Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm, Beyaz Ülke

@aylindeyiz

 

Ruh Göçü



Ruh Göçü. Modern dünyada bir milyarı aşkın insanın inandığı şey. Bir şekilde hep aynı yolların üzerinde yürümüş ve kapım hep aynı yerlere çıkıyormuş gibiydi. Hayatım bir şekilde hep aynı kader çizgisinin üzerinden geçiyordu. Mutlak bir zaman olgusunun üzerinde ilerlemiyordu hayat elbette, ancak bir anlam arayışı olmalıydı her insanın. Neredeydim, kim olacağım? Nereden geldim? Nereye gideceğim?

Geçmişimi düşünüyordum fütursuzca. Nereye veya kime ait olduğumu bile bilmediğim o puslu geçmişimi. Özümü, kökenimi, soyumu ve kim tarafından bu dünyaya getirilişimi düşünüyordum. Çocukken neler söylüyordum? Nelere ilgim vardı? Bu tür ayrıntıları bile hiçbir zaman merak etmemiştim, öyle ki kimse de bana anlatma ihtiyacı hissetmemişti sanırım. Bir şeyler yapmalıydım. Geçmişte kimdim bilmiyorum ama en azından şu an kim olduğumu biliyordum. Tanrılı veya tanrısız, bu dünyanın bir amaç uğruna var edilmiş olduğunu, bu amacın ise ne olduğunu insanın sadece kendi içinde çözebileceği bir şey olduğunu biliyordum.

Elimi alnımın köşesine getirerek geçen gün gördüğüm rüyanın ayrıntılarını hatırlamaya çalıştım. O dalgaların sesinin ardına gizlenmiş bir kadının haykırışları vardı. O ses benimdi, ancak haykırış bana ait değildi. Artık harekete geçme zamanımın geldiğini hissediyordum. Bu kadar şey bir hiç uğruna yaşanmış olamazdı. Hayat sadece gözlerimizle görünenden daha fazlasına sahip olmalı ki, başka duygular, tanıdık yüzler, aşina sesler ve bilindik hatırların içinden kendi yolumuzu bulmaya çalışıyorduk.

 

Her ne arıyorsam bulacaktım. Ben buydum. Bulmak, var olmak, anlam aramak ve çözmek için bu dünyadaydım. Şimdiye kadar dokunduğum hayatların aksine artık sıra bendeydi. Ne aradığımı, ne yaşayacağımı veya nelerle yüzleşeceğimi bile bilmezken bir gizemin derinliğine atılıyordum. Bu his içimde garip bir coşku uyandırmıştı. Bir şeyleri aramaktan ziyade kendimi arayacağım bu yolculuk beni hiç beklemediğim kadar heyecanlandırmıştı. Var olduğumu hissetmek, bu yoldan geçiyordu. Ben aramasam bile bir şekilde beni çağıran bir şeyler vardı. O çağrıya ses olmalıydım. Rüyalarımda beni çağıran şeyi bulmalıydım. O yeri bulmalıydım.

Sorular cevapları olduğu için vardı, cevaplar ise bir gün bulunmak için vardır. Elbet bir gün bir zincirin halkası gibi gerçekleşen bu olayların bir sonucu olacaktı, olmak zorundaydı. Belki kabullenemez bir cevap vardı, belki hazin bir hikayenin başlangıcı vardı, kim bilir belki de bildiğimiz dünya, aslında sadece bir görüntüden ve sesten ibaretti. Asıl dünya insanın sadece kendi içinde görebildiğiydi.

Aynanın yansımasından bana çok tanıdık gelen o kişiye baktım. Yüzüme düşen o hırs dolu bakışlara baktım. Elimi saçlarımın arasından gezdirdim. Bir şey başlıyordu artık. Bu savaşı kendim için vermeye hazırdım. Sanki var olduğum günden, şimdiye kadar hep bu an için hazırdım.

Yavaşça yatağımdan kalkarak defterimi yastığımın altına sakladım. Son kez aynaya baktım ve içimde biriken duyguyu derin bir nefes ile dışarıya verdim. Yaklaşan şey her ne ise başlıyordu. Ben hazırdım. Görmek için, bilmek için bu savaşı vermeye hazırdım.

Çantamı alıp çıkmak için dış kapıya doğru yürüdüm. Bu gece için tek düşünebildiğim şey bir an önce bitmesiydi. Michlaud bir kapan gibi tüm hislerimi kendine çekiyor gibi hissediyordum.

John'un da bu yemeğe katılacak olmasına minnettardım. Tek başımayken bu akşamı sorunsuzca atlatacağıma dair pek bir inancım yoktu. Aşağıda indiğimde John apartmanın girişinde arabasıyla beni bekliyordu. Çıktığım an gözlerini açarak bana bakmaya başlamıştı. Uzun bir ıslık çalarak, ''Bu kadar güzel olmanızın tek sebebi eminim beni görecek olmanızdır madam.'' Yan koltuğa geçip emniyet kemerimi takarken büyük bir kahkaha attım. ''Kesinlikle öyle!''

John arabayı çalıştırırken arka planda kısık sesle çalan bir şarkı açtım. ''Michlaud seni gördüğü an bütün soğukluğunu yitirecekmiş gibi hissediyorum.'' Arabanın aynasından rujumu tazelerken, ''Bu yeryüzünde bana kayıtsız kalacak tek bir erkek bulursan haberim olsun.'' Çocuksu bir göz kırpma ile John'a bakarken açtığımız şarkılar ve kahkahalar eşliğinde yer ayırttığımız restaurantın önüne gelmiştik.

John, Michlaud'u bekletmemek için buluşma saatimizi ona yarım saat geç söylemişti. Böyle küçük ayrıntıları her zaman düşünürdü. Topuklu ayakkabım ayağımı biraz acıttığı için John'un koluna girip ayırttığımız masaya doğru geçtik.

''Ne dersin sence sıkıcı bir akşam mı olacak?'' John bile bu geceye özel oldukça şık giyinmişti. Her zaman alnına düşen saçlarını bugün bir sprey ile yukarıya doğru kaldırmıştı. ''Duruma göre değişiklik gösterebilir.'' John tam karşıma geçmişti. Michlaud'un nereye oturacağını ister istemez düşünmeden duramıyordum. ''Sürekli işten konuşacak olursak elbette sıkıcı geçecek fakat Michlaud'u daha yakından tanımak eminim ilginç olacaktır.''

John menüyü alıp şaraplara bakarken, ''O konudan hiç şüphem yok. Michlaud hazineler ile dolu bir mağara gibi. O mağaraya girmeye cesaretin var mı?'' Ellerimi çenemin altında birleştirdim. ''O izin verdiği sürece evet, var.''

Başlangıç olarak John ile beraber California'ya ait lezzetli bir şarap söylemiştik. Sohbet etmeye devam ederken bir yandan da dışarıdaki ışıklar içinde kalan manzarayı izliyorduk. ''Sen nasılsın? Son günlerde pek iyi görünmüyordun.'' John son yudumunu da kafaya dikmişti. ''İyiyim, aslında hiç bu kadar iyi olmamıştım. Bir dibe çöküş bu kadar yükselişime sebep olabilirdi.'' Ben de son yudumumu kafaya dikip ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. ''John, '', İçimdeki o durdurulamaz heyecanı saklayamıyordum. ''Bana son günlerde olan birtakım şeylerin üzerine gitmek istiyorum.'', dedim.

John'da her zamankinden farklı bir yüz ifadesi ile bana bakmaya başladı. ''Ne demek istiyorsun?'' Gözlerini kısmasından ve gözlüklerini burnundan yukarı itmesinden şu an tamamen bana odaklandığı apaçık ortadaydı.

Bakışlarımı manzaraya doğru çekerken yine içimi o tanıdık his doldurmuştu. ''Bilmiyorum John, kafam hem bir kadar karışık hem de bir o kadar net. Bir şeylerin beni çağırdığını hissediyorum. Bazı işaretlerin, seslerin, görülerin bir anlamı var gibi. Biliyorum şu an bana deli gözü ile bakıyorsun ama bir şekilde, ben, farklı bir şeylerin parçasıymışım gibi hissediyorum. ''

John yarı açık kalmış ağzı ile bana doğru bakıyordu. ''İşte uzun zamandır senden beklediğim bu hamleyi nihayet yaptın Ocean.'' İnce dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. ''Nasıl yani?'' diye sordum.

Yüzüme doğru daha fazla yaklaşarak fısıltıyla, ''Büyük, çok büyük bir şeyin parçası olduğunu düşünüyorum ben de. Ama sana bir şeyleri yapmamız konusunda hiçbir şey diyemedim. Bunu senin kabullenmeni ve kendini hazır hissetmeni bekledim. ''Açıkçası bu düşüncede olması beni biraz şaşırtmıştı. İçten içe John bile böyle bir durumun içinde olmamı garipsemiş olacaktı.

''Ne olursa olsun yanındayım, atacağın her adımda seninle birlikte olacağım.'' Elini elimin üzerine koydu. Dünya üzerinde gerçek bir ailem olmasa da gerçek bir dosta sahip olduğumu biliyordum.
Gülümseyerek, ''Bu işin sonunda elimiz boş bir şekilde de kalabiliriz, boş yere bir hayalin peşinden de gidiyor olabiliriz. Bunu göze alıyorsun yani?'', dedim.

Gözlerini devirerek geriye doğru yaslandı. ''Sence de yıllardır belki doğru belki yanlış olan teoriler üzerinde çalışmadık mı? Merak etme bağışıklığım kuvvetli.'' Yüzü ciddi bir hal aldı, ''Hem tarihi, geçmişi ve o insanları sadece tahmin edip var sayım üretmiyor muyuz? Belki de koca bir bataklıkta herkes kendi düşüncesini tarihe atfediyor ve bu da bir tarih yaratıyor.''

Haklıydı. Her zaman olduğu gibi. Ne olursa olsun, sonunda belki üzüleceğimiz belki de güleceğimiz bir maceraya atılmak üzereydik. Ve, sadece bu bile bizi heyecanlandırmaya yeterdi.

John saatine baktığında dışarıya sıkıntılı bir nefes verip camdan dışarıya doğru bakındı. ''Nerede kaldı? Sence gelmeyecek mi?'' dedi.
Cevap vermeden dışarıyı izlemeye başladım. Belki de gelmeyecekti. Zaten böyle bir organizasyonu teklif bile etmesi şaşırtıcıydı.

''Çok beklettim mi?'' John ve ben hızlı bir şekilde kafamızı sesin geldiği yöne çevirirken gözlerimin parlamasına engel olamamıştım. ''Ah hayır, biz de sizi bekliyorduk.'' John bana yan bir bakış atarken ben ayağa kalkmış elimi Michlaud'a doğru uzatmıştım. Sıcak teni buz kesmiş ellerimle birleşmişti. ''Hoş geldiniz.'' John'da gülümseyerek Michlaud ile tokalaştı. Michlaud ceketinin düğmelerinden tutup oldukça centilmen bir kıvraklıkla yanımdaki sandalyeye geçti. Sol tarafımda kaldığı için ister istemez beden dilim ona doğru dönmemi işaret ediyordu.

Hep beraber hafif bir yemek ve yanında yine California şarabı söylemiştik. Michlaud müzede gördüğümüz halinden bambaşka bir insana dönüşmüştü. Oldukça keyifli sohbeti ve sürekli şakalar yapması ile bütün akşam John ve beni güldürmüştü. Yaşadığı eğlenceli anılardan bahsederken bir yandan da yüzünü inceliyordum. Bu gece ne olursa olsun alkolü fazla kaçırmamalıydım.

Bardağımda kalan son yudumu da kafaya diktim ve tekrardan Michlaud'a döndüm. Bir şey söyleyecekmiş gibi bakıyordu. Ne yapacağımı ve ne tepki vereceğimi bilmediğim için hafifçe gülümseyip bende ona baktım. Bunu sürekli yapıyordu. Her zaman gözlerimin içine bakıp bir şey söyleme isteği ile doluyordu fakat sonra susuyordu. İçten içe umarım gözlerimin içine baktığını ben uydurmuyorumdur diye düşündüm.

Arka fonda hafif bir jazz çalıyordu. Ortam hiç beklemediğim kadar keyifliydi.

John'un telefonunun sesi ile refleks olarak ona döndüm. Nihayet Michlaud ile tuhaf bakışmamızı bölen bir hareketlilik olmuştu. John ağzına attığı son lokma ile dolu dolu, ''Çok pardon!'' dedi. Telefonunu alıp masadan kısa bir süreliğine ayrıldı. Michlaud John'a gülümseyerek bakmıştı.

''Sanırım bu gece çok konuştum. Biraz seni tanımak isterim.'' Bu gece aramızdaki resmiyeti bir süreliğine kaldırmıştık. Muhtemelen yarın müzede eski mesafeli halimize dönecektik fakat bu geceliğine o duvarı ortadan kaldırmak iyi hissettirmişti. ''Sizin gibi ne uzun ne de eğlenceli, ya da gizemli bir hikayem yok. Ailem New Orleans'ta yaşıyor. Ben ise uzun yıllardır New York'ta çalışıyorum ve yaşıyorum. '' Michlaud gözlerini kısarak baktı. ''Ailen ile görüşmeme sebebin özel mi?'' diye sordu. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. ''Görüşmüyorum demedim. Bağımız tabii ki hala devam ediyor fakat hayatın bize yaşattığı süreçler kimi zaman sevdiklerimizle olan iletişimimizi bile etkiliyor.'' Michlaud etkilenmiş gibi yaparak dudaklarını yukarıya kıvırdı.

Sormak istediğim sorunun tam zamanı olduğunu düşünüyordum. ''Geçen hafta ben sunum yaparken bana bir sembolü gösterdiniz. Tablette yer alan sembolü biz daha önce hiçbir yerde görmemiştik. Siz ona kazılarda başka kalıntılarda mı denk geldiniz?'' Omuzlarımı hafifçe ona çevirerek merakla vereceği cevabı bekledim. Michlaud masaya bakarak gülmeye başladı. ''O günden sonra o anı bir türlü unutamadın değil mi?'' diye sordu.

''Açıkçası sana hayranlık mı yoksa korku mu duymam gerek bilmiyorum. Sembolü bizim değil de senin gördüğün an toplantı salonundan koşarak kaçmak istedim.'' Michlaud kahkaha attı. ''Evet, hatta o sebeple bayılacak gibi bile olmuş olabilirsin.'' Omuzuma düşen at kuyruğumu geriye atarak meydan okuyan bir ifadeyi yüzüme yerleştirdim. '' Son günlerde hep öyleydim, o güne veya o ana özel bir şey yok.'' Michlaud'ta tıpkı benim gibi muzip bir meydan okuma ifadesi takınmaya başlamıştı.

''Öyle mi gerçekten?'' Derin ve hızlı bir nefes alıp verdim. Dudaklarımı birbirine bastırıp takındığım tavrı bozmamak için üstün bir çaba sergiliyordum. ''Ah, kusura bakmayın benim kalkmam gerek.'' John hızlı bir şekilde yanımıza gelip masaya oturmuştu. Gözlerinde yine o tanıdık endişe vardı. ''Neler oluyor?'' Ona doğru dönüp masanın üzerinde duran koluna dokundum. ''Önemli bir şey değil Marianne'in benimle konuşmak istediği çok acil bir konu varmış. '' Gözlerimi açarak dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. Marianne yıllardır John'a aşıktı ve dönem dönem sürekli farklı taktikler ile şansını deniyordu. Şimdi de muhtemelen yine başına bela olacağı o döneme girmiştik. John bana gözlerini devirerek sinirli bir şekilde baktı. John ne kadar olumsuz konuşsa da bir yandan bir kadının ilgisi ona hoş hissettiriyordu.

Marianne hem hırslı hem de başarılı ve bir o kadar da güzel kızıl saçlı bir kadındı. Ancak John her zaman standartlarından şaşmayan bir karaktere sahipti. ''Şimdi anlaşıldı.'' ,dedim. Michlaud bir bana bir de John'a doğru dönüp gülümsedi, ''Bu ikili arasında bir şey dönüyor ve benim haberim olmayacak sanırım.' ,dedi.

''John için hayatının mücadelesi başlıyor diyebiliriz.'' ,dedim. John'un bana attığı bakış sonrasında ona doğru bakarak gülmeye başladım. Ceketini alıp masadan yine birden fazla özürler dileyerek kalmıştı. John'un varlığı beni daha iyi hissettiriyordu. Michlaud ile şu an baş başa kalmıştık. Geceyi fazla uzatmadan ben de eve dönmek istiyordum. Hissettiğim garip bir gerilim vardı ve bu konuşurken kelimeleri düzgün seçemememe sebep oluyordu.

Bu gerilimin sadece bende olmadığını fark ediyordum. Michlaud ile John gittikten sonra önüne dönmüş şarabının son damlalarını izliyordu. Karşıma geçmesini beklerken, '' Hadi kalk.'' dedi. Bu ani girişiminden sonra ne diyeceğimi tam kestiremeyerek ona anlamayan gözlerle baktım. ''Başka bir mekana geçelim.'' Gülümsedi.

Ben eve gitmeyi düşünürken başka bir mekan teklifi gelmişti. Bir yanım gitmek istiyor ama büyük yanım eve gitmek istiyordu. Şimdiye kadar hiçbir erkeğin karşısında bu şekilde duyguları yönetemezken hatırlamıyordum kendimi. Bir şekilde onun teklifini kabul ederken buldum kendimi.

John'dan sonra ikimizde bulunduğumuz restaurantta çok fazla durmadan başka bir mekana geçtik. Michlaud ile yol boyunca iş konusunu hiç açmamıştık. Sanırım o da özel hayatına iş sorunlarını çok fazla taşıma taraftarı değildi. Arabasının içinde çiçeksi hoş bir koku vardı. Derin bir nefes alarak kokuyu bütünüyle içime çektim. Büyüleyici ve mistik bir havası vardı.

'' Passiflora Edulis'' dedi. ''Arabadaki kokunun adı.'' Antik dünyaların gözlemcileri olan biz sembol bilimci ve arkeologlar için insanların hareketlerini, mimiklerini ve beden dilini okumak hiçte zor değildi. Aslında ben de tıpkı Michlaud gibiydim. Normalde böyle şeylerden etkilenmezdim muhtemelen bunu mesleki açıdan kazandığı özellik olarak yapmıştı fakat yine de kokuyu aldığımı fark etmesi hoşuma gitmişti. ''Oldukça büyüleyici. Gerçekten koku zevkine hayran kaldım.'' dedim.

Direksiyonu sola keskin bir şekilde kırarak gülümsedi. Onu bu gece çok fazla gülümserken görmüştüm. '' Latince adıyla Passiflora, yani sembolik anlamını da ifade eden Tutku Çiçeği.''

Kokuyu tekrar içime çektim. Sanki her nefes aldığımda hücrelerimin farklı bir boyuta geçtiğini hissediyordum. Ense kökümdeki saçlarımın terlediğini hissediyordum. Havanın aslında çok sıcak olmadığını biliyordum fakat bedenim baştan aşağıya yanıyordu. Arabanın camını biraz indirip temiz havayı içime çektim. Michlaud'a doğru döndüğümde ise bana kısa bakışlar attığını yakalamıştım. Bacaklarım titremeye başlamıştı. Bu bir kriz anı mıydı yoksa sadece hislerimin dışavurumsal halimiydi ayırt edemiyordum.

Nihayet arabayı park edip Michlaud'un bahsettiği mekana gelmiştik. Büyük ve ışıklı bir oteldi. ''Bahsettiğin yer burası mı?'' diye sordum. Emniyet kemerini çıkarıp bana baktı. ''Evet. Burası kaldığım otel fakat alt katta ki barda güzel bir kokteyl hazırlayan arkadaşım var. Onun tadına bakmanı istiyorum. ''Arabadan inmeden Michlaud koluma dokunmuştu. ''İyi misin Ocean?'' diye sordu. Karanlıkta gözlerini göremiyordum ama orada beni bekleyen bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Ona doğru bakarak yutkundum ve hafif gülümseyerek kafamı salladım.

Bir daha asla bu kadar fazla alkol almamam gerekliydi. Bedenimin baştan aşağıya titremesinin sebebi alkol ise gerçekten fark etmeden fazla kaçırmış olabilirdim. Ancak başımın dönmesi alkolden mi yoksa Michlaud'a karşı duyduğum çekimden miydi bilemiyordum. İçimde büyük bir pişmanlık hissi ile boğuşmaya başlamıştım. Burada olmamalıydım. Bir yandan da bir daha Michlaud gibi biri ile karşılaşmayacağımı da biliyordum.

Arabadan indiğim andan, otelin kapısına doğru gittiğim ana kadar dışarda bulunduğum süreyi değerlendirerek tüm temiz havayı içime çektim. Zihnimi toparlamalı ve yanlış bir harekette bulunmamalıydım.

Kapıdan içeriye doğru güvenliklerden geçerken Michlaud elini belime sardı. Parmaklarımla elimde tuttuğum çantayı sıktım. Kokuyu sevdiğimi anlayan kişi elbet onu arzuladığımı da anlayacaktı. Bana bir şekilde mesaj vermeye çalışıyordu. Ona bu fırsatı daha fazla vermemeliydim. Bulduğumuz ilk boş bar sandalyesine geçtik.

Geldiğimiz bar daha fazla loş ışıklı olduğu için dingin bir havaya sahipti. Arka planda Blues türünde bir müzik çalıyordu. ''New York'tan ne zaman ayrılacaksın?'' diye sordum.

Michlaud elindeki kokteyl bardağını inceliyordu. ''Konferans biter bitmez bitirmem gereken bir işim daha var. Ondan sonra gideceğim. '' dedi. Biraz sessizleşmişti. Yüz ifadesi durgundu. ''New York'tan önce nerede yaşıyordun peki?'' Aslında her şeyden öte bir evi var mı diye de sormalıydım. Meslek itibari ile uzun süre kazı alanlarında yaşayabiliyorlardı. ''Hiçlikte.'' Aldığım cevap hiç beklemediğim bir şekilde gelmişti. ''Hiçliğe geri dönmek mi istiyorsun?'' ''Evet. Herkes kendi evini özlemez mi?''

Elimdeki bardağı kurcalamaya başladım. Düşünmeden konuşuyordum çünkü düşünmekten yorulmuştum. ''Özleyecek kadar hiçbir yere, eve, mekana veya insana aidiyetlik hissetmedim. '' dedim.

Döner sandalyesini masadan çekip bana doğru döndü. Yüzüme doğru yaklaştı. ''Birine ait olmayı hiç denedin mi peki?'' Gözleri ile neredeyse ruhumun en tenha yerlerini inceliyordu. Sadece bakışları ile bir şeyler anlatıyordu. Uzun siyah kirpiklerinin arasından ağır ağır gözlerini kırpıyor ve bakışlarını çekmeden adeta iç dünyama giriyordu.

''Birileri bana ait olmayı denedi.'' Fısıldayarak konuşmuştum. Kokusu beni mest etmişti.

Bu anda kalmak istiyordum. Başka hiçbir şey yapmadan, düşünmeden, sadece bu anda kalmak istiyordum. Teni tenime temas etmeden bile başımı döndürüyordu.

Beden dilimi ben de ona doğru çevirerek gözlerine baktım. Bu adamda farklı bir şeyler vardı. Hissediyordum. Sadece yakışıklı yüzü ile değil, başka bir şeyi ile insanları kendine çekebiliyordu.

Yüzlerimizin arasındaki mesafe git gide azalıyordu. Michlaud,'' Ocean, sen de hissediyor musun?'' diye sordu.

Evet, adeta her zerreme kadar hissediyorum. Ne hissettiğimi bilmeden sadece varlığını bile özümde benimsiyorum. Artık ruhen değil, bedenen de bu dünyaya ait hissetmiyordum.

Cevap bile vermemi beklemeden dudaklarının sıcaklığını dudaklarımın üzerinde hissettim. Teninin kokusu burnuma değerken dudaklarının ıslaklığı adeta mest ediyordu. Bir elini boynuma diğer elini de bacağımın üzerine koydu. Neredeydik? Ne yapıyorduk? Tüm zaman ve mekan kavramlarımı yitirmiştim. Sadece var olan anın içinde kayboluşumun tadını çıkarıyordum.

Parmakları tenimde gezinirken sesler gitmeye başlamıştı. Zihnim bulanıklaştı ve kulaklarımda bir uğultu duymaya başladım. Gözlerimle değil, zihnimle görüyordum.

Ayaklarımın altında ateş vardı ancak yanmıyordum ve hissetmiyordum. Karşımda boynunda yılan olan bir adam dumanların arasında bana yürüyordu. ''Geri döndüğümde...'' Yüzünü göremiyordum fakat biraz daha yaklaşsa kim olduğunu anlayacak gibiydim. Etrafımda davula benzer bir ses vardı. ''Seni de yanıma alacağım.'' Ayaklarımın altındaki ateş yükseldi. Bana doğru yürüyen heybetli adam bir kartala dönüştü ve dumanların içinde uçarak kayboldu.

Dudaklarımı Michlaud'tan nefes nefese kalmış bir şekilde çektim. Yüzüne baktığımda o da benim gibi nefes nefese kalmıştı. Alnının kenarından ter damlaları akıyordu. Aynı vizyonu görmüş olabilir miyiz diye düşünmeye başlamıştım. Bu kadar korku dolu ve neredeyse benimle aynı şekilde tepki vermesi olası bir durum değildi.

Oturduğum sandalyede düzgün duracak kadar bile bilincim yerinde değildi. Korku ve şaşkınlık ile az önce yaşadığım şeyi üzerimden atamıyordum. Temiz hava almaya ihtiyacım vardı göğsüm sıkışıyordu. Tek istediğim içimde kaynayan o alevin dinmesiydi. Michlaud yanağıma dokundu ve kulağıma doğru hafifçe yaklaştı. Bir şeyler söylemeye başladı fakat tam olarak anlayamıyordum. Nefes nefese kalmıştım ve hala sesler suyun altındaymışım gibi geliyordu. Onun ellerini tutup kendimden uzaklaştırdım. Şu an son istediğim şey Michlaud ile yeniden temas etmekti. Bedenim ve zihnim aynı anda uyuşmuştu. Elimden tutup beni bardan çıkardı.

Asansöre bindiğimizi ve Michlaud'un kollarında oluşumu hatırlıyorum. Eve gitmek istiyordum ama bunu söyleyemiyordum. Sesim çıkmıyordu. Konuşmak için sadece fısıldıyordum ama duyulmuyordu. ''Beni eve götür.'' Muhtemelen duymuyordu ya da duymasına rağmen umursamıyordu, bilmiyordum. Saniyeler gibi gelen bir süre içinde Michlaud'un beni bir yatağın üzerine yatırdığını anlamıştım.

Zaman kavramım yine bilincimin ötesinde farklı bir şekilde ilerlemeye başlamıştı. Elini kalbimin üzerine koyup bana sarıldı. Kulağıma eğilip yine bir şeyler fısıldamaya başladı. Duymuyordum, düşünemiyor ve hissedemiyordum. Elini üzerimden fırlatırcasına çekip yataktan kalktım. Odanın içinde yürümeye başladım. Pencereyi bulup açıp temiz havanın ciğerlerime dolmasını bekledim. Kulaklarımda hala tanıdık bir ses vardı. Michlaud tam arkamda duruyordu ve ben sadece kulaklarımda mı zihnimde mi duyduğum bir sesi çözmeye çalışıyordum.

''Geri döndüğümde,''
' 'Seni de yanıma alacağım.'' Bir koku ve bir nefes... Michlaud arkamda kulağıma fısıldamaya devam ediyordu.

 

Loading...
0%