@aylindeyiz
|
VAR OLANI BULMA Oysa ki asıl hakikat, asırların yazamadığını yaşayan cesur yüreklerin içindedir. Çağları delip geçen aşkların, savaşların, yıkımların, ölümlerin ve doğumların asıl kahramanların hiç anlatılmayan, anlatılmayacak olan efsanelerindedir. Kalemi tuttuğum parmaklarım uyuşmaya başladığını hissettiğimde, bir miktar ara vermek için oturduğum kafenin rahatsız metal sandalyesinden geriye doğru yaslandım. Bugün, diğer günlere göre sokaklarda daha az insan vardı. Bu benim açımdan elbette iyi bir durumdu. Blog sayfamda yayınlayacağım yazının taslağını çıkarmayı uzun zamandır erteliyordum. New York bugün benim için çalışıyordu en azından. Noel yaklaşıyordu bu nedenle sokaklar eşsiz renkleri ve ışıkları ile süslenmeye başlanmıştı bile. Noel zamanlarını her zaman büyük bir heyecanla beklemişimdir ancak ilk defa zamanın yavaş geçmesini ve hatta durmasını istiyordum. Noel'den sonra çalıştığım müzeye kazılardan çıkan ve çözümlenmeyen yeni semboller ve kalıntılar gelecekti. Bu durum ise benim gece gündüz çalışacağımın acımasız bir göstergesiydi. Gece gündüz çalışıp çözümlediğimiz sembolleri her hafta sonunda uzun bir metin halinde belgeleyip blog sayfam için paylaşıyordum. Soğumuş kahvemden uzun bir yudum aldım. Bugün yeterince kafein alan damarlarım artık büyük oranda bol oksijenli bir yürüyüşü hak etmişti. Central Park hiç olmadığı kadar temiz ve berrak havası ile adeta her seferinde ilk defa görüyormuş gibi büyülüyordu beni. Etrafta gün sonu yorgunluğunu atmaları için gezinen orta yaşlı insanlar ile el ele gezip öpüşen çiftler yaşamın zıtlığını ortaya koyuyordu. Uzun bir yürüyüşün ardından aniden bastıran yağmura karşı yaklaşık 5 dakika yürüme mesafesi olan evime doğru koşar adımlarla yürümeye başladım. Kaşe mantomun düğmelerini ilikleyip, yanımdan hiç ayıramadığım neredeyse bir valiz kadar büyük çantamdan şemsiyemi çıkardım. New York'ta yaşamak, bu tür sürprizlere alışkın olmak anlamına geliyordu. Ailemden küçük yaştan beri ayrı yaşıyordum. Onlar Louisiana eyaletinin en büyük şehri olan New Orleans'ta yaşıyorlardı. Henüz bebekken evlatlık olarak verilmişim fakat gerçek ailem kadar seviyordum onları. Sahi, gerçek ailemi hiç tanımamış olsam bile, şu an ki ailemi her şeye rağmen yine de çok severdim. Adımlarımı hızlandırıp bir an önce kırık dökük apartman daireme ulaşmayı hedefliyordum. Bugün uzun bir duşun ardından yazdığım taslağı bitirmem gerekiyordu. Blog sayfamda yalnızca işimi değil zaman zaman iç dünyamda çözümleyemediğim şeyleri de yazmak istiyordum. Bugün ruh halim tam anlamıyla yarım bıraktığım işlerimi tamamlamaktan yanaydı. Eve gidip bir an önce işlerimi bitirme hayalleri kuruyordum fakat karşımdaki bankta duran genç bir kız dikkatimi çektiğinde yeniden adımlarımı yavaşlattım. Yağmur damlalarımı boynumdan akarak beyaz gömleğimin açık yakasından içeriye sızıyordu. Soğuk damlalar göğüslerime değerken hafif bir şekilde ürperdim. Bu genç kızın yağmurun bu denli şiddetine rağmen hareketsiz bir şekilde oturması beni rahatsız etmişti. İçten içe bu görüntü beni ürkütse de New York'ta yaşamak bu tür şeylere alışık olmak anlamına geliyordu. Muhtemelen bir madde etkisinde olabilir diye düşünüyordum. Ağır adımlarla genç kızın oturduğu banka doğru ilerledim. Yüzünün üzerine düşmüş ıslak saçlarından bir hareket görmeyi beklerken herhangi bir hareket olmamıştı. Elimi omuzuna götürüp, ''Miss?'' diye sorduğum an uzaktan bağırarak gelen bir adamın sesi ile irkilerek aniden geri çekildim. ''Sorun yok madam, sorun yok.'' Ellerini ona dokunmamamı belli etmek istercesine sallıyor, koşar adımlarla bir an önce genç kızı oradan almak için geliyordu. ''Ahh, evet... Üzgünüm... Ben, yalnız görünce...'' Konuşmamı tamamlamaya fırsat vermeden sürekli sözlerimi bastırmaya çalışıyordu. ''İlginiz için minnettarım fakat bir önce kız kardeşimi alıp gitmem gerekiyor.'' Önce hâlâ hareket belirtisi vermeyen genç kıza baktı sonra yeniden bana döndü, ''Kendisi biraz rahatsız.'' Yüzünden aşağıya yağmur suları akıyordu. Saçları yüzünün yan taraflarına düşmüştü. Yüzüne mutsuz bir ifade yerleştirerek, ''Psikolojik olarak iyi değil.'' Genç kızı hızlı bir şekilde kolundan tutup ayağa kaldırdı. Onun kulağına doğru eğilerek bir şey söyledi. İçimde yer alan huzursuz histen dolayı odaklanarak ne dediğini duymaya çalıştım. ''Hadi Caroline!'' Öfkeli olduğunu belli eden bir ses tonu ile, ''Gitmemiz gerek!'' Hayatımın gizemler içinde olduğu yetmiyormuş gibi bir de bunun üzerine eklenmesi beni bugün biraz sarsmıştı doğrusu. Bugünü böyle kapatmamam gerekti. Apartmanıma doğru düşünceli adımlarla yürüyordum. Eve dönüş yolunda yağmur şiddetini neredeyse yitirmişti. Yağmurun kesildiğini bile neredeyse fark edemeyecek kadar dalgın bir haldeydim. Kızın psikolojik sorununun ne olduğunu öylesine merak etmiştim ki, içten içe ona şefkatle sarılma isteğimin olduğunu bile hissetmeye başlamıştım. Dönüş yolunda apartmanına yakın bir yerde Meksika yemekleri yapan bir yere uğrayarak sevdiğim menüden aldım. Sanırım ruh halimi değiştirecek en iyi şey sevdiğim bir yemeği yemek olacaktı. Yemeği alır almaz apartmanın eskimiş kırmızı kapısından içeriye girdim. Sırılsıklam olmuş şemsiyemi apartmanın girişinde kapatmaya çalışırken üst kat merdivenlerinden gelen ayak sesi ile refleks olarak bakışlarımı merdivenlere doğru yönelttim. Normal bir gün de apartmanda gürültü anlamında çıkan tek ses alt katımda kalan Nick ve karısı Stella'nın gereksiz yere çıkan kavgalarıdır. Bugün garip bir kargaşa vardı. Merdivene yansıyan gölgelere hala açık duran şemsiyemin üzerinden baktığımda ise 3 kişi olduklarını varsaydığım insanlar kendi aralarında konuşarak aşağıya doğru geliyorlardı. Uzaktan gelen boğuk seslerden hiçbir şey anlaşılmıyordu fakat ayak sesleri onların apartmandan çıkacaklarını gösteriyordu. Şemsiyemi kapatmayı bilerek geciktirirken merdivenlerden gelen sert ayak sesleri apartmanın girişindeki en köşeye doğru gitmeme sebep olmuştu. Adeta metalden yapılan botlar giymişçesine gelen bu sesler, yıllarca kendi halinde ve neredeyse yıkılmamak için zor duran apartmanımda neden vardı oldukça merak etmiştim. Nihayet görüş alanıma birisi girdiğinde gözlerimi hemen çevirerek şemsiyemin üzerindeki suları abartılı bir şekilde temizlemeye başladım. En önde simsiyah giyimli ve uzun boylu olan bir adam apartmandan çıkarken en köşede duran beni görmemişti bile. Arkasından gelen ve onun da arkasından gelen simsiyah giyinen kişi de aynı şekilde beni görmemişlerdi. Onlar apartmandan çıkarken bende merak içinde hızlı bir şekilde durduğum köşeden çıkarak merdivenlere doğru yöneldim. Yukarıya doğru bakarken az önce çıkan ekipten kalan 1 kişi daha vardı. O diğerlerinden daha geride geldiği için ayak seslerini duymamıştım. Son merdiveni de inip çıkış kapısına giderken artık köşede olmadığım ve fark edildiğim için bana bir şey soracak gibi bekledim. Ancak beklediğim gibi bana bir şey sormak yerine beni görmezden gelerek yanımdan geçti. Bunun vermiş olduğu cesaretle apartman kapısından çıkan kişiye arkamı dönüp baktım. Ona baktığımı hisseder gibi duraksayıp bana doğru döneceği an kafamı çevirip merdivenlerden çıkmaya başladım. İşte tam o an, ''Affedersiniz?'' diye sordu. Siktir. Dikkat çekmemek için çabalarken tam tersini yarattığım için kendimi içten içe tebrik ederken oldukça normal bir yüz ifadesi ile geri dönerek yabancıya doğru baktım. ''Evet?'' Abartılı bir şekilde gülümsüyordum. Neden bu insanlardan kaçtığımı anlamıyordum ama garip şekilde ürkmüştüm. Sanıyorum ki dünya üzerinde herkes bu şekilde gezen bir grup zebani gibi topluluğun karşısında savunmasız ve çaresiz hissederdi. Zaten mesleğimden dolayı yeterince hayatımın içinde gizem eksik olmasa da bir de bu tür şeylerle yaşamı kendime dolaylı olarak zorlaştırmak elbette ki istemiyordum. ''Buralarda siyah, uzun ve düz saçlı bir kız gördünüz mü?'' Elini göğüs hizasına getirip, ''Sanırım şu boylardaydı.'' Tarif ettiği kız bana bugün gördüğüm genç kızı hatırlatmıştı. Onu sorabilme ihtimalinin olacağını biliyordum ama hangi tarafa güvenebileceğimi bilmiyordum. Genç kızın yanındaki yabancı apayrı, az önce gördüğüm uzun boylu siyah giyimli adamlar apayrı bir güvensizlik barındırıyordu. Ahhh! Olayların dışında her ne kadar istesem bile kalamıyordum. Sadece sıradan bir iş çıkışı günü geçirip, kahve saatimden sonra Meksika yemeğimi yiyecektim. Muhtemel bir polisiye olaya yanlışlıkla dahil olan birisi olarak ödüllendirilmem gerektiğini düşünüyordum. ''Hmm, üzgünüm bahsettiğiniz tarife uygun kimseyi görmedim.'' Susmam gerektiğini biliyordum. ''New York bu mevsimlerde yağmurlu olur bilirsiniz, yoğun bir iş çıkışı direkt eve gelmek için büyük bir istek duyuyordum açıkçası.'' Bu ayrıntıları neden veriyordum ki? Suçlu olmasam bile suçlu gibi görünecektim. Artık susmam gerekti. Bu kadar gereksiz detay bilmesine gerek yoktu. Fazla uzattığımı fark edip yüzümü ciddileştirdim, ''Kimseyi görmedim.'' diye bitirdim. Apartmanın kapısında dikilen yabancı beni şaşkın gözlerle izliyordu. Gereksiz birçok konuşmama karşın söylediği tek şey, ''Teşekkürler.'' olmuştu. İşte tam şu an kafamı bir yerlere gömmek istiyordum. Yine suçlu olduğumu kabullenircesine fazla detaylı konuşmuştum. İnsanların hareketlerinden ne anlatmak istediklerini, göstermekten öte görülmek istediği noktaları görme gibi bir lanetim vardı. Evet, ben bunu bir lanet olduğunu düşünüyordum çünkü sıradan bir insanın yalanını çok kolay yakalayabilir, insan ilişkilerimde çoğu zaman mutsuz olabiliyordum. Bu adamlarda farklı bir şey vardı. Okuyamıyordum. Onlar kendilerini göstermiyor değil de, ben gerçeği göremiyor gibiydim. Bu durumu maalesef hayatımın birçok yerinde yaşıyordum. Bir sembol bilimci olarak hareketleri ve mimikleri istemsizce analiz ediyordum ve bu yabancının bende garip bir şeyler hissettiği belliydi. ''Rica ederim. İyi akşamlar.'' dedikten sonra arkamı dönüp merdivenlerden yukarıya hızlıca çıktım. Dairemin kapısına geldiğimde apartmanın girişinde sertçe kapatılan kapının sesini duymuştum. Nihayet gitmişti. Görünürde bir sorun yoktu. Aslında genel olarak bir sorun yoktu ama ben adeta sorunu kendime çekerek onlara benden şüphelenmelerini meşru kılmıştım. Ancak kimse ile ilgili bir bağlantım olmadığıma dair birçok görüntü veya kişi delili sunabilirdim. Apartman daireme girip kapıyı yıllar sonra ilk defa birçok kez kilitledim. Elimdeki yemeği mutfağa bıraktıktan sonra, ıslanmış kıyafetlerimin hepsini girişte çıkararak küvete doğru koşar adımlarla ilerledim. Sıcak suyun dolmasını beklerken banyonun aynasından yüzüme bakmaya başladım. Yağmurdan dolayı göz altlarıma akmış olan rimelim ile adeta gece boyunca ağlamış gibi görünüyordum. Tam yüzümü yıkayacağım sıra içerden telefonum çalmaya başlamıştı. Salona gidip çantamdan telefonumu alıp yeniden suyu neredeyse dolan küvete doğru ilerlemeye başladım. Soğuk mermerin üzerine yavaşça otururken tenime değen soğukluk vücudumdaki tüyleri kabartmıştı. Arayan John'du. Müzede beraber sembolleri incelediğim göründüğünden fazla zeki ve konuşkan iş arkadaşımdı. Genelde kazıların sonunda müzeye gelen eserleri ilk inceleyen kişi John'du. Daha sonra tezlerini benimle ve ekiple beraber paylaşırdı. Telefonu açar açmaz nefes nefese kalmış sesi dikkatimi çekmişti, ''Ocean! Lütfen bana evde olduğunu söyle!'' Adımı ailem dahil herkes Oce olarak söylerken, John adımın tamamını söylemeyi tercih ediyordu. Onun için isimler insanın öz benliğini yansıtan ve varlığını hatırlatan değerli şeylerdi. Eksiksiz, tam ve kusursuz olarak söylenmeliydi. ''Evdeyim John. Bir sorun mu var?'' Onun için endişelenmiştim. ''Hayır, fakat görmen gereken bir şey var.'' Telefonu kapatır kapatmaz küvetin suyunu durdurup, üzerime bornozu geçirdim. John oldukça dakik birisidir. Evde olduğumu sorduğuna göre mutlaka apartmanın önünde olmalıydı. Salona doğru bir sigara yakmak için geçerken, tahminimde asla yanılmayarak kapının sesini duyar duymaz duraksadım ve kapıyı açtım. ''Ocean! Her ne yapıyorsan bırak ve hemen buraya gel!'' Heyecanlı ve bir o kadar da endişeli duruşu ile merakımı çekmeyi başarmıştı. Bornoz ile onu karşıladığımı göremeyecek kadar farklı bir şeye odaklanmıştı yoksa mutlaka bu görüntüme imalı bir söz söylerdi. Sırılsıklam bir şekilde içeriye girmesi hala yağmurun dinmediğini gösteriyordu. Mutfakta duran bar masasına doğru geçerken cebinde kağıtlara sararak koruduğu ufak bir defter çıkardı. ''Çözmemiz gereken bir şey var.'' Masaya dikkatlice koyup defteri açtıktan sonra kahverengi deriden yapılan ince bir defter ortaya çıkmıştı. Masanın diğer ucunda kalan merceğimi isteyip deftere dokunmadan dikkatlice incelemeye başladım. ''Bunu nereden buldun John?'' diye sordum. ''Müzeden çıkarman için ya çok değerli bir şey olmalı, ya da bu müzenin dışından keşfettiğin bir şey.'' dedim. John bana siyah gözlüklerinin üzerinden gururla bakarak, ''Ahh işte benim zeki partnerim. Seni bu yüzden seviyorum. Beni hiç yormuyorsun. '' Ona doğru dik bir şekilde kaşlarımı çatıp bakmaya devam ederken ikimizde bir anda kahkaha patlattık. ''Artık bu defteri nereden bulduğunu söyleyecek misin?'' diye sordum ısrarla. Merceğimle beraber defterin her yerini büyük bir titizlik ile inceliyordum. ''Söyleyeceğim fakat şu an zamanı değil Ocean. '' Merceğimi bırakıp John'a ciddi bir şekilde baktım. ''Bizi bir suça sürüklemiyorsundur umarım John. Aksi takdirde sana yardım etmeyeceğimi biliyor olmalısın.'' diye oldukça net bir şekilde konuştum. ''Merak etme Ocean, bu defteri müzeye teslim etmeden önce sadece birisinden haber bekliyorum. Yasadışı bir şey yapmadığımızı bil.'' dedi. Defterin derisi oldukça eski bir dönemde olduğunu gösteriyordu fakat net bir yargıya ulaşmam için müzede olmam gerekiyordu. Mutfağımın yetersiz ışığı altında üzerinde belli belirsiz gördüğüm şeyleri çözüme kavuşturmam neredeyse imkansızdı. Defteri incelemeye devam ederken gözüme defterin kapağında birkaç tane tırnak izine benzeyen yatsı çizgiler takılmıştı. Oldukça eski deri kapaklı deftere adeta bastırılmış bir şekilde görünüyordu fakat bu tam olarak neyi ifade ediyordu? ''John!'' John'a bunu görmesi için dürttüm ve merceği eline verdim. Tırnak izlerinin olduğu konumu söyleyerek orasını incelemesi gerektiğini söyledim. ''Bir şeyler bulabildin mi?'' diye sordum. ''Bana biraz zaman ver.'' dedi. ''Bulacağım.'' Derisinin dokusundan ve görünüşünden anlaşıldığı kadarıyla oldukça eski bir defterdi. John'un bu defteri benimle paylaşmasının sebebini çok merak ediyordum. Normal zamanda kendini riske atmayan hatta aksine gerek toplum içinde gerek bireysel olarak kendi kurallarına oldukça bağlı bir insandır. İçten içe ona güveniyordum fakat yine de sonucunda bizi felakete sürükleyecek bir işi yapmak istemiyordum. John uzun süre tırnak izlerinin anlatmaya çalıştığı şeyi kağıtlara çizerek çözmeye çalışmıştı. O çözene kadar ben 3 adet sigarayı içmiştim bile. ''Ocean, bunu görmelisin.'' Elimde 4. kez yakmayı planladığım sigaramı bırakıp koşarak bar masasına doğru ilerledim. John'un masada rastgele duran kağıtlara çizdiği sembolleri tek bir çizimde birleştirmişti. Açıkçası bu sembolü şimdiye kadar ilk defa görüyordum. ''John, bu tam olarak neyin sembolü?'' diye sordum. John içinden bir şeyleri mırıldanarak, elindeki kalemle sembolü çözümlemeye çalışıyordu. Bir şeye odaklandığı zaman hep böyle yapardı ve kimsenin ne dediğini duymazdı. Onun bu durumuna alışkın olduğum için bekliyordum. ''Ocean... '' Konuşmasına devam etmesi için kafamla işaret verdim. ''Sanırım bu bir beden değişimi için yapılmış ritüel.'' Ona anlamayan gözlerle baktım. ''Ve bu bulduğum şey tarihi değiştirebilir.''
|
0% |