Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ayman01

Bazen o kadar anlaşılmaz buluyordum ki insanların rutin hayatlarını, neden bu görünmez duvarlarla etrafımızı saran ve aslında pamuk kadar da hafif olan hapishaneye katlanıyoruz ve neden isyan edip yıkmıyoruz şu duvar görünümlü pamuk yığınını diyordum. Bu kanıya da şuradan varıyordum, mesela; sabah otobüs durağında bekleyen -genelde- herkesin suratı sirke satıyor, o an neşeli olan birkaç kişinin ‘günaydın’ demesine aldırış bile etmeyip karşılık vermeyenler, hatta günaydını almayan onlarca esnaf bile var. Hani neşe ile cıvıldayan kuşlar da olmasa o durak ve binlerce durak ta 2 dk bile durulmaz gerçekten. Sahi bu pamuk görünümlü duvar sadece biz insanların mı etrafını sarıyor acaba? Ben daha bir sabah ‘bugün benim canım sıkkın , ötmeyeceğim’ diyen bir kuşa denk gelmedim. Hele o hemen hemen her sokağı mesken eyleyen ve mahallenin sembolü olmuş sokak köpekleri, her sabah -belki de sabaha eriştiği için şükür duasıdır bu kim bilir- tanıdık yüzlere nasıl da sevgi gösterisi yapıyorlar, yere sırt üstü yatıp kendini sevdirme çabaları bir şükür ritüeli gibi.

Zoraki gülümsemelerin olmadığı, insanların birbirlerine gülümseyerek destek olduğu bir dünyanın hayalini kurduğum zamanların yoğun olduğu bir sabah bir karga dikkatimi çekmişti. İnsanların güne başlarken ki suratsızlığı arasında durağın üzerine konup herkese dikkatli gözlerle bakıp karşıdaki devasa çam ağacının dalına konuyor birkaç dakika sonra yine durağın üzerine geliyordu. Bu olayı birkaç kez tekrarladıktan sonra kendine has ötüşüyle bir kere ötüp herkesin dikkatini çekerek tekrar çam ağacının dalına konmak üzere kanat çırpıyordu. Kendisine bulduğu bu meşgale ikinci seferinde duraktakilerin de dikkatini çekti ve onları güldürmeyi başardı. Otobüsün durağa gelmesiyle de bizim için bu gösteri son buldu ama insanların tamamını otobüse güler yüzle gönderen bu kargaya minnet duydum. Çoğu insanın yapamadığını yine çoğu insanın birbirlerine hakaret ederken kullandığı bu karga yapabilmişti.

Bu günümü, özellikle otobüse binip çevremdeki her şeyi gözlemlemeye ayırmıştım. Benim gibiler için bu fırsatı yakalamak öyle pek kolay olmuyor. Kocaman bir evin içinde, çocukluğumdan beri hep yanımda olan oyuncaklarım ve penceremin karşısında tüm heybetiyle duran Ladin Ağacından başka doya doya sohbet ettiğim kimsem yok. Aslında en iyi arkadaşım Ladin Ağacım. Yıllar önce dedem sanki bana arkadaşlık etsin diye ekmiş Ladini ve ektiğinden beri özel olarak ilgilenmiş. Ladin büyüyüp serpilince de en sevdiği aktivitesi gölgesinde kahve içip, kitap okumak olmuş öyle ki, Ladinin gölgesinde otururken kalp krizi geçirip vefat edene kadarki sürede ev halkından en çok bu ağaçla vakit geçirir olmuş. Sonra da Ağacın köküne düşüp can vermiş. Hayalimde bu durumu dedemin ruhunun ağaca geçtiğini düşünerek canlandırıyorum hatta belki de bu yüzden en iyi arkadaşım bu ağaç. Hiç görmediğim dedemden bana yadigar. Eğer bugün ilginç şeyler görürsem ilk önce ağacıma anlatacağım.

Otobüs amma da kalabalık oldu ve birçok insan ayakta zorlukla durarak gitmek zorunda olduğu yere gitmeye çalışıyor. Sanki düşmeden varabilirlerse ödül kazanacaklar gibi. Hemen herkesin gözleri baktığı yerde değil aslında, baktıkları ile gördüklerinin bir olmadığı o kadar belli oluyor ki bunu suratlarındaki endişe ve kederden görebiliyorum. Biran keşke karga da binseydi otobüse diyorum, eminim birçoğunu güldürmeyi başarırdı.

Otobüs her durakta durarak özellikle de yüzü asık, mutsuz insanların binmesi için kapıyı açıyor gibiydi oysa az önceki durakta birbirlerine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatarak kahkahalar atan birileri vardı. Onlar binmediler bizim otobüse ve sanki bizim otobüsün son durağı hüzündü ve binseler neşelerini keybedeceklerini biliyorlardı da o yüzden binmediler.

İnsanların en kalabalık olduğu yerde ineceğim için daha çok durak göreceğimi hatırladım ve hangisinde hüzünle , hangisinde neşe ile karşılaşacağımın merakıyla dikkatimi bu yöne doğru hazırladım. Hüzünle Neşenin yarışmasına dönen bu kalabalık yolculuğumda hüzünlerin gerçek ama çoğu neşenin sahte olduğunu gördüm insanların suratlarında.

Otobüs şehrin kalbine geldi ve çoğu kişinin ineceğinden emin bir şekilde tüm kapıları açtı ,bizi hüzünlü durakları tek tek dolaşarak buraya getiren şoförümüz. Kapılar açılır açılmaz sanki o ana kadar nefes alamamışlarda dışarı biran önce çıkarlarsa nefeslerine kavuşup ölmekten kurtulacaklarmış gibi insanlar kapılara koşar adım hücum etmeye başladı. Bu telaş çok sevdikleri bir şeye kavuşmanın coşkusu gibiydi ama otobüsteki suratlar bunun tam tersini söylüyordu. ‘Geldim işte biran önce gideyim de ne olacaksa olsun’ da demiş olabilirler içlerinden.

Otobüsten inince sanki hedefimde gideceğim yer belliymiş gibi yolun karşısına geçip ilerlemeye başladım en kalabalığa doğru. Yol Arnavut kaldırımlarıyla kaplanmış ve bazı taşlar bazı taşlara göre düzene baş kaldırmış gibi ya diğerlerinden daha yüksekte ya da daha alçakta konumlanarak insanların zaman zaman tökezlemesine neden oluyordu. Ayağımızın altında ve üzerine basarak gittiğimiz bu taşlar bize kendilerine göre hareket emri veriyor, bu emre uymazsak ta düşürmekle tehdit ediyor gibiydi. Bende yüksekte olan bir tanesine takıldım ve yüz üstü yere kapaklandım. Amacım emre itaatsizlik değildi ve taşın bana haksızlık ettiğini düşündüm.

Etrafımdakilerin yardımıyla ayağa kalktım üstümü ellerimle temizledim ve dizimde müthiş bir ağrı hissettim ama ağrı yavaş yavaş yerini yanma hissine bırakarak kaybolmaya başlamıştı. Yürümeme engel bir durum yoktu. Düştüğümü gören etrafımdaki karmaşık duygulara sahip birkaç kişi kalkmama yardım edip iyi olup olmadığımı sordular , gerçekten cevabımın ne olduğunu merak eden gözlerdi bunlar, sahte değildi ‘iyiyim’ desem mutlu olacaklardı, ‘kötüyüm’ desem üzülüp iyi olmam için ne yapmalarını gerektiğini tartışıp yardım edeceklerdi. Yere serdiği oyuncakları satarak hayatta kalmaya çalışan yaşlı adam tekrar sordu;

-İyi misin?

‘Evet iyiyim, yardım ettiğiniz için de çok teşekkür ederim’ deyip yaşlı adama minnetlerimi sunarak yoluma devam etmek isterdim. Düşmeme üzülmüş gözleriyle bana bakıp cevap alarak eğer iyiysem hayatına kaldığı yerden devam etmek istiyor gibiydi.

İyi misin? Sorusuna kafamı evet anlamında sallayarak onu hayatına uğurlayıp yoluma devam ettim. Dizimde ki yanma hissi de benimle yolculuğa katıldı.

İnsanların kalabalığında bir amaç aradım yürürken, neden şehirdeki o kadar insan aynı anda burada birbirlerinden habersiz bulunuyor mesela. Yarın da yine aynı kişiler mi burada olacak yoksa ,bazıları başka yerdeyken yeni birileri mi katılacak bu kalabalığı diri tutmak için. Cevabı kendi kendime verdim, şehrin bu noktasında insanların ihtiyaçlarını karşılayacak her şey bulunuyor. Ve her gün herkesin buraya gelmesini mecbur kılacak ihtiyaçları oluyor, bu kalabalık mecburiyetin topladığı bir kalabalık.

İlerledikçe insanlara emirler yağdıran Arnavut kaldırımlı sokak yerini eski de olsa insanların strese girmeden yürüyebildiği asfalt yola bıraktı. Ve ben artık düşme tehlikesi olmadan sızısı devam eden dizimle birlikte daha rahat yürümeye başladım.

Mağazaların önündeki bankların birinde yaşlıca bir adam ney üflüyordu. Çıkarttığı sese kulak vermeyip etkilenmemek neredeyse imkansız gibiydi. İlahi bir ses beni bulunduğum yerden uçurarak sanki başka bir devirde başka bir çarşının ortasına götürmüş gibi hissettim. Dervişlerin , bilge insanların otağında su içiyorken buldum kendimi sanki. Mistik bir ortamda herkesin her şeyi bildiği ulu kişilerdi bunlar. Tasavvuftan konuşuyorlar, bir kibrit kutusu büyüklüğündeki peynir ve 2 adet siyah zeytinin tüm güne ait yiyecekleri olduğunu söylüyorlardı. Anladığım kadarıyla bunun sebebi yiyeceklerinin kısıtlı miktarda olması değil, nefislerine hükmetmekti. Çünkü saçları henüz bembeyaz olmamış ve diğerinden biraz daha genç olan kişi ;

-Yaptıklarımı düşününce, buna bile layık değilim! Diyordu. Buna cevaben yaşlı olan ve saçı sakalı bembeyaz olan kişi;

-Yaptıklarını halen sırtında taşımaya devam edersen, kendini arındıramaz ve hep çamurlu kalırsın. Eğer zamanı geri alamıyorsan, şimdiki zamanda yaşamaya başla ve geçmiş zamandan ders al bu kafi. Dedi.

Zamanı geri alabilmek! Gerçekten zaman geri alınabilseydi ve tekrar yaşanabilseydi insanların geçmişleri, acaba hatalar mı en çok yaşanırdı yoksa tekrarlanmaz mıydı yapılan onca hatalar? Kendi kendime sorduğum bu soruya kendim bile cevap vermek istemedim. Çünkü vereceğim cevap için bile ilerde zamanı geriye almam gerekebilirdi.

Dizimin sızısı da neyin sesi gibi gittikçe azaldı. Evet yaşlı adam ney çalmaya bir süre ara veriyor olacak ki tabakasından tütün çıkartıp sarmaya başladı. Kimdi, daha önce nerelerde ney çalmıştı tek tek sorup öğrenmek isterdim yanına oturup ama maalesef işte. Çarşının ortalarına doğru ilerledim aceleleri olduğu için sağa sola koşturarak yetişmeye çalışan insanların arasında , yetişmem gereken bir yer olmadığı için sakin sakin.

Çarşının ortası olarak nitelendirdiğim yere gelince ardımda bıraktığım yerlere nazaran buradaki kalabalığın daha hızlı hareket ettiğini fark ettim. Sanırım burası eylemlerini henüz tamamlamamış çoğunluğun bulunduğu yerdi. Alış veriş yapacak olanlar, çalıştıkları yere henüz geliyor olanlar…vs Adeta merkezkaç kuvvetinin doruk noktası gibi.

Yürüdükçe çok dikkat çekmeyecek şekilde insanların yüzlerine bakmaya çalışıyorum. Yılların yorgunluğu, bıkkınlığı yüzlerinde yer etmiş olanlar hemen belli ediyor kendini. Küskün bakışları, hayatı kaçırmışlığın verdiği öfkeyle bakıyor her yere. Öfke kalplerinde değil bu çok belli oluyor sadece bakışlarına oturmuş kalmış. Zira birileri adres sorduğunda yüzleri ve bakışları hemen yumuşayıp yardımcı olma telaşına giriyorlar anında. Yardım işi tamamlanınca tarif ettikleri yere doğru gidiyor mu diye arkalarından biraz bakıp tekrar ebedi dostları hüzün ve öfkeli bakışlarını çağırıyorlar bedenlerine. Kim bilir, belki de zamanı geri alamadıkları için kızgındırlar.

Benim gibi keyfi gezenlerde çoğunluktaydı, onlarda zamanlarının büyük bir kısmını boş yere heba edip, kendilerini herhangi bir amaca bağlamayan ya da bağlayamayanların oluşturduğu topluluktu. Her insanın hatta her canlının bir görevi olduğunu söylermiş Ladin ağacının gölgesinde kitap okumayı çok seven dedem. Dünyaya hiç kimse boş yere gelmezmiş ve kalbinin sesini dinleyen insanlar geliş amacını bulup hayatını o amaca göre devam ettirirmiş. Bunun için insanların çaba harcaması gerekiyormuş aksi taktirde amacını bulamayıp bomboş bir girdabın içinde bulurmuş insanlar kendini. Bu durum insanlar için böyleyken diğer canlılar için daha kolay olduğunu fark ettim. Hayvanlar ve bitkiler dünyada neden bulunduklarını ve yaşamları boyunca ne yapmaları gerektiğini insanlardan daha iyi biliyorlar ve var oldukları ilk dakikadan yok oldukları son dakikaya kadar bu bilinçle yaşıyorlar. Bu sebepten de dedemin hayatta olmasını ve bu konuşmaları benimle de yapmasını isterdim. Ona ‘ Bu durumda, insanlar bitki ve hayvanlardan daha zayıf değil mi? ‘ diye sormak isterdim. Eminim bilgece bir cevap verip ruhumu tatmin ederdi. Olsun, ben bunu Ladin’e sorarım sonuçta dedemin ruhunu gövdesinde barındırıyor eminim oda güzel bir cevap verecektir.

Duraksamadan yürümeye devam ettim, aklıma kaydettiğim ve Ladin Ağacıma anlatırken kelimelere dökeceğim çok görüntü topladım aslında. Az ilerde yolun kenarında uzanmış, üstü başı pislik içinde , saçı sakalı birbirine karışmış bir adam gördüm. Yoldan geçen herkesin- benim ayıp olmasın diye çaktırmadan baktığım gibi değil- direkt gözlerinin içine bakıp, kendisine bir miktar para vermelerini istiyordu. Önündeki kartonda da birkaç bozuk para vardı. Adam yaklaşık 45-50 yaşlarında , esmer,sivri burunlu dar alınlı ve küçük ağızlıydı. Alnı terden ve kirden yağlanmış ve gün ışığında parlıyordu. Dedemin az önce bahsettiğim sözü geldi aklıma adama bakarken. Dünyaya ne için gelmiş olabileceğini düşündüm. Biran da ney dinlerken otağına uçup gittiğim derviş ve yanındaki yaşça daha genç olan adam bu yerde yatan adamın yanına gelip oturdular. Genç olan dilenen adama sertçe;

-Sana gitme demedim mi? Aşağılık, yapmayacaksın demedim mi? Diye bağırmaya başladı. Yaşlı olan onu sakinleştirip;

-Seni duyamayacak kadar uzakta, boşuna bağırıyorsun. Artık bunun bilincine varmalı ve kendini heder etmemelisin. Bu dersi de geçemedin daha çok çalışmalısın. Dedi ve kalkıp gittiler. İşin garibi dilenci adamın çok yakınındaydı ve bağırtısını ben duymuştum ama gerçekten de dilenci duymamış gibi ona herhangi bir tepki vermemiş, insanların gözlerine bakmaya devam ediyordu.

Dizim halen bir darbe aldığını hissetirecek kadar yanmaya devam ediyordu. Özellikle de her adım atışımda pantolonuma sürttüğünde hissediyordum. Eminim Ladin Ağacı gördüğünde telaşlanacak ve dikkat etmediğim için bana kızacaktır. Bir keresinde gövdesinde küçük bir yarık oluşmuştu, bir kuş gagasıyla zarar vermişti, ne olduğunu sorduğumda da önemli bir şey olmadığını söyleyip geçiştirmişti. Bende düştüm deyip geçiştirmeyi düşünüyorum, canlılar sevdiklerini geçiştirmemeli ama bunu ilk o başlattı.

Dilenciyi, mahrur bakışlarıyla baş başa bırakıp yürümeye devam ettim. İnsanların kalabalığı ve bir yerlere yetişme telaşı arttıkça artıyordu. O kalabalık içinde kendime , kimsenin beni fark etmeden onları izleyebileceğim bir yer aramaya başladım. Bankların hemen hepsinde yürümekten yorulmuş teyzeler, yıllarca çalışıp artık yapacak işinin kalmadığına karar vermiş ve kendine emekli diyen yaş almış amcalar, seyyar satıcılar bulunuyordu. Ne kadar yaş alırsa alsın bir insanın hayatının sonuna kadar uğraştığı bir şeyler olması gerektiğine inanıyorum. İnsan ancak öldüğü zaman emektar diye anılmalı , yaşayan her insanın tıpkı diğer canlılar gibi yaptığı bir şeyler olmalı. Mesela otobüs durağında herkesin gülmesini sağlayan o karga yaşlanınca ötmeyi bırakacak mı? Aynı matrak hareketleri yapmayacak mı? Bunu da Ladin Ağacına sormalıyım. Verecek makul bir cevabının olduğunu düşünüyorum.

Biraz daha ilerleyince, bir dükkanın dışına kadar taşmış kalabalık erkekler topluluğunun içeriye doğru bakarak ritmik bir şekilde bağrıştığını gördüm. Öyle bir bağırış ki sanki aynı şarkıyı farklı tonlarda söyleyen ses eğitimi almamış kişiler topluluğu konser veriyor gibiydi. Merakıma mağlup olup yanlarına kadar gittim, sokakta tepki verilmesini düşündüğüm o kadar şey varken bu adamları bu kadar ateşli hale ne getirmiş olabilirdi ki? Dükkanın önüne kadar gelip içeriye baktım. İçerden çok keskin ter ve sigara kokusu geliyordu. Adeta ter ve sigara dumanı kapının önünde görünmez ama hissedilir bir kalkan oluşturmuş gibiydi. Küçük sayılacak bir televizyonda atlar koşuyor ve bu adamlar da bağırarak kendilerini duymaları imkansız olan atları motive ettiklerini sanıyorlardı. Dünyaya at olarak gelmiş olan bir canlıların, insanlar tarafından kendilerine değişik isimler takılarak birbirleriyle kıyasıya yarıştırılması ve yarışın sonunda da kendilerini destekleyenleri mutlu edip onlara para kazandırması, tüm o bağırış çağırışta bu yüzdendi işte. İşin daha da ilginci bu sevinç ve gururu olayın asıl kahramanı olan kendisine değişik isim verilen atın hiç yaşamıyor oluşu. Yense de yenilse de yiyeceği yem ve içeceği su. Ama diğer canlı türü olan insan, eğer kazananı desteklemişse büyük paralar kazanıp o an için iyi bir gelir elde etmenin sevincini yaşıyor. Dümdüz yaşamak varken, hayatı kumara çevirip atları da buna alet etmek olarak yorumlayıp, ter ve sigara dumanı kalkanından uzaklaşıp, yürümeye devam ediyorum.

Az ilerde kalabalığın aralıklarla azaldığı bir caddeye giriyorum. Karşımda kocaman ağaçların toplandığı bir parka geliyorum. Parkın içinde zaman aniden yavaşlıyor sanki. İçine girer girmez bende zamanın ağırlaşmasına ayak uyduruyorum ve adımlarım yavaşlamaya başlıyor sanki. Kendime sarmaşıkların etrafını sardığı, tahta çitlerle etrafı sarılmış ve bu haliyle adeta küçük bir sığına benzeyen boş bir bank buluyorum ve oturup ,karganın bizi gülerek uğurladığı duraktan, bu küçük sığınağı andıran banka kadar şahit olduklarımı gözden geçirmeye başlıyorum. Ney çalan yaşlı adam, onun büyüsüyle meçhul bir zamana gidip otağında su içtiğim dervişler, emrine uymadığımı düşündüğü için beni düşüren Arnavut kaldırımı, yerde kir pas içinde yatıp insanlardan para dilenen ve genç olan dervişin dersi geçmesine mani olan alnı kir ve yağdan parlayan, dar alınlı dilenci ve atları bağırarak motive ettiklerini sanan ses eğitimi almamış erkekler topluluğu. Bütün bunlara ben ve dizimdeki sızı şahit olduk. Ben en çok dizimdeki yanma hissine sahip olduğum için seviniyorum. O bütün bunların içinde sadece bana ait bir his ve sadece bana hitap eden bir olay ve halen zaman zaman o hissi bana verip ‘ben buradayım’ demeye devam ediyor.

Küçük sığınakta otururken ayaklarımın dibinde askeri disiplin almış gibi art arda sıraya girmiş ve çarşıda gördüğüm insan kalabalığını andıran ancak belli nizamda olduğu için daha yaşamsal olduğunu düşündüğüm karıncalar dikkatimi çekti. Hayatta kalmak için , kendi türlerinden olan arkadaşlarıyla birbirlerine destek olarak evlerine yiyecek taşıma telaşındaydılar. Arılar ve karıncaların bu disiplinlerine oldum olası hayran kalmışımdır. Ağaç parçacığı, yere düşmüş yiyecek artıkları…vs işlerine yarayacak ne varsa bir bir taşıyorlardı. Hepsi görevinin başında ve hepsi ne yaptığının bilince hareket ediyordu. Karıncalara daha yakından bakmak için kafamı dizlerime yakınlaştırıp eğildiğimde pantolonumda kan izi olduğunu fark ettim. Evet, dizim yere çarptığında kanamış ve bunu pantolonumun dizime temas eden yeri ile de paylaşmıştı. Garip bir şekilde mutlu oldum, düştüm ve dizimi yere çarparak kanattım , üstelik yanma hissi de az da olsa devem etmekteydi. Hani elimden gelse dizime sarılıp öpücük konduracaktım.

Bu arada karıncalar işlerini yapmaya devam ediyordu. Bir an insanların da , karıncalar gibi olduğunu hayal etmeye çalıştım. Bu durumda ne , yere düşebilirdim. Ne kargaya gülümseyebilirdim ne de ney dinleyebilirdim. Çünkü izlediğim kadarıyla karıncaların tamamı aynı amaç için çalışıyor ve birbirlerinden farkları yok zannedersem ,karıncalar hep şimdiki zamanda yaşıyor, geçmiş zamanları da yok. Yüzlerini göremediğim için kederli mi, neşeli mi bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa oda bu tür hislerin insan ruhuna özgü ilahi bir güç olduğu. O yüzden dikkatimi karıncalardan alıp etrafıma kaydırıyorum.

Dallarında onlarca kuşa ev sahipliği yapan ağaçlara bakıyorum. Sanki o yuvaların dallarında olmalarına çok memnunlarmış gibi hissediyorum.’ Farklı canlı türlerinden birbirlerine en çok yakışanlar, kuşlarla ağaçlar’ derdi Ladin ağacım. Onlar birbirlerini çok iyi tamamlıyormuş ve dallarına kuş konmayan ağaçlar, yaprakları olsa bile çıplak gibi hissedermiş kendilerini. Gerçekten de öyle, parkın her ağacında binlerce kuş ve sanki bu güzel melodi kuşlardan değil de ağaçların dallarından geliyormuş gibi. Kuşlarında kendilerini en güvende hissettikleri yer ağaçlardır çünkü en çokta ağaçların üzerindeyken ötüp doğaya konser veriyorlar.

Küçük sığınağa benzeyen bankta arkama yaslanıp etrafıma göz gezdiriyorum. Bisikletin arkasına onlarca dondurma külahı ve içinde dondurma bulunan büyük termosla gelen orta yaşlı olduğunu düşündüğüm, saçları kırlaşmaya başlamış dondurmacı dikkatimi çekti. Bisiklete binip pedal çevirmek yerine, direksiyonundan tutarak yürüyor ve dondurmacı olarak geldiği parkta bunu bisikletin direksiyonunda bulunan metal çanı çalarak ilan ediyordu. Art arda çaldığı çan sesiyle bir şekilde merak uyandırıp insanlara kendisini fark ettirmeye çalışmasını ilginç buldum. Bu duruma alışkın olanlar nerde bu sesi duysa , saçları kırlaşmak üzere olan dondurmacıyı hatırlayacaklardır. Hatta bu sesin varlığı dondurma yemeği isteği bile uyandırabilirdi.

Tam önümden geçerken, nerden çıktıklarını fark edemediğim 3 çocuk dondurma yiyecek olmanın mutluluğu ile bağıra bağıra ellerindeki parayı uzatarak dondurma istediler. Bir tanesi,

-‘Nerde kaldın amca, biraz daha geç kalsan gidiyorduk’ dedi. Dondurmacı, saatine baktı ve,

-ben tam zamanında geldim, siz erken gelmiş olmayasınız, dedi

Kendilerine yarattıkları bu zararsız zaman sorunsalını çok uzatmadan dondurmalarını alıp keyifle yemeye başladılar. Dondurmacı neşeyle dondurma termosunun kapağını kapattı ve çan sesini çalarak bisikleti iteklemeye devam etti. Kafamızın içinde yaratıp, bunu saat gibi çeşitli aletler icat ederek kalıplaştırdığımız bu zaman kavramının insanları esir aldığını fark ettim. Zaman hepimiz için aynı anda aynı mi işliyordu? Dondurma yemek için can atan bu çocuklar hangi zamana göre dondurmacının geç kaldığını söylüyordu, ya da dondurmacı hangi zamana göre tam zamanında geldiğini söylüyordu.

Birde duygusal açıdan önemli olduğunu düşünüyorum bu zaman kavramının. Duygusal zamanı gösterebilen bir alet üretememiş insanlar, çünkü bu konuda onları inandırabilecek ilahi bir güce asla sahip olamayacaklar. Birisi sabahı severken , diğeri akşamı, bir başkası öğleyi yada gecenin bir yarısını sevecek, birisi yaz mevsimini severken , bir başkası kışı sevecek ve tüm bu farklı zevklere sahip insanlar için saat hep aynı numarayı göstermeye devam edecek.

Az sonra üzerlerinde aynı tip üniformaya benzer kıyafetler bulunan 4 kişi ellerinde küçük bir oka benzer aletle yanımdaki ağaca geldiler. Gövdesini usul usul sever gibi okşayıp sanki ağlıyormuş ta onu sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi davrandılar. Yanımdaki ağaç, Ladin Ağacımdan uzun ve iri gövdeye sahip bir Çınar Ağacıydı. Devasa genişliği ile adeta parkın hakimi ve dallarında yüzlerce kuşu barındırıyor oluşuyla ağaçların babası gibiydi.

Üniformalılardan biri elindeki oka benzer aleti , az önce okşadığı gövdeye hızlıca batırıp ittirdi. Bir an bunu kendi vücudumda hissetmiş gibi irkildim. Benim canım sadece hissederek bukadar yandıysa koca çınar neler yaşıyordur diye düşündüm ve öfkelenmeye başladım. Ama, üniformalı oluşları ve ne yaptıklarını biliyor gibi görünmeleri sakin kalmamı sağladı. Ağaca zarar verecek kötü insanlara benzemiyorlardı ve belli ki tüm ağaçlarla özel olarak ilgileniyorlardı. Merakla sapladığı oku ne yapacağını izleme başladım. Okun iyice gövdeye girdiğinden emin olduktan sonra, çıkardı gövdeden çıkan kısmını bir süre inceledikten sonra yanındakilere,

-86, dedi.

Elinde defter olan not almaya başladı ‘86’ rakamını duyduktan sonra.

Sonra hepsi birden biraz geriye çekilip, ağacın dallarını göz temasıyla inceledi. Oku ağaca batıran adam,

-Vay koca Çınar, demek 86 yaşındasın ha’ dedi.

Diğerleri de ona katılarak şaşkınlık, gurur ve saygıyla ağacı selamlar gibi yapıp parkın başka bir köşesine doğru yol aldılar.

Ben ağacın 86 yaşında olduğunun şaşkınlığı ile ne yapacağımı şaşırmıştım. 86 senedir bu noktada olan bir ağacın yanında oturuyordum şuan. 86 senedir dallarında kuşları ağırlayan bir ağaç. Onca yaşanmışlık, onca mevsimlerin geçmesi ve ağacın bu süre zarfında dünyanın aynı noktasında durması.

İlk ekildiği zamanı düşündüm, kim bilir nasıl bir yerdi buralar, kimler vardı, bu zamandan farklı hangi telaşları, korkuları barındırıyorlardı kalplerinde. Mesela kendince tam zamanında gelen dondurmacı gibi başka dondurmacılar da var mıydı o zamanalar? Ya da burası yine park mıydı? Bu parkı çınar ağacı mı oluşturmuştu yoksa? Demek 86 senedir buradaymış ha? Bu ağacı eken kişi hayatta değilse de oda dedem gibi bu ağacın gövdesinde yaşıyordur umarım, ve gurur duyuyordur 86.senesinde kendisiyle. Bana bu heyecan verici anı yaşamama sebep olduğu için kendisine minnetlerimi ilettim. Çınar ağacına en iyi arkadaşım ve kendi gibi ağaç olan Ladin Ağacımdan bahsettim. Her şeyi bilen , bilge ağaç olduğunu söyledim, bilge olmasının sebebini de gölgesinde kitap okumayı çok seven dedemin ona her şeyi öğretmesi olduğunu da ekledim . Tabi Ladin Ağacım onun gibi 86 yaşında değildi, o olsa olsa 40 yaşında olabilirdi. O adamın gövdesine batırdığı okun canını acıtıp acıtmadığını öğrenmek istedim dizimin yanıyor oluşunu hissederek. Çınar benimle konuşmadı, ya da ben duymadım. Hiçbir şekilde canının acımadığını varsayarak, saygı ve sevgiyle selamlayıp geldiğim yöne doğru gitmek üzere kalktım.

Zaman insanlara aldırmadan hiç durmadan ilerlerken , aslında kafamızda yarattığımız bu sanal çizelgeye sadık kaldığımız kadar doğanın işleyişine sadık kalmadığımızı düşündüm. Dondurmacı ile onu bekleyen çocukların içinde bulunduğu zaman aynı noktayı işaret ederken, çocuklar geç kaldığını , dondurmacı ise tam zamanında geldiğini söyledi. Sanırım bu konuda haklı olan dondurmacıydı. Çocuklar sabırsızlıklarının kurbanı olmuşlardı.

Sabırsızlık hissi yoğun olduğu zaman o hiç durmadan ilerleyen zaman duruyormuş ya da çok ağır ilerliyormuş gibi bir hisse kapılıyoruz ve bu histe aklımıza hep aynı yerde durduğumuzu düşündürüyor.

Ancak bu durum korkularımız söz konusu olduğunda tam tersi şekilde işliyor ve zaman su gibi akıp geçiyor sanki.

Her iki durumda da zaman ritmik olarak aynı durumda seyrederken duygularımız bizi narkoz almışız gibi uyutuyor sanki ve gelmesini beklediğimiz anın sabırsızlığı bizleri hapsederken kaçırıyoruz yaşamı.

Geldiğim yöne yürürken insanların yüzlerinde ki ifadenin değişimeye başladığını farkediyorum. Bugünkü esaretlerinin sonuna doğru yaklaşamakta olduklarının bir işareti gibi .

Asfalt yol gelirken bu kadar kalabalık değildi, kaldırımda seyyar satıcılar sıra sıra dizilmiş, kimi meyve sebze dizmiş tabalasına, kimi çocuklar için oyuncak.

Oyuncak satan yaşlı bir adam bir kartonla etrafını sınırlandırdığı bir arabayı kurup kartona bırakınca, arabadan ışıklar çıkıyor ve müzik çalmaya başlıyor. Böylece yoldan geçen çocukların dikkatini çekerek, onların sahiplenme duygularını kabartarak, ebeveynleriyle ısrarla ,kendilerine o oyuncağı almaları için bir çekişme yaşamalarını hedefliyor olabilir diye düşünüyorum. Bu onun satış taktiği de olabilir. Fakat adama dikkatlice baktığımda gözlerinde çocukluğunu görüyorum. Çocukluğu boyunca hiç oyuncağı olmamış ve arabayla şuanda kendi oynuyormuş gibi bakıyor. Yoldan geçen bir çocuk oyuncağı satın alsa üzülecek gibi.

İnsanlar ihtiyaç duyduğu şeylere zamanından çok sonra sahip olunca bunun pek bir değeri kalamamış olur ve geç sahip olduğu şey her neyse artık onun için değersizdir ancak, bence bu oyuncaklar için geçerli değil. Bunu oyuncakçının gözlerine bakarak anlayabiliyorum. Çocukluk, ruhen yıllar geçse bile kendini tamamlama çabası içinde, eksik kalan her haz kendini tamamlamanın bir yolunu buluyor sanki. İnsanlar yaşlanınca, çocukluğunu ve gençliğini özlüyor ve bir daha gelmeyecek o çağlarının hasreti içlerinde yaşamlarına devam ediyorlar.

Özellikle çocukluk çağı, doya doya yaşayanların da hiç yaşayamamış olanların da en büyük özlemleri. O saf ve temiz duyguların çemberinde, küçücük oyuncakların bile sevinmemize değer olduğu zamanların en değerli zamanlar olduğunu anladığı ve tekrarı olmadığını anladığında sanırım beli bükülüyor insanların.

Bu özlem duygusu canlıların içinde de sadece insanlara özel çünkü, yumurtadan yeni çıktığı zamanı özleyen bir yetişkin kuş ya da annesinin arkasından paytak paytak yürüyen bir kedi,köpek ve fidan olduğu zamanların hasretini çeken bir ağaç yoktur doğada.

İnsanın haricinde ki canlıların tamamı hayatı önlerine bakarak yaşamakla meşguller ve biz insanlar ayakta durabilmek için geçmişten ve şimdiki andan destek almak zorundayız. Özleyerek,bekleyerek,hatırlayarak,isteyerek hayatımıza devam ederiz.

Sevmek ve acı çekmek ise yaşamın içinde olan tüm canlıların ortak duygusu bence. Bu duyguları tüm canlılar yaşamakta ve bunu da aynı türden olmasalar bile birbirlerine belli etmekteler.

Örneğin, Susuz kalmış bir bitkinin solmaya başlaması acı çektiğini gösterir, toprağını ve saksını değiştirdiğimiz zaman çiçekler açması da mutlu olduğunu bunu sevdiğini gösterir.

Hayvanlar ise zaten konuşamasalar da çıkardıkları sesle mutluluklarını veya mutsuzluklarını bizlere bildirirler. Ama biz insanlar bu duygularla o kadar yoğurulmuşuz ki bütün duygularımız iç içe geçmiş neşemizi ve hüzünlerimizi paylaşmaya dost bulamamaya mahkum olmuşuz. Neşenizle neşelenen, hüznünüzle hüzünlenip sizi ayakta tutmak için var gücüyle tüm duygularınıza ortak olan bir dostunuz varsa hayatta onu asla yalnız bırakmayın. Benim Ladin Ağacım bu tanıma uyan tek dostum ve ben onu asla yalnız bırakmayacağım.

Yürümeye devam ediyorum ve kanamış olan dizim her adımda bana hayatta olduğumu hissettirerek ben buradayım diye bağırıyor sanki. Yolun sağ tarafında bulunan uzun ve dar bir sokak dikkatimi çekiyor. Sokak okadar dar ki karşılıklı iki aracın geçmesi hemen hemen imkansız gibi. Karşılıklı ve yan yana sıralanmış tüm evlerin bahçeli ve tek katlı ilaveten hepsinin renk renk olması bu sokakta yürüme isteği doğuruyor bende. Sanki geçmiş zamanın sadeliğinde olmaları ve şimdiki zamanın modernliğine sahip olmamaları onların en büyük mutluluğu gibi. Ulu çınar, bu sokak ve bu evler geçmiş zamanda yaşıyor gibiler. Sokağa giriyorum ve biraz ilerleyince bu kentin eski evlerine ait bir sokak olduğunu anlıyorum. Evet, doğru tahmin etmişim bu sokak geçmiş zamanın kokusundan hiçbir şey kaybetmemiş. Sokağın ortasında cumbalı evler sıralanmaya başlıyor ve adeta zamanı durdurmuş gibiler. Kim bilir ilk yapıldığı zamanlar kimler yaşıyordu bu evlerde, nelere hüzünlenip nelere sevindiler bu cumbalarda otururken diye geçiriyorum içimden. İçlerinde modern zamana ayak uydurup! Bakımsızlıktan eski sahiplerini utandıracak hale gelmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş olanlarda var. Sanki tüm yaşanacaklar yaşanmış ve artık o evlerde yaşanabilecek hiç birşey kalmamış gibi yapayalnız ve çaresiz duruyorlar.

Bu sokak, modern dediğimiz şimdiki zamanın tarih olarak çok gerisinde olsa da medeniyet ve görsel olarak çok ilerde. Sokağın ve evlerin ruhları var adeta ve sanki onlar var olmaya devam ettiği için bu şehir halen var gibi. Bazı bahçelerde o kadar büyük ağaçlara rastlıyorum ki tıpkı parkta gördüğüm çınar gibi yaşlandıklarını anlıyorum. Bu ağaçlar o kadar şanslı ki hayatları büyümekten başka hiçbir değişikliğe uğramamış. Belki de bir asırdır aynı evin aynı bahçesine düşürmüş gölgesini. Bunu düşününce Çınar Ağacı geldi yine aklıma. Belki oda böyle bir evin bahçesinde yaşarken, evin ruhu gittiği için tamamen yıkıldı ve orası belediye tarafından park yapıldı. Acaba çınar böyle bir durum yaşadıysa hangisini tercih ederdi. Bu sokaktakiler olmasa da Çınar Ağacı zamanı geri alma isteği duyuyor olabilir diye düşünüyorum.

Sokağı tamamlayıp geri dönüyorum, sokak o kadar büyülü ki geldiğim yöne doğru geri döndüğüm halde sanki ilk defa geçiyormuşum gibi her adımımda bana yeni duygular yaşatıyor. Yanmasını halen hissettiğim dizimle sokağı bitirip kalabalığın ve gürültünün hakim olduğu ana caddeye çıkıyorum tekrar. Bence insanlara bu sokakta günün belirli saatlerinde yürümek mecburi olmalı ruhlarını geçmişin verdiği güven ile arındırmaları için.

Kalabalığın ve gürültünün bu sokaktan çıktıktan sonra daha da katlanılmaz olduğunu hissetmeye başladım. Arındıktan sonra ruhuma bir dinginlik geldi ve sokağın büyüsünü her adımda kaybediyor olmanın hüznü çöktü üzerime.

Şimdi soğuk ve hırçın cadde de yürümeye devam ediyorum. Modern hayatın ilginç olan hiçbir yanı yokmuş gibi. İnsanlar yıllar önce cumbalı evlerde , harika dekorasyonlarla yaşadıkları yeri güzelleştirip o daracık sokaklardan dünyaya mutluluk yayarlarken şimdi koskoca yollarda ve çok katlı anlamsız beton bloklarda duygularını hapsetmiş zahiri mutluluklarıyla dünyaya öfke saçıyorlar. Ve dünyamız o kadar merhametli ki bize uçsuz bucaksız bu evrende yuva olmaya devam ediyor. Böyle düşününce dünyanın duyguları olmamasına bir an için sevindim çünkü duyguları olan bir gezegenin biz insanları içinde yaşatmaya devam edeceğini hiç sanmıyorum. Elbette çoğu yerde insanlar arasında merhamet, sevgi ve hoşgörü bağı halen korunmakta ancak ben size geneli anlatıyorum. Her otobüse bindiğinizde ya da kalabalık bir cadde de yürüdüğünüzde bakın insanlara işte ozaman sizde geneli göreceksiniz.

Gelirken yolda gördüğüm üstü başı kir pas içinde olan adam yerini değiştirip biraz daha ilerlemiş. Yine aynı şekilde yerde oturuyor ancak bu defa insanların yüzlerine değil boşluğa doğru kıpırdamadan bakıyor. Öyle belirli bir yere odaklanmamış aslında kafasında bir şey canlanmış ve dikkatle onu izliyor sanki. Dünyaya geliş amacı yerlerde yatmak , kir pas içinde yaşamak değildir elbette diye düşünüyorum. Bir an kendi kendine konuşarak kafasında her neyi canlandırıyorsa tepki verdi. Anladığım, yaptığı bir hata anına gidip yaptığı hatayı tekrar gördü. Acaba o da zamanı geri almak ister miydi? Ya da o zaman gitse aynı şeyi yine yapar mıydı.

Ladin Ağacım bana böyle bir adamla ilgili bir anı anlatmıştı. Ona da dedem anlatmış. Dedem benim yaşlarımdayken oturdukları mahalle de tıpkı bu adam gibi üstü başı perişan olmuş saçı sakalı birbirine karışmış birisi varmış. Yaz kış sokaklarda yaşarmış. Mahalleli onun adını bilmezmiş ama herkes Düşkün dermiş ona.

Düşkün, aslında çok varlıklı bir ailenin iyi tahsil görmüş bir oğluymuş. Çok iyi bir mimarmış. Mahallenin en lüks evi onlara aitmiş. Tüm mahalle onların bahçesiymiş aslında ve zamanla bahçeyi parça parça satışa çıkararak dedemlerin mahallesinin oluşmasını sağlamışlar. Buna rağmen halen konaklarının kocaman bahçesi varmış. Düşkün, dedesinin ve babasının şirketinde mimar olarak çalışırmış ve çok iyi tasarımlara imza atarmış ancak ,kötü bir huyu varmış , içkiye aşırı derecede bağımlıymış. Hatta öyle ki en iyi tasarımları içkiliyken yapabildiğini söylerlermiş. Bir gün eve yine ayakta zor duracak kadar içerek gelmiş ve veranda da bulunan sedirin üzerinde sızmış. Herkes uyurken neden çıktığı bilinmeyen bir yangın çıkmış ve çok kısa zamanda tüm evi kaplamış. Yangını fark eden mahalleli hemen bahçeye girmiş, içeri girememişler ama Düşkünü sedirin üzerinde görünce kaldırıp dışarı çıkarmışlar. Çağırılan itfaiye söndürme çalışmalarına başlamış ancak içerdekilerin tamamı yanarak olmasa da zehirlenerek hayatını kaybetmiş.

Düşkün o günden sonra hiç konuşmamış, üzerindekileri hiç değiştirmemiş ve asla kapalı bir yerde bulunmamış. Mahallenin dışına çıkmayacak şekilde sokaklarda avare avare dolaşmış. Elinde hiç açmadığı bir şarap şişesi bulunurmuş. O şişe en değerli eşyasıymış sanki tüm ailesini o şişenin içinde taşıyor gibi. Yıllar geçtikçe hali daha da perişan olmuş ve yangından 22 yıl sonra , 22 yıl boyunca hiç konuşmadan , en değerli eşyası şarap şişesiyle birlikte uyurken canını teslim etmiş. O sessizliğinde 22 yıl boyunca sadece kendinin duyduğu ve kendini suçlayan çığlıklar attığını söylermiş dedem. Üzerinden yıllar geçtiği halde dedem Düşkün’ü hiç unutmamış ve anlatırken de gözleri dolarmış. Ladin Ağacım da bana anlatırken gözlerim dolmuştu. Düşkün’ü çok sevmiştim. Şimdi buradaki adamı görünce aklıma Düşkün’ün yaşadıkları geldi belki bu adamın da attığı çığlıklar vardır ama hiçbirimiz duymuyoruz. Tam yüzümü başka bir yöne çevirerek yürümeye devam edecektim beyaz sakallı adamla genç adamı tekrar gördüm yanında.

Bu defa genç olan ‘bitti’ diye bağırıyordu. ‘Artık bitti, gidiyorum’ yaşlı olan da sırtını okşadı ve kayboldular yine. Adam yanına gelenleri yine görmedi ve duymadı. Ve şunu fark ediyorum ki onları gören ve duyan sadece bendim.

İçimdeki şaşkınlık yaratan garip duyguyla yürümeye devam ediyorum. Neden bu iki adamı sadece benim gördüğümü anlamaya çalışıyorum. Bu iki adam gerçekten yoksa ben nasıl hem görüp hem seslerini duyuyor ve hangi duygu halinde olduklarını anlayabiliyorum. Bu derin düşüncelerin gölgesinde atıyorum adımlarımı. Adım atarken şaşkınlığımdan kanayan dizim uyandırıyor beni. Halen hissettiriyor yaralandığını. Biraz ilerde iki yolun ağızında bahçesi büyük bir alana sahip yeşillikler içindeki camii yi görüyorum. İçinde de küçük masaları ve tabureleriyle çay ocağı var. Tabureler okadar engin ki güç bela oturuluyor ve uzaktan bakan birisi insanların yerde oturuyor olduklarını bile düşünebilir. Çay ocağına doğru gidiyorum. O kadar yürüdüm ve bir çay içmeyi hakkettiğimi düşünüyorum. Çay ocağına yaklaşınca fark ediyorum ki yaşlı insanların rahat edebilmeleri için kolaylıkla oturabilecekleri koltuklarda varmış. Çay ocağını ince uzun suratlı, kulak memeleri olağandan daha geniş, uzun sayılabilecek sakalları olan 60 yaşlarında yorgunluğu yüzüne ve duruşuna yerleşmiş bir adam işletiyor. Yere çok yakın olan küçük taburelerden birine oturuyorum. Oturur oturmaz da çayımı önüme getiriyor bu adam. Çayımdan bir yudum alıyorum ki bir anda çay ocağının önündeki büyük avluya sürü halinde hareket eden neredeyse 200 adet kadar güvercin sürüsü iniyor. Her birinin neredeyse horoz kadar iri olması dikkatimi çekiyor. Çay ocağında bulunanlardan sadece benim kuşlara hayretle bakıyor olmamdan anlıyorum ki bu kuşlar buranın müdavimi ve herkes bu duruma alışmış durumda. Biraz sonra kısa boylu, zayıf,kalın kaşları ve sakalları olan görüntüsüne bakılırsa 70 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir adam beline bağladığı keseyle taburelerden birine herkese selam verip oturuyor. Çay ocağını işleten adam;

-Nerden geliyorsunuz Medet Abi? Diye sanki birazda alaycı bir şekilde soruyor.

Adamın adı Medet’miş. Ne kadar güçlü bir isim diyorum kendi kendime.

Medet Dede adama cevap vermeden önce sakince önüne az önce konan çayından bir yudum alıyor ve;

-Meydanda biraz dolaştık. Yorulduk geldik çayını içmeye. Dedi.

Garip olan Medet Dede sanki yanında başka birisi varmış ta meydanda birlikte dolaşmışlar, gibi konuşuyordu. Heralde bir arkadaşı daha var, o geride kaldı yada tuvalete girdi o yüzden iki kişiymiş gibi konuşuyor , birazdan gelecektir diye düşündüm.

Kuşlar avluda hop uçuyor, hop iniyor, bazen hepsi birden caminin avlusunu tavas ediyor, yakındaki ağaçlara konuyor ve birden aynı anda tekrar avluya iniyorlar. Yerdeyken hepsi bir arada duruyor, uçup caminin etrafını döndükten sonra bahçede var olan ağaçlara dağılıp konuyorlar ve sanki birisi işaret veriyormuş gibi ağaçlardan aynı anda inip tekrar avluya konuyorlar. Medet Dede halen yalnız ve birini bekliyormuş gibi de durmuyor. O zaman neden çay ocağını işleten adam ‘Nereden geliyorsun’ demedi de ‘nereden geliyorsunuz’ dedi bir türlü anlayamadım. Az sonra caminin yıllara meydan okuyan minaresindeki hoparlörlerden ezan sesi gelmeye başladı. Ezanın sonuna doğru avluda ve çay ocağında hareketlenme başladı ve herkes camiye girmek üzere adımlarını kapıya doğru atmaya başladı. Avlu bir anda bomboş kaldı ve bu boşluktan istifade eden güvercin sürüsü ağaçlardan inip avluyu doldurdu. Bense halen Medet Dede’nin neden çoğul konuştuğunu merak etmekteydim. Kuşlar avlunun içinde bi o yana bi bu yana hareket ediyor, kendilerine has o sesi çıkarıyor ve bazıları çok kısa kanat çırpıp yer değiştiriyorken onları izlemekten keyif almaya başladım. Bu arada engin tabureye otururken dizim tamamen bükülmek zorunda kaldığı için pantolonum yaraya tamamen temas ettiğinden tekrar sızlamaya başlıyor. Ama bununla ilgilenmekten se kuşları izlemeyi tercih ediyorum. Doğaya ve özellikle bu camiinin avlusuna o kadar çok yakışıyorlar ki koca avlunun ortasında toplu halde durmaları ve ürkeklikleri onları daha da sevimli hale getiriyor.

Biraz sonra insanlar camiiden bir bir çıkmaya başlıyor ve ilk çıkan kişiyle birlikte kuşlar ağaç tepelerine konmak üzere uçuyorlar.

Çay ocağı camiiden çıkanlarla tekrar dolmaya başlıyor. Çay ocağını işleten adam geliyor ve içeri girip bardaklara doldurduğu onlarca çayı masalara dağıtmaya başlıyor.

Medet Dede’de şimdi çıktı camiiden gelirken beline bağladığı kese şimdi elinde ve tekrar beline bağlıyor. Kesenin içinde ne olduğunu anlamaya çalıyordum ki Medet Dede elini kesenin içine sokup bir avuç kuş yemi çıkartıp avluya serpmeye başladı. Sanki o anı bekliyormuş gibi bütün güvercinler yemi attığı yere doğru uçmaya başladı. Medet Dede yemi attıkça keseden yeni bir yem avuçlayıp atmaya başladı. Tüm çay ocağı bu yem ritüelini sessizce izlemekte ve o an ve yan masada oturan adam oraya ilk defa getirdiği misafirine Medet Dede ve kuşlarla ilgili bilgi vermeye başlıyor.

Anlattığına göre Medet Dede’nin kimsesi yokmuş. Tüm ailesini bir bir bünyelerine musallat olan kötü bir hastalıktan kaybetmiş. Teselliyi bu kuşlarda bulmuş. Yıllardır belindeki bu keseye doldurduğu kuş yemi ile kuşları beslermiş ve bu kuşlarda o nereye gitse peşinden mutlaka gidermiş. Adamı dinleyince anlıyorum çay ocağını işleten adamın ve Medet Dede’nin neden çoğul konuştuklarını. Bu durum o kadar hoşuma gidiyor ki Medet Dede’ye sarılmak bile geçiyor içimden.

Tüm kuşlar , Medet Dede’nin ailesi olmuş ve onun yalnız kalıp yitirdiklerinin acısıyla kahrolmasına asla izin vermemişler. Medet Dede’de onları aç susuz bırakmamış ve herhangi bir kuş topluluğundan farklı kılıp her birini evladı gibi bağrına basmış. Belki her birine ayrı ayrı isim takmamış ya da her birini gözlerinde bakarak tanımıyor olabilir, bu kuşlara ayrı ayrı bakıldığında normal sıradan bir kuş olabilir ama hepsi birden birleşip Medet Dede’nin etrafında toplanınca aile oluyorlar. Bu olaya camii avlusunda şahit olmakta bana ayrı bir duygu yaşattı. Canlıların aslında birbirinden ayrı olmadığını, kainattaki tüm canlıların birbirlerine ihtiyacı olduğunu görmeye gelmişim sanki ve bunu da bir bardak çay içmek istememe borçluymuşum.

Medet Dede kuşların yemlenmesini ayakta durarak izliyor. Onlara yem vermenin sıradan bir şey olmadığını göstermek istiyor sanki. Bir an Medet Dede’nin yanında dilencinin yanında duran, sadece benim gördüğüm yaşlı adamı görüyorum. Bu defa genç olan yanında yok ve Medet Dede’nin boynuna sarılıp ona sevgi ve şefkatle bakıyor. Boynuna sarılmasına rağmen Medet Dede istifini bozmadığına göre bu yaşlı adamı yine sadece benim gördüğümü anlıyorum. Sıcacık sarılması ve sevgi dolu bakması sanki kuşların insan suretine girip Medet Dede’yi ne kadar çok sevdiklerini, bir insana gösterilmesini sağlamak için var sanki bu yaşlı adam. Hiç konuşmuyor, hiç hareket etmiyor ellerini önünde saygıyla birleştirip büyük bir hayranlıkla Medet Dede’yi izliyor. Ladin Ağacına bunu anlatınca umarım benim delirdiğimi düşünmez.

Az sonra acı acı siren sesleri duyulmaya başladı, az önce geldiğim tarafa doğru bir ambulansın gittiğini gördüm. Camii de ve etrafında da bir hareketlenme başladı ve herkes ambulansın gittiği yöne doğru bakmaya ve birkaç kişi de o yöne doğru gitmeye başladı. Medet Dede ambulansın geçmesiyle hiç ilgilenmedi ama kuşlar ilk önce korkup ağaçlara kaçtılar, sonra Medet Dede’nin sakinliğinden cesaret almışlar gibi tekrar avluya indiler. Duymamış olamaz elbet ama tepki vermemiş olmasına şaşırdım.

Ambulansın gittiği ve benim az evvel geldiğim caddeden birkaç kişi çay ocağına geldi ve çay dağıtan adam merak içinde ambulansın ne için gelmiş olduğunu sordu. Ona Berduşun öldüğünü söylediler. Oturduğu yerde uykuya dalar gibi ölmüş hemde. Bir an kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Her yer dönmeye başladı sanki, hızlı hızlı nefes alıp vermelerim şaşkınlığıma suni teneffüs yapıyordu sanki.

Eğer berduş dedikleri üstü başı kir pas içinde olan adamsa , benim şaşkınlığımı nefes alıp vermelerimin hızlanması bile dindiremez. Az evvel gelirken yanında ki ve sadece benim gördüğüm genç olan adamın ‘BİTTİ ARTIK’ diye haykırması geldi gözümün önüne ve şuan Medet Dede’nin yanında olan ve yine sadece benim gördüğüm beyaz sakallı adam da sırtını okşuyordu. Emin olmak için Berduşun kim olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ambulans henüz ordayken bu sefer cenaze nakil aracı geliyor berduşu sonsuza kadar ikamet edeceği yere götürmek için. Çay ocağındaki adamlardan biri ;

-sabah para verdim almadı, al bir şeyler alırsın dedim oralı olmadı, deyip rahmet okudu.

Bir başkası ,

-Sahi, kimdi bu adam, üstü başı perişan, yıllardır görürüm buralarda ama, kimdir nedir hiç bilmiyorum.

Bu söze, duyan herkes aynı tepkiyi verdi. Adamın söylediklerinden de berduşun, gelirken gördüğüm üstü başı kir pas içinde olan adam olduğunu anladım ve gözlerim yaşarmaya başladı, gizlemek için çok gayret ettim. Ölüm, yaşayan tüm canlıların son durağı evet ama yaşamaya çalıştığı yerde kim olduğu bile bilinmeden ölmek, yaşamdan alacaklı olarak ölmek gibi değil mi? Yıllardır herkes görür,bilir ama tanımazmış. Mezar taşında adı bile yazmayacak, tek bilinenin öldüğü tarih olması haksızlık. Peki sadece benim gördüğüm Berduşun yanındaki adamın ‘BİTTİ ARTIK’ demesi yaşamın bitmesimiydi, Onu Berduşa bu şekilde bağırırken gördüğümde aklıma hiç gelmemişti böyle bir şey. Üstelik yanında yaşlı olan da yoktu , giderken onun ürkek ve acemi olduğunu gördüğüm öğrencisi, dönerken yine aynı adamın yanında,yalnız ve ne yaptığını bilen bir usta edasıyla ‘BİTTİ ARTIK’ diye bağırıyordu ve biraz sonra da gerçekten bir yaşam son buluyordu.

Tekrar Medet Dede’ye baktım. Kuşlarını yemliyor ve sadece benim gördüklerimden yaşlı olan halen yanında ve aynı saygı gösterisinde bulunmaya devam ediyor.

Biraz sonra Berduş’a ‘BİTTİ ARTIK’ diye bağırıp onun ölmesine vesile olduğunu düşündüğüm genç olan da Medet Dede’nin yanına geldi. Şimdi ikisi de Medet Dede’nin yanındalar ve genç olan da tıpkı yaşlı olan gibi Medet Dede’ye saygı gösteriyor ve ilaveten ellerini öpüyor. Bir an bağırmak Medet Dede yanında iki kişi var onları görüyor musun? Demek istedim ama nafile.

Siren sesleriyle Berduş’u nakleden cenaze arabası geçiyor camiinin önünden. Cenaze arabası geçerken herkes elindeki işi bırakıp saygıyla ayağa kalkıp gözden kaybolana kadar öylece duruyor. Ben de topluluğa uyuyorum ve adını bile bilmediğim kimsesi olmayan bu adama saygıyla veda ediyorum. Otopsiden sonra kimsesizler mezarlığına defnedileceğini tahmin ediyor çay ocağındaki kalabalık. Defnedileceği zamanı öğrenelim gidelim diyor bir başkası, sahipsiz bırakmayalım.

O sırada Medet Dede’nin yanında bulunan ve sadece benim gördüğüm genç ile yaşlının da ayakta saygıyla durup Berduş’u götüren cenaze arabasına baktıklarını fark ediyorum. ‘BİTTİ ARTIK’ diye bağıran genç adamın göz yaşlarını sildiğini ve yaşlı olanın da yine ona birşeyler söylediğini görüyorum ve bu sefer de yaşlı olan ‘BİTTİ ARTIK’ diye bağırmaya başlıyor tıpkı genç olanın Berduş’a bağırdığı gibi. Ve genç olana sarılıp kendine doğru çekerek teselli ediyor.

Sarılma faslı bittikten sonra yaşlı olan Medet Dede’ye doğru yanaştı, yüzüne şefkatle baktı daha sonra ellerini dua eder gibi havaya kaldırıp avuç içlerini gökyüzüne bakacak şekilde tutup bağıra bağıra birşeyler söyleme başladı. Bağırdığını görebiliyordum, boğazı şişiyor bedeni kasılıyor, elleri titriyor ancak duyamıyordum. Kimsenin görmediği bu adamı hem bedenen görüyorum hem de bağırdığı görüyorum ancak kesinlikle duymuyordum. O bağırdıkça kuşlar etrafında hızlanarak dönüyorlar ve adam ,sanki kuşlardan oluşan bir girdabın içinde kalmışçasına kayboluyor gibiydi. Yaşlı olan bu haldeyken genç olan parkın köşesinde bir ağacın altında oturuyor ve yaşlı olanın bulunduğu tarafa hiç bakmıyordu. Kuşların oluşturduğu bu olağan üstü görüntünün, kimsenin ilgisini çekmemiş olmasını bir türlü anlayamadım. Hatta kimse artık kuşlarla ilgilenmiyor kendi hallerinde oturmaya devam ediyordu.

Biraz sonra kuşlar aynı anda dönmeyi bırakıp, ağaçların dallarında sıralandılar. Kuşlar çekilince yaşlı adamı ancak görebildim. Ellerini yavaşça indirdi ve Medet Dede’ye doğru yaklaştı ve sımsıkı sarıldı. Bir an boğulacak gibi hissettim kendimi bu görüntü karşısında ancak Medet Dede tepki bile vermiyordu. Yaşlı adamın sarılması bittikten sonra Medet Dede’de bir kıpırdanma oldu ve yavaşça yere doğru eğilip kendini büsbütün yere bıraktı. Medet Yere yığılırken, yaşlı adam da zarar görmesin diye başını tutuyordu. Şimdi Medet Dede sırt üstü yere yığılmış , gözleri kapalı ve hareketsiz bir şekilde uzanıyordu. Çay ocağındaki kalabalık ancak o zaman tepki verip Medet Dede’nin yanına koşmaya başladı. Etrafında toplanıp, ona ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ambulansı aramayı akıl ettiler ve telaşla nereye gelmesi gerektiğini tarif ettiler. Bende o heyecan ve telaşla ayağa fırladım ve dizimden gelen müthiş uyarıyla kalakaldım. Hızla kalkarken çay ocağının hemen önünde bulunan budanmış ve sivri ağaç parçasına Arnavut kaldırımlarının yaraladığı dizimi çarpıyorum. Öyle bir acı duyuyorum ki Medet Dede yerde yatıyor olmasa sevinçten havalara zıplardım.

Ne yaptılarsa Medet Dede tepki vermiyordu. Onu çok iyi tanıyan bazı kişilerin gözlerinden yaşlar aktığını görünce boğazımın düğümlendiğini hissettim. Daha az evvel tanıdığım bu adam, sanki hayatım boyunca benimleymiş hatta sanki hiç görmediğim dedemmiş gibi bir his yaratıyordu bana. Parktaki kalabalığı gören çoluk çocuk,genç yaşlı,kadın erkek kim varsa Medet Dede’nin yanına toplanıp onun iyi olması, takrar ayağa kalkması ve kuşlarıyla birlikte eskisi gibi renk katması için dua ediyorlardı. Ama şuana kadar Medet Dede yerinden hiç kımıldamadı ve hiçbir şeye tepki vermedi.

O an kuşların tepkisizliği dikkatimi çekti. Kuşlar yaşlı adamın etrafında hızla döndükten sonra kondukları ağaçlardan Medet Dede yere düştükten sonra kesinlikle hareket etmediler. Sanki Yaşlı Adam kuşlara biraz sonra olacakları haber vermiş ve onlarda bunun için hazırlıklıymış gibi.

Kuşlar ağaçlarda, kalabalık Medet Dede’nin etrafında ambulansın biran önce gelmesini bekliyorlarken sadece benim gördüğüm genç ve yaşlı olanı aradı gözlerim. Şimdi yaşlı olanda sırtı bize dönük olarak oturan genç adamın yanına gitti ve o gelince diğerdi de ayağa kalktı ve arkalarına bile bakmadan ağır adımlarla gittiler. Bir an kuşlara baktım halen hareketsiz duruyorlardı. Sonra tekrar o ikisine baktım ama göremedim. Şaşkınlığım o kadar artmıştı ki delirecek gibi olduğumu hissetmeye başladım. Çünkü o kadar yavaş ilerliyorlardı ki bu kadar kısa zamanda gözden kaybolacak kadar uzaklaşmaları imkansızdı.

Biraz sonra sokak yine siren sesleriyle doldu. Bu siren sesi Berduşunkinden farklıydı. Berduş kimsesiz olduğundan olsa gerek öldüğüne orda karar vermişlerdi, ölmemiş olsa da buna sevinecek kimsesi bile olmadığı için cenaze arabasına binmesini uygun görmüştü hayat. Ama Medet Dede’nin bir şansı olsun istiyorlardı, onun kuşlar ve arkadaşları vardı ve onun cenaze arabasına binmesini geciktirmek için gayret ediyorlardı. Ambulans yanaştı ve içinden kısa boylu ve ondan biraz daha uzun olan iki kişi ;

-AÇILIN,AÇILIN…

çığlıklarıyla kalabalığı yara yara Medet Dede’ye ulaştılar. Hemen kontrollerini yaptılar ve yaklaşık 4 dk nın sonunda ilk inen kısa boylu,

-VEFAT ETMİŞ, DEVLET HASTANESİNİN MORGUNA GÖTÜRÜLECEK. Diyerek işinin vermiş olduğu alışkanlığın yarattığı soğuk kanlılıkla ceset torbasına konulmasını emretti.

Çay ocağındakilerin dillerinde dualar, gözlerinde yaşlar herkes bir ağaca başını dayayıp Medet Dede’nin vefat etmesinin kendilerinde bıraktığı üzüntüyü sindirmeye çalışıyordu.

Ladin Ağacımın yanımda olmasını o kadar çok istedim ki o an. Kimsenin görmediği ancak benim gördüğüm bu iki adam kim? Genç olan berduşa yaşlı olan Medet Dede’ye ne yaptı? Bütün bunların cevabının sadece Ladin’de olduğundan emindim. Gidince çok uzun bir konuşma yapacağımızdan eminim. Dizimin acısı hafifleyene kadar kuşlar gibi bende burada kımıldamadan durmalıyım ve yürüyebilecek duruma gelince kalkıp yavaş yavaş Ladin ağacımla konuşmak için gitmeliyim diye düşündüm.

Dizimin acısı tazeyken, kalbimin ağrısı da tesir etmeye başladı vücuduma. Saatler önce kendi halinde otururken sağ salim gördüğüm berduş şimdi ölmüştü. Ardından, varlığından yeni haberim olan Medet Dede’de tıpkı berduş gibi göçtü gitti. Ölüm bu iki kişiye aynı şekilde geldi belki ama farklın etkiler yarattı.

Berduş belki çektiği çilenin sonuna geldi ve huzura erdi, gittiği yerde adı berduş değildir ve kim bilir belki ailesi bile olur bulunduğu yerde. Bir işi olur bir amacı olur. Adı sadece dünyada var olmaya devam ettikçe berduştur ve gittiği yerde mutludur.

Medet Dede ise yaşadığı süre boyunca adı, ailesi,çevresi ve kendisinden bir an bile ayrılmayan kuşları olan birisiydi. Oda, berduş gibi yaşamdan koptu hem de birbirlerine yakın zamanlarda hatta nerdeyse aynı yerde. Medet Dede’nin de ardında bıraktıklarını düşününce gittiği yerde eksik kaldığını düşündüm. Burada her şeyi vardı nerdeyse. Sevdikleri, onu sevenler ve en ilginci de sürüyle kuşları. Berduş gibi ardında bir boşluk bırakmadı ama ardındakileri boşlukta bıraktı.

Ladin Ağacım bana dedemden bahsederken, ölüm anını anlattığında ürpermiştim adeta.

Dedem her zamanki gibi bahçeye gelmiş ve hortumu bahçenin köşesindeki çeşmeye bağlayıp önce çiçekleri sulamış, büyükten küçüğe doğru. Her çiçekle tek tek konuşup sanki cevap alıyormuş gibi sohbet etmiş. Bunu çok seviyormuş çünkü çiçeklerle konuşmak dedemi çok rahatlatıyormuş.

Özenle ektiği bahçenin tüm alanını kaplayan çimlerin üzerinde çıplak ayakla yürüyerek kendini yenilenmiş hissediyormuş. En son Ladin ağacını sulamış, gövdesini okşamış ve ayaklarını da yıkadıktan sonra kendisine bir kahve yapıp Ladinin yanı başına kurduğu masa ve sandalyeye kurulup kitabını okumaya başlamış. Bazen öyle tepkiler verirmiş ki Ladin ağacım okuduğu kitabı yaşayarak okurdu ve bunu canlandırırdı diyor.

Kahvesini de yudum yudum iç çeker gibi içermiş. O gün kitabın son sayfalarına gelmiş. Yaklaşık iki haftadır okuyormuş bu kitabı ve en çokta bu kitabı yaşamış okurken. Kahve ve kitabı aynı anda bitirmiş ve kapağını kapattıktan sonra uzunca bir süre gözleri kapalı halde öylece oturmuş sandalyesinde. Okuduğu kitabın etkisinden çıkamadığını düşünmüş Ladin Ağacı. Genelde her kitap bitiminde yaptığı bir ritüelmiş bu. Gözleri kapalı, okuduklarını sindiren bir beyin ve sindirdiğine emin olduktan sonra da gözlerini açıp Ladin Ağacına olayları anlatıp dertleşirmiş okuduğu olayların üstüne.

Ama bu sefer gözlerini açmamış ve uzunca süre o şekilde durduktan sonra sandalyeden düşüp Ladin Ağacının gövdesinin dibinde can vermiş.

Ardında bahçedeki çiçekleri, Ladin Ağacını ve ailesini bırakıp gitmiş. Uzunca bir süre bahçeye kimse gitmemiş. Ladin, bu yüzden nerdeyse bahçedeki çiçeklerin tamamı solacaktı ve burası bir bitki mezarlığına dönüşecekti diyor. Dedemin ardında bırakmadığı tek kişi benim çünkü dedem öldüğünde ben henüz doğmamışım. Ladin ağacım bana anlattığı günden beri dedemin bu koca ağacın gövdesinde olduğuna inanıyorum. Yani aslında Ladin Ağacı benim dedem sayılır.

Bahçedeki bitkiler, susuzluğun verdiği ızdırapla büzüşürken günlerce yağmur yağmış ve bahçe bitki mezarlığı olmaktan kurtulmuş. Öyle iyi gelmiş ki bu günlerce süren yağmur, tüm bitkiler kendine gelmiş ve renk renk çiçekler açarak dedemin en sevdiği hale gelmişler dedem halen yanlarındaymış gibi. Gök yüzü bile ağlamış diyorum kendi kendime dedemin gitmesine. Ardında bıraktığı kitaplarının hepsi duruyor ve ben bunların tamamını okumak için kendimi hazırlıyorum ama henüz hazır olmadığımı düşünüyorum.

Önce berduşun ve hemen ardından da Medet Dede’nin ölümleri ile biraz sarsılıyorum. Yalnızca benim gördüğüm o iki kişinin kim olduklarını ve bu ölümlerle ilgilerinin ne olduğunu sorguluyorum. Bu gibi anlarda aklımla birlikte kalbimle de düşünmeye çalışırım hep. Ladin Ağacımın bazen bana,

-Aklının yetmediğini düşündüğün zaman , yüreğini de ortak et aklına . derdi. Hem akıl hem yürekle düşündüğüm zaman aradığım sorulara cevap bulmam daha kolay olurmuş. Ancak bu gizemli kişileri anlayabilmem için ne aklım ne de kalbim bana fayda etmedi. Ladin Ağacından da faydalanmam gerekecek.

Ölümlerin bende yaratmış olduğu gerginlik ve hayal kırıklığı ile çay cağına veda edip yoluma devam ediyorum , Arnavut kaldırımlarının bana hediyesi dizimdeki yarayla beraber.

Ne Berduşun nede Medet Dede’nin ölümü hayatın akışının değişmesine engel olamamış. Herkes aynı telaşla hayatına devam ediyor. İnsanlar sınırsız zamanları varmış gibi o pamuktan duvarlarıyla yetişmek zorunda olduklarını düşündükleri ancak hayatları boyunca aslında hiç yetişemedikleri zahiri bir hedefe doğru ilerliyor. Bu hedef uğruna neleri kaçırıyorlar bil anlasalar belki her şey çok farklı olacak.

Cadde, kalabılığından hiçbir şey kaybetmemiş. Gidenler, gelenler ne yapacağını bilenler ve bilmeyenlerin oluşturduğu bu kalabalık yarı amaçlı yarı amaçsız, savrulan bir yaprak gibi akıp gidiyor. Etrafında neler olduğunu göremeyen bu kalabalık istese belki dünyayı yerinden oynatır ama önlerindeki pamuktan yapılmış bu duvarlar buna mani oluyor. Duvarın farkına varıp onu yerle bir edenlerde Berduş ve Medet Dede gibi insanlardan soyutluyor kendini. Berduş içindeki kalabalığa sığınmışken Medet Dede kuşlarda bulmuş mutluluğu. Şimdi ikisi de yok, bu kalabalıktan ikisi ayrıldı belki de bu kalabalıktan ikisi uyandı diğerleri uyandırılacağı zamana kadar uyumaya devam edecek.

İnsanoğlunun en büyük düşmanının zaman olduğunu düşünüyorum. Zaman, sanki o duvarların teminatı gibi yapışmış bedenimize. Görmek ve duymak onun istediği şekilde mümkün oluyor. Zamanla geçen yaralarımız, zamanın yarattığı özlemlerimiz ve yine zamandan kaynaklanan telaşlarımız. Ya ömrümüz çok kısa ya da zaman ömrümüze göre çok hızlı. Bu yüzden belki de hiçbir şeye doyamıyor olmamız.

Dizimdeki kan izi pantolonuma daha çok yayılmış ve karşımdan gelenlerin ilk baktıkları yer burası oluyor. Kimi kan lekesinden korkarken kimi kısılan gözleriyle acıyarak bakıyor. Bu lekeden ne kadar mutlu olduğumu anlatabilsem eminim deli olduğumu düşünürler. Deli olmadığımı insanlara anlatacak kadar deli değilim ama.

‘Deli olmak her insanın harcı değil’ dermiş dedem Ladin Ağacıma. Deli olabilmek için kalbinin saf, kötülüğe bulaşmamış olması gerekiyormuş. Aklı ve kalbi arasındaki bağlantının pürüzsüz olması gerekirmiş. Yani toplum böyle insalara Deli deyip geçiyor ama bence bilmeli ki onların önlerinde pamuktan duvarlar yok ve zaman onlara düşman da değil. Kendi akıllarında yarattıkları bir anda yaşayıp, kendine deli demeyenlerin göremediği güzellikleri görüyorlar. Herkesle bedenen aynı yerde bulunup herkesten farklı bir güzelliğin içinde yaşıyorlar. Bedenen büyüyen ancak ruhen saf kalan bu insanlar bütün insanlıktan bir adım önde ve belki de herkesin koşturarak, örselenerek,yıllarını vererek aradıkları huzuru önlerinde duvarlar olmadığı için hep yanlarında taşıyorlar. Bu dünya da cenneti yaşayacak kadar şanslılar.

Toplumun onları dışlıyor olması farkına varamadığı bir kıskançlıktan kaynaklanıyor bile olabilir. Olaylara tepkileri bazen sert olabiliyor ama kesinlikle haksız değiller bence. Uçuk kaçık fikirleri olan insanlara da bazen tepki verirken ‘deli misin sen’ derler ya işte o uçuk kaçık fikirler fikir aşamasındayken uçuk kaçık geliyor , oysa gerçekleşip, üzerinden zaman geçip bugün alışkanlık haline geldiğinde döneminde ‘deli misin sen’ diye tepki verilen kişiye bugün dahi diyoruz. Ama benim bahsettiğim deliler, mucit olanlar değil, sonsuza kadar çocuk olanlar.

Hemen her semtte bulunan ve o semtin sembolü olmuş bir çocuksu yetişkini vardır. Kimi onlarla alay edip eğlenirken kimi de koruma gereği duyar. İşte böyle bir çocuksu yetişkin bizim mahallemizde de vardı. Kimsenin adını bilmez ama herkesi tanırdı. Bilhassa çocukları korumak ve onları doğabilecek tehlikelerden uzak tutmayı kendine görev bilmişti. Oysa çocuklar onu sinirlendirip, kendilerini kovalamaları için ellerinden geleni yaparlardı ama o asla onlara zarar vermek için hareket etmezdi. Evet bazen onlara çok kızar ve yakalayınca zarar verecekmişçesine arkalarından koşardı ancak aslında koşarken bile amacı onları yakalamak değildi. Ezan sesi duyduğunda koşarak camiye gider, camiden çıkınca da evinin bulunduğu sokağa gelene kadar herkesle konuşmaya çalışırız ve birazcıkta harçlık isterdi. Para istemesinin sebebini aslında bilmezdi ve sadece kendinden büyüklerden isterdi. Tüm esnaf ona istediklerini verir ve bunun karşılığında herhangi bedel almazlardı o ise parasının olduğunu ve aldıklarının parasını ödemek istediğini söyler ve her ne alırsa alsın cebinden çıkarttığı meteliği esnafa verirdi. Tabi aldıklarının bedeli ile cebinden çıkarttığı paranın arasında uçurumlar olurdu ancak bu ne esnafın umurunda olurdu ne de onun. Onun için önemli olan aldıklarının karşılığında para vermiş olmaktı. Penceremden bazen onun sokağın başında durup çocuklara , ‘araba geliyor, çabuk yolun kenarına geçin’ diye bağırdığını görürdüm.

Ladin Ağacıma kim olduğunu neden sürekli çocukları uyardığını sordum. Adı Volkan’mış. Mahalleliye göreyse Deli Volkan. Ailenin ilk çocuğuymuş. Daha doğduğu andaki keskin ve bilgece bakışları ile etrafında olan herkesi kendine hayran bırakmış. Tüm mahalle ilerde deli diyecekleri bu bebeği sevmek için sudan bahanelerle evlerine gider saatlerce sarıp sarmalarmış. Gözlerindeki anlam onun adını Volkan koymalarına sebep olmuş. Fabrika işçisi babası oğlunun şerefine adet olduğu üzeretüm mahalleye tatlı dağıtmış. Volkan büyüdükçe etrafıyla daha ilgili olmuş hatta kendini çok seven komşularının kızı Hasret Ablayı gördüğü zaman onun kucağına gidebilmek için ağlar ille de kendini Hasret ablanın kucağına almasını istermiş. Gözlerini annesinden almış, yemyeşil gözlerle herkese gülücükler dağıtan sevimli bir bebekmiş. Zaman geçmiş ve Volkan bebek 5 yaşına gelmiş. Gelmiş ancak yaşıtlarıyla iletişim konusunda sorunlar yaşamaya başlamış. Ailesi bunun normal olduğunu Volkan’ın zamanla alışacağını düşünüyormuş. Ancak 7 yaşına geldiğinde halen 5 yaşındaki çocuklar gibi davrandığını fark ettiklerinde doktora götürmeye karar vermişler. Yapılan kontroller neticesinde de bilge bakışlara sahip bu çocuğun zihinsel engelli olduğu ortaya çıkmış. Tüm mahalle yıkılmış, bu kadar sevimli olan bu çocuk nasıl olurda zihinsel engelli olur diye isyan etmişler. İsyan etmeyen tek kişi Volkan’ın fabrika işçisi babasıymış. Birgün dedemin de olduğu bir sohbette Volkan gibi bir çocuğum olduğu için çok şanslıyım demiş. Duyan herkes biraz şaşkın biraz acır gözlerle babasına bakmış. ‘Bakışların farkında olan baba devam etmiş. Hayatımın sonuna kadar elinden tutup gezdirebileceğim, oyunlar oynayabileceğim bir bebeğim var, yıllar geçse de hep 5 yaşında olacak’ dedem Ladin Ağacına bu durumu anlatırken gözlerinden yaşlar akmış ve Volkan’ın babasının elleri öpülecek bir adam olduğunu söylermiş.

Volkan için ilahi güçler zamanı durdurmuş ve dünyanın mutlulukla dolu köşelerini görerek yaşatmaya başlamışlar gibi. Bence o insanlara deli olduğunu anlatabilir işte. Ama ben dizimdeki bu yaranın ve kan izinin beni ne kadar sevindirdiğini anlatamam. Eğer bir gün insanlar eksiklerinin farkına varır da kendinde tam olanların kıymetini bilmeye başlarsa ancak o zaman dizimdeki yaranın beni nasıl mutlu ettiğini daha ben anlatmadan görür görmez anlayabilirler.

Dizimdeki kan izine bakıp iç geçirenlere bende içimden keşke hayatın farkında olsaydınız diyerek yürümeye devam ediyorum.

Loading...
0%