@ayecpaa
|
Bedenim sanki bir sarmaşık arasında hapsolmuş gibiydi. Öyle sıkıyordu ki bu sarmaşıklar beni, nefes almak su altında konuşmaktan daha zordu. Kapana sıkılmış, umudunu kaybetmiş ve nefes alan bir ölüden farksız olacağımı kapıma yaklaşan adım seslerinden anlayabiliyordum. Mecburiyet hiç bu kadar canımı sıkmamıştı. Üstelik bir mecburiyetin, bir hayatı mahvedeceğini düşünemezdim. Kaçmak bir kurtuluş değil, ölmek ise istediğim bir seçenek değildi. Ne yapacağımı bilmeden sadece yaşıyordum, nefes almak yaşamak denirse. Çalmaya bile gerek duyulmadan hızla kapı açılmıştı. Elimi tutan beden irkilerek kapıya döndü. O bedenin varlığını bile unutmuştum. Hislerimle beraber donmuş olmalıydım. “Hazır mısın?” Bir sesten nefret etmek nasıl mümkün olabilirdi bilmiyorum. Lakin ben o sesin sahibini değil, sesi yeryüzünden yok etmek istiyordum. Kulaklarım o sese bir daha maruz kalmasın, duyma ihtimali bile ortadan kalkmalıydı. Cevap vermedim. Defne’nin ayağa kalkmasını izledim sadece. “Hazırız Aysun Abla.” Ses gelmeden kapı tekrardan kapandı. Evde bir cenaze hakimdi. O cenaze bir tek anneme işlemiyordu. Onlar için bir düğün gününden farksızdı yaşadığımız durum. “İyi misin?” Önüme gelip diz çöktü. Kendime gelmem gerekiyordu. Diğer türlü mantıklı düşünemeyecek ve bir çözüm yolu bulamayacaktım. Bedenimi ve yüreğimi o sarmaşıklardan kurtaracaktım. Ayağa kalktım hızla. Ayağımdaki topuklu ayakkabıların sesi odada sessizliğe karıştı. “Umarım karşımdaki insan da zorla evlendiriliyordur.” Diye mırıldandım. Eğer ikimiz de istemediğimiz bir durumun içindeysek birlikte bir çözüme ulaştırabilirdik. Defne arkamdan gelip aynadaki görüntümün ardında durdu. Şu anı daha farklı hayal ettiğine emindim. Onun için kardeşi gibi gördüğü kız arkadaşının nişanı, cenaze gibi olmamalıydı. Durumlar hayal ettiğimiz gibi olamamıştı. Buruk bir gülümseme gönderdi yansımamıza. “Ortaokul üçtü. Hatırlıyor musun?” Gözlerimi kapattım anında. Başımı salladım usulca. Kalbim, yaşadığımız anılara özlem duyarken sıkışmaya başlamıştı. “Her öğle arasında bahçede boş bulduğumuz merdivenlere otururduk. İleride birbirimizin nişanında giyeceğimiz kıyafetleri, nasıl bir insanla evlenmek istediğimizi konuşurduk saatlerce.” Güldüm. O yaşta aklımızın evlilikte olması oldukça iç açısıymış. Okumak istediğimiz bölümleri konuşmak varken bunları konuşurken nasıl bir kafada olduğumuzu şu an anımsayamıyordum. “Çok güzel oldun Hazel. Ve bundan sonrası için içimde kötü bir his yok. İçimden bir ses her şeyin çok güzel olacağını söylüyor.” Hislerine inanan ve güvenen bir kadın olmuştu hep. Fal bakmaya bu yüzden bayılırdı. Her ne kadar inanmasam da bastıramadığım bir gerçek vardı ki ne söylerse çıkardı. Bu yüzden kurduğu bu cümleler biraz olsun rahatlamama neden olmuştu. “Umarım öyle olur.” Başka bir cümle çıkmadı ağzımdan. Bebe mavisi omuzlardan düşük ve dizlerimin hemen üstünde biten dar elbisemde gezdirdim ellerimi. Her ne kadar çocukken giyeceğim gelinliğin modeline kadar düşünsem de liseye başladıktan sonra hayatım, amacım okumaktan başka bir şey olmamıştı. Evlilik hayatımın hiçbir parçasında benimde değildi. Önceliğim kendimdim. Sonrası da davasını kazanacağım müvekkillerimdi. Hukuk okuyan ve sonrasında Cumhuriyet Savcısı olmak isteyen bir kadındım. Bir ülkenin adaletine etkim olabilecekken, kendi hayatımda zorlandığım bir evliliğe bile müdahale edemiyordum. Çünkü büyümüştüm, hayallerimi de büyütmüştüm ama içimdeki vefayı öldürememiştim. Benim intiharım vefamdı. Benim için hayatından vazgeçmiş babama sözümdü. Ölmeden önce bile annenin sana çizeceği hiçbir hayata yüz çevirme diyen babamdı sonum. Ve annemin babamdan kalan hiçbir şeyden vazgeçmemek adına yaktığı bir kadındım. Çünkü onun gözünde sevdiği adamı elinden almış, sevilmeyi, güzellikleri hak etmeyen bir canavardan farksızdım. Oysa küçük ve ne olduğunu bilmediğim bir yaşta, bana sorulan bir sorunun tüm hayatımızı yok edecek bir cevabı olduğunu bilmiyordum. Gözlerimin önüne bir an, kulağımda aynı soru yankılandı. “Merhaba küçük kız. Biz babanı arıyoruz. Bize nerede olduğunu söyler misin?” Karşımda daha önce görmediğim adamlara elimdeki pamuk şekeri yiyerek bakıyordum. Dört kişilerdi, üstlerinde takım elbiseleri vardı. Sert bakışlarına inat, gülümseyen bir yüze sahipti. “Ne yapacaksınız ki babamı?” Bir yandan da elime aldığım kocaman pamuk şeker parçasını ağzıma tıkmaya çalışıyordum. Adam sabır dilercesine yukarı bakmıştı. Sonsuz bir sabır gösteriyormuş gibi derin bir nefes almıştı. “Bir hesabımız var babanla. Onu görüşeceğiz.” Ağzımdaki doluluk konuşmama engel olduğu için ucunda pamuk şekerin parçalarının kaldığı işaret parmağımı babamın çıkmak üzere olduğu markete uzattım. “Bana bir tane daha pamuk şeker almaya gitti. Ben çok seviyorum onu biliyor musun? Her gün on tane yiyorum. Sonra annem kızıyor, dişlerin çürüyecek diyor ama yemeden duramıyorum ne yapayım?” Karşımdaki adam gözlerini bir an olsun çekmeden beni dinlerken, önce konuşmuş sonra gülmüştüm. “Hazel!” Babamın endişeli ve aynı zamanda korkan bakışlarını gördüğüm an ona dönmüştüm. Aynı anda duyduğum üç silah sesi ile kocaman bir çığlık dudaklarımdan dökülürken, elimdeki pamuk şeker yere düşmüştü. “Hazel!” Adımın seslenilmesi ile kaybettiğim bir hayatı ve o kayıpla kalbini bana kapatmış bir bedeni sildim zihnimden. Defne pencerenin önünde dışarıya bakıyordu. Gelmiş olmalılardı. Gidip bakma gereği bile duymamıştım. Annemin zoruyla saçlarımın önü kulağımın arkasına yapışmıştı ve inciler takılmıştı. Ellerimi onların üzerinde gezdirdim. Başka şartlar altında olsak bu görüntüme mutlulukla bakardım. “Oha!” Verdiği ani tepki ile tekrardan ona döndüm. Şaşıracağı ne olmuş olabilirdi, hiçbir fikrim yoktu ama bakma gereği içimden gelmiyordu. Gelen her kimse beş dakika sonra görecektim. “Yok ebesinin şeyi! Oğlan bu mu yoksa?!” Defne dışarıya merakla bakarken ben Defneye bakıyordum. Oğlan kimse kimdi! Bir an önce zorla olduğunu konuşmalı ve bir çıkış yolu bulmalıydık. Bu olaya sonu evlilik olan bir son gibi bakmamalıydım. “Gelecek misin artık şuraya?! Bu kadar da meraksız olunmaz ki ama!” Defne topuğuyla yere vurup beni hızla yanına çekti. O sırada sadece gördüğüm bir çiçek buketi ile içeri giren bir adamdı. Eve girdiği ana denk geldiğim için yüzünü görememiştim. “Geç geldin! Kaçırdın adamı!” Göz devirdim. “Bu adamlar bizim evimize girdi Defne. Şimdi aşağı inip göreceğim zaten.” Aydınlanmış gibi gözleri parladı. Bazen çok saf olabiliyordu. İstemsizce güldüm bu haline. Keyfim biraz olsun yerine gelmişti. Saf bakan gözleri öyle tatlı oluyordu ki insanın karamsarlığını, endişesini yok ediyordu. Bu dünya için fazla iyi niyetliydi. Kapı tekrardan açıldı aniden. Gülsüm Abla içeri girmişti. Evimizde çalışan bir görevli olsa da beni büyüten oydu. Annem, babamın ölümünden sonra bana karşı tüm sevgisini kaybetmiş, bir ölümden farksız olmuştu. Her şeyimle Gülsüm abla ilgilenmiş, beni bu yaşa o getirmişti. Okuma yazması yoktu ama bana öğretebilmek ve okuduğumu kontrol edebilmek için öğrenmişti. Anne demek, Gülsüm ablaydı. “Ay Maşallah!” Aniden gözleri doldu ve ağzını avucuyla kapattı. Gözlerinde beliren yaşlar ile ona doğru birkaç adım attım. Gülsüm ablaya kadar her şey yalan gelirken, Gülsüm ablanın tepkisi ile gerçekten evleniyor gibi hissetmiştim. Bu duygu gerçekten hissetmek istediğim bir duygu değildi. Omuzlarına elimi koydum. “Gülsüm Abla! Ağlıyor musun kız sen?” Ortamı dağıtma görevi bana düşmüştü yine. Hep öyle olurdu, yüreğim parçalanıyormuş gibi acı çeksem de gülmek zorunda kalan ben olur, ortamı ben toparlardım. İçimdeki dik ve asi kadın böyle oluşmaya başlamıştı. “Çok güzel olmuşsun deniz gözlüm.” Mavi gözlerim olduğu içi böyle seslenirdi hep bana. Defne bazen mavi der, Gülsüm abla deniz gözlüm diye hitap ederdi. Annem adımı bile söylemezdi. Başka da hayatımda kimse yoktu. Okulda tanıdığım birkaç yüz, onlar da adımla seslenmeyi tercih ederdi. “Ay dur kız, annen bizi topa tutacak. Aşağı gelsin artık diyor.” Ben bir şey demeden, neden geldiğini anlamış gibi hızla toparlandı. Avuçlarını omuzlarıma yasladı. Şefkatle okşarken dolu gözleriyle bakmaya devam etti. “Belki seni kurtaracak kadar önemli bir vasfım yoktu ama eğer kaderinse aşağıdaki oğlan yüreğinde çiçekler açtırsın. Gönlün sevgiyle dolsun, hayatın güzelliklerle çevrelensin güzel kızım.” Gülümsedim kocaman. Başka bir duaya ihtiyacım kalmamış gibi hissetmiştim. Yüreğim ferahlamış, gördüğüm sevgi dolu gözler hayatın kısa bir an güzelleşebileceğine dair umut doğurmuştu. “Ne bekliyorsunuz siz hala?!” Ve o umut, bulutların üstünden hızla yere çakılmıştı. “Geliyoruz Aysun abla.” Defne ortamı dağıtmak için hızla koluma girdi. Gülsüm abla arkamızda kalırken benle Defne annemin önünden geçerek merdivenlere yönelmiştik. İçimde bastıramadığım bir heyecan oluşmuştu. Sebebini anlamasam da adlandıramadığım bir duygu ellerimin titremesine neden olmuştu. Avuçlarımı elbiseme bastırma gereği duymuştum. Karşısına çıkacağım kişiler benim için önemsiz insanlardı. Hatta belki meşhur damat adayıyla her şeyi konuşacak ve işe son verecektik. Neden böyle hissediyordum ben şu an? “Sakin ol!” Defne kolumu tuttuğunda belirsiz bakışlarımla ona döndüm. Dışarıdan belli olduğunu fark bile etmemiştim. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve başımı salladım. Oturma odasındaki ses, yaklaşan topuklu ayakkabılarımızın sesiyle kesilmişti. Bu gerçekten iğrenç bir duyguydu. Heyecana karışık, sevmediğim bu görücü usulünü yaşamak midemi bulandırmıştı. Ben önde, Defne arkamdan oturma odasına girmiştik. Odadakilere göz gezdirmeden en soldan hoş geldiniz demeye başlamıştım. Altı kişi gelmişti anladığım kadarıyla ama arkamda kalan kişileri görememiştim daha. Yaşlı sayılabilecek bir kadın ve adam çaprazımda kalmıştı. Anne ve baba olduklarını bakışlarından anlamıştım. Elbisemin yakasına dikkat ederek ellerini öpmek için uzanmıştım. Beni gerçekten tanımayan insanlar ne kadar hanım hanımcık bir kız olduğumu düşünseler haklılardı. Oysa dışım yeşil türbe, içim estağfirullah Tövbeydi. Annemle aynı yaşlarda olduğunu düşündüğüm kadın, fazlasıyla içten gülümseyerek bakmıştı. Yaşlı sayılmazdı. Birkaç saç teli beyazdı ama dinç duruyordu. Kadının gözlerindeki gerçek şefkat, içimden sıcak bir sızının oluşmasına neden oldu. Benden biraz büyük olduğunu düşündüğüm bir erkek vardı karşımda şimdi. Üstünde oldukça sıradan kıyafetler vardı. Kısa bir an asıl kişinin o olduğunu düşünsem de gözüm yanındaki adama kayması ile bu düşünce yerle bir oldu. Vücudum şaşkınlık ve merakla olduğu yerde mıhlanmıştı. Ben ne kadar şaşkınsam, karşımdaki adam da bir o kadar rahattı. Benim sonuna kadar açılan gözlerime, kara gözlerini kırpmadan bakmaya devam etti. Bu uçurumun dibindeki adamdı. Asıl kişi bu muydu? Bilerek mi sabah karşıma çıkmıştı? İçimde oluşan öfke, şaşkınlık, merak tüm bedenimin bir ateş gibi yanmasına neden olmuştu. Tüm gözlerin üzerimizde olduğuna emindim ama kimseye bakamayacak kadar donmuştum. “Merhaba yenge!” Yanındaki çocuktan duyduğum cümle ile bakışlarımı zorla da olsa ondan çekebilmiştim. Ortamı yumuşatmak için kurduğu cümle ikimizin de aynı anda ona bakmasına neden olmuştu. Ne yengesinden bahsediyordu bu? Yenge ne demekti? Gerçekten aklımı kaçıracaktım! Defneden duyduğum kıkırdama sesi bu sefer de tüm gözlerin ona dönmesine neden olmuştu. Gerçekten biz şu an ne yaşıyorduk? Bu adam kimdi ve neden sabah karşıma çıkmıştı? Her şey gerçekten bilerek ve planlanarak mı yaşanıyordu? Boğazımı temizledim ve hemen çaprazında, benim için ayrılan sandalyeye oturdum. Gözlerimi yerden kaldırmadan ayaklarımıza odaklandım. İkimizin de sol bacağı aynı hızda hareket ediyordu. Gördüğüm kadarıyla siyah bir takım elbise giymişti. Yapılı ve uzun vücudu ile ortamda direkt dikkat çekiyordu. İçeri girdiğimde nasıl ilk onu görmemiştim anlayamıyordum. Kafamı kaldırmam ile göz göze gelmemiz bir olmuştu. Yüzümü sorgulayan bir yapısı vardı. Onun da burada olmaktan mutlu olmadığı apaçık ortadaydı. Bu da bu işi anlaşarak sonlandıracağımıza dair bir umut bıraktı içimde. “Nasılsın kızım?” Karşımda hala gülümseyerek bana bakan kadına çevirdim bakışlarımı. Kadının gülümsemesi fazla pozitifti. İçim biraz olsun rahatlıyordu. “İyiyim efendim siz nasılsınız?” Yüzünde gülümseyerek bir mahçupluk oluştu. “Efendim ne kızım? Adım Narin. İstersen Narin teyze diyebilirsin, sonrada istersen anne tabii.” Anne kelimesi ile yanımdaki adamla bakışlarımız hızla birbirine düştü. İkimizde bir kelime ile işin ciddiyetini fark etmiş gibi birbirimize bakmıştık. Çok garipti ama gözlerimiz konuşuyor gibiydi. Ne o istiyordu ne ben. Apaçık ortadaydı. İkimiz de anlaşmaya hazır bakıyorduk birbirimize. Gözlerimi hızla gözlerinden çekip Narin teyzeye döndüm. Gülümsemeye çalıştım, gerginliğimi bastırmak için. “Peki Narin Teyzeciğim.” Aldığı cevaptan fazlasıyla memnun olmuştu. Gerçekten dışarıdan bakan zorla evlendirildiğimi düşünmezdi. Her şeyi ne kadar hızlı kabulleniyordum böyle ben! “Ne okuyorsun?” Narin teyzenin tüm odağı bendim. Herkes susmuştu ve istemediğim bir şekilde ortamın sohbetini ikimiz üstlenmiştik. “Hukuk üçüncü sınıfım.” Gülümsedim içten bir şekilde. Bu hayatta konuşmayı en çok sevdiğim şey bölümüm ve gelecekte ne yapmak istediklerimdi. Buna yönelik bir soru sorulması beni mutlu etmişti. Ne zaman kalbimde bir mutluluk oluşsa yerle bir eden ses yine yankılandı. “Defne, hadi kahve yapın.” Annem, etrafa gösteriş yapmak için çıkardığı samimi sesini yine bana ulaştırmadan yapmıştı. Bastıramadığım duygularım yüzüme kırgınlık olarak yansımıştı. Biz Defne ile odadan çıkarken annemin yanımdaki adama soru sorduğunu duymuştum. “Sen nasılsın Arhan oğlum.” Adı Arhandı. Tok sesi odayı doldururken ne dediğini duymadan mutfağa girmiştim. Defne hızla mutfak kapısını kapatıp bana döndü. O sırada Gülsüm abla çoktan kahveleri yapmaya başlamıştı. Bana sadece tepsiyi götürmek düşecekti. “Oğlan çok yakışıklı değil mi?!” Gülsüm abla heyecanla cezveyi bırakıp yanımıza geldi. Aynı anda Defne, Gülsüm ablaya döndü. İkisi de ellerini havada birbirine birleştirdiler. “Sanki ajanstan fırlamış gibi Gülsüm abla!” İkisi benim adıma, sadece yakışıklı olduğu için, fazlasıyla mutlu olurken benim aklımda onu sabah gördüğüm vardı. Benim için yakışıklı olması şu an hiç de umrumda değildi. Sabah bilerek mi oraya gelmişti, her şey annemle birlikte planlanmış mıydı? Kafamda dönen düşünceler onunla son bulacaktı. Yalnız kalmamız gerekirdi, bu ne zaman olacaktı bilmiyordum. Ama bir an önce konuşmamız gerekiyordu. “Defne ben bu çocuğu sabah gördüm.” Gülsüm abla ile bakışları anında bana döndü. Gözlerinde oluşan merak ile telefonumu tezgahın üzerinden alıp neden yaptığımı bilmediğim fotoğrafı açtım. Hızla eline alıp büyüttü. Gözleri şaşkınlık ile açıldı. “Burası senin sürekli gittiğin uçurum değil mi? Hani şu adını Vuslat koyduğun.” Başımı salladım. Gülsüm abla merakla telefona eğilmeye çalışırken Defne işini kolaylaştırıp telefonu ona uzatmıştı. “Sabah ben oradayken bu çocuk geldi. İntihar ettiğimi düşündü, sonra da sürekli buraya gelip gelmediğini sordu. Ardından kendisi oturdu ve ben tam giderken tekrardan görüşecekmişiz gibi hissediyorum dedi.” Bir yandan anlatıp bir yandan yaşananlar zihnimde canlanmıştı. “Belki de biliyordu ve bilerek geldi. Annem her şey gibi bunu da planladı.” Mutfakta bir ileri bir geri gitmeye başladım. Yıllardır gittiğim uçurumda sanki yıllardır geliyormuş gibi rahatça hareket eden bir adama tesadüf demem imkansızdı. “Neden sabah gelip görmek istesin ki?” Cevap veremediğim bir soru Defneden dökülmüştü. Aynı anda mutfak kapısı tıklatıldı. İçeri annem ardından Arhan denilen adam girmişti. Gözleri direkt gözlerimi buldu. Ardından kısaca mutfağa göz gezdirdi. “Arhan’a tuvaleti göster.” Sert sesini elinden geldiğince yumuşak tutmaya çalışmıştı ama Arhan’ın da gözünden kaçıramayacağı bir soğukluk barizdi. Gözlerini anneme çevirdi. Bir şey söylemeden arkasını döndü. Hızla boğazımı temizledim ve arkasından ilerledim. Yalnız kalacaktık ve bir an önce hesabımı soracak bu işi sonlandıracaktım. Anlaşmaya açık olmalıydı. Evlenmek istemediği belliydi. Merdivenlerin başına geldiğinde geçmen için kenara çekildi. Ona bakmadan yanından geçtim. Burnuma vuran kokusu aniden gözlerimi kapatma ihtiyacı doğurdu. Fazla güzel kokuyordu. Fazlasıyla hem de. Odunsu bir karamel kokusuydu. Ona eş olarak yeni traş olduğu belli losyonu da kokusuna karışmıştı. Tazelik kokuyordu, ferahlık ve temizlik hatta. Kendimi toparlayıp merdivenlerden çıkmaya başladım. Tam arkamdan geldiğini hissediyordum. Varlığı fazla büyüktü. Yok saymam imkansızdı. Üst kata geldiğimiz de yanıma geldi. Arkamı dönüp birinin gelip gelmediğine baktım. Kimse yoktu, yalnızdık. Hızla ona döndüm. Bunu bekliyormuş gibi rahat bir ifadeye büründü. Yalnız kalmak için tuvalet bahanesini uydurduğunu bakışlarındaki ve hareketlerindeki rahatlıktan fazlasıyla anlaşmıştım. Anlaşmaya hazır olduğu düşüncesi yüreğimde büyük bir hareketlenmeye neden oldu. “Sabah bilerek mi çıktın karşıma?!” Lafı dolandırmadan pat diye girmiştim konuya. Beni tanıdığına emindim. Unutacak değildi. Ne demek istediğimi hemen anlamıştı. Aşağıdaki hanım hanımcık davranışlarıma zıt içimdeki öfkeyi dışarı salmıştım. Hafifçe ona doğru eğilmiş ve tüm çatık kaşlarımın hedefi haline getirmiştim. “Hayır.” Dedi sadece. Başka hiçbir cümle çıkmadı ağzından. Aniden kafası merdivene döndü ve parmağını bileklerime sardı. Ne olduğunu anlamadan bana ait olan odaya sürükledi bizi. Parmakları arasında yok olan bileğime ardından yüzüne çevirdim bakışlarımı hızla. Öfke ve sinir vücudumu alev gibi yakıyordu. Hangi hakla ben izin vermeden bana dokunabilirdi? Odaya girdiğimiz an bileğimi hızla kendisinden kurtardım. Hızla önüne dikilip parmağımı kaldırdım. Kaşlarım olabildiğince çatıktı. “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?! Hangi hakla bana sormadan dokunabilirsin bana! Kimsin sen?!” Gözlerindeki sakinlik yerini yavaşça oluşmaya başlayan bir öfkeye bırakıyordu. Onun içinde bir şeylerin sonuna gelindiğini fark edebiliyordum. Umrumda mıydı? Hayır. “Büründüğün saçma sapan öfkeni bir kenara bırak. Biraz daha devam edersen benim öfkem, öfkenle birlikte seni de yakar geçer.” Bir adım atarak üzerime doğru yürüdü. Her ne kadar yüzü sakin dursa da çenesi kendini sıktığını belli ediyordu. Gözleri sakinliğini koruyamıyordu. “O zaman hareketlerine dikkat edeceksin!” “Ses tonunun ayarına dikkat et.” Bir adım daha gelmişti bana doğru. Arkaya doğru yürümemi bekliyordu. Yürümedim. O üzerime doğru geldikçe bakışlarımı dik bir şekilde gözlerinde tuttum. Normal şartlarda bariz bir boy farkı varken ayağımdaki topuklular biraz olsun mesafeyi azaltmıştı. Yine de gözlerine bakarken kafamı biraz kaldırma gereği duyuyordum. Gerçekten uzundu. “Sabah karşıma bilerek çıkıp, şimdi de evleneceğim adam olarak karşımda dikiliyorsun! Bunlar sorun değil, ses tonumun ayarı mı sorun?” Öfkeyle derin bir nefes aldı. Arkaya doğru adım atmayacağıma emin olmuş olmalı ki bir adım daha atmadı bana doğru. Şu an bile olması gerekenden daha yakındık. Bir adım daha atsaydı yumruğu yiyebilirdi. “Sabah karşına bilerek çıkmadım. Tesadüftü!” İnandırmak ister gibi son kelimesini bastırarak söylemişti. Samimiyetten uzak bir şekilde güldüm. “Aynen canım! Bak uçağın kalkıyor bak!” Yüzünü buruşturdu. Sanki daha önce denemediği bir yemeği deniyor ve bundan asla mutlu değilmiş gibi. “Ne o ergen ergen sözler. Okuma yazmayı yeni öğrenen biriyle mi evleneceğim yoksa?” Topuğumun tekini hızla yere vurdum. O kelimeyi duymak bile tüm tüylerimin diken diken olmasına neden olmuştu. Evlenmek mi, bir de bu adamda? Allah kesinlikle korumalıydı. “Evlenmeyeceğiz!” Kaşları çatıldı. “Ben evlenmek falan istemiyorum. Her şeyin zorla olduğu apaçık ortada. Eminim sende benimle evlenmek istemezsin. O yüzden bu işe bir şekilde bir son vermeliyiz.” Bu konuşmayı bu kadar gergin dolu bakışmalar arasında yapacağımı düşünmemiştim. Sakince kahve içerek oturacaktık. Her şeyi enine boyuna düşünüp bu işten sıyrılacaktık. Oysa durum asla beklenilen gibi değildi. İkimizde birbirimize bir ormana kral olmak isteyen iki aslan gibi bakıyorduk. Tek hakimiyete sahip olmak için karşısındakini öldürebilecek kadar gözü kara ve diktik. Çünkü bir ormanda sadece bir kral olurdu. O da ben olacaktım. “Seninle evlenmek en son isteyeceğim şey bile değil emin olabilirsin.” Tek kaşımı kaldırdım. “Ben şu an evlenmek için yalvarıyor gibi mi duruyorum?” Yüzünde bıkmış bir ifade oluştu. Şu an duymak istediğim birbirimizi ne kadar istemediğimiz değil, bu işe bir an önce son vermek olmalıydı. Kafası hafif kapıya doğru eğildi. Gözlerini yumup derin bir nefes aldı. Ben freni patlamış bir araba gibi tüm öfkem ile cevap vermesi için harekete geçecektim ki anında avucunu dudaklarımın üzerinde hissettim. Bunu beklemiyordum. Gözlerim şaşkınlık ile sonuna kadar açılmıştı. Gözlerimdeki ifadeyi görmüş olmalı ki dudaklarını hareket ettirerek konuştu. ‘Bekle’. Sağ elimle hızla dudaklarımın üzerindeki elini ittim. Gözlerimdeki öfkeye hiçbir duygu barındırmadan baktı. Gerçekten çok duygusuz duruyordu. Sanki vücudunun altında atan bir kalbi yoktu. Gözleri, yüzü her şeye o kadar kayıtsız kalıyordu ki, cansız bir manken olabileceğini düşünebilirdim. “Annen dinliyordu bizi.” Deme gereği duydu sadece. Odaya girme nedenimiz de bu olmalıydı. Annemin tek korkusunun istemediğimi söyleme ve bu işin son bulmasıydı. Böyle bir şeyin olup olmayacağını da anlamak için bizi dinlemek tercihi olabileceğini tahmin edebiliyordum. Cevap vermemi beklemeden konuşmaya devam etti. “Seni istemiyorum.” Dudaklarımı şaşırmışım gibi büzmüştüm. Ne kadar da duymayı beklemediğim bir cümleydi. Gözleri anlık büzülmüş dudağıma kaydı. Hızla mimiklerimi toparladım. Bakmasını istemediğimi çok hızlı fark etmiş ve gözlerini tekrardan gözlerimle birleştirmişti. Benim gözlerim açık denilecek bir maviyken, onun gözleri siyaha yakındı. “Her ne kadar istemesem de bazı mecburiyetler var. Her ne kadar istemesen de gerçek nişanın gibi giyinmek zorunda kaldığın gibi.” Gözleri vücuduma değdi. Evet, haklıydı. Bu anı yıllardır bekleyen bir genç kız gibi görünüyordum. Fazlasıyla özenilmiş bir görünüşüm vardı. Bu görüntünün birer mecburiyet olduğunu çok iyi biliyordu. “Ne yapacağız o zaman? Bir mecburiyet yüzünden bir ömür birbirimize tutsak mı kalacağız?” Diye bastırarak konuştum. Durum fazlasıyla ciddiydi. Bunu fark etmeliydi. Benim mecburiyetim babama verdiğim söz ve ondan geriye kalanlardan vazgeçememek iken, onun mecburiyeti ne olabilirdi? “Hiçbir şey belli etmeden, aşağıda ne yapılması gerekiyorsa yapacağız. Yarın bunu detaylı konuşuruz.” Bir şey dememe fırsat vermeden kapıyı açıp çıktı. Yarın mı demişti o? Bir de onunla buluşacak mıydım? Ben bu anı bozmasını beklerken hiçbir şey yok gibi nişanlanacak mıydık birazdan? Gerçekten kafayı yiyecektim! Ne yapacaksak şu an yapmalı ve o yüzüklerin parmaklarımıza geçmesine engel olmalıydık. Oysa onun umrunda bile değildi! Üstünlük belirten duygusuz ve soğuk cümleleri ile bir şey dememe fırsat vermeden gitmişti üstelik. Bu bile ona karşı nefret duymama yeterliydi. Baskınlık kurmaya çalışan tüm erkeklerden nefret ederdim. Baskın bir karakterimin getirisiydi bu belki bilmiyorum ama bunu onun yapması da ayrı sinirlerimi alt üst etmeye yetmişti. Dişlerimi sıktım ve ayağımı hızla yere vurdum. Arkasından sert bir şekilde merdivenlerden inerken mutfağa girmeden önce oturma odasının hemen önünde durup gözlerimi ona diktim. Orada durup ona bakacağımı biliyormuş gibi gözleri direkt gözlerimi buldu. Duygusuz bakışları yerli yerindeydi. Kesinlikle bir kalp taşımıyordu. Öfkeli, nefret dolu bakışlarımı ona nasiplendirip mutfağa girdim hızla. Kahveler çoktan hazır olmuş, beni bekliyordu. Defne hızla yanıma gelip birden koluma girdi, meraklı bakışları yüzünden okunuyordu. Sanki bir film çekiyorduk ve Defne bu filmi elinde mısır ile izleyen heyecanlı bir izleyiciydi. Etrafımda gerçekten normal yoktu. “Ne oldu, ne konuştunuz?” Göz devirdim ve tezgaha konulmuş kahve fincanlarına ilerledim. Hemen önümdeki fincanı kendime çekip baharatlıktan tuzluğu elime aldım. Tüm vicdanımı ayaklar altına alıp beş kaşık tuz eklemekten geri durmadım. Geberseydi. Keşke televizyonda gördüğümüz kahveden sonra hastanelik olan damatlardan biri o olsaydı. Üzülür müydüm? Asla! Gülsüm abla ve Defne’nin bakışlarındaki yoğun şaşkınlık ile tepsiyi hızla elime aldım. Adımlarım öfkeme eş değer olarak yere öyle sert basıyordu ki fark etmemek imkansızdı. Oturma odasının önüne geldim ve derin bir nefes aldım. Kapıdan beni gören sadece oydu. Özellikle bakışlarımı ona değdirmedim ama gözlerinin hapsinde olduğuma fazlasıyla emindim. Boğazımı temizledim, yüzüme bir gülücük takındım ve ilk önce bana samimiyetiyle gülümseyen Narin Teyzeye doğru ilerledim. Ani ruh değişim ve kendi deyimimle girdiğim rolün onun yüzünde şaşkınlık belki de bir gülümseme olma ihtimali büründü aklımda. Yüzünü görmesem de şaşırdığına emindim. Benim tatlı halime aldanmayacak tek kişiydi. Altındaki öfkeli kadını fark edebiliyordu. İşime gelirdi. Hatta korksa çok daha mutlu olurdum. “Ellerine sağlık kızım.” Babası olduğunu düşündüğüm adamın kurduğu cümleye gülümseyerek tepki verdim. Onun olduğu tarafa döndüm yüzümü. Yanındaki, bana yenge diyen adama doğru ilerledim. Arhan ile aynı yaşlarda duruyorlardı. Arkadaşı olabilirdi. Normal şartlarda severdim belki ama Yenge kelimesini kullanarak tüm nefretimden nasibini almıştı. Az önce Arhan’ın bakışları ona yetmiş olmalı ki sesini çıkarmadan kahvesini aldı. En son Arhan’a doğru ilerledim. Biz yan yana geldiğimiz an tüm gözlerin bizde olduğunu bildiğim için yüzüme samimiyetten uzak, yapmacık bir gülüş yerleştirdim. O buna bile gerek duymamıştı. Fazlasıyla düz bakıyordu. “Zıkkım iç!” Dişlerimin arasında kurduğum cümleyi çok net duymuştu. Yanındaki çocuktan bir kıkırdama sesi işitmiştim ama çok uzun sürmemişti. Gülmek istedi kısa bir an. Dudaklarını birbirine bastırıp hızla buna engel oldu. “Senin yaptığın bir kahveyi afiyetle içemeyeceğimi tahmin edebiliyorum.” Kahveyi alırken sadece benim duyacağım bir şekilde mırıldanmıştı. Gözlerimi gözlerine dikip nefretimi sundum, tabi ki yine umrunda olmamıştı. O yakışıklı yüzüne tepsiyi vurma isteğimi, tepsiyi daha sıkı tutarak durdurdum. Evet, her ne kadar ondan nefret etme hissi yoğun olsa da, yakışıklıydı. Fazlasıyla hemde. Kara gözleri vardı. Hatta siyah demek daha uygundu. Bu kadar koyu göz rengine sahip birini ilk defa görüyordum. Ürkütü durmuyor, tam tersi uzun kirpikleri arasında ilgi çekici duruyordu. Benim rimelle son haline getirdiğim kirpikler, onda doğuştan vardı. Küçük dursa da yüzüyle orantılı kemiksiz bir burnu vardı. Ne kalkık ne düşüktü. Düz ve şekilliydi. Alt dudağı, üst dudağına göre biraz daha dolgulu olsa da yüzünün hiçbir yerinde rahatsız edici bir orantısızlık yoktu. Hatta bir bütün olarak bakıldığında, dönüp tekrardan bakılacak bir adamdı. Ama ben bakacak biri değildim. Yerime oturmam ile ortamı yoğun bir sessizlik sardı. Tam o sırada yanındaki adamın kahveyi dudaklarına götürmesi ve püskürtmesi bir olmuştu. Ben gözlerimi şaşkınlık ile aralarken, Arhan sanki bunun olmasını bekliyor gibi yüzünde memnun bir sırıtış vardı. “Bu ne lan?!” Aynı anda gözlerinden yaşlar gelerek ayağa kalkmıştı. Tuzun ayarını biraz kaçırmış olabilirdim ama bu kadar abartmaya ne gerek vardı canım! “Barış, evladım iyi misin?” Yaşlı bey amcanın endişeli bakışları adının Barış olduğunu öğrendiğim çocuğa hiçbir etki etmemişti. “Ciğerlerime kezzap döküp haşlasan daha az etki ederdi Yenge!” Bir yandan tüm sehpaları dolaşmış ve herkesin suyunu kafasına dikmişti. Bunları Arhan denilen adam yaşamalıydı. Salak kafam! Yanlış bardağı vermiştim ona. Onu görünce oluşan nefret tuz dolu bardağı aklımdan tamamen silmişti. Ben olayın memnuniyetsizliği ile deli dana gibi dolaşan Barış’dan gözlerimi çekip Arhan’a baktım. Yüzünde eğlendiği belli olan bir gülümseme ile Barış’a bakıyordu. Tam o sırada gözüm çenesinde ve sadece sağ yanağında oluşan gamzeye takıldı. Kalbi olduğunu düşünmediğim için gülme ihtimali de zihnimde yoktu. Lakin güldüğünde çıkan bu görüntü içimdeki beğenme dozu biraz daha artmıştı. “Su! Su verin lan!” Sehpalardaki tüm sular bitmişti. Defne hızla mutfağa koşmuş, bardağa su koyma gereği duymadan bir buçuk litrelik şişeyi getirmişti. Avucumu alnıma bastırdım. Biz kimlerle muhattap oluyorduk? “Kızım bardağa niye koymadın?” Annemin bakışı ile Defne elindeki şişeye baktı. Alık alık şişeye bakmaya devam ederken Barış hızla Defneye doğru koştu ve elindeki şişeyi elinden çekip kafasına dikti. O kadar hızlı içiyordu ki dudaklarının kenarlarından akan sular tişörtüyle birlikte tüm halıyı da ıslatmıştı. “Keşke bir oyuna girişirken süreci de takip etseydin.” Arhan’ın ima dolu cümlelerini duyduğumda ona döndüm. “Kes sesini!” Yüzünde eğlendiği belli olan ifade daha da büyüdü. “Hanım kız ayakların sadece anneme anlaşılan.” O sırada Narin teyze şaşkın, meraklı, anlamlandıramayan bakışlarıyla hala su içen Barış’a bakıyordu. Gerçekten iyi bir kadın olduğu çok belliydi. “Sana hiçbir zaman olmayacağı kesin.” Hafif bana doğru eğildi. “Ateşli severim.” Gözlerim sonuna kadar açılmıştı. Bu cümleyi duymayı idrak eden beynim vücuduma sıcak bir öfke havası gönderiyordu. Başka bir duygu yok mu neden sürekli öfke diye bir gün isyana çıkacağını bilsem de topuğumun ucuyla ayakkabısının tam önüne basmak için ayağımı kaldırmıştım. Tam o esnada ayağını koltuğun altına çekti ve uzanarak yaptığım hareket yüzünden öne doğru sendeledim. Tam o esnada kolumda hissettiğim parmakları düşmekten son anda kurtarmıştı. “Allahın cezası pislik!” Dudaklarımın arasından çıkan cümleler kolumdaki elini sıklaştırmıştı. Yüzüne baktığımda eğlenen ifadesi gitmiş, kendini sıkan bir ifade gelmişti. Sinirlenmişti. Allahın cezası dememe mi yoksa pislik dememe mi bilmesem de cümlelerimde sonuna kadar haklıydım. “Benimle nasıl konuşman gerektiğini öğrensen iyi edersin.” Kolumu bırakıp arkasına yaslandı. “Seni göreceğim son gün olması için her şeyi yaparım.” Az önce biraz olsun normal bir insan gibi davranırken, kalpsiz bakışlarına tekrardan gömülmüştü. Dengesiz bir ahlaksız herifti. Bu iş bir an önce son bulmalıydı, aksi takdirde hayatımı bir ömür nefret edeceğim biriyle geçirmek istemiyordum. O sırada Barış şişeyi dudaklarından kendinden geçmiş bir şekilde indiriyordu. Su içme hastalığı olan kadın gibi avucuyla ağzını sildi. “Yarabbi Şükür.” Demeyi de ihmal etmedi. Tüm modum kaçtığı için normal şartlarda güleceğim bir harekete donuk bir şekilde baktım. İçim fena bir şekilde umutsuzluk ve karamsarlığa gömülmüştü. İçimdeki ses bu işe sandığım kadar kolay son veremeyeceğimi belki de bir son bile veremeden kaderime razı geleceğimi söylüyordu. Bu ihtimal bile kalbimin sıklaşmasına neden oldu. İstemiyordum, bu adamı hayatımın hiçbir alanında istemiyordum. Hoşlanmamıştım ondan. Belki birbirimizden nefret edecek kadar büyük şeyler yaşamasak da varlığı içimde herhangi bir sevgiye neden olmuyordu. Donuk ve kalpsiz bakışları ondan kaçma isteğimi daha çok artıyordu. Her ne kadar asi bir kadın gibi tanınsam da ben çok neşeli bir kadındım. Yaşamayı sever, yeni şeyler keşfetmeye bayılırdım. Bu adam bana yaşam sunmuyordu, bu adam bana hayal kırıklığı vaad ediyordu. Onu tanımasam da gözleri bunu bağırıyordu. Olur da bu işe son veremez ve evlenirsek bir ömür mutsuz iki insan olacaktık. Biz denilen bir kavram oluşmayacak ve hayatım boyunca mutlu bir yuvada gözlerimi açamayacaktım. Bir ömür yaşamak istediğim hayatı, dört yaşında babamla beraber gömmüş olacaktım. “Yenge valla insafın yokmuş! Korkulurmuş senden ya! Ben senin yerinde olsam adımlarımı atarken dikkat ederdim.” Arhan’a yönlendirdiği cümleleriyle ikimizde ona bakmıştık. Ne o tepki vermişti ne ben. Barış’ın sürekli yenge demesi fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bunu daha uygun zamanda söyleyecektim. “Yüzükleri takalım öyleyse Mahmut Bey.” Narin teyzenin yanındaki Mahmut amca ayağa kalktı. Onlardan hariç genç oldukları belli bir çift vardı. Hemen hemen otuz yaşlarında olmalılardı ama ikisi de geldiğinden beri hiç konuşmamıştı. Varlıkları neredeyse yoktu. İsimleri neydi ve onlar kimdi bilmiyordum bile. Sadece kadının arada gönderdiği gülümsemelere denk geliyordum. O kadardı. Doğduğumdan beri varlıklı bir aileydik. Babam, babasından kalma şirketi üstlenmiş ve onu yönetirdi. Teyzem ile babam yakın arkadaş iken annemi daha önce hiç görmediğini anlatırdı. Bir gün teyzeme ulaşamayıp bir sorun var mı diye evine gittiğinde kapıyı annemin açması ile görüp aşık olmuştu. O günden sonra kısa süre konuşma ve evlilik yoluna girmişler. Kuvvetli bir aşkları olsa da babamdan kalma parçasına aynı aşkı gösterememişti. Hayatını elinden çaldığım bir varlık olarak görmüş, ayakta tutmak için şirkete yönelmişti. İşlerin daha da kötü gittiğini öğrendiğim gün kapımı çalmadan içeri girmiş ve sadece tek bir cümle söyleyip çıkmıştı. “Evleneceksin.” Neden, kimle diye sorduğum hiçbir soruya cevap vermemişti. Babanı elimden aldın, sana çizdiğim tüm yollara karşı çıkmayacaksın. Onun bedelini ödeyeceksin, diye bir cevap vermiş ve tüm soru işaretlerimi cevapsız bırakmıştı. Ve şu an o soru işaretleriyle ayakta, Arhan ile yan yanaydık. Ne o bana bakıyordu ne ben ona. Mahmut olduğunu öğrendiğim adam Defne’nin tuttuğu tepsiden yüzükleri aldı. Bunlar bile hangi ara alınmıştı bilmiyordum. Her şeyden benden bağımsız benim için yaşanıyordu. Boğazımda kocaman bir yumru vardı. Ne kadar nefes alsam da boş kalıyordu. Ben bir kuklaymışım da biri tarafından oynatılıyormuşum gibiydi. Hislerim, düşüncelerim, isteklerim hepsi bir başkasının elindeydi. Yüzüğün biri önce Arhan’ın parmağına geçirildi. Bakışlarım istemsizce yüzüne kaydı. Ne hissettiğini görmek içimden gelmişti. Gözleri ifadesiz bir şekilde elindeki yüzüğe bakıyordu. Bir kukla değil, iki kuklaydık. Aynı hisleri yaşayan, aynı hayata maruz bırakılan ama birbirinden bir ömür nefret edecek iki farklı insandık. Mahmut amca yüzüğü takmak için bana dönmüştü. Etrafta Barış’ın sesi, Defne’nin sesi ve birkaç kişi daha konuşma içindeydi. Kulaklarım hiçbir şey duymuyordu. Vücudum ateş gibi yanıyor, bir yandan da titremek için hazır olda bekliyordu. Elimden geldiğince kendimi sıkmaktan başka bir iş yapamıyordum. Yüzük parmağımdan geçirildiği an Arhan’la bakışlarımız birbirine değdi. O sırada yüzümüze patlayan bir flaş hissetsem de ikimizde bir yüzükle hayatına urgan geçirilmiş idam mahkumu gibiydik. Ölmeden önce en sevdiğimiz yemeği önümüze koyacaklar ve onu afiyetle yememizi bekleyecek insanlar da hemen karşımızda gerçek bir aşk hikayesi gibi gülümseyerek bize bakıyordu. Yeni adetlerden olan inci dolu kurdele kesildiğinde bakışlarımız birbirinden kopmadan yere düşen incilerin sesini işittik. Bakışlarımızda nefret yoktu, garipti ama yoktu. Bakışlarımız da sadece yitip gittiğini düşündüğümüz hayatlarımız vardı. Elimizde yüzüklere bağlı kurdeleler ile saygıyla büyüklerin elini öpmeye girişmiştik ki kararan gözüm tüm dengeleri alt üst etti. |
0% |