi.

"Odada yabancı yok, otur artık konuşalım!"
Artık o da sert ve emir verici bir tonda konuşuyordu ama dedem olması beni kandırdıktan sonra emir verebileceği anlamına gelmiyor.

"Haklısın, bakıyorum da bu odada tek yabancı benmişim."
dedim. Kırgın çıkan sesime engel olamadım. Şımarık bir kız çocuğu gibi davrandığımı kabul ediyorum ama asıl sorun bu şekilde davranmazsam çıkar. Ciddi ve bir o kadar da güçlü bir Echer, düşününce bile heyecan veriyordu.

Dedem kendimi bir yabancı olarak görmeme ses etmedi. Demek ki onun da gözünde böyleydi.

"Söylesene dede ne konuşacağız?"

Tıpkı benim gibi kahverengi olan gözleri sakinleşmemi ister gibi baksa da oralı olmadım.

"Merak ettiğin her şeyi."

Az önce oturduğum koltuğa gelişigüzel oturduğumda "Tamam hadi, konuşalım."dedim.

"Mesela ben şeyi merak ediyorum, Aydın Abir ile olan muhabbetiniz kaç yıla dayanıyor."

Dedem de karşıma oturduğunda albay kendi yerine oturdu. O aramızdaki meseleye karışmak yerine dinlemeyi tercih ediyordu.

"Yirmi yedi yıldır."

"Kaç yıldır onu tanıyorsun demedim, kaç yıldır onun asker olduğunu, o da senin istihbarat mensubu olduğunu biliyor?"

"Yirmi yedi yıl."
Asla kendinden ödün vermeden, dik bir şekilde, yaptığı şeyden gururlanırcasına konuştuğunda bütün duygularım tepetaklak oldu.

"Anlamadım, ben daha doğmadan mı sen ona istihbarattan olduğunu söyledin?"

Başını sallamakla yetindi. Gözüm odadaki herkeste tek tek dolanırken albay bana tereddüt ederek gülümsedi. Tebessümüne karşılık vermeyip yüzbaşına döndüğümde onun artık bizimle ilgilenmediğini farkettim.

"Yani Aydın bir ben sıfır."

Ağırıma gidiyordu.

"Aranızda yarışacak bir durum yok Echer. Kimsenin sıfır olduğu yok."

Göreceğiz soruların sonunda. Bakalım sıfır mıyız ekside mi?

"O zaman ikinci soruya geçelim. Aydın'ın da eğitim alması için çaba sarf ettim mi?"

"Evet, hemen hemen aynı eğitmenlerle eğitildiniz."

Anlamıyorum, aklım almıyor! Bunu yaparken ki amacı neydi bu adamın?

"Anlaşılan o eğitimini bitirebilmiş. Şimdi anladım sana doktor olacağım dediğimde neden itiraz etmediğini. Sen zaten damadının oğlunu eğitmişsin, bana ne gerek var ki?"

Bense bir aptal gibi fikirlerime saygı duyduğunu sanmıştım.

"İstediğin mesleği yapmana izin vermesem daha mı iyi olacaktı?"

Yapamazdın!

"Aydın Abir iki ben sıfır. Son soruya geçelim. Beni damadının borcu karşılığında satarken amacın neydi?"

"Seni satmadım! Sadece bir oyundu."

Sesi yükseldiğinde ben de sesimi yükselttim.

"Benim bundan haberim var mıydı peki! Ne kadar seni aramak, haber vermek istedim biliyor musun? Bilemezsin! Ama tehdit edildiğim için arasam bile sana söyleyemedim. Ben seni aradığımda sesimdeki korkudan da mı biraz üzülmedin?"

Omuzlarım çöktüğünde bana bir cevabı çok görmüştü. Öyleyse canı daha çok yanmalıydı.

"Aydın Abir beni o adamlara verirken cezan sadece ölüm değil dedi. Ben o adamlara öldürmeden önce kullanacakları bir kurban olarak verildim."

Onu belki de affettiğimi sanıyorlardı ama sırf bu cümle için bile olsa onu affetmeyeceğim.

Odadaki herkes, yüzbaşı bile bu söz ile bana döndüğünde"Çağır Mahir'i gelsin. Ben ogün nasıl bir korkuyla oraya gittim anlatsın size. O gün nasıl bir teklif ile orada kaldım haberiniz var mı? Yok! Söyleyeyim ben size: Ya onunla aynı evde kalıp onu sevecektim ya da o adamların altına..."

Sustum, onun gözlerine bakarak bu cümlenin devamını getirmek kolay değildi.

"Echer ne diyorsun sen?"diyerek sesini bütün askeriyeye duyuran dedem, bu durumdan haberdar değil miydi yani?

"O adam beni zorla öperken, zorla yatağında uyuturken, zorla temas ederken sen ne yapıyordun dede?"

Yutkunuşundan ağır konuştuğumu anladım ama bunlar yaşadığımın yarısı değildi. Ben henüz içimi boşaltmamıştım.

"Ya da bu askeriyeye geldiğim günden beridir kaç kere terörist damgası yediğimi biliyor musun? Beni oraya siz götürdünüz ama sizin askeriniz günlerce bana terörist muamelesi yaptı. Neden? Çünkü hepsi benim o adamla sevgili olup iş birliği yaptığımı düşündü. Sizin yüzünüzden!"

Yüzbaşı bu laflarımın çoğunun kendine olduğunu bildiği için gözlerini benden ayırmıyordu. Albay ise sessizce dinliyordu.

"Susmayın sayın albay konuşun. Siz, arkadaşınız ve askeriniz beni bir oyunun içine sürükleyip, bana atılan iftiralara neden dur demediniz? Bir ordu askeriniz varken bu iş bana mı düşüyordu?"

Dedeme döndüğümde artık gözlerinde biraz da olsa pişmanlık gördüm.

"Ha dede! Yirmi yedi yıllık askerin varken beni neden kullandın. Bu kadar mı değerli senin gözünde? Benden vazgeçecek kadar mı?"

Albay başını iki yana salladı. Fakat o nereden bilebilirdi ki!

"Değerinizi kıyaslayıp durma karşımda. Ne senden vazgeçtim ne de yerini başkasıyla değiştim. Sen canımın canısın ama o da binlerce evladımdan biri. Tek fark kızımın abisi."

Ben abim olmadıklarını kaç kere daha söylesem abin demekten vazgeçerler acaba, gerçekten merak ediyorum.

"Ya ben farklı bir dil mi konuşuyorum? Anlatamıyor muyum ben sana dede! Doktorum ben doktor farkında mısın? Benim ne işim olur silahla teröristle?"

"Bunu sana Aydın revirde anlatmıştı bildiğim kadarıyla ve o dediklerinin cezasını da çekecek. Halil denen şerefsiz de yaptığı her şeyin bedelini ödeyecek."

Ne anlatıyor bu adam ya? O kadar söz söyledim. Bu mu yani?

"Evet söyledi ama ne var biliyor musun? Sen öz torununu o Aydın kadar sevmedin. Ayrım yapmıyorum diyorsun ama sen ayrımcılığın en büyüğünü bana yaptın Dara Tanrıkulu çünkü Echer'in bir annesi yok değil mi? Bursa'daki o kadınlar annesi olmayanın arkasında duran da olmaz demişlerdi. Doğruymuş."

Ellerini yumruk yapıp iki yanında sıktı ama asla sözlerime bir cevap vermedi.

"Aydın üç Echer sıfır. Aydın anne sevgisini de benden çok tattı, baba sevgisi zaten hep onundu, senden taraf da çok sevildi."

Dedem başını iki yana sallayıp itiraz ettiğinde ona son sorumu da sordum. " Beni en çok kim sevdi biliyor musun?"

"Annen."dediğinde gözleri parmağımdaki yüzüğe kaydı.

Burukça gülümsedim.

"Annem beni sevseydi bu kadar kötülüğün içinde bırakmazdı."

"Annen seni çok sevdi kızım."

"Hayır, beni en çok sattığınız adam sevdi. Beni en çok Halil Davas sevdi dede çünkü o askerler onu almaya geldiğinde bile bana onunla gitmemi söyledi ve ben onu reddedince elindeki silaha rağmen bana zarar vermedi. Takıntıysa takıntı, en azından sevdiğini gösterdi."

Sahi beni kim sevmişti ki?
Aydın Abir benden bütün sevgimi çalmıştı.

"Gel buraya eşeğin kızı."diyerek beni yanına çağırdığında bu sefer yumuşamadım.

"Bu sefer değil dede, bu seferki farklı, bu seferki yirmi altı yılın yalanı."

Kapı çalınıp tekrar aynı asker içeri girdiğinde bu sefer söylediği şey generallerin geldiğiydi. Albay onları karşılamak için dışarı çıkmıştı, Dedem yanıma gelip kolunu boynuma sardığında ondan uzaklaştım. Ciddi olmadığımı sanıyordu.

"Şimdi generalin yanına gidiyoruz. Aydın sana her şeyi anlatmış zaten ama gerekirse bir kere de ben anlatacağım ve bunu sakın unutma, deden seni her şeyden daha çok seviyor."

Kinayeyle başımı salladım. Böyle sevmek mi olurdu?

"Ahlas, sen de geliyorsun. Yürü sorguyu sen gerçekleştireceksin."

Sanırım bu da Ahlas'a haksızlık olurdu. Neden sevdiği kadının sorgusuna girsin ki?

"Komutanım, Aziz binbaşı da burada. O yapsın sorguyu."dediğinde dedem merhametle ona baktı. Her ne kadar yüzbaşıya gıcık da olsam başına gelen şeylere ben de üzülmüştüm.

"Sana gel dedim değil mi yüzbaşı. Burada kendini yemekten iyidir. Tanıyorum ben seni, şimdi bir şeyler sormak için bahanen varken kalk aklındakileri sor. Aksi halde sen gururunu çiğneyip sormazsın."

"Maşallah maşallah, benden ayrı herkesi de tanıyorsunuz."

Dedem susmam gerektiğini ima ettiğinde sırf ortada bu kadar ciddi bir durum olduğu için sustum. Bu olaylar tamamen bitsin revirdeki görevime de son verecektim.
Yüzbaşı, dedemin söylediklerini mantıklı bulmuş olacak ayağı kalkmıştı. Ben de onlarla beraber kalktım ve hep beraber bahçeye çıktık. Askerler meraklı görünmemek için ortalıkta olmasa da etrafta bahçeyi izlediklerini biliyordum ve generallerin bunu bildiği de aşikardı.

Dedem bahçeye çıkar çıkmaz generaller ile de tokalaştığında artık şaşırmıyordum. Gerçekten herkesi tanıyordu. Yüzbaşı generallerin karşısında hazırolda durduğunda rütbenin bir insana her şey yaptırabileceğini anladım. Bu askeriyedeki en üst rütbedeki albay bile karşılarında saygıda kusur edemiyordu. Bir tek ben ve Dara Tanrıkulu hazırola geçmemiştik.

"Albay Zahir Demir, terörle işbirliğinden şüphelendiğiniz tim komutanı yüzbaşı Asiye Işık sorguya alınacak. Bunun ne demek olduğunu siz de biliyorsunuz. Şu an bir sanık durumunda ve bunun geri dönüşü anacak tamamen aklanırsa kabul edilir."

"Evet sayın general, aziz milletin birliği ve vatanın bütünlüğü için yapmamız gereken bunlar. Tehdit altında olan sadece askerlerim değil aynı zamanda bütün millettir. Gerekirse ben de sorguya alınmalıyım. Emrimdeki askerler vatan haini olarak yetiştiyse bütün suç benimdir."

Dili de laf yapıyor ha!

"Sorguya hazırız albay, buyurun içeri geçelim."

Benim bu konuların içinde olmam ne kadar doğru olur bilemiyorum ama dedem kolumu tutup beni de peşlerinden sürükleyince anladım ki sorguyu bana da dinlettirecekler.
Tıpkı filmlerde gördüğümüz gibi karanlık bir odaya girip cam bölümden göründüğü kadarıyla içeriye baktık. Asiye Işık iç çeke çeke ağlıyordu.

"Genel Cerrah Echer Tanrıkulu, kendisi benim torunum olur. Buradaki revirde yaralılara bakıyor. Belgedeki tarih detayını ilk o gördü."

İki general de hep bir ağızdan beni tebrik edip teşekkür ettiklerinde utançla karışık onlara gülümsedim. Bu esnada karşı tarafın kapısı açılmış ve içeriye az önceden çok farklı bir şekilde, bütün acımasızlığı ile yüzbaşı Ahlas Tuğyan girmişti. Asiye onunla göz göze gelir gelmez ağlaması şiddetlendi.

"Neden özellikle askeri görünce ağladı."diye soran generale, albay "Asiye, Ahlas'ın kız arkadaşı."dediğinde generaller sorguyu onun yapmasının ne kadar doğru olacağını sorguladı.

"Merak etmeyin sayın general, Ahlas ne olursa olsun söz konusu silah arkadaşları ve onların hayatı olduğunda en sevdiğine bile acımasızlaşabilen birisi. Bu yüzden asıl sorguyu yapması gereken kişi o. Biraz sonra beraber göreceğiz."

Albay'ın kendinden emin tavrı ve dedemin kabaran göğsünden dolayı az sonra olacakları ben de merak ettim.
Yüzbaşı büyük ama yavaş adımlar ile Asiye'nin oturduğu masaya yaklaştığında ilk yaptığı şey kelepçeli olan elini açmak oldu.

"Asker ne yapıyor albay!"

"Merak etmeyin siz, sadece izleyin sayın general."

Asiye çözülen elleri ile ona dokunacağı esnada Ahlas'ın sert bakışları ve geriye doğru çekilmesi buna engel oldu.

"Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir Özel Kuvvetler askerisin Yüzbaşı Asiye ve yargılanacağın konu terörle işbirliği. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun? Söylemek istediğin bir şey var mı?"

Asiye'nin sessiz gözyaşları akmaya devam ederken ona acımadım. Eğer gerçekten böyle bir şey yaptıysa bunların daha ağırını hak ediyor.

"Kendimden utanıyorum Ahlas, keşke sorgudan önce baş başa konuşsaydık. Burada birilerinin dinlediğini bilmek beni sana karşı daha mahçup ediyor..."

"Konunun benimle alakası yok yüzbaşı! Mahçup olman gereken kişi ben değilim üzerindeki o üniforma, korumaya yemin ettiğin bu vatan!"

Anlaşılan bugün o odada ilişkileri dışında her şey konuşulacaktı.

"Şimdi söyle bakalım, terörle işbirliği iddialarına karşı bir savunman var mı? Kendini savunacak mısın?"

Eminim ki yüzbaşı şu an içinden kendini savunmasını ve her ne kadar mantıksız olsa da mantıklı bir sebebinin olmasını istiyordu.
Asiye, Ahlas'ın ciddiyetini gördükten sonra toparlandı.

"Yok, savunmam yok. Söyleyen kişi her kimse doğru söylemiş. Ben Özel Kuvvetlerden Yüzbaşı Asiye Işık, vatanıma ve yeminime ihanet ettim."

Ağlayarak söyledikleri değil de bu kadar kolay kabul etmesi herkesi şaşırtmıştı.

"Sebebi neydi, tehdit mi? Yoksa bunlar tamamen senin kendi isteğin doğrultusunda mı gerçekleşti."

Asiye odaya gireli ilk defa sinirlenip kaşlarını çattı. Bu soru ona göre diğerlerinden daha ağır olmalıydı.

"Yüzbaşı, ben terörist olmak için asker olmadım. Tehdit edildim."

Ahlas çatılan kaşları ile onu dinkerken biz de pür dikkat dinliyorduk.

"Altı ay önce teröristler tarafından ablam kaçırıldı. Gözünün yaşına bakmadan öldürdüler. Ben kendim bir asker olarak bundan dolayı peşlerine düşemedim çünkü ablamın öldüğü gün erkek kardeşim de aynı adamlar tarafından kaçırıldı. Ne annem ne de babam polise gitmeye cesaret edemedi çünkü bunu yapmaya kalkıştıkları her an kardeşimin öldüresiye dövülmüş videolarını atıp tehdit ediyorlardı."

Generaller birbirine bakıp olay değerlendirmesi yaparken ben kızın yaşadıklarından dolayı üzülmüştüm ama kardeş ne demek bilmediğim için pek de dokunmuyordu.

"Bunlar sebep değil yüzbaşı. Bir alay askerin içinde hiç mi kimseye güvenip derdini anlatmadın? Gerekirse bir ordu asker ile gidip kardeşini kurtarırdık. Bu kadar mı güven veremedi bu askeriye sana!"

Aslında sormak istediği kendine güvenip güvenmediğiydi. Sevdiği kızın böyle bir durumu ondan gizlemesini güvensizliğe bağlıyordu.

"Güvenle ne alakası var Ahlas? Benim hayatımda en çok güvendiğim ve güveneceğim kişi bu askeriyede ama o adamların hedefinde bir şekilde ben vardım. Tek yanlış hareketimde kardeşimi öldüreceklerdi. Ben ablamı kaybettim! Kardeşimi kaybetmekten korktum yüzbaşı. Ablam gibi onu da bir daha görememekten korktum!"

Ağlaması tekrar şiddetlenirken acısını hissetmediğim için şanslı hissediyordum.

"Kardeşinin hayatı karşılığında senden istedikleri neydi?"

"Sadece, sadece operasyon bilgilerini istiyorlardı. Başka hiçbir bilgi vermedim."

Sanki azmış gibi konuşuyordu.

"İnfaz Timi sadece bir görevde başarısız oldu ve bunun sorumlusu da sensin yani!"

Asiye başını aşağı yukarı salladığında ben de tam tersi sağa sola salladım. Bütün bunlar Ahlas için ne ifade ediyor bilmiyorum ama artık ona eskisi gibi bakmıyordu.

"Bütün bunlar planlıydı Asiye, sen daha Şafak Timi'nin başına geçmeden seni o timin komutanı yapmışlardı. Yani bir nevi Yüzbaşı Ali de sırf bunun için şehit edildi. Bu planın bir parçası olacak kişi askeriyenin en zayıf halkasıydı ve yazıklar olsun ki benim sevdiğim kadın bu askeriyenin en zayıf halkasıydı."

Albay, yeğeninin ismini duyduğunda üzülmüştü. Yeğeninin şehadetinin sırf operasyon bilgileri yüzünden olması atlatılacak gibi değildi.

"Ahlas lütfen deme öyle. Ben kardeşim..."

"Ulan bu askeriyedeki insanlar da benim kardeşim. Bugün o bomba patlasaydı kaç kardeşim şehit olacaktı biliyor musun? Hepsi! Sen bir kardeş uğruna bin beş yüz asker, diğer üst rütbedekiler ve doktorun hayatına mâl olacaktın. Ve ben gerizekalı gibi ilk o kadını suçladım."

Doktor mu? Ben mi?
Vallaha ne yalan söyleyeyim yüzbaşından böyle bir şey beklemiyordum. Belli ki beni suçladığı için pişmandı.

"Zaten bütün suç o kadınındı ve hayır ölmeyecek tek kişi o kadındı. O adam sırf o kadını buradan almak için bu olayı çıkardı. Daha önce asla askerlere yönelik bir saldırısı olmadı ama o kadın buraya gelince onu almak için bu yola başvurdu."

"Ulan oranın görev dışında benim emrimle açıldığını bildiğin için gece yarısı beni oraya çağırdın. Sen nasıl bir askersin lan! Binden fazla adam buradayız, hiç mi düşünmedin onların hayatını! Bir de kalkıp suçu olmayan bir kadında suç buluyorsun."

Sanki kendisi aynı şeyi yapmamış gibi konuşuyordu. Bu adam beni şaşırttıkça şaşırtıyordu. Anlaşılan içeride anlattıklarım aklında doğru bir yer tutmuştu.

"Senin o suçladığın kadın, asker olmadığı halde görev uğruna on dört gün o teröristle aynı evde kaldı. Peki sen ne yaptın!"

Asiyenin ağlayışları her saniye artıyorken yüzbaşı sertliğinden asla taviz vermiyordu.

"Bu dünyada affetmeyeceğim tek şeyin askerlerime zarar gelmesi olduğunu biliyorsun. Sevdiklerimin kılına zarar gelirse ne yaptığımı, her bir askere elli infaz gerçekleştirdiğimi biliyorsun. Senin gözden çıkardığın bin beş yüz asker için susup oturacağımı mı sandın? Yoksa suçu başkasına atarak kurtulacağını mı..."

Bağırmaktan yüzü kızarmış, boyun damarları belirginleşmişti.

"Sorguyu bitirin!"

Generalden emir geldiğinde albay hareketlendi.

" Yüzbaşı dediğin kadar varmış Zahir. Adam aşkını ortaya koymadan sorguyu bitirdi."

Albay Ahlas'a durması gerektiğini söyledi. Yüzbaşı son olarak Asiye'ye ifadesini onaylatınca kapıyı çarparak çıktı.

"Öyledir, aslan parçasıdır Tuğyan."

Bu karanlık odadan dışarı çıktığımızda Tuğgeneral'in bana olan bakışlarında bir farklılık sezdim. Sen kırklı yaşlardasın kendine gel be adam!

"Tebrik ederim sizi Echer Hanım, bir doktor olarak bu kadar dikkatli hareket etmeniz bugün binden fazla askerin hayatını kurtardı. Sizin gibi insanlar azınlıkta."

Vi vi vi vi, evlerden ırak! Bu adamın dili neler söyler? Bu bakışlar nasıl bakışlar? Adam yürümüyor koşuyor, hatta koşmuyor uçuyor. Kül başına senin adam.
Tapşıyaydım ha vallah!

"Öyledir sayın general, torunum bir tanedir!"

Dedemin sahiplenici tavrı generalin hoşuna gitmese de hâlâ boş olmayan gözlerle beni süzüyordu. Yüzbaşı ise bu duruma sessiz kalmış fakat generale değişik bakıyordu.

"Tümgeneralim, sorguyu dinlediniz ve bu da detayları."diyerek dosyayı uzattı. Tuğgenerale değil de tümgenerale uzatması dikkatimi çekmedi değil. Bu mesafeden bile boşvermişliği belli oluyordu. Hayır bu olayı değil, hayatı boşvermişti.

"Tebrik ederim yüzbaşı, görevlerinde daima ilişkilerini geri planda tutarsan başarılı olursun ve sen bunu elde etmiş gibisin."

Yüzbaşı sadece başını sallamakla yetinmişti.

"Bu konuda Echer Hanıma söylemek istediğim bir maddemiz var."

Yok Allah aşkına sen bana bir şey deme! Beş yıl sonra yaşlı bunak olacaksın, keftar olmuşsun, dişlerine zenger atacak gelmiş kürt lokumu gibi kıza göz dikmişsin! Ayıp yav!

Aferin sana, bir generale keftar demediğin kalmıştı o da oldu. Balûle heré welleh. (Gerizekalı he vallaha)

"Özel Kuvvetler madde iki: Başarı için görevlere ve olaylara daima soğukkanlı ve pozitif yaklaşım esastır."

Madde güzeldi, anlamı da güzeldi ama tok bir ses tarafından söylenince daha çarpıcı oluyordu. Maddeyi söyleyen general değil yüzbaşının ta kendisiydi.

Madde bir yasal olmalı.
Madde iki pozitif yaklaşım olmalı.
Bakalım daha neler öğreneceğiz?

Albay, dedem ve tümgeneral gururla Ahlas'a bakarken timin diğer üyelerinin de ifade dosyası gelmişti. Onları da Aydın, Serva, Revan, Mahir ve Camer sorgulamıştı. Keşke hepsinin sorgusunu görebilseydim çünkü her birinin görevde nasıl olduklarını merak ediyordum.

"Şimdi Şafak Timi'nin sicili kirlendi mi?"

"Hayır, sorgularında hiçbirinin bir bilgisi olmadığı tespit edildi. Bir kişinin cezasını onca insana kesemeyiz ama bir ay görevden uzaklaştırma alabilirler."diyen tuğgenerale "Daha fazla alacaklar. Bir ay araştırmalar için yeterli olmayabilir."dedi tümgeneral.

"Yarın yüzbaşı bir kez de hakim karşısında ifade verecek. Adliyeye Echer Tanrıkulu da gelmeli."

Başımı sallayarak tümgenerali onayladığımda onlar askeriyeden çıkmıştı. İnfaz Timi tek tek yanımıza geldiğinde Aydın ilk iş olarak dedemin elini öpmek için eğildi. Dedem ise ona elini uzattı! Bütün tim tek tek elini öperken bir tek ben dedeme yabancı gibi kaldım.

"Ben eşyalarımı topluyorum sayın albay. Yarın adliyeye de gidip bir daha askeriyeye gelmiyorum. Zaten burada çalışmak da benim görevim değil. Geçici gelmiştim, gidiyorum."

Neden kabul etmiştim ki sanki?

Arkamı dönüp gittiğimde" Echer, nereye gidiyorsun abiciğim? Henüz burada kalman gerektiğini biliyorsun."diye bağıran Aydın'a dönüp ters ters baktım. Ahlas, Camer ve Mahir'in pür dikkat beni izlediğini gördüm. Serva ve Revan ise hâlâ kardeşim kelimesinde takılmış olmalılardı. Yusuf ile Rüzgar ise şaşkın şaşkın bakıyordu.

"Aydın Abir! Daha beni satarken bacağına sıktığım kurşunun yarası tamamen iyileşmemiş. Sen nasıl bir yüzsüzlükle bana kardeşim diyorsun ki?"

Bir de karşımda dedem ile yan yana durması yok mu!

Hiç kimse bunu beklemiyordu. Bir askeri yaraladım diye beni de sorgulayacaklarsa yapabilirlerdi. Ben doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaptım.

"Aydın! Senin kardeşin mi var? O yarayı açan Echer miydi?"diye soran ise Servaydı.

"Yok yok! Benimle akrabalık bağı olan kimse yok merak etmeyin"

Aydın bunun aksine "Nasıl yok Echer? Kardeşimsin işte. Ayrıca kardeşin vurduğu yerde gül biter. O kurşun sayesinde biraz olsun sevdiğim kız bana ilgi gösterdi."

Serva ona ters ters baktığında sevdiği kızın Serva olduğunu anladım.

"Amma ajitasyon yaptın ha doktor. Toplayacaksan git topla eşyalarını, insanlar seni mi bekleyecek?"diyen yüzbaşına döndüm.

"Gideceğim, gideceğim yüzbaşı da... Sen önce o parmağındaki yüzüğü mü çıkarsan!"

Parmağındaki yüzük daha askeri lisedeyken annem öldükten sonra kaybettiğimi sandığım yüzüktü. Daha önce şeklinden dolayı şüphelensem de rengi aynı değildi ama geçen gün yüzbaşı eskiden siyahtı deyince o yüzük olduğunu anlamıştım. Benim yüzüğümü nişan yüzüğü olarak takması saçmaydı.

"Neden çıkaracakmışım, ben Asiye ile nişanlı değilim sadece kız arkadaşım, arkadaşımdı. Bu yüzük de nişanlı olduğum için parmağımda değil. Asiye ile olan münasebetim bitti diye çıkaracak değilim."

Etraftaki herkes anlamadan bakarken bir tek Dara Tanrıkulu bir şeyler bildiği için gülerek bakıyordu.

"Çıkaracaksın çünkü yüzüğün sahibi geldi. O yüzüğü sana veren bendim yüzbaşı. İki bin dört yılında yüzüğü sana veren o kız bendim."

Ahlas bir yüzüğe bir de bana bakarken çıkarmak istemiyor gibiydi. O çocuğun ben olduğumu ogünki konuşmalarımızdan anlamış olacak inkar etmedi.

Aslında yüzük Dara Tanrıkulu'nun, bendeki ise eşi Azade Tanrıkulu'nun yüzüğüydü. Annem o yüzükler de borç yüzünden satılmasın diye bana vermişti. Ben de ne zaman istersem geri vereceğine dair söz veren o gence vermiştim. Yüzbaşına. Fakat onu bir daha görmemiştim ve yüzüğü kaybettiğimi bilmelerini istemiyordum.

"Sen bana küçükken ne zaman istersem vereceğine dair söz verdin. Ben de şimdi istiyorum."dediğimde eli parmağındaki yüzüğe gitti. Annemin emaneti olmasa istemezdim çünkü çok sevdiği belliydi.

On dokuz yıl önce iki yüzüğü de ona vermiştim ama bir tekini eğitim aldığım günlerin birinde çantamın yanında buldum. Diğerini de ondan almak için ne kadar arasam da onu bulamadım.

"Çıkarma Ahlas. O yüzük benim ve sende kalmasını istiyorum. Echer sende bir tane yüzük var zaten."

Gözlerim parmağımdaki siyah taşlı yüzüğe kaydı. Dedem ne yapıyordu şimdi? O yüzük bana emanetti!

"Ne demek çıkarma? Yüzüğümü verir misin yüzbaşı!"

Bu bir rica değildi ve bunu bizi dinleyen herkes biliyordu.
Yüzbaşı tekrar yüzüğü çıkarmak için hareket ettiğinde dedem tekrar engel oldu.

"Yüzük benim Echer! Ve o yüzük Ahlas'da kalacak."

"O bana annemin emaneti!"
Bütün kelimelere tek tek vurgu yapıp bağırdım. Sesim o kadar yüksek çıkmıştı ki yankı yapıp tekrar bana dönmüştü.

Dara Tanrıkulu gözlerimin içine bakarak "Annenin emaneti ise sahip çıksaydın. Neden başkalarına verdin!"dedi acımasızca. Sanki düşmanıyla konuşuyordu.

Ağlamak istiyordum. Tam da şu an ağlamak istiyordum ama etrafta çok kişi vardı. İnfaz Timi'nin her bir üyesine baktığımda gözlerindeki acıma beni beynimden vurmuştu. İnsanlar bana acıyordu.

"Ben yedi yaşında bir çocuktum dede. Alkın Abir onları da elimden almasın diye evden çıkarmak zorundaydım."

"Bana verseydin!"

"Bilemedim. Yedi yaşındaydım diyorum yedi! Neden anlamıyorsun? Tanımadığım birine emanet edecek kadar çaresizdim."

Zahir Albay dedemin kolunu sıkıp onu uyardı ama dedemin umrunda değil gibiydi.

"Komutanım, biraz ağır olmuyor muyuz?"diye soran Aydın'a döndüm. Beni korumaya çalışıyordu. Kimden? Yıllardır beni korkuyan adamdan mı?

"Evet Dara, uzatmayın da gençler dinlensin. Yarın göreve gidecekler."

Albay'ın da derdi görevdi.

"Hayır oğlum ağır değil, Ahlas'ın yıllardır sakladığı yüzüğü öylece alamaz. Uğruna kurşunların önüne atladığı bir yüzüğü almak bu kadar kolay değil. Annesinin emanetine Ahlas daha iyi baktı, kendisi baksaydı şu an onda olurdu."

Önce oğlum dediği Aydın'a, sonra da annemin emanetine benden daha iyi bakan adama baktım. Dedeme döndüğümde ise vereceğim tepkiyi merak ediyordu.

"Sen, sen annemin emanetine nasıl baktın dede?"

Akmasın diye direndiğim yaş çoktan akmıştı bile. Mahir, Camer, Aydın ve Ahlas aynı anda kaşlarını çatarken bu dedemin umrunda olmadı. Yanıma ilk gelen ise Mahir ile Camer oldu.

"Echer, bari sen uzatma. Hadi seni odana götürelim, dinlen."diyen Mahir'e ters bir bakış attım ve tekrar dedeme döndüm.

"Alkın Abir'in nasıl bir insan olduğunu bile bile yıllarca o evde büyümeme izin verdin. Benim için Bursa'ya taşınmış gibi yaptın ama eğitim dışında asla yanımda olmadın. Sen oraya Aydın için gelmiştin."

"Echer."

Aydın'ın söyleyecek başka bir şeyi yoktu. Beni ne kadar tanıyordu ki nasıl sakinleşeceğimi bilsin?

"Sen benim emanete nasıl baktığımı boşver de dön kızının emanetine nasıl sahip çıktığına bak!"

Parmağımdaki yüzüğü çıkarıp ona doğru gittiğimde o yüzüğü çıkardığım için kaşlarını çattı.

"Al bunu da diğer oğluna ver."diyerek Aydın'ı gösterdim. Gözyaşlarım hız kazanmıştı. Yüzüğü reddettiğinde zorla cebine sıkıştırdım.

"Kızının hiçbir şeyini istemiyorum! Bendeki fotoğrafı da yırtıldı. Senden istediğim o fotoğrafı da getirme artık gerek yok!"

Her cümlemde ağlayışım hızlanırken Dara Tanrıkulu da yavaş yavaş üzülmeye başlıyor gibiydi. Beni tanımayan şu insanlar bile daha çok üzülmüştü. Elimdeki telefonu havaya kaldırarak ona gösterdim.

"Bak, bunun da içinde onun fotoğrafı var. Bunu da istemiyorum!"

Telefonu hızla yere attığımda beton zemine çarpıp parçalarına ayrıldı. Bu sefer de yanıma gelen kişiler Revan ile Serva oldu.
Telefonun parçaları tıpkı gözyaşlarım gibi etrafa saçılırken binlerce insanın arasında yalnız kaldığımı anladım.

"Echer, yapma yeter. Kendini yıpratıyorsun."

Ben öğüt dinlemek istemiyordum.

"Bundan sonra ne Abirlerin ne de senin hiçbir şeyini istemiyorum. Ne malını ne de akrabalığını!"

Dedem ve Aydın bu sözlere şaşırsalar da ciddi olduğumu biliyorlardı.

Dara Tanrıkulu "Echer, ileri gidiyorsun!"diye bağırdığında ona gülümsedim.
"İleri gitmek istemiyorum dede, ben artık hiçbir şeyini istemediğim o kadının, annemin yanına gitmek istiyorum."

Ölmek bu kadar zor olmamalıydı.

Yüzbaşının belindeki silahı işaret ettim.

"Ölmek benim için çok zor yüzbaşı, vursana beni."

Aydın'ın kaskatı kesildiğini gördüm. Yüzbaşı ise delirmişim gibi bakıyordu. Gözlerimin içine bakarak "Doktor, senin ölmen için daha erken. Ceylan gözlerin henüz abinin düğününü görmedi."dediğinde son umudumu da kaybettim. Burada beni öldürmeye en çok meraklı olan kişi oydu.

"Yine mi sen? Burası sana uygun değil ceylan gözlü, gitmelisin."

Yüzüğü ona verdiğim gün de, on dokuz yıl önce de bana bu hitabı kullanmıştı.

Buradan bana hayır çıkmayacağını anlayıp arkamı döndüğümde bu kez eşyaları almadan askeriyeden çıkmak için adım adım kapıya doğru gittim. Bu karanlıkta, peşimde bir terörist varken nereye gideceğim bilmiyorum ama gideceğim.

"Yirmi altı yıldır seviyorum diyen birine göre çok çabuk arkanı dönüyorsun kızım."

Şimdi de sevgimi sorguluyordu. Dedem ne zaman bu kadar acımasız olmuştu? Ağladığımı bile bile hâlâ üzerime geliyordu. Ama beni tanıyordu da, cevap vermeden gitmeyeceğimi biliyordu.

"Yirmi yıldır bana sevgiyi sen öğretiyorsun dede. Belki de senden öğrendim bu kadar çabuk vazgeçmeyi."

Ona dönmeden verdiğim cevap beni tatmin etmediği için gözlerimi silerek ona döndüm. Etraftaki gözlerde gördüğüm acıma duygusu bana yetmişti. Dimdik durarak gözlerinin içine baktım.

"Neden bu kadar çabuk arkamı dönüyorum biliyor musun?"

Başını iki yana salladığında güldüm. Bilmez tabii.

"Çünkü az önce içeride Aydın Abir beni o adamlara sattı dediğimde hesabını soracağını söyledin. Neden sormadın?"

Aydın ve o birbirine baktığında Aydın'ın gözlerindeki mahcubiyeti iliklerime kadar hissettim.

"Aydın Abir benim için ölmeden önce kullanılabilecek bir kurban demişti ve sen bunu bile bile az önce ona elini öptürdün."

Bu da benim içimde ukde olan bir dertti.

"Abim, görev icabı olduğunu biliyorsun. Yine de özür dilerim."

"Abim falan değilsin benim! Görev için bile olsa başka şekilde beni o evden alabilirdiniz."

Tekrar tekrar gözyaşım aktığında lanet ettim.

"Bak sen bana bunu yapan adama elini öptürdün ama yanındaki adam var ya... O duyduktan beri Aydın'a hep sinirle baktı."

Yüzbaşı içerideki konuşmalardan sonra ona hiç güler yüz göstermemişti.

"Sen peki, kardeşim kardeşim deyip duruyorsun ya...
Beni kullansınlar diye gönderdiğin o evde korumak için bir şey yaptın mı? Hayır mı?"

Tek tek elimle İnfaz'ın üyelerini gösterdim.

"Mesela beni her seferinde Mahir korudu. O korudu, diğeri korudu, yüzbaşı korudu ama siz yoktunuz. O yüzden benim sevgimi sorgulayacağına kendi sevgini sorgula."

Akan burnumu hiç utanmadan çekip gözyaşlarımı sildim.

"Ben altın da olsam kömür de olsam sen beş kuruş para etmeyen insanlar için beni satmaya dünden razısın Dara Bey. Hal böyleyken senin yanın ya da Alkın'ın yanı ne fark eder? Senin ondan ne farkın kaldı ki? Hayatıma giren herkes beni Aydın'a değişmek zorunda değildi."

Aydın'a olan nefretim mi kıskançlığım mı bana bunları söyletiyor bilmiyorum.

Revan ve Serva destek vermek için yanımda durduğunda onlara buruk bir tebessüm ettim. Dedem ise konuşmak bir yana, tepki dahi vermiyordu.

"Echer."

Bana seslenip yanıma gelen Aydın'ı elimle durdurmaya çalıştım ama o durmadı. Bir elini belime sarıp diğeriyle saçımı okşadı. Bu his farklıydı. Bu anneme sarılmak gibi hissettirmişti.

Benden izinsiz beline sarılmak için kalkan elimi indirecekken saçımda olan elini elimin üzerine bırakarak beline sardı. Aydın Abir, ilk defa abi gibi hissettirmişti. Uzun boyu ve kaslı kollarının arasında nedensizce güvende hissetmiştim.

"Özür dilerim, özür dilerim kardeşim ama ben bana verilen görevi yapmak zorundaydım. Biliyorum yıllar sonra gelip hayatıma neden girdin diyeceksin ama ben senin hayatında hep vardım güzelim. Ben seni hiç bırakmak istemedim."

Başı boynumda bir vaziyette sarılı kaldığımızda nefesi tenimi yakıyordu çünkü Aydın ağlıyordu.

"Bırakmanı istiyorum."
Bu sefer emir verircesine değil de rica etmiştim çünkü ne kadar dile getiremesem de ona sarılmak hoşuma gitmişti.

"Biraz dur, biraz dur lütfen! Yıllardır sana sarılmayı bekliyorum. Bir haftadır gözümün önündesin ama kardeşim diyerek rahat rahat sarılamıyorum. Biraz daha dur güzelim."

"Bana güzelim deme!"dediğimde kaskatı kesildi ama belimdeki eli daha da sıkılaştı. Bırakmaya niyeti yoktu. "Halil şerefsizi o kelimeyi bana çok kullandı."dedim.
Sebebini öğrendiğinde gergin bedeni gevşedi. Yavaş yavaş uzaklaşırken henüz elimin belinde olduğunu farkedip çektim.

Bırakmanı istiyorum deyip adama amele sümüğü gibi yapışmışsın!

"Onun güzelim demesi güzelliğinden eksiltmemiş ki? Biz onun dilini keseriz bir daha diyemez."

Bir an tebessüm ettiğimi farkettim. Bu konularda bayağı acemi olmak da üzücüydü.

"Teşekkür ederim, sarılmama izin verdiğin için. Ve özür dilerim, yapmak zorundaydım. Ayrıca dedene kızma, elini öptürdü çünkü cezamı çoktan kesti."

Gözlerim vücudunda dolandı ama herhangi bir değişiklik fark etmedim.

"Yok yarın görev var diye dövmedi. Yumruğunu hazırlamıştı da insaf etti. Yarın göreve kadar askeriyenin etrafını koşacağım o kadarcık."

Cezası soluğumu kesti. İnsaf mı etmiş insafsızlık mı anlamadım doğrusu. Saatler sürecek bir koşu, izlemeye değer gibi duruyordu...

"Hah! Layığını bulmuşsun."

Gülerek ona baktığımda kınarcasına baktı. Etraftaki askerlerin çoğu içeri girmiş, İnfaz ise bizi izliyordu. Sanki yüzyılın yüzleşmesi vardı.

"Bana müsaade artık. Çok tuttunuz beni. Uzaklaş yanımdan."

"Ula zalımın kızı, o kadar şey söyledik. Kalmayacak mısın?"

Bu bana zalımın kızı mı dedi bana mı öyle geldi? Yedim ulan seni!

"Sensin lan zalımın oğlu! Baban zalimlikte çığır açmış, yetmemiş master yapmış, o da yetmemiş bana zalimlik yap diye seni doğurmuş. Zalım oğlu zalımsın sen!"

Baban doğurmuş saçma olmadı mı Echer, millet bize götüyle gülüyor.

Yoo, bayağı bayağı ağızlarıyla gülüyorlar.

"Gülmeyin be sizde! Kapatın ağzınızı."

Hâlâ gülüyorlardı.

"Ben de onu diyorum zaten Echer, baban zalim dedim ters bir şey demedim."

"Senin baban o! Benim babam olsaydı beni korurdu. Neden inatla baban olduğunu kabul etmiyorsun?"

Aydın da bana güldüğünde, gülüşünün de güzel olduğunu farkettim. Benden koca bir aile çalınmıştı.

"Ben kabul ediyorum Echer. Sen ikimizin de babasının aynı kişi olduğunu kabul etmiyorsun."

"Benim babam y..."

Beni durduran Hayatsız'ın ikimiz arasındaki tartışmayı duymasıydı. Onun karşısında baba konusunu açtığım için kendimden utandım çünkü o babasını hiç tanımamıştı.
Aydın da Hayatsız'ı fark ettiğinde neden sustuğumu anladı. Hayat bazılarına acımasız, bazılarına da çok acımasızdı.

"Hadi herkes odasına. Yarınki göreviniz Asiye Işık'ı güvenle adliyeye götürüp getirmek. Echer sen de hiçbir yere gitmiyorsun! Yarın onlarla gidip geleceksin çünkü hâlâ burada bir doktora ihtiyacımız var!

Beni burada tutmalarının nedeni vardı ve bu uğurda her şeyi yapıyorlardı. Belki beni o adamdan korumak istiyorlardı ama bunu dışarıda da yapabilirlerdi.

"Sayın albay, bakın belki beni aksi, zıt bir insan olarak göreceksiniz ama ben askeri doktor değilim. Bulmak isteseniz buraya bir doktor getirmek saatlerinizi almaz. Ben genel cerrahım, herhangi bir ağır yaralanmada yapabileceğim tek şey yaraya ilk yardım yapıp kan kaybını engellemek olacak. Benden daha fazlasını bekleyemezsiniz."

Ben buraya doktor olarak çalışmaya gelmişti. Nerede çalıştığımın bir önemi yoktu ama yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadan insanlara yanlış bir müdahale yapmak kötü sonuçlar doğururdu. Allah korusun vücuda saplanan bir mermiye ne yapmamı bekliyorlardı?

"Revir doktoru da ameliyat etmiyor zaten kızım. Ufak yaralar ve hastalıklara bakıyor. İşte sana burada çok fazla iş düşüyor çünkü bazı görevlerde askerlerimiz ağır yara alabiliyor ve hastaneye yetişmeleri zor ise maalesef onları kaybedebiliyoruz. Sen de kendi hür iradenle bu görevi üstlendiğin için bundan sonra İnfaz'ın gittiği her göreve onlarla gideceksin, doktor olarak."

Ben mi? Kendi özgür ve hür irademle askeri doktor olmak için eğitim almayı kabul etmişim öyle mi? Saçmalık!

"Ben böyle bir şey kabul etmedim! Yanılıyorsunuz."

"Kabul ettin Echer! Bursa'daki hastaneden çıkış belgeni imzalarken bunu kabul ettin. Bundan sonra İnfaz'ın bir diğer üyesi de sensin. O yüzden artık Albayın emrindesin ve o izin vermedikçe buradan çıkamazsın."

Ağzım açık dedemin söylediklerini dinledim. Evrakta sahtecilik yapmıştı ve bunu albayın yanında rahat rahat dile getirebiliyordu.

"Ben imza falan atmadım. Seni şikayet edeceğim!"dediğimde herkesi gülüşünü duydum. Hatta yüzbaşı bile gülmüştü.

"Hiç deneme bile yenge çünkü karşındaki istihbarat askeri."

Astsubay Kıdemli Başçavuş Yusuf Bozkurt da bana yenge dedi tam oldu!

"Ne yengesi lan! Alırım ayağımın altına seni!"diyen Aydın'dı.

"Aydın benden bir yaş büyüksün de rütbelerimiz aynı be kardeşim. Beni ayağının altına alamayacağın buradan belli. Hem bana kızıyorsun da ben de Mahir komutanımdan duyup da söyledim. Sıkıysa ona söylesene!"

Aydın Mahir'e dönünce Mahir'in kaşları havalandı. "Bir şey mi diyeceksin ciğerim?"

"Estağfurullah komutanım. Sadece kardeşime neden yenge dediğini merak ettim."

Sesindeki sorgulayıcı ifade onları güldürmüştü.

"Keyfim öyle istiyor ve Echer bacım rahatsız olmadığı sürece de öyle isteyecek."

Aydın bana döndüğünde ona kınarcasına baktım. Bundan gaz almış olacak birden Mahir'e döndü ama sonra bir tarafları yemeyince tekrar bana döndü.

"Sana yenge desin?"

"Desin."

Sırf inat olsun diye yapıyordum.

"Sayın albay, tekrar söylüyorum. Bu dedikleriniz için yeterli donanıma sahip değilim..."

"Sana gerekli her eğitim verilecek Echer. Ayrıca gün içinde askerlere eğitim verirken arada sen de izle. Kendini savunman gereken anlar olabilir. Tekrar söylemeyeceğim. Sen de artık İnfaz'ın bir üyesisin."

Aydın mutluydu, dedem utanmasa göbek atacaktı, diğerleri ise nötrdü ama yüzbaşı bu olanlardan memnun değilmiş gibiydi. Tıpkı benim gibi.

Ben ise...
Sanırım küçükken yarım bıraktığım o eğitimi tamamlayacaktım.

Ne kadar zor olacağını az çok tahmin ediyordum ama işin sonunda akreplerden biri olmak güzel olacaktı.

"Bir şartla kabul ederim sayın albay: Dara Tanrıkulu dahil kimseden emir almayı kabul etmiyorum."

Albay dik duruşum karşısında göğsünü kabartmış ve gülmüştü. Başını aşağı yukarı sallayıp kabul etti. Dara Tanrıkulu ise sanki senelerdir bu anı bekliyor gibiydi. Aydın tekrar yanıma yaklaşacağı esnada ona attığım bakışlar engel oldu. O kadar uzun boylu değildi.

"Sadece görev anında yüzbaşından emir alacaksın. Tehlike anında o ne derse onu yapacaksın o kadar. Başka kimse sana emir veremez kızım. Ayrıca bundan sonra İnfaz'la aynı odada kalacaksın. Alışın birbirinize."

Buna hiç gerek yok çünkü Elif ile çok iyi anlaşıyorduk.

"Kaldığım oda iyi zaten sayın albay. Buna gerek..."

"Gerek var var değil mi sayın albay? Hem de çok gerek var!"
Aydın albaya yaklaşıp tam karşısında durarak tekmil verdi. Kulağına fısıldayacak kadar aklını peynir ekmekle yemediği için az bir mesafe kala kısık sesle konuştu ama duyduğumun farkında değildi.

"Var deyin albay lütfen. Aynı evde olmasa da aynı odada kalmanın tadını merak ediyorum. Var değil mi?"diye sorduktan sonra tekrar uzaklaşıp bana döndü.

"Var gibi aslında. Sana göre de gerek yok mu? Bence sana göre de olmalı. Olsun güzelim olsun."

Gerek var dememi o kadar çok istiyordu ki, o odaya gidersem bile sırf onun için gitmemi istiyordu. Az önce bana sarılırken ağladığı geldi aklıma. Aydın fazla duygusal olabilir miydi?

"Orada kalman daha iyi."diyen albayı onayladım. Aydın için kabul etmemiştim tabii ki!

"Biz odamıza geçelim mi sayın albay?"

Yüzbaşının keyfi yerinde değildi.

"Tek sen değil, nöbeti olmayan herkes odalarına. Geç oldu haydi."

Herkes odalarına geçtiği esnada dedemle göz göze gelince arkamı döndüm. Bazı şeyleri kabul etmem bazı şeyleri yok sayacağım anlamına gelmiyordu.

Bu sefer arkamdan seslenmedi. Bütün istediği gerçekleşince onunla konuşup konuşmamam umrunda olmadı. Arkamdan gelen ayak seslerine döndüğümde Aydın'ın benimle geldiğini gördüm.

"Hayırdır nereye?"

Elini ensesine götürdü mahçup bir ifadeyle. "Yardım edeyim dedim. Eşyalarını taşırım."

"Lüzum yok! Ayrıca içeride bir kadın daha var, gelmen doğru değil!"dedim. Başka şekilde nasıl reddedeceğimi bilemedim. Aydın bu konuda çok yüzsüz olduğu için; istemiyorum, yapma, gelme gibi kelimeler fayda etmiyor artık.

"Komutanım siz odaya geçin, ben yardım ederim Echer'e."diyerek yanıma gelen Revan'ı yapacak pek bir iş olmasa da reddetmedim. Çok tatlı bir üslubu olduğu için ona yaklaşırken kırılmasından korkuyordum.

"Revan sen çatışırken falan karşı taraf zarar görüyor diye üzülmüyor musun? Üzülüyormuş gibi bir havan var da?"

Sorumla beraber gözlerine yerleşen parıltılar bana cevabımı vermişti bile.

"Kendin görmeni tavsiye ederim. Ben anlatsam kendimi övmüş olurum. Zaten bundan sonra az çok göreceksin görevlerde."

Çoktan revire gelip eşyaları topluyorduk. Elif uyuduğu için yavaş hareket etmeye dikkat ettim.

"Çok cana yakınsın aslında. Serva çok yanlış düşünüyor. Buraya İlk geldiğin gün sana terörist sen olabilirsin demiş sanırım. Bunun için yanına gelmeye çekiniyor. Bir de Aydın komutanın kardeşi olunca görümce kontenjanının da bir etkisi oluyor."

Beni cana yakın bulduğu için ona gülümsedim. Kendi sevimliliğinin farkında değildi galiba. Mavi gözler, çilli yanaklar, bakır rengi saçları ve kolay kızaran yanaklari ile görsel şölen gibiydi.

"Teşekkür ederim. Sen de öylesin. Serva bana ilk gün yatağını vererek zaten en büyük iyiliği yaptı, kıyafet verdi, görmezden gelmek yerine sorularıma cevap verdi. Suçlu olarak görmekte de haklıydı çünkü kim olsa teröristin evinden gelen birinden şüphelenirdi."

Kıyafetleri toplayıp odadan çıkıp kapıyı kapattım.

"O öyle düşünmüyor. Bir de bunca zaman sonra bir görümcesinin olduğunu öğrendi."

Revan ile beraber İnfaz'ın odasına yürürken Aydın'ın askeriyenin etrafında koştuğunu gördüm. Demek gerçekten Dara Tanrıkulu ona sabaha kadar koşma cezası vermişti. Kaşlarımla onu işaret ettim. "Aydın, Serva'nın ona yeni yeni yüz verdiğini söyledi. Ne çabuk evlilik kararı aldılar da ben görümce oluyorum, ki olmayacağım da."

"Dediğine göre Aydın komutan daha okul sıralarında aşık olmuş Serva komutana. E cesaret, itiraf, Serva'nın inatlaşmaları derken aylardır arkasında geziyordu. Serva da ona karşı boş değildi, ki bunu Aydın vurulunca daha da belli etti. O günden bu yana daha bir yakınlar ama hâlâ Serva kabul etmiş değil."

Revan'ı dinlerken binanın etrafında bir tur daha atan Aydınla göz göze geldik. Durmak istiyor ama duramıyor gibi bir hali vardı.

"Yaa Echer Hanım, gördün mü bedelini? Ben on gün daha böyle koşabilirim ama sen beni affedecek misin?"

"De kerrati, cehnema tekiri. Min aciz neke! Koşarken ayakların kaysın, yere düşesin, kafan kırılır, kolun altında kalır, ağzın yere değer inşallah."

"Beddua etme, beddua etme!"diye bağırdı fakat kaçtığı için sesi git gide uzaklaşıyordu.

Beni sinirlendirdiği için bahçeden hızla içeri geçtim. Revan da gülerek beni takip ediyordu.

"Ne dedin Allah aşkına? Ben de Kürtçe öğrenmeyi çok istiyorum da. Az önce kerati derken ne dedin?"

Ama o nereden bilsin sinir anında kerati değil de kerrati olarak telaffuz edildiğini? Hatta çoğu zaman kerrrati olduğunu...

"Kerrati, kuzzulkurt... Bunlar afiyet olmasın olarak kullanılsa da sinir anında söylenen kelimelerdir. Anlam olarak ne olduğunu söyleyemem çünkü Kürtçe'de yüzden farklı durum için kullanılsa da Türkçeye çevirisi afiyet olmasın olduğu için anlamsız oluyor."

Yeni bir şeyleri bilmenin verdiği mutluluk ile yüzüme baktı. Bu bildiğin çocuktu henüz.

"Cehnema tekiri, min aciz neke ne demek?"

"Ne yaparsan yap, cehenneme kadar yolun var gibi bir kelime. İkincisi ise beni sinirlendirme demek."

Bu esnada içeri girmiştik. Herkes şimdilik minder ve koltuklarda oturup telefonlarıyla ilgileniyordu. Bir tek yüzbaşı ranzada yarı oturur yarı uzanır bir vaziyetteydi.

"Hoşgeldin yenge Hanım."diyen Mahir'den sonra hep bir ağızdan hoşgeldin dediklerinde yüzbaşı Mahir'e ters ters bakıyordu.

"Hoşbuldum."

"Ben o kelimeyi anca yeni gelen erlere kullanabilirim ama. Herkesin rütbesi benden üst."

Surat asan Revan'ın yanaklarını küçük bir kız çocuğu gibi sıkmak istedim. Gerçekten onun elinin silah tutuyor oluşu beni şaşırtıyor. "Boşver zaten ırkçı bir yüzbaşın varken bu kelimeyi kullanmasan da olur."

Oda düzeni ilk geldiğim gün gibiydi. İki odanın birleşimi olan bu odada kızlar ve erkekler bölümünü ayıran sadece bir kapıydı.

"Ahlas komutanım mı? İyi de timde zaten Kürtçe bilenler var ve Ahlas komutanın ırkçı olduğunu sanmıyorum."

Şu an Revan ile Serva'nın uyuduğu odadaydım. Burası bir artı bir ev gibiydi. Salon kısmında erkekler, oda kısmında ise kızları kalıyordu. İlk geldiğim gün de uyuduğum yatak, Serva'nın yatağı, hâlâ yerli yerindeydi. Tek farkı benim için üçüncü bir yatak getirilmişti. Erkeklerin yatakları iki katlıyken kızların yatağı tek katlıydı.

"Ama kendisi Kürtçe bilmiyor. Mahir, Aydın, Serva ve Camer de bildiği için öğrenme gereği de duymuyor."

Yüzbaşı hakkında konuşmak istemediğim için konuyu değiştirmek istedim. Görünüşe göre bana söylediği şeyden haberi yoktu. Aksi halde onun ırkçının teki olduğunu bilirdi.

"Burdaki bütün odalar bu şekilde mi? Bütün timler kız erkek karma mı kalıyor?"

Şaşırdım çünkü daha önce kadın erkek aynı odada kalındığını duymamıştım.

"Hayır hayır, buradaki herkes kadın erkek ayrı odalarda kalıyor hatta bizim de odalarımız farklıydı. İki odayı ayıran duvara bir kapı açtılar bu yüzden bu şekilde kalıyoruz ama merak etme asla geceleri erkekler bu odaya gelmiyor."

Benim kaldığım gün yüzbaşı gelmişti ama bunu şimdi söylemenin bir anlamı yoktu.

"Eşyaların şimdilik kalsın istersen. Biraz dinlenip öyle yerleştirmene yardımcı oluruz. Serva da üzerini değiştirip gelecekti. Biz şimdilik yanlarına gidelim."

Onu onayladığımda İnfaz'ın üyelerinin tamamıyla ilk defa yan yana geldim. Serva ve Aydın yoktu tabii.

"Tekrar hoşgeldin Echer, bir şey lazım olursa hiç çekinmeden bana gel tamam mı?"

Mahir, Aydın'la konuşmayacağımı bildiği için tıpkı bir abi gibi davranıyordu bana.

"Beni de unutursan döverim haberin olsun."diyen kişi ise Camer'di.

İkisine de teşekkür ettim. Hepsi birbirinden güzel kalpliydi. Yüzbaşı ise yatağında uzanmış tavanı seyrediyordu. Kimse neden onu teselli etmiyordu ki?

"Bırak biraz düşünsün, şimdi sorarsak pişman eder bizi. O böyledir, sıkıntısını ilk önce kendi içinde küçültür. Küçültemese de öyle davranır."

Astsubay Kıdemli Başçavuş Yusuf Bozkurt'un söyledikleri beni şaşırttı doğrusu. Yüzbaşı asla içine atacak bir insana benzemiyordu.

Yusuf'a döndüm. Kahverengi gözü ve saçlarıyla diğerlerini aratmayacak bir endamı vardı. Burnunda küçük kemer bile bunu değiştirmiyordu. Boyu ise tahmini bir seksen yedi civarı vardı. Konuşmadığım tek kişi yanında oturan Ramazan'dı sanırım.

Astsubay Üstçavuş Ramazan Haliloğlu. Ona baktığımı farkettiğinde tebessüm edip bana başını salladı. Utangaç bir edası vardı.

Kapı açılıp içeri somurtkan bir ifade ile Serva geldi. Bana bakar bakmaz yönünü başka tarafa çevirdi. Gerçekten de benden çekiniyor olamazdı değil mi? Halbuki o baskın bir kadına benziyordu.

"N'aptı, iyi koşuyor mu Aydın?"

"Yusuf, bir de sen başlama Allah aşkına."

Anlaşılan bu odaya girince rütbeler yabanı atılıyordu çünkü Serva Yusuf'dan daha alt bir rütbede olmasına rağmen ona ismiyle seslenebiliyordu.

"Neden, yoksa üzüldün mü Aydın'a?"diye soran Rüzgar'a uçacakmış gibi bir hali vardı.

"Yok, daha ayağı tam olarak iyileşmedi ya o yüzden. Yoksa alıştık artık aldığınız cezalara."

Ben ayağındaki yarayı unutmuştum ki! Kim olursa olsun, bu yerinde bir davranış değildi. Dara Tanrıkulu'nun bu kadar acımasız olması canımı sıkıyordu.

"Vazgeç onu, bırak sabaha kadar topal kuş gibi gezsin dursun."
Camer'e şokla bakıyordum. O da bu cezayı savunuyordu öyle mi?

"Aynen, sonuçta öldürmeyen her yara güçlendirir diyen o'ydu."sözlerini Mahir'den duymam daha şaşırtıcıydı.

"Gece gece ceza istiyorsunuz siz anlaşılan. Yatın uyuyun, sabah ezanından önce uyanamayan yarın Aydın'ın iki katı kadar ceza alacak."diyerek kıçını bize dönüp uyudu yüzbaşı. Gerçekten insafsız yönü dedeme çekmiş olabilirdi.

"Çok mu üzüldün Aydın için?"
Sorumu beklemiyor olacak biraz durup öyle cevap verdi Serva. "Üzülmüyorum, sadece ayağı için... Sonra bütün gün arkamda dolanıyor acıyor diye."

"Tüh, üzüldüm deseydin gidip cezası hafiflesin diye konuşacaktım! Öyleyse kalsın."

"Aslında üzüldüm gibi."dediğinde herkes ona gülünce ters bakışlar attı onlara. Revan ise hâlâ kabul etmediği için göz deviriyordu. Rüzgar ile Yusuf ortamdan kopmuş, anlamadığım bir şekilde kahkahaya boğulmuşlardı.

"Çoktan az, birazdan çok kadar üzülmüş olabilirim."

"O ne öyle? Boktan yumuşak curruktan sert gibi."
Yusuf'un sözlerine ben dahil herkes kahkaha atmıştı.

"Hele konuşma keleş, kalksam seni boktan yumuşak curruktan sert bir hale getiririm görürsün."

Serva daha çok kıvranmasın diye "Ay tamam tamam gidip geliyorum ben, üzülme sen."dedim ve kahkaha atarak odadan çıktım. Buradaki günlerim güzel geçecek gibiydi.

Tekrar bahçeye çıktığımda nöbet tutanlar dışında kimseyi görmedim. Bir dakika kadar bekledim ama yine ne gelen oldu ne de giden. Aydın nereye gitmişti ki?

Binanın etrafına bakmak için arka bahçeye gittim. Karanlıkta yine bir şey görünmüyordu. Biraz daha ilerlediğimde bir ayağını kaldırmış, sırtını duvara yaslamış bir vaziyette Aydın'ı gördüm.

"Ya Zerrin Hanım! Aynen her şey bana öğrettiğin gibi oldu. Hiç iyi bir anne değildin ama eli öpülesi bir öğretmendin yalan yok."
Ben annemle konuşmak istediğim zaman göğe bakardım ama o yere bakıyordu çünkü onun annesi ölü değil onları terk edip gitmişti. Belki Alkın'ın pisliklerine dayanamamış olabilirdi ama çocuğunu ayırıp gidecek kadar da kalpsiz olmamalıydı.

"Vazgeçemediklerin için en korkutucu okyanusa girmeyi göze alırsan sırılsıklam yalnız kalırsın. Hak etmedikçe kendinden ödün verdiğin her an ise bir köpekbalığına kanıyor olacaksın."

Cümleleri bir çivi gibi beynime çakılıp kaldı. Nereden duymuştu ya da birinden mi duymuştu bilmiyorum ama bunu söyletecek bir hayat kolay olmamalıydı. Cümlelerinde sanki, sanki benden bir parça vardı bana dokunan. İçimde bir yere nüfuz ediyordu.

"Senden vazgeçemedim, kendimi baba denen o adamdan bile uzak tutup yalnız kaldım. Sen haketmiyordun ama ben sana kanadım. Senin vazgeçemediğin kocandı ben değil bunu anladım. Çünkü kocandan bıktığın gün beni de terk ettin."

Şimdi değil, Aydın'ın hayatını şimdi öğrenmek istemiyorum.

"Ama ben ne bir köpekbalığına kanayacağım artık ne de yalnız kalacağım. Sevdiğim kadını da alacağım, sevdiğim bacımın gönlünü de alacağım. Zor da olsa yapacağım Zerrin Hanım!"

Hareket edeceğini anladığımda kamufle oldum. Sözleri kursağıma oturup inmeyen bir lokma gibi kalmıştı. Konuşma boyunca üzerine basmaktan kaçındığı ayağını zorlayarak koşmaya başladı. Benden biraz uzaklaştığında ben de diğer taraftan albayın odasına gidip onunla konuştum. "Sayın albay, benim ve onun arasında olan bir mesele için Dara Tanrıkulu tarafından ceza almasını doğru bulmuyorum. Aramızda olan ve olacak hiçbir münakaşaya kimsenin karışmasını istemiyorum. Ayrıca madem yarın göreve gidecekler, zaten dört saat sonra uyanacaklar, dinlenmek onun da hakkı."

Yorulduğunu alenen belli eden gözleri tebessümü ile kısıldığında masanın üzerindeki dosyaları toparladı. "Aydın'la işler yoluna mı giriyor Tanrıkulu?"

"O işler öyle kolay yoluna girmez albayım, sadece cezalarının hepsinin benim tarafımdan olmasını istiyorum. Ne de olsa o bir asker ve bu onu yaralı şekilde koşturmamaya yeterli bir sebep."

Oturmam için gösterdiği koltuğa oturdum. Masasında dosyadan başka hiçbir şey yoktu ama üzerinde akrep yazan dosya dikkatimi çekti.

"Akrep, neyi ifade ediyor. Yani o dosya..."dedim fakat bilmem gerekmeyen bir soru sorduğumu düşündüğüm için sustum. Güldü, "İnfaz'ın dosyası, yanlarına doktor olarak geçtiğini not düştüm. Akrep de timin sembolü."

Başımı salladım ağır ağır.

"Madem sen öyle istiyorsun gidip söyle de birkaç saat dinlensin. Deden asla cezasını hafifletmez çünkü."

"Dedem sizin askerinizin üzerinde neden bu kadar söz sahibi olabiliyor? Bence istihbaratta her ne olarak görev alıyorsa alsın bu kadar karışmamalı."
Onaylamaz bir bakış attı bana. "Timin üyelerini bu kadar iyi eğiten o zaten."dedi. Gururla gülümsedi. "Bir nevi İnfaz ona ait diyebilirim."gözlerinde gerçek bir takdir ve beğeni vardı. "Dara, İnfaz'ı çok farklı eğitti Echer, onların üstünde hakkı var."

Başımı sallayıp artık onun da dinlemesi gerektiğini düşündüğüm için yavaştan kalktım. "İyi geceler komutanım.", "iyi geceler doktor kızım."
Odasından çıkıp tekrar bahçeye geldiğimde Aydın koşmaktan çok yürüyor gibiydi.

"Hayırdır cezandan mı kaçıyorsun Abir?"
Sesimi duyunca durup arkasını döndü. Az önce konuşmak için durmayan adam şimdi durmuştu çünkü bu sefer onu çağıran bendim.

"Ayağım engel olmasa dört saat tempolu koşardım da bu meret engel oluyor Tanrıkulu. Kaytardığım yok, bana hangi hızda koşacağım söylenmedi."

Bilmiş tavırları olabildiğince beni çileden çıkarıyordu. "İyi, albay cezası bitti dinlensin dedi."diyerek odaya gitmek için arkamı döndüm ama inanmamış olacak tekrar sordu. Arkamdan yaklaştığını hissettiğimde adımlarımı hızlandırdım. Yine de kolunu boynumda hissettiğimde hemen geri çekildim.

"Sen dedin değil mi sen dedin? Heyt be! Abisinin arkasında da dururmuş, kimin kardeşi be!"

Hiç konuşmadan yandan attığım bakış onu susturmaya yetti çünkü karşımda tuhaf bir şey varmış gibi baktım. Öyle ki kendine bakma ihtiyacı hissetti.
"Aqlê sivik barê girane!"dedim dudaklarımı kıpırdatarak ama duymuştu.

Hafif akıl ağır yüktür!
Tekrar arkamı dönüp odaya yöneldim. Bu sefer orangutan taklidi yapmadı fakat hoplaya zıplaya geliyordu. "Vallahi alacağım o affını Echer Hanım."

Hiç cevap vermeden kapısında akrep figürü bulunan odadan içeri girdim. Kapıyı sertçe çarptığımda dışarıdan gelen acı dolu ses kapıya çarptığını gösteriyordu. Kapı yavaş yavaş açılıp içeri girdiğinde ise küçük parmağını dudaklarının arasına almış, acısı geçsin diye ıslatıyordu. Serva ise onu görür görmez rahatlamış ama tepki vermeden oturmaya devam etmişti.

Çoğu uzanmış, Revan ise kızlar için ayrılan odaya geçmiş ve kapısını kapatmıştı. "Echer ben odaya geçiyorum, biraz sonra gelirsen eşyalarını yerleştirmene yardımcı oluruz."diyerek asla Aydın'a yüz vermeden odaya gitti. Aydın ise kedi ve ciğer misali arkasından bakakalmıştı. Basbayağı ihale bana kalmıştı!

"Abi şu ışığı artık bir kapat ya! Uyuyoruz şurada."diyen Ramazan'a kaşıyla gözüyle ışığı göstererek bir şeyler anlatmaya çalıştı ve sandıkları kadar saf olmadığım için anladım. Lambayı sana monte ederim diyordu.

"Echer, içeriye gidince Servaya ayağımın iyi olduğunu söyler misin?"

Yine ona cevap vermeden, yandan attığım bakışlarla kızların yanına geçtim. İstediği her an benimle konuşamazdı. Yalnız ben istediğimde cevap verirdim. Onu affedeceğime çok emindi ama affetmeyeceğim. Kızlar yataklarında oturmuş beni beklerken Serva'nın eskisinden daha yakın davrandığını farkettim. Ben gider gitmez eşyalarımı yerleştirmeme yardım edip odada benim için de belli bölgelerde alan açtılar. İşimiz bitince ise yorgunluktan içim geçmiş gibi uyumuştum.

***
Uyumamıştım, neden bilmiyorum ama öğrendiğim şeyler uyumama engel oluyordu. Dışarıya bakan pencereden kafamı uzattığımda nöbet değişen askerleri gördüm. Bugünki dışarıya attığım dokuzuncu bakışımdı ve uykusuzluktan başım ağrıyordu ama elimden gelen tek şey etrafa bakmaktı. Bir telefonum bile yoktu artık!

Erkeklerin bölümünden ses geldiğinde uyandıklarını anladım. Yüzbaşı sabah ezanıyla demişti ve gerçekten ezan okuyalı henüz on beş dakika ya olmuştu ya olmamıştı.

"İnfaz, uyan!"diye bir ses duydum. Bu ses biraz da olsa kısıktı. "Sabah namazı uykudan hayırlıdır, kalkın."dedi yüzbaşı. Uyanmış olacaklar sustu. Ardından kapıya birkaç kere tıklatıldı ama açılmadı. "Kızlar uyanın!"dedi bu sefer Mahir'in sesi. Hiçbir şekilde odaya girmiyordu.

Önce Serva, ardından da Revan uyandı. Tek sesle uyanmaları dikkatimden kaçmadı doğrusu. İkisi de sanki az önce değil de saatler önce uyanmış gibi dinç bir şekilde ayağı kalktı. "Kalktık komutanım."diye seslendi Revan. Beni görünce ikisi de şaşırmıştı.

"Sen uyumadın mı? Gözlerin mahvolmuş!"dedi ışığı açar açmaz. Işıktan dolayı gözlerim kamaşınca birkaç saniye düzelmesini beklerdim. "Uyudum da, en fazla bir saat sürmüştür."diyerek geçiştirdim. "Henüz kimse kalkmamış siz neden uyandınız?"diye de sordum meraktan.

"Namaz kılıp giyinene kadar anca yetişiriz. Onlar da uyanır."

Verdiği cevap beni gülümsetti. Demek namaz da kılıyorlardı.

"Ben hiç namaz kılmadım. Dedem bir ara zorlamıştı ama sonra benden bir halt olmayacağını anlayınca kendi isteğimle kılana kadar vazgeçti."

"Serva'm tekrar uyudunuz mu? Herkes abdest alıp geldi bile."diyen bu sefer Aydın oldu.

"Hayır hayır çıkıyoruz."dedikten sonra bana döndü. "İstersen eğer öğretiriz. Hatta ilk abdest almaktan başlarız."

Bilemedim aslında. İçimde hem başlamak için büyük bir heves vardı hem de yarım bırakma korkusu. Yine de cesaret edip ayağı kalktım. Üzerimdeki eşofmanlar ile onları takip ettim. Gerçekten buranın ortamı bir ev gibiydi.

Kapıyı açar açmaz ranzaların sağında, genişçe boşluk olan ve minderler serilen yerde hepsinin namaza durduğunu gördüm. Maşallah cümlesi çıktı ağzımdan. Maşallahları vardı.
İlk önce yüzbaşı başını sağa sola çevirip namazını bitirdi, daha sonra sırası ile herkes. Biz ise daha yeni odadan çıkmıştık. Zor bela öğrendiğim abdest almayı uygulamaya dökerken ıslanan üstüm ile tekrar odaya geldik. Tekrar kızların odasına geçtiğimizde ikisi de dolaplarında etek ve tülbent çıkardı. Tülbentli hallerini merak ediyordum ki çok da yakışmıştı. Serva namaza durarken Revan ise bana nerede ne yapacağımı söylüyordu fakat bunu Serva'nın üzerinde göstermeyi daha uygun buluyordu.

Serva namazını bitirip kıyafetleri bana verdiğinde ben giydim. Revan benim için duaları sesli bir şekilde okurken yapabildiğim kadar dediklerinin aynısını tekrar etmeye çalışıyordum fakat az buçuk Arapça bildiğim için birkaç günde tamamen öğreneceğime emindim. Secdeye gittiğimde ise nedensizce mutlu ve huzurlu olmuştum.

Erkeklerin içeride sesleri geliyordu ama ne dediklerini duyamıyordum. Sadece gözlerim ağrıyor ve bunca uykusuzluğun üzerine su ile temas ettiği için bir şeyler batıyor gibiydi. Sonra nedensizce yüzbaşı geldi aklıma. Gece boyu ara ara onu düşündüm, timdekilerin hiçbir şekilde onu teselli etmeyişi bana yanlış geliyordu. Sürekli acaba ne kadar üzülüyordur diye düşündüm. Dışa yansıtmama konusunda süperdi.

Biz de namazımızı bitirir bitirmez Revan dua etmek için elini kaldırdığında ilk olarak ona dua ettim. Kalbindeki aşk acısının bir an önce geçmesini diledim. Sonra Aydın'ın annesi geldi aklıma, bugünki konuşmaları... Hâlâ aynı yumru boğazımdaydı ve hatta kalbime bir bıçak yaslanmış gibi hissettim. Fakat ona pek fazla dua etmek gelmedi içimden. Sadece hakkında hayırlısının olmasını diledim. Sonra Camer'i terkeden anne babasını Allah'a havale ettim, sonra Mahir'e iyi biri olduğu için kalpten güzel dualar ettim. "Allah eksilik ve mağlubiyet göstermesin."diyen Revan'ın duasına katıldım. Bittiğinde ise etek ve tülbenti Serva'ya geri verdim.

Oda geniş olduğu için dolabın yanına küçük bir perde çekmişlerdi. Revan giyinmek için oraya girdiğinde tekrar kapı tıklatıldı. Bu sefer ben gidip açtım, zaten kabin gibi olan yer kapının tersinde olduğu için görünmüyordu.

"Bunları deden sana göndermiş, istersen üzerine beyaz önlük giyebileceğini söyledi."diyen Camer'e teşekkür edip elinden aldım ve kapıyı kapattım. Asker üniforması, omzunda Türk bayrağı ve onun hemen altında, küçük, siyah bir akrep figürü. Hemen yatağıma oturup katlanmış üniformayı açtım. Yeşil bana yakışacaktı eminim.

Onlar giyinip çıkarken ellerindeki bordo bere dikkatimi çekti. Özel kuvvetler olduklarını biliyordum ama ilk defa görüyordum bunu. Çok güzeldi. Üniformamı tam açtığımda diğer omzundaki kırmızımsı kumaşı gördüm. Bunu sağlık personelleri takıyordu biliyorum. Sonra içindeki siyah bere. Herkese bordo bana siyah! Mont, ceket ve yelek de vardı ama onların zamanı henüz değildi. Temmuz ayı mont giymek için sıcak bir mevsimdi.

Kalktım ben de perdenin arkasına geçerek giyindim. Giyer giymez kendimi olduğundan daha güçlü hissettim. Aynadan kendime baktım, çok güzeldi.

Saçımı topuz yapıp siyah beremi taktım ve onları bekletmemek için odadan çıktım. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Kapıyı açar açmaz bana dönen tim üyelerinin gözleri üzerimde olması gerekenden biraz fazla dolandı. Yalnız Mahir ve Aydın'ın yüzündeki gülümseme dikkatimi çekti. Sinsi bir bakış, ya da gurulu bir bakış bilmiyorum ama akıllarından benim hakkımda ne geçiyorsa bilmek istedim.

"Mahir, sen doktoru eğit ben de diğer askerleri. Hayatsız sen de mahkeme için gerekli olan hazırlıkları yap. Diğerleri, siz cephaneliğe. Bugün gerekecek bütün mühimmatları temizleyip hazır hale getirin. Bineceğiniz araç bile kontrol edilecek."

Olması gerekenden daha sakin görünüyordu. Allah'ın sevdiği kulu olduğumu düşünmüyorum, duam bu kadar çabuk kabul olmuş olamazdı. Herkes emredersiniz derken artık rütbede olmanın bilincinde davranıyorlardı. "Mahir neden ben diğerleri ile eğitim görmüyorum?"diye sordum. Benim eğitimimin onlardan ne farkı vardı acaba?

"Bu Dara Tanrıkulu'nun emri. Onlar yıllar içinde öğrenecek ama senin bir iki ay içinde eğitimi tamamlaman lazım. Bu yüzden senin eğitimin onlarınkinden daha ağır olacak ama korkma hemen hemen daha önce verdiğim eğitim gibi olacak."

Başımı anladığımı belirtir şekilde aşağı yukarı salladım. "Tabii bu eğitimlerin yanında acil vakalarda ne yapacağını da öğreneceksin. Kurşun çıkarma gibi..."diye de ekledi.

Onlar yavaş yavaş odadan çıkarken biz de çıktık. Az önce ortalıkta kimse yoktu ama şimdi bütün askerler eğitim için alanda bekliyordu. Yüzbaşı eğitime başladığında biz de başlamıştık. Onların eğitimi kaç saat sürdü bilmiyorum ama dört saat eğitim bir saat ara ile beş saati doldurmuştum. Saat ona gelirken artık mahkemeye gitmeye hazırdık. Asiye ve timi içeriden çıkıp zırhlı araca bindirildi ve hep beraber Şırnak adliyesine doğru yola çıktık. Yüzbaşı bu süreçte ne ona bakmış ne de tek kelime etmişti. Herkes içeri girip Asiye dün söylediği şeylerin aynısını söylerken köşede duran tuğgeneralin yine bana baktığını farkettim. Bu amcaya hiçbir şekilde anlam veremiyordum. Sıra bana geldiğinde bildiğim her şeyi söyleyerek dışarı çıktım. İçerisi çok gericiydi. Adliyenin bahçesinde beklerken Rüzgar ve Yusuf da yanıma geldiler. Anlaşılan onlar da çok sıkılmıştı.

"Ahlas komutanımın yüzünü gördün mü? Adamın ömründen on yıl gitti."dedi Yusuf. Demek ki istese ciddi olabiliyordu.

"Vallaha komutanım, onun da yaşadığı şeyler kolay değil. Adamın nevri döndü ama yine de beklediğimden daha sakin."dediğinde, Rüzgar da düşünceli gibiydi.

"Sakin değil, sakin gibi davranıyor. Bugün eğitimde askerlerin iradesini si..."dedi fakat devamını getirmedi Yusuf. "Pardon yenge, iradelerini sınamış."

"Tahminen bana yenge demeyi ne zaman kesersin sen? Hayır ne diye yenge oluyorum onu da bilmiyorum ya! Hep Mahir'in saçmalıkları."

İkisi de gülüşlerini gizlemeye gerek duymadan hatta hayvanca anırmaya başladı. "Bak işte o sözü bizden duyamazsın çünkü Mahir komutan oyar bizi."
Konuşma arasında hâlâ gülüyorlardı. Bu sefer Serva ve Aydın çıktığında istemsiz yüzümü ekşittim. Yılışık bir adamdı Aydın. Serva arkasından gelmemesi konusunda onu uyarsa da hiç dinliyor gibi değildi.

"Allah aşkına şu abini başımdan al Echer!"

Beni ilgilendirmez diyerek diğerlerine döndüm. Aydın ilgileneceğim son kişilik bile olamazdı.

"Hayırdır komutanım, yine sinirlisiniz?"diye sordu gülerek Rüzgar. Bu timde herkes herkese bulaşıyordu anladığım kadarıyla.

"Ne olacak Acem, Serva komutan yine Aydın'ın beyinsiz olduğu anlarda can çekişiyor."dedi gülerek.

"Lan Yusuf, bir daha bana adımla seslenirsen ceza alman için Ahlas komutanı doldururum ona göre."
Anladığım kadarıyla ikisi de Kıdemli Başcavuştu ama Aydın bir tık daha kıdemli olduğu için Yusuf'a bu şekilde davranıyordu.

"Al işte, yine dibine girdi. Bu adam neden laftan anlamıyor ya! Laf sokuyorum da durmuyor."
Kız resmen illallah ediyordu.

"Noksan oğlu noksan, doksan kere soksan yine noksan yine noksan."dememle beraber Rüzgar ile Yusuf'un hunharca kahkahası doldu kulaklarıma. Bahçedeki çoğu insan kahkahaları yüzünden bize dönmüştü. Serva ile Aydın ise bozulmuş gibiydi.

"Babası da böyleydi bunun."dedim sesli bir şekilde. Duyuyordu beni. "Babasını da sevmezdim zaten!"

Öyle dediğim için ufak da olsa yüzü düştü. Hatta herkesin yüzü bir tık düşmüş gibi olmuştu, umursamadım. Gözlerimle etrafı tararken adliye binasından içeri bir kızın girdiğini gördüm. Beş yaşlarında falan olmalıydı. Neden burada olduğunu düşünürken göz göze geldik. Adımları hız kesmeden küçücük küçücük adımlarla gelip karşımda durdu. Böylece az önceki sessizlik bozulmuştu.

Kız çocuğu onu kucaklamam için elini uzatınca olduğu gibi onu kucağıma aldım. Zeytin gibi siyah gözleri ve simsiyah saçları ile çok tatlıydı.
"Asker abla, annemle babam kayboldu."dedi yekten. Beşimiz şaşkınlıkla birbirimize bakarken Serva devreye girdi. "Sen buraya nasıl geldin miniğim? Ailenle mi geldin?" kız başını aşağı yukarı salladı. O kadar tatlı görünüyordu ki yemek istiyordum.

"Nereye gidecektiniz siz?"

"Biz dolaşmaya çıktık. Sonra bilmiyorum onlar kayboldu. Baktım burada asker var geldim. Ben askerleri çok seviyorum."

Adliyeden üniformalı bir kişi daha çıktığında o tarafa döndüm. Yüzbaşı da bunalmış olacak dışarı çıkmıştı. Aslında en çok onun hakkıydı nefes almak. "Onları bulursam kızacağım. Neden ellerini bırakmama izin verdiler?"Hem suçlu hem güçlüydü.

"Asker abla sen çok güzelsin biliyorsun değil mi? Ama annem daha güzel. Annemi bulur musun?"dedi. Onu kırmamak için asker değilim demedim. Uzatmama gerek yoktu."Tabii ki buluruz sen merak etme. Numaralarını biliyor musun?"diye sorduğumda doğruluğundan şüphe duyduğum birkaç rakam salladı fakat Yusuf'un aradığı numara gerçekten onun annesi çıkınca sevinmiştim. Annesi biraz sonra adliye binasında olacağını söylemişti ve sesi gerçekten çok kötü geliyordu.

Parmaklarıma engel olamadan siyah saçlarının arasına geçirdim. Yumuşacık saçlarını okşarken "Bir kere öpebilir miyim seni?"diye sordum. Kabul edince rahatsız olmaması adına ufak bir öpücük bıraktım yanağına. Başımı kaldırdığımda herkes beni izliyordu.

"Annem de böyle saçımı okşuyor. Senin de bebeğin var mı? Çok güzel bir anne olursun sen."dedi yavrucak. Ben ise içten içe Allah korusun diyordum. Henüz sevimli bir yaratığa bakacak psikolojide değildim.

"Gerçekten Echer, kucağına çok yakıştı maşallah. Eminim senden çok iyi bir anne olur." diyen Serva'ya cevap vereceğim esnada duyduğum "Annesi olmayan, anne sevgisi nedir bilmeyen birinin iyi bir anne olacağını sanmıyorum."cümlesi ağzımdan çıkacak tüm sözlere kilit vurdu adeta, konuşamadım. Yüzbaşına döndüğümde hiçbir duygu barındırmayan gözleriyle bana bakıyordu. Annesizliğimden vuracak kadar vicdansız olabileceğini düşünmemiştim. Gözlerimin ardı yanıyordu acıdan.

"Komutanım..."diyerek cümleye başlayan Aydın'a kaydı bakışları. "Ağır olmuyor mu?"

"Ağırsa ağır Aydın, bu time katılıyorsa ağır olan her şeye katlanacak. Söze de eğitime de işkenceye de..."

"Komutanım."diye uyardı bu sefer Serva fakat tek kelime dahi etmedi. Öylece gözlerime bakıyordu ağlayacak mıyım diye. Aksine gülümsedim.

"Allah aşkına senin benden başka derdin yok mu yüzbaşı? Bak sevgilin terörist çıktı, içeride sorgulanıyor. Konu ben değilim yani, elini dilini çek."
O beni yaramdan vurursa taksir etmeden aynı cevabı verirdim.

Ortam yüksek gerilim hattı gibiydi ve bunu iliklerime kadar hissediyordum. "Sakin ol doktor, deden diğer yüzüğü de elinden aldı diye gerçekten annen ile olan bütün bağı kesmiş olamazsın."

"Yazık, anne ile evlat arasındaki bağın bir yüzükle veya başka bir objeyle tanımlanabileceğini sanıyorsa bana değil kendi haline yan yüzbaşı. Varlık içinde yokluktasın sen."dedim. Canımı fazlasıyla yakıyordu sözleri.

Bana cevap vereceği sırada duyduğum "Ben de annesiz büyüdüm komutanım, baba da babalık yapmıyordu. Benden de baba olmaz o zaman."cümlesiyle Aydın'a döndüm. O da dönmüştü. Aydın'ın cümlesi onu tokatlamış gibiydi.

"Vallaha bende ikisi de yoktu komutanım. Hatta ne demek olduğunu bilmiyorum bile. O zaman biz hiç evlenmeyelim, çocuğumuz da olmasın."diyerek devam eti Camer. Bazen kendi derdimi abarttığımı düşünüyordum. Camer'in acısı tıpkı benim acım gibi canımı yakıyordu.

"Konunun sizle alakası yok. Toparlanın, mahkeme bitmek üzere, her an gidebiliriz. Öğle ezanı okundu, namazınızı unutmayın."diyerek emirlerini sıralayarak gittiğinde Camer de peşinden gitti. Küçük kızın annesi gelip onu aldıktan sonra mahkemenin sonlanması ile Asiye tekrar zırhlı araca bindirildi. Diğerleri bir anlığına ortadan kaybolduğunda yaşların kendiliğinden gözlerimden aktığını hissettim. Göğsüm sıkışıyor ciğerlerime hava gitmiyor gibi hissediyordum. Tıpta bir açıklaması yoktu çünkü annemi özlüyordum. Sözleri canımı çok yakmıştı.

"Echer Hanım, bir sıkıntı mı var?"diyen tuğgeneral yine canımı sıkmaya gelmişti anlaşılan. "Hayır sayın general, benimle ilgili bir durum."dedim. Seni ilgilendirmez demenin başka bir boyutuydu.

"Askeriye dışında ismimi kullanırsanız memnun olurum Echer Hanım. General değil de Zafer demenizi tercih ederim, Zafer Bayram."dediğinde bütün tim, albayla beraber yanımıza gelmişti. Erkeklerin generale attığı tip bakışlar gözümden kaçmamıştı.

"Samimiyeti sevmem general, böylesi daha iyi."

"Zafer Bey, Tümgeneral sizi emrediyor."diyen kadının peşinden gitti. Gitmeden hemen önce ise bu konuyu tekrar konuşacağımızı söylemişti. Anlaşılan kurtulamayacaktım ondan.

Bütün tim bir araya geldiğinde askeriyeye gitmek için araçlara bindik. Albay yarın için bir görev olduğunu ve askeriyeye gidince görev hakkında toplandı yapılacağını söyledi. Yarın ilk göreve çıkıyordum.

Umarım elime yüzüme bulaştırmazdım.

Kendinize iyi bakın.

Bölümü nasıl buldunuz?

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen.

Gidişat nasıl sizce. Kitap hakkında gerçek bir eleştiri istiyorum çünkü gidişatı sizin gözünüzden girmeyi merak ediyorum. Beni merakta bırakmayın lütfen.

Bölüm : 02.12.2024 19:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
S / İNFAZ / AKREBİN DÖNÜŞÜ / 7
S
İNFAZ / AKREBİN DÖNÜŞÜ

315 Okunma

49 Oy

0 Takip
8
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...