Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Bölüm, Ve Çark Tam Tersine Döner

@aylindeyiz

Kısım3

Kısım3

''Var Edileni Yok etme''



Kim ki bu hayatın fırtınasına kapılır,

Zaman onu da yok eder.

İnsan ki bir avuç toprak,

Her sarsıntıda unutulacak.

Belki bir bakış, ufak bir kelime ya da minik bir dokunuş beni bu yalnızlığımdan koparabilirdi. En azından şimdiye kadar hep öyle düşünmüştüm. Kurtuluşumu bir insana bağlamıştım. O var ettiğim ama bilmediğim kişiyi beklemekten bile acizdim oysa ki.

Şimdi ise savrulup giden, benliğimin ve mantığımın sınırlarını aşan bir şeyin içindeydim. Ve gariptir ki, şayet varsa bir kurtuluş günüm, bu sınırları aştığımda bulacağımı hissediyordum. Beni bu duruma bağlayan yegana şey buydu.

Michlaud'a her baktığımda geçmişimden bir parçayı bulmuşum gibi hissediyordum. Bu bana acı mı veriyordu, bilmiyordum. Ancak karanlık kuyularda gezinen geçmişimde Michlaud neredeydi, emin değildim. Sadece küçük gibi görünen ancak büyük bir şey, beni ona çekiyordu.

Michlaud ile en kısa zamanda yeniden bir araya gelmek için son kez konuştuktan sonra müzeden ayrıldım. Gün batımının turuncu ışığı her yeri aydınlatıyordu. Soğuk içime işlerken trençkotumun düğmelerini kapattım ve evime doğru yürümeye başladım. Güneş vardı ama ısıtmıyordu. Ne kadar ironik...

Eve dönüş yolunda zihnimi boşaltmaya ve düşünmemeye çalışıyordum. Derin nefes alarak soğuk havanın burun deliklerimden içeriye girerken bıraktığı yakma hissini seviyordum. John geldiğinde defterin benimle olan ilgisine dair bir şeyler bulabileceğimizi umuyordum. Hem heyecanlı hem de içime dönüktüm. Hem yalnız kalmak istiyor hem de korkuyordum. Beni bekleyen şeyi bulmadan, bir amaç uğruna var edilmemiş yaşamaktan ve ardından yalnızlık içinde ölmekten korkuyordum.

Kafamı kaldırıp apartmanımın dönüş yolunda taze kahvelerini çok sevdiğim küçük bir dükkanın tabelasını gördüm. Sıcacık bir kahveyi şu an evimde beni bekleyen votkaya tercih edecektim. Dükkanın kapısından içeriye girer girmez taze çekilmiş kahvelerin kokusu bile zihnimi uyandırmaya yetmişti. İçeriye girer girmez kasada ki beni tanıyan kız gülümsedi. ''Her zamankinden sanırım değil mi?'', diye sordu. Gülümsedim. Böyle ayrıntıları hep sevmişimdir. ''Tabii ki de.''

Kahvemi alıp apartmanıma doğru yürürken caddeler gittikçe boş bir hal alıyordu. İnsanlar bu soğuk havada kendini kapalı mekanlara atarken caddelerde insan kalabalığı iş çıkış saatlerinde tamamen yok oluyor gibiydi. Kahvemden sıcak bir yudum aldığımda, yürüdüğüm caddede yalnız olmadığımı fark ettim. Arkamı dönüp baktığımda ise kimseyi görememiştim. Yerde bir miktar kar vardı ve ayakkabıların çıkardığı ses ile birleşimce birilerinin yürüdüğü kolaylıkla anlaşılıyordu.

Apartmanıma vardığımda ise gün batımı neredeyse kızıllığa dönmüştü ve hava kararmaya başlıyordu. Kahvemden bir yudum daha almaya çalışırken bir anda gelen sarsıntının etkisi ile neredeyse düşecek gibi oldum. Kolumdan güçlü bir el beni yakalayınca öncelikle yaşadığım şaşkınlıkla o güçlü elin sahibine doğru baktım. ''Davier?'' Öncelikle beni tam anımsayamadığını belirten yüz ifadesi saniyeler içinde ufak bir tebessüme dönüştü. ''Ocean?''

Duruşumu düzeltirken elini kolumdan yavaşça çekti. ''Affedersin, çok şaşırdım. Açıkçası karşılaşmayı hiç beklemiyordum. '', dedi.

Trençkotumun üzerine dökülen kahve lekelerine baktım. ''Sanırım ben de beklemiyordum. '', dedim.

Gülümseyerek başını öne eğdi. Gün ışığında yüz hatları daha belirgin bir şekilde fark ediliyordu. ''Nasılsın?'', diye sordu.

Derin nefes alarak dışarıya verdim. ''Hala hayatta olabildiğime seviniyorum diyebilirim.'' Gözlerini kısarak bana anlamayan bir ifade ile baktı. ''Sen nasılsın?'', diye sordum.

Böyle bir cevap beklemediği için yüzüne yerleşen ifadeye gülmemek için kendimi güçlükle engelliyordum. ''İyiyim'', Yere bakıp tekrar yüzüme baktı, ''İyi olmaya çalışıyorum.'', dedi.

''Buralarda mı yaşıyorsun?'' diye sordum. Aramızdaki bu tuhaf selamlaşmanın önüne geçmek istiyordum. ''Evet, yeni taşındım.'' Eliyle işaret ettiği yere baktım, ''Şu caddenin arkasında yeni bir daire tuttum. '' Gösterdiği yer bana çok yakın bir apartmandı. Neredeyse benim dairemi görüyordu. Gülümseyerek, ''Çok sevindim. Buralar sessiz ve sakindir.'', dedim.

''Hareketlilikten kaçmak için iyi bir yer olduğunu biliyordum. '', dedi. Yüzüme uzun uzun bakmayı sürdürürken başka bir şey söyleyecek gibiydi. Kısa süren bir kararsızlığın ardından yeniden konuşmaya başladı. ''Son karşılaşmamızdan sonra seni göremedim. '' Ciddiyetle söylediği şeyi espriye çevirmek istediği her halinden belliydi. ''Yoksa, benden mi korktun?'' diye sordu.

Kaşlarımı çatarak güldüm. ''Neden senden korkmalıyım ki? '' Ellerini cebine koydu. ''Bilmiyorum, o gece neredeyse kaçar gibi ayrıldın bardan. Oysa ne güzel dans ediyorduk değil mi?'' Yüzüne yerleşen muzip ifade hoşuma gittiği için ben de bu ortamı sürdürdüm. ''Ahh, sanırım cazibene dayanamadım.'', dedim. İkimizde kahkaha atarak az önce aramızda olan gerginliği yıkmıştık. Onu ilk tanıdığımda da o rahatlık hissi bedenimi ele geçirmişti. Şimdi ise saniyeler içinde yeniden aynı hissiyat ile dolmak garipti. Davier'ın ruhunda insana iyi gelen bir şeyler vardı. Diğer elimi trençkotumun cebine koyduğumu fark edince, ''Hava epey soğudu, seni daha fazla oyalamadan ve yarım kalan kahveni dökmeden ben gideyim. '', dedi.

Anlayışla gülümsedim. ''Sadece bir kahve, sorun değil. Seninle yeniden karşılaşmak güzeldi.''

Dudakları hafifçe kıvrıldı. ''Seninle de öyle.''

Yeniden gülümseyerek Davier'ı arkamda bırakarak yürümeye devam ettim. Onu gördüğümde son zamanlarda kendimi ne kadar ihmal ettiğimi düşündüm. Bana iyi gelen şeylerden çok, olması gerekenleri yaşıyordum. Kendimi az da olsa tanımlayabildiğim bir dünyanın içinden, bilmediğim diyarların yolculuğundaydım. Maalesef ki, hayat hiçbir zaman umduğunu tam anlamı ile veremiyordu.

Dairemden içeriye girerken yarım kalan kahvemi vestiyerin üzerine koydum. Oldukça lekelenen trençkotumu ve üzerimdeki diğer giysileri de alıp yıkanması için kirli sepetine yerleştirdim. Rahat kıyafetlerimi giyerken iradem ile girdiğim amansız savaş sonrasında kendime bir kırmızı şarap doldurmaya karar verdim.


Salondaki koltuğa kendimi atıp biraz göz kapaklarımı dinlendirmek istiyordum. John gelene kadar en azından biraz ön araştırma yapıp ya da yaşadıklarım arasında gözden kaçan bağlantılar bulabilirdim.

Bir tapınak... Resmedilen bir kurban ayini.... Aztek döneminde elbette birçok kurban ayini yapıldı ancak bu ayinin resmedilmesinin ne gibi bir özel yanı olabilirdi?

Bu deri defter bir tanrıya yakarışın tezahürü olabilir miydi? Bu dünyadan giderken bir iz bırakmak isteyen bir kadının kendini sembollere dökmenin hikayesi miydi? Defterin çözümlenmesinin ya da defterin bir şekilde benim de karşıma çıkmasının bir sebebi olacağını hissediyordum. Başka türlü peş peşe gerçekleşen bu olayların başka bir açıklaması olamazdı.

Riwar'ın tarihte hiçbir izi olmayan bir anlamı vardı. Bu adam neden özenle bu defterin içindeydi hala anlamlandıramıyordum. Kapının sesi ile irkilerek neredeyse elimdeki kadehi üzerime dökecektim. Bugün içeceklerim benimle bir sorunu vardı sanırım.

Kapının deliğinden John'un kemik gözlükleri parlıyordu. Gülümseyerek kapıyı açtım. ''Işıltın sen gelmeden yansıyor.''

Bana anlamayan gözlerle baktığında kahkaha atarak onu az önce oturduğum koltuğa davet ettim.

''Gelip gelmeme konusunda kararsız kaldım ancak artık bu defterin artık seninle de ilgili olabileceğini düşünüyorum.'', dedi. Bu söylediği benim de dikkatimi çekmişti çünkü ben de tam anlamıyla öyle hissediyordum. Hislerimi adeta duymuş gibiydi.

''Artık ben de öyle düşünüyorum. Bir şekilde benimle karşılaşmak istedi. Defter sanki bulunmak isteyen canlı bir ruh gibi.''

John çantasında özenle sardığı defteri masanın üzerine dikkatlice bıraktı. Koltuktan kalkıp dizlerimin üzerinde yerde oturup defteri yakından incelemeye başladım. Kapağına dokunmadan yavaşça açtım ve incelediğimiz kısımları yeniden hızlıca gözden geçirmeye başladık.

John ile çalışmanın keyfi bambaşkaydı. Kendini tamamen o an yaptığı işe vermek gibi bir alışkanlığı vardı. Çevresinde gerçekleşen herhangi bir olay onun dikkatini çekmeye yetmiyordu. Bu meslek adeta kendisi için özenle yaratılmıştı sanki...

Eğer bir şeyi yapmak isterse hiç vakit kaybetmeden o işi bitirmek ve aklındaki soruları cevaplamak isterdi.

''Tapınak tasviri ayini resmediyordu,'' kendin kendine konuşuyor ve susuyordu. ''Su kelimesini anlatan eski Aztek dilinden bir kelime bulduk,'' o konuşurken ben de aklımdakileri birleştirmeye çalışıyordum. ''Riwar ismini keşfettik,'' parçaları oturtmaya çalışıyorduk.

Defterin bir sonraki sayfasına geçip elimizde merceklerle incelemeye devam ettik. ''Şurada bir bebek mi görüyoruz Ocean?'' Baktığı yere doğru merceğimi çevirdim. Detaylara baktığımda kundağa sarılmış bir bebek resmedilmişti. ''Evet,'' etrafındaki sembolleri incelemeye başladım. ''Bebekle beraber bir kadın var.''

John merceği eline alıp benim baktığım yöne bakmaya devam etti. ''Aynı ifadeyi gördüm. Su anlamına gelen Alt kelimesi kullanılmış.''

Mercekleri ikimizde elimizden bırakıp aklımızdan geçen teorileri üretmeye başladık. ''Tanrı Quetzalkoatl'la özdeşleşmiş bir kelime ve bir bebeğin doğumu ne gibi bir mesaj içeriyor olabilir ki?'', diye sordum.

John çenesini kaşıdı. ''Tanrı ya bu çocuğu kutsuyor ya da lanetliyor.''

Mutfağa doğru giderek John ile kendime kırmızı şarap doldurmaya karar verdim. Bu sırada yine aklımda birçok teori üretiyordum. ''Ya da kadın bebeğini korumak için bir şekilde kendini tanrıya feda ediyor da olabilir.''

John eline merceği alıp defteri incelemeye devam ederken ben de yanına oturarak şaraptan bir yudum aldım. ''Bir feda etme olayı olsa bu deftere işleneceğini hiç düşünmüyorum. Bu muhtemelen ondan daha anlamlı, daha derin bir sebebi içeriyor Ocean.''

Haklıydı. Ancak aklımdan her ihtimal geçiyordu. Geçmek zorundaydı. ''Michlaud ile ne zaman görüşeceksin?'', diye sordu. Beklemediğim bir anda gelen bu soru karşısında kendimi hazırlıksız hissetmiştim. ''Neden sordun?''

Merceği ile hala sayfaların köşelerini incelemeye devam ediyordu. ''Bilmiyorum. Belki ufak bilgileri de ondan alabiliriz. Biliyorsun adam işinde resmen çağ atlamış,'' çekinerek yüzüme baktı, ''Hem belki bize yardım eder.'', dedi.

Kaşlarımı kaldırarak John' a baktım. ''Bu defterden sadece bizim haberimiz olmayacak mıydı?''

Alt dudağını ısırdı. ''Evet Ocean biliyorum ancak ondan öğreneceğimiz çok şey var. Bir şekilde senin hem onunla hem de bu defterle ilgin varsa, onu bu konunun dışında tutmamız biraz haksızlık değil mi sence?'', dedi.

Yine sorgulanamayacak kadar haklı konuştuğu için John'a karşı savunma mekanizmam hızlı bir şekilde çöküşe geçmişti. ''Önerin nedir?'', diye sordum. ''Ya kaçak yollarla kimsenin haberi olmadan aldığımız bu defteri birilerine söylemeye kalkarsa?'' Son cümlemi abartılı bir şekilde vurgulayarak söylemiştim.

''Sanmıyorum. Kendisi de seninle olan görünmez bir bağın etkisi altında. Onu ilk gördüğüm ve tanıdığım hali ile şimdiki hali arasında büyük farklar var. ''

Gözlerimin içine adeta yalvarırcasına bakıyordu. ''Ocean, bunu yapmamız demek, her şeyi yapabilecek gücümüzün olması demek. ''

Derin bir nefes alıp kabullenemediğim ancak adım adım içine çekildiğim o kaderin hazin başlangıcını düşündüm. Ben neredeysem, Michlaud bir şekilde yanımda olmalıydı. Onu biz düşman mı dost mu olarak gördüğümü kendime de kanıtlamam için bir şeyler yapmaya ihtiyacımız vardı. Henüz onu hiç dinlememiş olduğumu fark etmiştim. Belki böylelikle onu bu zamana, bana veya bu hayata iten şey her ne ise öğrenirdim. Belki birbirimizin yolunda güvenilir bir rehber olurduk.

''Tamam.'', dedim. ''Sana ve içgüdülerime güveniyorum.'' John'un yüzü gülmeye başlamıştı. ''Hem onu dinlemeden, onun hayatını ve yaşadıklarını bilmeden ya da onu bana çeken o sebepleri bilmeden herhangi bir parçanın bütünüyle birleşebileceğini ben de düşünmüyorum.'', dedim.

Yüzü git gide ışıldamaya başlamıştı. Herhangi bir şeyi sorgusuz kabul etmem bile onun için mutluluk sebebi olabiliyordu.

Eline merceği alıp yeniden incelemeye geçerken ben de bir yandan bulduklarımızın notlarını alıyordum. İçten içe üzgündüm. Bir insan, sıradan bir insan, bu deftere yaşadıklarını anlatacak ne yaşamış olabilirdi?

John defterin sayfasına parmaklarına dokunmadan bir diğer sayfaya dikkatlice geçiyordu. Hızlı bir şekilde görebildiği sembolleri bir bütün haline getirip hikayenin bütününü görmek istiyordu. Henüz elimizde sadece semboller ve sembollerle ilişkili yan anlamlar vardı. Bu hikayenin çözümlenmesinde, bize göre henüz ilk adıma bile geçememiştik.

''Ocean, burada bir çizimden çok yazı dilinde bir şeyler anlatılmış gibi.'', elindeki merceği sıkıntıyla bıraktı. ''Tek tek hepsini araştırıp bu yazıyı çözmemiz gerekiyor. Bu demektir ki oldukça vaktimizi alacak.'' , dedi.

Aztek yazısı da Maya yazısına benzer şekilde ideogramların ve sesleri belirten fonetik sembollerin bir karışımından oluşuyordu. Yani bazı resim karakterleri nesneleri ve düşünceleri ifade ederken, bazıları da sesleri ifade ediyordu. Bizim ise uzmanlar dışında bunu çözmemiz oldukça vakit alacaktı.

''Artık gerçek anlamda yardıma ihtiyacımız olduğunu hissediyorsun değil mi?'' Bu sorunun cevabını elbette biliyordu. Michlaud, bu yazıyı bizden daha hızlı bir şekilde çözebilirdi.

Sıkıntıyla başımı salladım. ''Tamam, artık net bir şekilde ona ihtiyacımız var.''

Sırtımı geriye atarak düşünmeye başladım. John ise dirseklerini sehpanın üzerine yerleştirmiş bir şekilde gözlerini kapatarak düşünüyordu. ''Antik el yazmalarının olduğu arşivlere baksak belki tanıdık bir hikaye ya da benzer sembollerin işlendiği bir efsane veya metin bulabilir miyiz?'', diye sordum. Sesli düşünürken bir anda John'dan cevap bekliyordum.

''Şansımızı deneriz ancak sanmıyorum. Bu defter elime gizli yollarla geçti. Muhtemelen sadece tarihin bilinen tarafını buluruz.'' Derin bir nefes aldı. ''Bizim sahip olduğumuz şey ise tarihin hiç anlatılmamış ve anlatılmayacak bir tarafını anlatıyor.'', dedi.

''Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?'', diye sordum. ''Ya bu işin sonunda gerçekten çokta tarihi değer taşımayacak bir şey çıkarsa?''

John bu defterle tanıştığı günden beri ona büyük anlamlar yüklemişti. Elinde neredeyse kutsal bir kitap tutuyormuş gibi hissediyordu.

''Nasıl bu kadar emin miyim?'', şaşkınlıkla bana döndü, ''Beden değişimini anlatan bir ritüel yapıldı ilk sayfalarda, tapınaklar çizimi ve sadece tek bir tanrının sembolize edildiği bir şey elbette ki büyük bir patlama yaratacak Ocean.''

Sanırım onu gücendirmiştim. Ancak her ihtimale karşı hazırlıklı olmak bu meslekte önemli bir alışkanlıktı. Tabi ki her buluş, her keşfediş tarihi anlamak açısından önemliydi ancak beklediğimiz değerde bir şey çıkmaması da olası bir durum olabilirdi.

''Haklısın, bazı ayrıntıları kaçırmışım.'', dedim.

''Michlaud ile ne zaman görüşeceksiniz?'', diye sordu. Az önceki ufak çaplı krizi unutmuş gibiydi.

''Bilmiyorum.'' Doğruldum ve John'a baktım. ''Henüz karar vermedik.''

John bana ne zaman direnç göstereceğim bir şey söyleyecek olsa tüm beden dilini bana çevirir ve ikna etmek için tüm kozunu oynayacak bir havaya bürünürdü.

''Şimdi?''

Ona inanmayan gözlerle baktığım an konuşmama fırsat bile vermeden devam etti, ''Artık nereye kadar kaçıp bu durumu olabildiğince erteleyeceğiz Ocean?''

Yeniden konuşmak için ağzımı açmama fırsat vermeden kendince geçerli sebeplerini sıralamaya devam ediyordu.

''Evet, anlıyorum zor. Ancak bitmeli, her ne oluyorsa bulup bu işi çözmeliyiz.''

Eğer John bu kadar kararlı olmasaydı belki de ben bir adımı atmak için yüzyıllarca bekleyebilirdim.

Sıkıntıyla iç geçirdim. ''Artık ne olacaksa olsun.'', John'a doğru baktım, ''Bu işi bitirelim.''

Mutlulukla gözleri ışıldayarak bana sarıldı. ''Ocean, her zaman akıllı hamleler yapıyorsun ama konu kendin olunca adeta yavaş hareket eden bir çark gibisin.''

Bu cümlesi beni gülümsetmişti. Telefonu elime aldım ve Michlaud'un ismini rehberimde aramaya başladım.

İnanması güç olsa da Michlaud'ta gerçek olan bir şey vardı. Bu çağa ait bildiklerimi yeniden düşündüren, bilinmeyenin ötesinde bir şeydi. Eksik parçanın ta kendisiydi.

 

 

Loading...
0%