Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. BÖLÜM

@aygulmudurlu

Ruhların Günlüğe Yazgısı/ Kutsal Kalkan Mührü ve Saklı Mucize

Geldiğimiz bu renk cümbüşü ormanda şimdi bizi ondan daha renkli bir şey karşılıyordu. Karşımıza gelmiş bizi selamlayan Ynowkle ışıl ışıl gökkuşaklarını sanki üzerine giymiş gibiydi. Bu ışıltıdan seçilebilenler ise daha da göz alıcıydı. Teni şeffaftı, rengiyse inci beyazıydı. İpeksi dokusu beyazın en kusursuz ışıltısını gözlerimize taşıyor, kokusuysa eşsiz zambak bahçelerinde savrulmamıza neden oluyordu. İki metreyi bulan boyu, mürdüm rengi asil gözleri, kaş ve kirpiklerindeki eşsiz kıvrımlar ona bakanları güzelliği karşısında çaresiz bırakıyordu. Yüzü uzun ve inceydi, başında zambak tomurlarına benzeyen uzantılar vardı ve onlar sanki saçlarıymış gibi omuzlarına doğru kıvrılarak savruluyordu. Renkten renge girerek ışıldayan ve devinim halinde olan saçları, bu kusursuz güzelliğin baş ve omuzlarında istedikleri noktalara doğru arsızca savruluyordu. Ynowkle yüzü, saçları ve teni hariç insana benzeyen bir vücuda sahipti. Ama tüm uzuvları daha zarif, uzun ve güzeldi. Kulaklarımızda fısıltısı devam eden sesinin ise büyülü bir tınısı vardı ve biz hala etkisinden kurtulamıyorduk. Önce sesi sonraysa güzelliğinde kayboluyorduk.

Bizim düştüğümüz bir handikap karşısında daha fazla dayanamayan günlüğün yazgıcısı,

"Az önce Kaybolmuşlar Kohlasını yıkan milyarlarca ruhu özüyle kavuşturacak olan bu kadınlar neden bir yazgıcıyla bu kadar zaman kaybeder hiç anlamıyorum. Eğer güzellik istiyorsanız az sonra olacaklar tüm bildiklerinizi size unutturacak. Buna kesinlikle söz veriyorum." demiş ve odak noktası olmaktan kendini kurtarmıştı.

Şimdi Esbula, Yaşlı Elza ve ben yazgıcının eşliğinde yaptığımız işi tamamlamaya odaklanmıştık. Yıkılan Kohlas ve kırılan lanetle birlikte günlüğün özünde özgür kalmayı bekleyen ruhları özleriyle buluşturup kendi zaman ve hayatlarına uğurlama vaktimiz gelmişti. Hatta bunun için çok ama çok geç kalınmıştı. Bu işlem için Yaşlı Elza'nın talimatlar halinde sıraladığı kusursuz bir planı vardı. Yaşlı kadının talimatlarını tasdik eden Esbula'nın ise bize bir süprizi vardı. Kohlasla birlikte kırılan lanetin içinde sadece kaybolmuşlar yoktu. Kutsal kalkana giden yolculuk için elzem olan kalkana ait saklı bir mühür de vardı. O mühür bu lanetin özünde gizliydi, yapacaklarımızın ardından kusursuz bir ritüelle mühür de özgür kalacaktı. Bunu da ancak Esbula yapabilirdi. Kusursuz simyaların merkezi olan Fağnula'ya ait saklı yazıtlarından getirdiği yakut bir parça ile. Elinde tüm ışıltısıyla duran kutsal olduğunu söylediği yazıta ait olan kırık parça tüm bildiklerimizin değişmesine neden olacak güçteydi. Dediğine göre Heretis'in bile var oluş gayesini değiştirebilirdi. Ölüm ağacı olan ve tohumları ölüm yiyiciler olan, tüm yaşamı lanetleyen ve öldüren bu ağaç, yaşam ağacına dönüşebilirdi. Kaybedilen, çalınan ve katledilen her ne varsa kendi gerçekliğine ve özlerine yeniden kavuşabilirdi. Seçeneklerin daha yüzlerce olabileceğini ifade edip konuyu süratle kapatan Esbula sanki bazı şeylerin şu an için saklı kalması gerektiğini ifade eden bir duraksamayla konuyu değiştirmişti. Biz ise neden ve niçini bir kenara bırakıp, onun önceliklerine saygı göstermeyi seçiyorduk.

Ynowkle ve Esbula'nın öncülüğünde derinliğine doğru yürüdüğümüz göz alıcı güzellikteki ormanın eşsiz yaşam döngüsünü hayranlıkla seyrediyorken ağaçlar sanki şekil değiştirmeye ve bir şey inşa etmeye başlamıştı. Onların bu inşası oldukça rahat olan yürüyüş alanımızı giderek daraltıyor ve bizi bir noktaya doğru gitmeye zorluyordu. Ağaçlar eğilip bükülüyor ardından kırılarak sanki çevremize labirentten setler örüyordu. Sürekli devimin halinde olan bu ağaçların sanki ortak bir aklı vardı ve aklın talimatlarını kusursuz bir hiyerarşiyle uyguluyorlardı. Ynowkle ise korkmamamızı, gördüklerimizin günlüğün zihninin talimatlarıyla olduğunu ve hepsinin gerçekliğin kusursuz yansıma, yanılsama ve kırılmaları olduğunu söylüyordu. Aslında hem vardılar hem de yoktular hem gerçektiler hem de algısal bir yanılsama. O konuştukça bir noktada üçümüz de susmasını istemiştik. Sanırım algılarımız bir noktadan sonra yorgun düşmüş ve daha fazla bilgiye isyan etmişti. Tepkimiz karşısında tüm zarafet ve güzelliğiyle gülümseyerek susan Ynowkle,

"Sanırım olmamız gereken yere geldik." diyerek sözlerini tamamlamıştı.

Duyduğunuz sözleri onaylarmış gibi ormanın bize inşa ettiği labirent duvarlar tam da bu noktada son bulmuştu. Şimdi tam karşımızda sonsuzmuş gibi uzanan kristalize dikit ve sarkıtlarla dolu bir mağara duruyordu. Bu mağara günlüğün sihirli yazgısına lanetle gizlenmiş o aradığımız yer olmalıydı. Doğal olarak bu hepimizi heyecanlandırıyordu. Esbula'yı bile.

Karşımızda tüm görkemiyle duran mağaranın girişi birkaç metre yükseklikteydi. Girişin kapı pervazına benzeyen çokça köşeden oluşan bir görüntüsü vardı. Girişin her köşesi bilmediğimiz bir lisanla yazılmış ve şekillerin simyasıyla süslenerek yazmalar haline getirilmişti. Günlüğün yazgıcısının söylediğine göre bu parçalar Edna'nın kırılan kutsal bir yazıtına aitti. Kırılan yazıt bu girişi kendi seçimiyle mühürlemiş ve koruması altına almıştı. Dediğine göre bu parçaların zaman ve mekânda sabit yerleri yoktu. Bunlar bir koruma kalkanıydı ve Edna'nın yazgıcısı olan beş günlükte de bulunurlardı. Bu parçalar Edna'nın kutsal gezgin yazmalarıydı. Kendi seçtikleri mekânı koruması altına alırlardı. Bu günlükte de burayı koruyorlardı. Koruma altında olan bu kapı pervazının açılıp kapanan sabit bir kapısı yoktu ama nedense bu giriş ondan geçenlere sanki gizlenmiş milyonlarca kapıya sahip olduğu yönünde güçlü bir his aktarıyordu. Zaman kaybetmeden girişten attığımız ilk adımla birlikte sanki sihirli bir diyara giriş yapmıştık. Her yer ışıl ışıl parlıyordu. Havasının kokusu çikolata ve şeker karışımıydı. Hafif serin olan bu devasa mağara farklı boyut ve renklerde olan dikit ve sarkıtlarla tıka basa doluydu. Neredeyse adım atılacak bir boşluk dahi yoktu. Mağaranın yüksekliği de dikit ve sarkıtlardaki gibi şaşırtıcı bir şekilde farklı yükseklik, genişlik ve zemine sahipti. Attığımız her adımla birlikte algılarımızı tepe taklak eden bu mağara, bize yön ve algı duygumuzu kaybettiriyordu. Ayrıca burada bizi derinliğine doğru çeken bir şeyler vardı. Bu çekim gücü ve ışıltıların etkisiyle, dikit ve sarkıtlarda olan bir gerçekliği ancak çok sonra fark ediyorduk. Gördüğümüz bu ışıltılı çekim gücünce gizli olan ancak dikkatli bakılınca görülebilen milyarlarca küçük kapıcıklar vardı. Burası bir yaşam alanıydı ve bu sihirli diyarın yaşayan küçük sakinleri vardı.

Biz heyecan içinde minik kapıları izlerken duyduğumuz sesle bir anda olduğumuz yerden sıçramıştık. Duyduğumuz sesin sahibini merak ediyorken Ynowkle bu sesin günlüğün zihnine ait olduğunu söylüyordu. Dediğine göre buranın sakinleriyle tanışma vaktimiz gelmişti. Yazgıcının devam eden sözlerini günlüğün zihninin giderek yükselen sesi bir anda kesmişti.

"Kutsal emanetin yolcuları. Kutsallığı çalınmış bu diyarın zoraki misafirleriyle tanışma vaktiniz gelmiştir. Onların kutsallığı artık sizin sevgi dolu özlerinize emanettir. Benim görevim şu anda tamamlanmıştır." dedikten sonra zihnin ses ve çevremizde hissedilen güçlü varlığı bir anda ortadan kaybolmuştu.

Onun sözlerinin ardından merak içinde baktığımız o minik kapılar bir bir açılmaya başladı. Ve bizi karşılayan manzara karşısında hem hayranlık hem de acı bizi selamlıyordu.

Karşımızda duran şeyler minik, kanatlı, oldukça saydam şeylerdi. Bunlar kaybolmuş olan canlıların özlerinden ayrılarak hapsedilen ruhlarıydı. Karşımızda küçük saydam ve uçmak için çırpınıp duran hareler halinde rengarenk kanatlı olan ruhlar şeffaf çirkin zincirlerle evleri sandığımız bu zindanlara kapatılmışlardı. Kendilerini kurtarmak için gelen kahramanlarını zincirlerini umursamadan gülümseyerek selamlıyorlardı. Zincirlerin altında ezilen kanatlarını ve acılarını umursamadan heyecan içinde çırpınıp duruyorlardı. Karşımızda duran güzelliğini tarif edemediğimiz bu hayatın cevherleri, yaratılış ve yaratıcının kusursuz güzelliğini sanki gözlerinizle görün dermişçesine bize haykırıyordu. Çığlıklar atmaya çalışan bu şeylerin sadece ruhları değil sesleri de tutsak alınmıştı. Çünkü açılan her bir kapının ardında gördüğümüz şeylerin varlıklarını hissedemiyor, seslerini duyamıyorduk. Bu şeyler milyonlarca farklı türe ait ruhlardı. Çünkü her kanatlı ruhun kendine ait bir siması vardı. Şeffaflığından çok net görülemese de az da olsa kimlikleri seçilebiliyordu. Edna'ya geldiğimden bu yana tanıdığım her türden canlıdan bir kısmı burada esir edilmişti. Daha bilmediğim milyonlarca türden canlı burada kurtarılmayı bekliyordu.

Gördüğümüz manzara ne kadar üzücü olsa da vakit üzülmek değil özgürlük vaktiydi. Yaşlı Elza bu nedenle kısa sürede toparlanmış ve ritüeline odaklanmıştı. Çantasından çıkardığı bilmediğim bir sürü malzeme ile şifacı diye bilinen Edna'daki adı Skt-Rley olan bir simyayı hazırlıyordu. Bu simyanın düzeltemeyeceği hiçbir hastalık, yara ya da özür yoktu. Kusursuz şifa simyasıyla bu ruhları özleriyle kavuşturacak olan da buydu. Birkaç dakikayı bulan hazırlığını tılsımlı sözlerini fısıldayarak tamamlamıştı. Şimdi karşımızda küçük bir şişenin içinde pembe renkli yarı akışkan bir sıvı duruyordu.

Şişe ve içindeki sıvının küçüklüğü karşısında Yaşlı Elza hariç hepimiz şaşkınlık içinde kalmıştık. Bu denli büyük bir mağara ve içindeki milyarlarca canlı için bu kadarcık şifa yetecek miydi? Kafamız karışmış bir şekilde birbirimize bakarken Yaşlı kadın gülümseye başladı ve

"Şifacının simyası henüz tamamlanmadı. Son aşaması çoklama ve dokuma olacak." demiş ardından da mağaranın girişine kadar geri çekilmemizi istemişti. Mağara girişine çekilmiş onun yaptığı son aşamayı izliyorduk.

Yaşlı kadın elindeki şişeyi mağaranın hemen girişinde yere koymuş ve ritüelini başlatmıştı. Ritüelin çoklama ve dokuma kısmı dediğine göre eş zamanlı olacaktı. Şifacı hem çoklanacak hem de tüm mağarayı içindeki şifasıyla dokuyacaktı. Ritüelini tamamlayan sözleriyle birlikte yerde duran şişenin içindeki sıvı kendiliğinden yükselmeye başlamış ve havada garip hareketlerle çarpışarak kendini çoğaltmaya başlamıştı. Gözlerimizin önünde girdiği reaksiyonla çoğalmaya devam eden sıvı mağaranın içine doğru yayılmaya başlamıştı. Sıvı sanki bir kazağı örüyormuş gibi mağara ve içindeki her şeyi dokumaya başlamıştı. Şimdi karşımızda şifacı denen sıvıyla dokunan örgüyü anımsatan muhteşem bir görsel şölen duruyordu. Yaşlı Elza da dahil hepimiz olanların muhteşemliğine kendimizi kaptırmıştık. Görsel şölen görevini tamamladığındaysa Ynowkle'nin bahsettiği güzellik tüm ışıltısıyla kendini bize sunuyordu.

Mağaradaki tüm dikit ve sarkıtlar kırılarak yerlerinden ayrılmaya ve çoğunu tanımadığım binlerce çeşit canlıyı dokumaya başlamıştı. Karşımızda bedenleri dokunan canlıların ruhları ışıksal bir şölenle bedenlerine mühürleniyordu. Dokunması biten ve lanetten kurtulanlarsa reveransları eşliğinde kendi gerçekliği ve zamanına geri dönüyordu. Bu işlem belki de saatlerce devam etmişti. Ama biz bir saniyesini dahi kaçırmak istemiyorduk. Mağaranın içi bir süre sonra tamamen boşalmıştı. Tam bittiğini düşündüğümüz bir anda küçük bir kırılma sesi daha duyulmuştu. Diğerlerinden daha güçlü bir ışık eşliğinde son dokuma gözlerimizin önünde başlamıştı. Bu dokuma diğerlerinden daha farklıydı. Sanki güçlü bir simyacının bedenini dokuyordu. Çünkü her santimi dokunan bu canlı çevresine kusursuz simyasının varlığını hissettiriyor, muhteşem kimliğinin kokusuyla da hepimizi büyülüyordu. Esbula'nın dediğine göre bu hissettiklerimiz dokunan canlının muhteşemliği değildi. Bu kutsal kalkanın saklı mührüydü ve bana teslim edilmek üzere güçlü ve sadık bir ruha emanet edilmişti.

Dokuması diğerlerinden daha uzun süren bu canlı dokundukça karşımızda bir insan vücut giyinmeye başlamıştı. Dokunan canlı son halindeki varlığıyla resmediliyordu. Yani kaybolurken kaç yaşındaysa o yaşta üzerine ne giymişse o giysilerle. Beden ve eş zamanlı giysi dokumaları attığı her ilmekte birlikte ruhumun derinliklerinde birer yara açmaya başlamıştı. Çünkü dokunan bu kişi adını dahi telaffuz etmeye korktuğum biriydi. Karşımda olan hem o olsun istiyordum hem de onunla karşılarsam ne yaparım ona ne söylerim diye korkuyordum. Ama gerçekler duygu karmaşamızdan habersiz bize merhaba demesini iyi biliyordu. Dokuması biten canlı gözlerimizin önünde tamamlanmış ve bize gülümsemeye başlamıştı.

Üzerinde yakası güpürden küçük çiçeklerle örülü uzun beyaz bir elbisesi vardı. Saçlarının ilmekleri hep olduğu gibi ışıldıyordu. Gözleri büyük bir sevgiyle parlıyor bize doğru koşmamak için kendini zor tutuyordu. Yaşlı Elza ve bense büyük bir çaresizlikle onun gözlerine bakıyorduk.

Karşımızdaki canlı bizde oluşturduğu etkiye aldırmadan mağarayı seri adımlarla geçerek yanımıza ulaşmıştı. Şimdi tam da önümüzde duruyor gözlerimizin içine bakıyordu. Gözlerinin içindeki mavinin içindeki yeşil renkleri barındıran hareler tüm ışıltısıyla yüreklerimizi titretirken avuçlarının içindeyse en son kasıklarına gizlediği o tohuma benzer şeyler duruyordu. Ve onları bana doğru uzatıyordu. Ardından da,

"Çok üzgünüm kızım. Böyle olsun istemezdim. " diyen annem bir bana bir de yaşlı Elza'ya bakıyordu.

"Seni kısa bir süre, seni ise bir ömür boyu terk ettiğim için üzgünüm kızım. Ama buna mecburdum. Bu tohumların kutsal kalkanın tamamlanması için saklanması gerekiyordu. Ve artık kaçacak yerim kalmamıştı. Onları henüz tanışmadığın büyük büyük baban Frank'ten saklamam ve sana teslim etmem gerekiyordu. Frank ise onları benden almak ve kaderimizi değiştirmek istiyordu ve bu kaderde sen yoktun."

Loading...
0%