2. Bölüm, Kafatası Kulesi
''Bu ne anlama geliyor?'' John burun kemiğinden aşağıya doğru düşen gözlüğünü beceriksizce yukarıya doğru kaldırdı. Cebinden çıkardığı diğer kağıtları da bar masasına ekleyip, birçok farklı karalanmış yazı ve sembolleri birbirleri ile karşılaştırmaya başladı. Elindeki sembolü alıp doğruca içki şişelerinin bulunduğu bölmeye doğru ilerledi.
Kendine ve bana birer bardak viski doldurup yeniden yanıma geldiğinde, ''Bilindiği üzere Aztek uygarlığının kökenine dair herhangi bir kanıt günümüzde hala bulunamadı. Bilinen en eski bilgiye göre, orta Meksika bölgesinde 14. ve 16. yüzyıllar arasında yaşamış bir Orta Amerika topluluğu olması. Hatta Azteklerin başkenti, günümüzde Meksiko'nun bulunduğu Texcoco Gölü'nün ortasında yer alan Tenochtitlan kentiydi.'' Elimi çenemin altına koyarak John'un bu bildiklerine karşı hayranlık duyarak dinlemeye devam ettim. ''Bu sembol Azteklerin inşa ettiği en büyük tapınağı gösteriyor. '' John'un söylediklerini zihnimde bir zaman kapsülüne koymuş gibi sıralıyordum. Tenochtitlan kenti bir adanın içindeydi. Yükselen bir piramit ise şehrin ortasında tüm ihtişamı ile yer alıyordu. ''Templo Mayor'u kastediyorsun?'' diye sordum. ''Evet. Çizimlerde ve kent hakkında tasvir edilen her şey şu an sanki orayı görmemiz için çizilmiş gibi. Bu izler, bize bildiğin Azteklerin kentini anlatıyor.''
Baş parmağı ile çizdiği sembollerden piramit şeklinde olanı işaret ederek, ''Burada onu belli etmeye çalışmış.'' Karmaşık kağıtların arasında başka bir sembol bularak, ''Bak asıl olay burada başlıyor.'' Burnunun ucuna düşmüş gözlüğünü yeniden yukarı doğru kaldırdı, ''Aztek inancına göre Ouetzalcoati adı verdikleri beyaz tanrıları günün birinde geri döneceğini söyleyerek, yüzlerce yıl önce denize açılıp gitmiş. Burada resmedilen dalgalar Ouetzalcoati dönüşünü temsil ediyor olabilir. '' Bütün bu ayrıntıların arasında beden değişimi sembolünü nasıl anladığını veya konuyu oraya nasıl bağlayacağını merak ederek bekliyordum.
Zihnimde hala anlattığı şeyleri bir düzen haline sokmaya çalışırken John'un varacağı sonucu düşünmeden de duramıyordum. ''Azteklerin ayinlerinde insan kurban ettiğini hatta kimi zaman da onların kalbini söküp etlerini yediğini biliyoruz. Bak burada arkeologlar tarafından bulunan kafatası kulesini anlatmaya çalışmış, tam şehrin koruyucu piramidinin altında, insanların kurban edildiği yerde.'' Derin bir nefes aldı. ''Ocean, şimdi bunu nereden anladığımı soracaksın.'' Ahh, her zaman ne düşündüğümü anlamıştır. ''Aztek uygarlığı şehrini korumak için Coatepantli adlı duvarlar inşa etmişti. Şehrin ortasında yer alan kutsal tapınakları ile bu verilen işaret Tenochtitlan kentini anlatıyor.'' Kaşlarını çatarak sembole biraz daha odaklandı. ''Kim bilir belki ayinde kurban edilecekti ve bir şekilde bunu anlatmaya çalıştı. Ancak bunun Ouetzalcoati'nin dönüşü efsanesi ile ne ilgisi var onu çözmem gerekiyor.''
Aztek uygarlığının geçmişinin hala bir muamma olduğunu elbet biliyordum fakat bu deri defterin öncelikle nereden geldiğini anlamam gerekiyordu. '' John, bu defteri nereden buldun.'' Yanına doğru giderek elimi omuzuma koydum, ''Bunu bana söylemezsen sana nasıl yardım edeceğim konusunda şüpheliyim.''
John sıkıntılı bir şekilde nefes alıp verdi. ''Ocean, geçen yıl Mexico City'nin merkezinin altındaki Aztekler'e ait kafatası kulesinin kazılarında yaşanan kazayı hatırlıyor musun?'' Onaylayarak kafamı salladım. Kazı sahasında dengesini kaybedip kafasını büyük bir kayaya çarparak hayatını kaybeden Steve'den bahsediyordu. ''Steve bu defteri kazılar sırasında bularak bana onu korumam için vermişti. Kazılar tamamen bittiğinde belki birlikte bu defteri inceleyeceğimizi söyleyerek yanımdan ayrılmıştı. '' Ona tek kaşımı kaldırarak baktım. ''Ve sen bana bundan hiç bahsetmedin?''
''O an bahsedemezdim Ocean. Steve'in nasıl birisi olduğunu biliyorsun. Her zaman başarı peşinde koşmak için herkesi karşısına alan birisiydi. Bu başarı hırsı onu ne kadar ölüme götürse de bana verdiği bu defteri saklamak istedim. ''
Derin bir nefes aldı, ''Hiç almamalıydım belki de ve hiç ortak olmamalıydım bu işe ama iş işten geçmişti.''
''Peki bugün fikrini değiştiren şey ne oldu?'' diye sordum.
''Haberleri takip etmedin mi? Kafatası mezarlığının sadece savaşçı veya köle erkeklerden oluştuğunu düşünürken aslında kadın ve çocuklarında kafataslarına rastlandı. Bu bilgi açıkçası beni heyecanlandırdı. Yeni bir tarih ve gizemini hala koruyan Azteklere karşı yeni bir şeyi keşfederek adımızı duyuracağımızı düşündüm.''
Hafifçe gülümseyerek, ''Ve haksız da çıkmadım. Baksana daha defterin kapanığa işlenen izlerinden bile neler bulduk. ''
Açıkçası içimde tarif edemediğim bir rahatsızlık hissi vardı. Normal zamanda yaptığımız şey her ne kadar etik olmasa da tarihe ve sembole karşı yeni bir şey keşfedebilirdik. Nedense rahatsızlığım oldukça büyümeye başlamıştı. ''John, şu an Steve'den bir farkımız kalmadığını fark edemiyor musun? O da hırs uğruna sakladı ve teslim etmesi gerekirken müzeye veya araştırma merkezlerine vermedi ve bu başarı hırsı onu ölüme götürdü. Sen ise onun bu hırsına ortak olup bir nevi mirasını devam ettiriyor gibisin.'' Dirseklerimi bar masasından çekip salona doğru ilerledim. Bu iş biraz canımı sıkmıştı ama bir yandan da oldukça ilgimi çekiyordu.
Uzun bir araştırma yapma isteği ile doluyordum. John heyecanla yanıma doğru gelerek, ''Ocean ben bunu isteseydim tek başıma yapardım. Birlikte yapmak istiyorum, yıllardır emek veriyoruz ve çalışıyoruz ancak ikimiz de yaşadığımız bu harabe apartman dairesinden kurtulamadık. '' Derin bir nefes aldı, ''Seni tanıyorum Ocean, içinde yer alan merak duygusunu ve gizeme doğru her zaman çekildiğinin farkındayım. Şu an sen de benimle aynı düşünüyorsun. Bu uygarlık hakkında yeni bir şey keşfeder ve tarihe yeni bir şey katarsak yaşayacağımız hayat değişecek, belki daha büyük bir şirkette çalışacağız, kim bilir belki yepyeni projeler içinde ilk sırada biz olacağız.''
John'un mantıklı konuştuğunun farkındaydım ama içimdeki rahatsızlık yaptığımız şeyin etik olmamasından mı yoksa başka bir şeyden mi çözemiyordum. Kafatası, insan kurban etme, çocuk... Meslek hayatım boyunca antik semboller ile ilgili şeyleri çözerken her daim kendimi o dünyanın içinde hisseder ve büyük bir aşk ile çalışırdım. Ancak bu sefer beni hem çeken hem de bir o kadar iten bir şeyin içindeydim. İçimde baskın olan tarafın John'un da fark ettiğini biliyordum. Ona doğru çaresiz bir bakış attım, ''Peki, bir süre araştıralım.'' John'nun gözlerinin içi gülmeye başladı ve tam bir şey söyleyecekken işaret parmağımla konuşmasını böldüm. ''Ancak bulamadığımız takdirde defteri verilmesi gereken yerlere vereceğiz söz mü?'' diye tehditkar bir şekilde konuştum. ''Bu konuda hiç şüphen olmasın. Denemek istiyorum sadece ve bunu birlikte yapabiliriz. Birlikteyken çok güçlüyüz Ocean!'' Hızlı bir şekilde boynuma atlatarak sarıldı. ''Ahh! Tamam artık!'' Neredeyse boğulacakken John beni hızlıca bırakıp masada bıraktığı notlarını almaya gitti. Yüzünde adeta sevincini yansıtan kocaman bir gülümseme vardı. Her zaman benim aksime duygularını daha fazla yansıtırdı.
''Yarın iş çıkışı benim apartmanımda buluşuyoruz o zaman?'' Kağıtlarını toparlarken bir yandan da heyecanlı bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. ''Peki ama çıkış saatine kadar aramızda bile çok fazla bu konu hakkında konuşmayalım olur mu?'' John bir anda duraksayıp yüzüme anlamsız bir şekilde baktı. ''Neden?'' Oturduğum kanepeden kalkarak kapıya doğru yöneldim. ''Geçen ay yaşanan olayları biliyorsun. Casusluk müzenin popüler bir mesleği. ''
John rahatlamış bir şekilde, ''Ahh doğru tamamen unutmuşum. O şeytan Marianne her daim birilerinin açığını aramak için uğraşıyor.''
John kapıya yönelip son kez Marianne hakkında ne kadar cadı olduğundan bahsedip beni kahkahalara boğarken dairemden hızlı bir şekilde çıktı.
John'nun gidişi ile beraber saat neredeyse sabahı gösteriyordu. Güneş ışıkları uzun binaların arasından küçük apartman daireme giriyordu. Kimi zamanlar hayatımı sonuna kadar bu küçük ve harabe apartman dairesinde geçirip geçireceğimi tam olarak kestiremiyordum. Çocukluğumdan beri içimde tamamlanmayan ve her daim eksik bırakılan bir yanım vardı. Bu elbette ki evlatlık olmam ve gerçek aile duygusunu yaşamadığım için olabilirdi fakat New Orleans'ta yaşayan ailem beni bu konuda hiçbir zaman şüphede bırakmamıştı. Bu hissin tam anlamıyla bir açıklaması yoktu fakat içimde kestiremediğim bir aidiyetsizlik vardı. Ait olamama ve her daim bir yabancılık hissi içimden hiçbir zaman gitmiyordu. Hayatım boyunca kendimi hep farklı dünyalara ait hissetmiştim. Tabii ironik bir şekilde bunu New York'ta neredeyse kırılacak olan yatağımda uzanarak düşünüyordum.
Güneş ışıklarını daha yoğun bir şekilde yansıtmaya başlayınca artık uyumanın manasız olduğunu düşünerek gün içinde almam gereken duş için yeniden küveti hazırladım. Uzun ve keyifli bir duş istiyordum. Sıcak su ile bedenimi ve zihnimi rahatlamak beni güne hazırlayacaktı. Lavanta kokuları ile hazırladığım küvete yavaşça girerken arka planda dinlendirici bir müzik açtım ve kafamı soğuk mermerden arkaya doğru yasladım. Ruhumu bir suyun üzerinde süzülürmüşçesine serbest bıraktım. Zihnimde yer alan düşüncelere yabancılaştım. Artık özümdeydim. Benliğimin derinliklerinde yer alan gerçek beni bulma yolundaydım. Zihnim ve ruhum bir enerji gibi kozmozun en ücra köşelerinde gezerken derin bir uyku hali bedenimden ağır bir şekilde giriyordu. Uykumun geldiğini fark ettiğim sıra küvetten çıkarak bornozumu aldım ve yatağıma doğru ilerledim. Uzun bir uyku çekmek istiyor ve zihnimi bir sonraki güne hazırlamak istiyordum. John muhtemelen keşfettiği bu şeyden sonra asla peşimi bırakmayacaktı. Öğreneceği güne kadar uykusuz geceler beni bekliyordu. Bugün tatil günümdü. En iyi şekilde değerlendirmek yerine, dinlenerek değerlendirmek istiyordum.
Gerçekliğimi kaybettiğim bir uyku haline geldiğimde adeta fiziki bedenim kadar gerçek hissettiğim bir kumsalda görüyordum kendimi. Bu bir rüya mıydı? Rüya olabilirdi. Ancak o an bunu kavrayacak bilişsel yetkinliğine sahip değildim. Çakıllar ile dolu kumsalda uyandığımda deniz kokusu ile karışık bir is kokusu burnuma geldi. Uçuşan eteğime eğilip baktığımda güçlü rüzgar cılız bedenimi de savuracak gibi esiyordu. Arka planda bir melodi çalıyordu. Yumuşak bir ses yankılanan melodi ile beni çağırıyordu. Adımı bilmiyordum, o an farkında değildim. Ama beni çağırdığından emindim. Ağır ağır rüzgarın sesine karışan o yumuşak melodiyi takip ettim. Yeniden eğilip yalın ayaklarıma doğru baktım. Kan ve çamur içindeydi. Nedenini düşünemeden yumuşak melodiye doğru gidiyordum. Kafamı yeniden kaldırdığımda karşımda duran devasa mağarayı gördüm. Çok uzak görünüyordu ama bir o kadar da yakın gibiydi. Elimi uzatsam dokunacak gibiydim fakat yürüyecek takatim kalmamıştı. ''Ve bir gün onların kalplerini parçaladım. '' Duyduğum sesi anlamlandırmaya hatta duyduğum cümleyi kavramaya çalışıyordum. Uzak bir yerden geliyor fakat bütün asaleti ile kulaklarımdan beynime doğru akıyordu. Duyduğum her sesten sonra bedenimin biraz daha uyuştuğunu hissediyordum. ''Sonra,'' Melodi zihnimi doldururken yüzümde hissettiğim sıcak ve yakıcı sıvı ile elimi refleks olarak yüzüme doğru götürdüm. '' Kanlarından içtim.'' Alnımdan yanaklarıma doğru akan kana dokunduğumda göğsümün ortasında bir ağırlık hissettim. Alnımın sol tarafında oluşan yaraya doğru parmaklarımı yavaşça götürdüğüm an da nefessiz kaldığımı hissettim. Parmaklarımın yaraya temas ettiği işte tam o an, uyanmıştım.
Gözlerimi açar açmaz bir süre nerede olduğumu sorgularken bulmuştum kendimi. Adeta başka bir gerçekliğin içinde başka birisinin bedeni ile duruyordum. Elimi yine refleks olarak alnımın sol tarafına götürüp parmaklarıma baktım. Herhangi bir şey göremedim fakat yine de az önce yaşadığım şeyi zihnimde an ve an yeniden hatırlamaya çalışıyordum. Duyduğum yumuşak sesi hatırlamaya çalışıyordum. Adeta büyülü bir ses gibiydi. Beni sesi ile etkileyen bir şeyi ilk defa bu kadar derinden hissetmiştim. ''Ve bir gün onların kalplerini parçaladım. '' Bu cümleyi hatırlayıp gözlerimi kapattım. Devamını da hatırlamaya çalışıyordum. ''Sonra,'' Duyduğum ses adeta zihnimin içinde yeniden yaşıyor gibiydi, ''Kanlarından içtim.''
Yeniden gözlerimi hızlı bir şekilde açtım. Nefes nefese kalmış ve göğsümde oluşan ağırlık hissini bir türlü atlatamamıştım. Gördüğüm rüyayı çözümlemeye çalışırken aslında hala bunu rüya olarak adlandırmam gerektiğinden emin değildim. Yaşadığım bu farklı deneyim beni oldukça etkilemişti. Yatağımdan doğrularak rüyamda geçen cümleyi masa başımda duran deftere not almıştım. Bu tür şeyleri yapma alışkanlığım hayata dair anlam veremediğimiz şeylerin aslında bir gün bir anlamı olacağına inandığım için vardı. Bu cümle bana hayatımın neresinde bir işaret olacaktı bilmiyordum elbet, fakat hislerim beni genellikle yanıltmazdı.
Yatağımdan doğrularak mutfağa doğru yiyecek bir şeyler hazırlamaya gittim. Uykuya dalma girişimim garip bir deneyime yol açınca yeniden uykuya geçmek epey zor olmuştu. Küçük bir sandviç hazırlayıp salonda biraz vakit geçirmek istiyordum. Küçüklüğümden yetişkinliğime kadar zaman zaman garip çağrılar içeren rüyalarım olmuştu. Mesleğimin vermiş olduğu bir bilinçaltı yansıması olduğunu düşündüğüm rüyalarım garip kentlerde, antik giyimli insanların arasında, taş yollarda ve tanımadığım insanlarla dolu oluyordu. Ancak bugün yaşadığım şey gerçekliğin sorgulanabilir bir şekliydi. Var ama yok gibiydi. Sandviçi hazırlamaya devam ederken garip bir şekilde bir anda rüyamda duyduğum yumuşak melodiyi mırıldanmaya başladığımı fark ettim. Hem farklı bir şeyler düşünüyor hem de istemsizce dudaklarımın arasından kontrol edemediğim bir tını çıkıyordu. Mırıldandığım şeyi fark ettiğim an elimdeki bıçağı bir anda tezgaha sertçe bıraktım. Mırıldandığım an ki ses, rüyamda duyduğum sesin tıpatıp aynısıydı. Kendi sesimi rüyamın içinde duymuş ve bir şekilde kendimi çağırmıştım. Bomboş bir şekilde tezgaha doğru bakarken kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. ''Siktir!''