Yeni Üyelik
32.
Bölüm

31.BÖLÜM

@aysegulcee1

 

 

Leo, muhtarla yanımıza döndüğünde köyün tam ortasında kalan evlerden birine gelmiştik. Böylesinin daha güvenli olduğunu söylemişti muhtar. Jandarmayı arayıp civar köylerden birkaç korucu göndermelerini de istemişti.

 

İyi bir adama benziyordu. Bizimle düşündüğümden daha iyi ilgilenmiş ve Peşrev'e büyük bir saygı göstermişti. Bunda Peşrev'in muhtara gösterdiği teşkilata ait rozetin de etkisi büyüktü tabii. İçinde bulunduğumuz ev dışından küçük görünmesine rağmen içi oldukça donanımlıydı.

 

İlçenin ileri gelen zenginleri tarafından olası afet ve olağanüstü hal durumdalarında kullanılması için inşaa edilmiş. Köye yetecek kadar malzeme vardı ambarda. Keşke her yerde böyle bir yapı olsa diye düşündüm. Oldukça doğru düşünülerek yapılmış bir evdi.

 

Bunun gibi beş tane daha olduğunu öğrenmiştik. Burası daha çok depo olarak kullanılıyormuş. Evin altındaki mahzene inen gizli bir kapı vardı. Bizi burada tutmasının asıl sebebi bu olmalıydı. Goşa'nın adamlarının yeniden gelmeyeceğinden emin değildik.

 

Kolumdaki temiz sargının üzerini battaniyeyle kapadım. Henüz üzerimi değiştirme fırsatı bulmamıştım. Muhtar ısrarla teklif etmişti lakin buradaki kıyafetleri açıp giymek içimden gelmemişti. İhtiyacım vardı ama köylünün daha çok ihtiyacının olacağı bir durum olabilirdi. Yangın, savaş, deprem, kıtlık... İçinde bulunduğum durumu düşününce bunlara çokta uzak olmadığımızı hissettim.

 

Hekim, Farhan'ın yaralarına ve koluma dikiş atmış antibiyotik bırakıp gitmişti. Aldığım ağrı kesicinin verdiği rahatlıkla göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Gözlerimi kapatacağım anda alnıma dokunulması ile sıçradım. "Ateşine bakacaktım, özür dilerim kuzum."

 

"İçim geçmiş Soya," dedim doğrulurken. Sırtımı koltuğa yavaşça yasladım. Soya, üzerimdeki battaniyeyi omuzlarıma kadar örttü. Kazağım berbat olduğu için atletle kalmıştım.

 

Diğerlerinin nerede olduğunu merak etmiyordum. Uzandığım koltuk giriş kapısının tam karşısındaydı. Hemen ardından gelen fısıltıların onlara ait olduğunu biliyordum çünkü. Pansuman yapılırken dayanamadığı için dışarı çıkmıştı. Söylememişti lakin ben öyle olduğuna emindim. Bir saat filan uyuduğumu düşünürsek yaklaşık bir buçuk saattir dışarıdaydı. Farhan, ise pencerenin önündeki koltukta uyuyordu ve pek iyi göründüğünü söyleyemem. "Vera nerede?"

 

"Mutfakta," dedi evin perdelerini çekerken. Yorgunluğu yüzüne maske gibi geçmişti. "Açlıktan ölmeden bir şeyler yapabiliriz umarım. Muhtarın kızları giymen için kıyafet getireceklerdi."

 

"Anlamıyorum," dedim parmaklarımdaki çiziklere dokunurken. "Ellerini kollarını sallayarak bize saldırıyorlar ve başkan hala bizi buradan aldırmak için helikopter göndermiyor. Sence de fazla şüpheli değil mi?"

 

"Hiç iyi şeyler düşünmüyorum Ova," dedi ayağa kalkarken. "Düşündüklerimde haklıysam çok kötü günler bekliyor onları. Bilmiyorum bir yandan aileme dönmenin heyecanı sardı içimi diğer yandansa onları ardımızda bırakacak olmanın acısı. Sadece Peşrev'e güveniyorum, yani böyle olmasını istiyorsa mutlaka bir sebebi vardır."

 

Başımı yavaşça salladım. "Muhakkak! Sadece bu kez ne yaptığını bilmiyor gibi. Yukarıdayken o hainlerin aralarında konuştuklarına şahit oldum. Peşrev'in ölmesi ile ilgili bir şeyler söylüyorlardı. Hem de doğum gününde. İlk kez arazi eğitimine çıktığımız günü hatırlıyor musun?"

 

Başını olumlu anlamda salladı. "Duvarda 1 Ekim yazıyordu."

Gözleri korkuyla büyüdü. "Peşrev'in doğum günü! Aman Allah'ım Ova on gün sonra Peşrev'in doğum günü mü?"

 

Derin bir nefes aldım. Aldığım oksijen değil de sanki kapkara bir dumandı. "Soya 1 Ekim sadece Peşrev'in doğum günü değil." İçimden tesadüf olması için dua ediyordum. "1 Ekim benim de doğum günüm."

 

Dudakları yavaşça aralandı. Kaşlarını çattı ve başını yavaşça iki yana salladı. "Yani ben... Ova ben, ben ne diyeceğimi bilemiyorum. Bunu Peşrev biliyor mu? Kötü bir tesadüf olabilir üstelik." Ellerini yanaklarına bastırdı. "Nasıl bir şeyin içine düştük biz?"

 

Bunu Peşrev'e söylersem beni bir dakika yanında tutmazdı.

Vera'nın sesi düşüncelerimi bölünce başımı yastığa bıraktım. "Soya yardım edebilir misin?"

 

Ayağa kalktı ve bana baktıktan sonra Vera'nın yanına gitti. "Ova," dedi Farhan. Başımı kaldırdım ve ona baktım. "İyi misin?" İyi değildim ve iyi olup olmamam onu ilgilendirmiyordu. Doğruldum ve başımın altındaki yastığı bacağına attım.

 

Yastığın vermiş olduğu acı ile inledi. Yüzündeki acı ifade yerini çirkin bir gülüşe bıraktı. "Seviyorum," dedi. Gözlerimi kocaman açıp söylediği şeye hayretle baktım. "Böyle sert kadınları seviyorum."

 

Öfkeyle ayağa kalktım ve diğer yastığı elime aldım. Yaklaşıp yarasına sertçe bastırınca ayağa kalktı ve sertçe bileğimi yakaladı. Yaralı kolumu tuttuğu için dudaklarımdan dökülen canhıraş çığlık istemsizdi. Elini bir anda çekince yüzüme endişe ile baktı. "Özür dilerim... Çok, çok özür dilerim Ova."

 

Göğsüne hiddetle vurdum. O sırada kapı sertçe açıldı. "Bizi orada oyalamış olmasaydın, buradan çoktan gitmiştik. O kurşunlar uzuvların yerine beynine saplansaydı keşke."

 

Peşrev'in yüzüne attığı yumruk yüzünden sırt üstü koltuğa düştü. Parmağını yüzüne doğru uzattı. Burnundan soluyordu. Haklıydı, başında onca dert varken bir de bu adamın bana olan davranışları ile uğraşıyordu. Suçluluk duygusuyla geri çekildim. "Bir daha," dedi bir adım geri çekilmeme sebep olan ses tonuyla. "Bir daha seni uyarmayacağım!" Ani bir hızla bana doğru döndü. Kaşları hala çatıktı. "Uzak dur dedim sana," diye hiddetle çıkıştı. "Şu adamdan uzak dur Ova!"

 

Bir şey söylememi beklemeden arkasını dönünce kolundan tutmaya çalıştım ama o kadar hızlı çekmişti ki kolunu elim havada asılı kaldı. "Nereye gidiyorsun?"

 

Kapı sertçe kapanınca gözlerimi kapattım. Soya, Vera ve Maksut kapının önünde durmuş endişe ile bana bakıyordu. Kızlar ellerindeki tabakları yere kurdukları sofraya bıraktılar. "Onu artık tutamıyorum Ova." Farhan'a doğru döndü ve başını iki yana salladı. "Kontrolden çıktı rahat dur! O benim kardeşim, eğer öfkesi yüzünden başına bir şey gelirse gazabımdan kork."

 

Farhan başını, kollarının üzerine bıraktı umursamaz bir tavırla. "Goşa'nın gazabı kapıda koca adam! Senin ki yaprak kıpırdatmıyor."

 

Maksut'u durduran bu kez bendim. "Neden bunu burada bırakıp yola çıkmıyoruz?"

 

"Jandarmaya haber vermiş köylüler. Silah seslerinden korkmuş olmalılar. Komutan tutanak tuttu. Bu gece buradayız. Onlara kimliğimizi açık edemediğimiz için bir grup dağ eşkiyasının saldırısına uğradığımızı söyledik."

 

Kolunu bıraktım ve kapıya doğru yürüdüm. İçtiğim ağrı kesicinin etkisi geçmek üzereydi. Kolum, daha da ağırlaşmıştı. Kapıyı açıp kendimi dışarı bıraktım. Soğuk havanın alevlenmiş yüzüme çarpması daha iyi hissettirmişti. İnek sesleri geliyordu köyün içinden. Bir sürü böcek ve kuş sesleri. Birkaç saniye basamaklarda durup seslerin huzuruna bıraktım kendimi.

 

Buradaki insanların huzurlu yaşamını hissediyordum. Annemin ve babamın özlemi şimdi daha baskındı. Gitmek için önümde büyük bir fırsat varken tereddüt etmemi sağlayan neydi?

 

Gözlerim, bahçenin içinde onu arıyordu. Basamaklardan indim ve bahçe kapısına doğru yürüdüm. Ön tarafta değildi. Derin bir nefes aldım. Burnuma gelen sigara kokusunu takip ederek arka bahçeye geçtim. Bankın üzerine oturmuş ve başını gökyüzüne doğru kaldırmıştı. Tereddüt ettiren şey karşımda duruyordu. Kötü görünmüyordu. Kirli beyaz tişörtünün altındaki yırtık pantolonla oldukça hoş görünüyordu. Şişkin pazularının üzerindeki çizikler dudaklarımı düşürmüştü.

 

"Dışarısı serin. Neden yatağında değilsin?

 

Gözleri hala kapalıydı. Soya'nın kapıdan çıkmadan hemen önce omuzlarıma bıraktığı hırkaya sarıldım. Gerçekten burası Bolu'ya göre daha serindi. Oldukça yüksekte olmalıydık. "Tavır alması gereken benim koca adam sen değil." İki ay boyunca bana yaşattığı korku dolu günlerin hesabını vermemişti.

 

Yanına oturunca başını kaldırdı ve gözlerini açtı. "Yanında birini görmeye tahammülüm yok Ova. Bana ne yaptığına dair bir fikrin var mı?" Aynı şeyleri hissediyorduk. Asena ile onu yakın gördüğümde kalbimde hissettiğim burukluk şimdi onun gözlerine yansımıştı.

 

Ona doğru kaydım yavaşça. Başımı omzuna yaslamak istedim. Dünyanın en güvenli bölgesi bu bankı içine alan çemberdi sanki. Öyle huzurlu hissettiriyordu. "Hayır," dedim. "Birbirimize ne yaptığımızı bilmiyorum vahşi adam."

 

Dizlerinin üzerinde tuttuğu ellerinde bir sürü nasır ve çizik vardı. "Sana bir şey söylemem gerek!" İkimiz de aynı anda aynı şeyi söylediğimiz için doğrulduk ve merakla birbirimizin gözlerinin içine baktık.

 

Ne söyleyeceğini merak ettiğim için, "Önce sen!" dedim yine onunla aynı anda. Güldü.

 

Benim söyleyeceğim şey kalbimi paramparça ediyordu. Ona söylersem rahatlayacaktım. Gülerek parmağını kaldırdı ve bana işaret etti. "Önce sen söyle gönül kuşu."

 

"Eğer kader bizi yeniden bir araya getirmezse..." Kaşları çatıldı. Avucunda olan diğer elini sıktığını gördüm. Öfkelendiğinde kaşları kızarıyordu. Bu söylediğim öfkelendirmişti. "Ben sana bunu asla söyleyemezsem..."

 

Bunu söylemek basit gibi görünsede bence dünyanın en büyük ve en zor şeyiydi. Bana göre böyleydi. Bu öylesine bir şey değildi. Göründüğü kadar basit değildi. Söylediği şeyin ağırlığını taşıyabilmeliydi insan. Taşıyamamaktan çok korkuyordum. "Peşrev ben..."

 

Parmağını, hiç beklemediğim bir anda dudaklarımın üzerinde hissettim. Neden susturmuştu beni? Ateşe dokunmuşcasına geri çekerken bakışlarım hala dudaklarındaydı. "Sen ne söyleyecektin bana?"

 

Bakışlarındaki şefkati, acıyı ta yüreğimde hissettim. Öyle özenle işlendi sanki. Hiç bu kadar sahiplenmemişti bakışları. Öyle güzel öyle sevgi dolu baktı ki hiç çevirmesin istedim gözlerini gözlerimden. Koca bir dünyayı kucaklar gibiydi bakışı. Dudaklarını birbirine bastırırken dişlerini sıktığını hissettim. Titriyordu. Korktum, çok korktum. "Peşrev," dedim. Sesim titriyordu. "Korkutuyorsun beni."

 

Kollarını kendini omuzlarına sardı. Neden böyle titriyordu? "Ova," dedi titreyen sesi ile. Ağlamayacaktı değil mi? Ağlarsa ne tepki verirdim bilmiyorum. "Annem..." Daha sıkı sarıldı kendime. Sanki ne söyleyeceğini hissetmiştim. Sarılmak istedim, kokusunu içime çekmek istedim. Emin olduğum bir şey vardı artık. Onunla eş olmak. Burnunu çektiğini işittim. Kalbim daha önce kimse için böyle çırpınmamıştı. "Annem ölmüş." Dünyam durdu, tam şu anda benim de dünyam durdu. Biliyordum çünkü onun dünyası çoktan durmuştu.

 

"Ne zaman?" diye sorabildim. Başka ne söylenirdi bilmiyordum ki. Acısını iliklerime kadar hissettim. "Babanın bana verdiği mektupta yazmıyordu değil mi?" Bu şekilde öğrenmeyi hak etmiyordu zira bu çok acımasızca bir şeydi.

 

Isınmak ister gibi daha da sıkı sarıldı. "Nereye gidersen git beni unutma Ova çünkü ben unutmayacağım. Aklıma kazıdım gözlerini gönül kuşu."

 

Gözlerimden akan yaşlar yanağıma ince, dikenli yollar çiziyordu. Sessiz akıttığım gözyaşlarımın yerini hıçkırıklarım almıştı. Nasıl bir acıydı bu? Yıllarca annesiz babasız büyümüş bir adamdı o. Görmese de bir annesi olduğunu düşünen bir adamdı, geleceği günü umutla bekleyen bir çocuk. Şimdi ise annesini bir kez daha kaybetmişti.

 

Yüzünü ellerinin arasına aldı. Gözleri kızarmıştı. Ağlamamak için kendini tuttuğunu biliyordum. Ağlasın istedim, ağlasın ve içinde göllenen ne varsa döksün istedim. "Peşrev ben..." Hiçbir sözcükte yoktu kalbini ferahlatacak o iksir. Nasıl olduğunu sormaktan korkuyordum, sustum.

 

Yeniden göz göze geldik. "Ölmüş," dedi. Ağlıyordu. "12 yıl önce ölmüş! Bizi terk ettiğini söylediğinde annem ölmüş Ova!" Dehşete kapıldım. Babası bunu bilerek mi saklamıştı? "Bunu babam bana bilerek söylememiş Ova. Düşünebiliyor musun? Beni annemin ölümünden sorumlu tutup anneannemin çiftliğine hiç düşünmeden bırakmış. Pare, yani annem. Benim öz annem değilmiş." Dudağını kanatırcasına ısırdı. Ayakta duruyor oluşu bir mucizeydi.

 

Sakindi. Acılar içinde kıvranıyordu lakin sakindi. Bu sakinliğiydi beni delicesine korkutan. "Annem benim yüzümden ölmüş Ova. Ben doğmamış olsaydım annem hayatta olacakmış. Düşünebiliyor musun? Doğmaması gereken bir adamın yanındasın. Ailene dön ve kendini benden kurtar gönül kuşu!"

 

Öfkeyle baktım. Bana elini uzatıp cehennemine buyur eden adam şimdi kalbinin cennet bahçesinden kovuyor muydu? "Elini bırakmak için mi tutacaktın?"

 

Sesimi yükselttiğim için pişmanlık duydum. Peşrev, böyle bir şeyi göğüsleyip bize gelebilmişti. O düşündüğümden de güçlü bir adamdı. Her şeye rağmen bizi düşünmüştü. Ona kızdığım için kendime kızıyordum. Öğrendikleri her insanın kolayca kabullenebileceği şeyler değildi. Kollarımı boynuna sardım. Başımı omzuma yaslayıp küskün baktım.

 

Aynıydı bakışı. "Zarar görmene dayanamam Ova!"

 

"Bir başına öğrendiklerinle savaşamazsın!" dedim. "Aklından neler geçiyor senin?"

 

"Beklemek," dedi. "Goşa'nın annemin ölümü ile ilgisi olup olmadığını öğrendikten sonra doğum günümü beklemek." Bizi tek bir noktaya toplayan 1 Ekimdi. Bütün okların gösterdiği o tarih. Annem, 'Sevdiğin birine sarılmak onun içindeki yaraları sarmak gibidir,' derdi. 'Sevdiğine bolca sarıl kızım, çünkü onun kollarından ne zaman alınacağını bilemezsin.'

 

Onu bir başına bırakacak olmak bedenime binlerce iğneyi aynı anda batırılması kadar acı veriyordu. Öte yandan ailem. Burnumda tütüyorlardı. Benden haber alamamışlardı, babam kim bilir ne haldeydi?

 

"Çok üzgünüm," dedim. "Annenin çok güzel bir yerden seni izlediğine eminim. Senin gibi bir çocuk yetiştirmiş bir annenin kötü bir yerde olması imkansız. Senin gibi güzel bir adam yetiştirmiş. Onu görseydim eğer söyleyeceğim ilk şey iyi ki olurdu. İyi ki varsın. Çünkü o olmasaydı seni bulamazdım."

 

Öte yandan bir yerlerde yaşayan onu doğuran bir kadın vardı. Onu bulmalıydı, belki de oğluna ihtiyacı vardı. Peşrev'in yatağının altında gördüğüm fotoğraf geldi aklıma. Lucas'ın yanındaki esmer kadın. İnanamıyorum. O kadın Peşrev'in öz annesiydi.

 

"Sen," dedi. "İki ayın sonunda beni ayağa kaldıran tek şeydin."

 

Karşı karşıya birbirimize yaklaşamadan bakmaya devam ediyordum. İkimiz de perişan görünüyorduk. Baş parmağımla gözünün altında duran damlayı sildim. Bu kez yaralarına merhem olmak için dokunmuştu gözlerim gözlerine. Dua ettim, annesini öldürenin Goşa olmaması için dua ettim. Aksi halde içinden çıkılmaz bir hale gelecekti her şey.

 

 

 

Birbirine uzaktan dokunan bakışlarımız kalbimizden başlayıp ayak parmak uçlarıma kadar inen bir kıvılcım başlatıyordu. Öksürük sesi ile kendimize gelirken dibimizde bekleyen kişinin Maksut olduğunu gördük. Peşrev, Maksut'a bakarken güldü ve başını sinir bozukluğu ile iki yana salladı. "Maksut," dedi bıkkın bir ses tonu ile. "Sen en güzel anlarımın katilisin!"

 

Maksut, sanki iltifat almışçasına omuzlarını dikleştirdi ve kollarını göğsünde bağladı. "Bu ne ki? Daha ilk gecenizde ortanızda yatacağım. Eee işimi layıkıyla yapmam gerekir öyle değil mi?" Kaşlarını küçük bir çocuk gibi yukarı kaldırdı. "Tabii siz bunun için evlenmeyi bekleyebilirseniz."

 

Bunu söylerken ayrılacağımızı unutmuş muydu? Onlar keyifle gülümserken ben renkten renge giriyordum. "Beklerim kardeşim beklerim," dedi Peşrev kollarını belime daha sıkı sararken. "Bir ömür beklerim. Yalnız o günü görürsem dünya üzerinden çoktan silinmiş oluruz. İşimi şansa bırakamam." Bir gün, bir gün yeniden bir araya gelebilme ihtimalimizin sinyalini mi vermişti bu sözüyle?

 

Öte yandan utançtan ölmek üzereydim. "Hey! Ben burada yokmuşum gibi konuşmayın." Bu ikisi bir araya gelince pek edepsiz oluyorlardı.

 

"Çocuğu her fırsatta kuytu köşede sıkıştırıyor bir de utanıyor!"

 

Burası mı kuytu köşeydi. Başımı gülerek iki yana salladım. Bu adam gerçekten fenaydı. Peşrev'de arkadaşına sen adam olmazsın der gibi baktıktan sonra elimden tutup girişe doğru yürüdü. Ellerinde olan elime bakınca kalbim acıyarak birkaç kez göğsüme güçlü bir atım bahşetti. Birkaç saat sonra ayrılmış olacak ellerimizin şimdi hiç kopmayacak gibi kenetlenmiş olması ne garipti.

 

Maksut'un varlığını yanımda hissettim. Yüzünde daha önce görmediğim bir ifade vardı. Peşrev'i en iyi o anlıyordu. Hiçbirimiz onu anlayamazdık çünkü ailemiz hayattaydı. Hala aklımı kurcalayan ve cevapsız kalan bir soru vardı. Sanki görünmez bir el şakaklarımdan bastırıp sıkıyordu. Öyle bir kör düğüm vardı ki elimde çözmek için ucunu bulamıyordum.

 

***

 

Vera'nın hazırladıklarından atıştırdıktan sonra ağrım başladığı için kapının önündeki koltuğa uzandım. Üst katta birkaç oda daha vardı lakin Peşrev hepimizin bir arada kalmasının daha güvenli olacağını söylemişti.

 

Peşrev, kapının hemen yanındaki duvarın önüne çökmüş bir bacağını karnına çekip diğerini uzatmıştı. Dakikalardır elinde çevirdiği çakmağa bakıyordu. Dalgındı, ne düşündüğünü görmeyi öyle istiyorum ki.

 

Birkaç dakika sonra kapı çalınca hızla ayağa kalktı. Kapının deliğinden baktı ve omuzlarını gevşetti. Kapıyı açınca bize tebessümle bakan üç genç kızla karşılaştık. Bunlar muhtarın kızları olmalıydı. En önde duran Peşrev'e işveyle bakıp elindeki poşeti uzattı. Peşrev, poşeti alıp bize doğru dönerken Vera ayağa kalktı ve kapıya yaklaştı. "Teşekkür ederiz hanımlar. Çay yaptık, içmek ister misiniz?"

 

En küçükleri olduğunu düşündüğüm başını öne doğru uzattı. "Babam hemen dönmemizi söyledi ama bu nazik daveti geri çevirmek kabalık olur." Ablasının kolunu dürttü. "Öyle değil mi ablacığım?" İşaret diliyle, konuşmasını desteklediği için ablasının konuşma engelli olduğunu anladım.

 

Ablaları başını kibarca salladı. Eliyle, "Haklısın," dedi. İşaret dilini dedem için öğrenmiştim. Ayakkabılarını çıkardı ve önden içeri girdi. Girerken Peşrev'e bakıp başını utanarak yere eğdi.

 

Peşrev, kaşlarını yukarı kaldırıp ensesini kaşıdı ve bana dönüp ellerini kaldırdı. "Ben masumum." Dudaklarını oynatmıştı yalnızca lakin ben anlamıştım.

 

Oğlanlar, biraz uzağımıza oturmuştu. Kızlar, benim için getirdiği birkaç parça kıyafeti gösteriyorlardı. Vera, bisküvi ve çekirdek ikram etmişti. Köylerini anlatmışlar, burada vakitlerini nasıl geçirdiklerinden büyük bir mutlulukla bahsetmişlerdi. En büyükleri olan ve adının Yeşim olduğunu öğrendiğim genç kadın, Peşrev'e hayranlıkla bakmaya devam etti sohbet boyunca. İşaret dilini benden başka bilen olmadığı için diğerleri ile iletişim kurmamıştı.

 

Normalde buna karşı tavrım pek sıcak olmazdı lakin öyle güzel bir hayranlık vardı ki bakışlarında onu üzmek aklımın ucundan bile geçmiyordu.

 

Birer bardak çay içtikten sonra gitmek için ayağa kalktılar. Kapıdan yolcu ederken Yeşim koluma girdi ve yavaşça sokuldu. "Şey, bir şey sormak istiyorum ama çok utanıyorum. Biliyorum çok saçma, bir daha onu nerede göreceğim değil mi?" Kaşlarımı anlamadığımı belirten bir ifade ile yukarı kaldırdım. Aslında ne sormak istediğini gayet iyi anlamıştım.

 

"Sarışın olanın hayatında biri var mı?" Yanakları saçlarındaki çemberin rengiyle aynı olmuştu. "Şey yani bekar değil mi?"

 

Güldüm. Elimi omzuna koydum. "Şey bildiğim kadarıyla yok, yani bekar." Avaz avaz o benim diye bağırmak istedim lakin karşımda ışıldayarak bakan genç kızın gözlerine kıyamadım. Neticede bizi bir daha nerede görecekti değil mi?

 

Başını kaldırdı ve arkama bakıp gülümsedi. Arkasını dönüp dışarı çıktığında döndüm ve bana yalancı bir öfke ile baktığını gördüm. Omuzlarımı kaldırıp indirdim ve koltuğa oturdum. Kızlar kapıyı kapatıp Leo ve Maksut'un oturduğu masaya döndüler. Önüme düşen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Çenemi kavradı ve ona bakmamı sağladı. "Neden öyle söyledin?"

 

Anlamamazlıktan gelip dudağımı büktüm. "Neyden bahsediyorsun?" İşaret dili bildiğini bilmiyordum.

 

Muzipçe güldü. "Neden hayatımda biri olmadığını söyledin?"

 

Dudağımı ısırdım. "Bilmem öyle güzel, öyle masumdu ki hisleri üzmek içimden gelmedi. Üzülmesin diye öyle söyledim."

 

Söylediğim şeyin farkına vardığımda çok geçti. Önüme döndüm ve dudağımı sertçe ısırdım.

 

"Yani aslında yalan söyledin, üzümesin diye." Nefesini kulağımda hissedince irkildim. Yavaşça fısıldadı. "Yani aslında var öyle mi?"

 

Başımı yerden kaldırdım ve gözlerine baktım. Beni fena halde köşeye sıkıştırmıştı. Öyle güzel bakıyordu ki onu üzmek istemiyordum. Güldüm. Omuzlarımı dikleştirdim. "İşaret dili bildiğini bilmiyordum."

 

Derince gözlerime dalıp giderken. "Ah gönlümün hırçın yırtıcı kuşu," diye fısıldadı. "Ah inine olacaklardan habersiz girdiği aslanın körpe ceylanı."

 

Gözlerine ne demek istediğini anlamak için uzun uzun baktım lakin acıdan başka bir şey göremedim. O bakışlardaki acıyı silip yerine bambaşka hisler yerleştirmek isterdim.

 

"Özür dilerim," dedi parmaklarıyla oynarken. "Yaşattığım her şey için özür dilerim." Parmaklarını, usulca okşamaya başladı. "İnandığım, yaşadığım hayatın koca bir yalandan ibaret olması değil beni yıkan Ova. Beni yıkan öz annemin hala hayatta ve bana ihtiyacının olması."

 

Annesinin nasıl öldüğünü sormak istedim bir kez daha lakin dilim varmadı yarasını bir kez daha kanatmaya. Güçlü duruşunun ardında kelebek kanadı kadar narin bir kalp taşıyordu çünkü. "Hayata yeniden tutunmanın bir yolunu mu bulmalıyım, yoksa beni doğuran kadını mı Ova? Öyle battım ki. "Gözlerimi açtım. Elimi, fazlaca uzamış sakallarının üzerine dokundurdum.

 

Gözlerime uzun uzun baktı. "O mektupta neler yazdığını bilmiyorum. Lakin annenin sana ihtiyacı varsa önce onu bulmalıyız Peşrev. Eğer yeniden hayata tutunmayı seçersen..." Sustum. Dudaklarıma kadar gelip bir türlü çıkmayan sözcüklerle savaş başlatmıştım. "Gitme dersen kalırım Peşrev!"

 

"Gitmek zorundasın gönül kuşu," dedi çaresizliğini buram buram hissettiren sesi, kal demedi. "Ne zaman çıkarım düze bilmiyorum. Kendi pisliğime seni de bulaştırırsam işte o zaman kendimle birlikte yakarım her şeyi."

 

"Peki," dedim sessizce. "Düze çıkman uzun sürmesin olur mu?"

 

"Sen bana Allah'ın bir hediyesisin gönül kuşu! Sen kışın ortasında kalbimin çorak toprağına düşen en güzel cemresin."

 

Bu her şeye rağmen senden vazgeçmiyorum demek miydi?

 

***

 

Sabahın ilk ışıkları ile köyden ayrıldığımızda kalbimde hissettiğim burukluk yol boyu devam etmişti. Peşrev, arabayı kullanıyordu. Kastamonu merkeze az bir yolumuz kalmıştı.

 

Farhan'ı hiç düşünmeden önünden geçtiğimiz bir hastaneye bırakmıştı. Onu engellemek için bir şey yapmadık, Farhan'dan daha önemli meselelerimiz vardı. Ayrılıyorduk, üstelik bir daha bir araya gelebileceğimizi bilmeden. Kızları, Maksut'u ve Leo'yu çok özleyecektim. Kendime inanamıyordum, Damian'ı bile özleyebilirdim.

 

Sabaha kadar uyumadığına emindim. Israrla başkanla iletişime geçmeyi kabul etmiyordu. Ondan ayrılmama saatler kalmıştı. Uyandığımı görünce duruşunu dikleştirdi ve elini koltuğun kenarına koydu. "Nasıl hissediyorsun?" Tüm gece ayak ucumda mı uyudun?"

 

Ondan kötü değildim üstelik. "Beni boş ver sen nasılsın?"

 

"Enkaz altında kalmış gibi. Her yanım yıkık dökük. Sağlam kalan tek kolonuma da az sonra veda edeceğim."

 

"Gitmek istemiyorum," dedim.

 

"Gideceksin," diye bağırdı. "Gideceksiniz! Buraya gelmeniz bir hataydı zaten. En başında yapmam gerekeni yapıyorum yalnızca."

 

"Buna sen karar veremezsin!" diye bağırdım. Önce zorla getirilip şimdi hiçbir şey olmamış gibi gidebilirsiniz diyorlardı. Sesimizin yükselmesi yüzünden uyanmışlardı. "Nerede olacağıma karar veremezsin."

 

"Söz konusu güvenliğinse veririm gönül kuşu," dedi. "Zorlaştırma."

 

Arabada uzun süren bir sessizlik oluşmuştu. Havaalanına kadar konuşmadık bir daha. Konuşarak bir noktaya varabilecek gibi değildi.

 

Soya, İstanbul'a Vera ise Rusya'ya dönecekti. Onlar yanımızda yokken güvende olacağımıza nasıl böyle emin olabiliyorlardı. Arabadan indiğimizde şiddetle yağan yağmur bize kucak açtı. Ona öfkeli olduğum için yanıma gelmesini beklemeden hızlı adımlarla içeri yürümeye başladım. Peşimden geldiğini duyuyordum. Yüzüme düşen yağmur gözyaşlarıma karışıyordu. "Ova," diye bağırdı ardımdan. "Böyle gitme ne olur!"

 

Bileğimden yakaladı ve hızla kendine çekti. Üzerindeki beyaz tişört sırılsıklam olmuştu. Ben yanında yokken hasta olursa? "Gidin!" dedim. Islak yüzlerle bana bakıyorlardı. "İçeriye kadar gelirseniz gidemem."

 

İlk kez bana sarılsına müsaade ediyordum. "Söz veriyorum," dedi parmağıyla yüzüme düşen suları okşarken. "Uzun sürmeyecek bu ayrılık. Yanımda güvende olmayacaksın, olmayacaksınız. On gün sonra ne olacağını bilmezken hiçbirinizden yanımda olmanızı isteyemem."

 

Omuzlarımı düşürdüm. "Yalnız olmak zorunda değilsin. Onunla büyüdün Peşrev, başkana sığınmaktan başka şansın yok. Bir başına anneni bulamazsın."

 

"Damian'la konuşacağım merak etme. Şimdilik oraya dönemem, benim yüzümden yıllarca emek verdiğim çocukların zarar görmesini istemiyorum. On gün... Şu on gün içinde yanımda kimsenin olmasını istemiyorum."

 

Başımı olumlu anlamda salladım. Kabullenmekten başka şans bırakmıyordu bana. Güvenliğe kadar bana eşlik etmişlerdi. Güvenlikten geçecekken bileğimden yakaladı. "Böyle mi gideceksin? Böyle mi ayrılacağız?"

 

Bileğimi elinden kurtardım ve kollarımı boynuna sardım. Bensiz geçireceği günleri acı çekerek geçirsin istemiyordum. "On gün," dedim burnumu çekerek. "Sadece on gün için gidiyorum."

 

Maksut'a döndüğümde Soya'ya sımsıkı sarıldığını gördüm. Bana doğru geldi ve kendine çekip sarıldı. "Görüşürüz kardeşim," dedi. Göz kırptı ve Soya ile vedalaşmama müsade etti.

 

Hepsiyle vedalaştıktan sonra güvenlikten geçip bekleme salonuna doğru yürüdüm. Beni gitmeye zorladığı ve yanında olmama izin vermediği için ona çok kızgındım. Ondan uzakta iyi olabileceğime nasıl bu kadar emindi?

 

***

 

Yarım saatlik bekleyişin ardından uçağa bindim ve 6 numaraları koltuğa oturdum. İçimdeki sıkıntı nefes almama izin vermiyordu. İçinde bulunduğum sanki uçak değil daracık bir tabuttu. Nefes aldıkça boğuluyordum.

 

Üzerimdeki gömleğin birkaç düğmesini açtım. Yetmediği için hırkamı çıkarmak istedim. Cebinden dizlerimin üzerine düşen kağıdı alıp okuduğumda kalbim, buradan çıkmam gerektiğini söylüyordu.

 

"O uçaktan ineceğini düşünüyorum Ova. Eğer yanılmazsam, yazan adrese git. Yuşa. O seni bize getirecektir. Kartalkaya kayak merkezine 25 km uzaklıkta iki katlı bir dağ evi var. Oraya gidiyoruz."

 

Kağıtta yazanı defalarca okudum. Aileme gidecektim lakin şu an değildi. Onun bize en çok ihtiyacı olduğu zamanda ayrılmamız doğru gelmiyordu. Belki de bizi ayırıp yalnız kalmamızı istiyorlardı. Kağıdı cebime koydum ve hızla ayağa kalktım. Hostes beni durdurmak için hamle yapmıştı. "Hanımefendi şimdi inemezsiniz." Ne söylediğinin farkında mıydı?

 

"Açın şu kapıyı inmem gerek!"

 

"İyi misiniz? Bakın eğer sağlığınız ile ilgili değilse sakin olun ve yerinize oturun."

 

Ayağımı yere sertçe vurdum. "Şu kapıyı hemen açın!" Ne hissettiğimi bilmiyorlardı. Anlamıyorlardı...

 

Kadın, güvenliğe haber verince gözlerimi öfkeyle açtım. "Hanımefendi yerinize oturun lütfen, birazdan sizinle ilginecekler."

 

***

 

Hızla sürdüğü arabanın direksiyonunu hırsla sıktı. Ardında bıraktığı kadın, aklından bir an olsun çıkmıyordu.

 

Kaç kez arabayı durdurup geri dönmek istemişti. Saatler çok hızlı geçmişti. O çoktan ailesine kavuşmuştu. Havaalanını arayıp uçağın Kıbrıs'a indiğini öğrenmişti. Kokusu hala üzerindeyken kendisi kilometrelerce uzağındaydı. Tenindeki sıcaklığı henüz soğumamışken özleminin acısı içini titretiyordu.

 

"Maksut," dedi fısıltı ile. "Onu düşünmemeyi nasıl başaracağım?" Öyle çaresizdi ki. "Onu tanımadan önceki Peşrev nasıl olacağım? Delirmek üzereyim Leo! Kokusunu hafızamdan nasıl sileceğim?"

 

İkisi de kaşlarını çattı. Kızları uyandırmamak için fısıltı ile konuşmaya özen gösteriyorlardı. "Ne demek silmek?" diye sordu Maksut. Ne demek istediğini çözmeye çalışıyordu Peşrev'in. "Bize anlatmadığın ne var?"

 

Elini direksiyona sertçe vurdu kızlar korkuyla sıçradılar. "Şimdi değil Maksut," diye bağırdı. "Soru sorma kardeşim, şu an değil!"

 

Maksut, onu ilk kez böyle görüyordu. Perişan, çaresiz, karmakarışık, yolunu kaybetmiş ve şuursuz. Sustu. Soya'yı göğsüne çekip saçlarını öptü. Dışarıyı izlerken Ova'yı düşündü. Ondan ayrı kalmak ona da çok zor geliyordu. Şimdiden özlemişti küçük kız kardeşi gibi gördüğü kadını.

 

Araba, sabaha karşı dağ evinin önünde durdu. Peşrev, hızla inip arabanın kapısını sertçe kapattı. Onları beklemeden eve girdi ve aynı sertlikle kapattı.

 

"Üzerine gitme," dedi Leo. "Dokunanı yakacak gibi."

 

Maksut, dolan gözünü taşmadan önce engelledi. En son ne zaman böyle parçalı bulutlu hissetmişti bilmiyordu. Ona bir kedi gibi sokulan kadına bakınca hatırlaması uzun sürmedi. "Damian aradı yoldayken. Neden hala dönmediğimizi merak ediyor. Ha bir de Farhan'ın nerede olduğunu sordu."

 

Leo, Vera'nın elini tuttu, eve doğru yürürken homurdanıyordu. "Hangi cehennemde olduğu umurumda bile değil."

 

Eve gireli bir saat olmuştu. Sırayla duş alıp şöminenin önüne yayıldılar. En son Peşrev girmişti duşa. Yarım saati geçmesine rağmen yanlarına dönmemişti. Maksut, cebindeki telefonun titrediğini fark edince doğruldu. Ekranda yazan yazıyı görünce vakit kaybetmeden açtı. "Efendim Süha?"

 

"Ağabey," dedi hattın diğer ucundaki genç adam. "Ova Kıbrıs'a inen uçakta yokmuş. Dün gitmeyi unuttum. Peşrev'e söyleme lütfen beni öldürür."

 

"Tamam kardeşim," dedi Maksut. Notunu aldığını anlamıştı Ova'nın. "Merak etme bundan sonrası bende."

 

Telefonu kapattı ve ona dikkatle bakan arkadaşlarına gülümsedi. "Bizim keçi yapmış yine yapacağını."

 

"Kim?" diye sordu Soya merakla. "Hangi keçi?"

 

"Kaç keçi tanıyorsun yavrum?" diye sordu. "Ova uçaktan firar etmiş! Deli kız..."

 

Üçünün de yüzünde oluşan aynı rahatlama hissiydi. "Peki bizi nasıl bulacak?"

 

Keyifle arkasına yaslandı Maksut. Kollarını başının üzerinde birleştirip pazularının şişmesine izin verdi. "Gelmek üzeredir."

 

Leo keyifle gülümsedi. "Gelsinde bizi şu vahşinin gazabından kurtarsın, öfkesinden üzerime atlayacak diye korkuyorum."

 

Konuşmalarını çalan kapının sesi bölünce Vera ayağa fırladı. "Geldi!"

 

Kapıyı, vakit kaybetmeden hemen açtı. Ova'yı perişan bir halde karşında görünce kocaman bir çığlık attı. Maksut ve Leo yerinden fırlarken Ova, "Selam," diye fısıldadı. "Ben geldim."

 

***

 

Maksut, beni gördüğünden beri yerde karnını tutarak hunharca gülüyordu. Burnumdan soluyordum. Saçlarımdaki tavuk tüyleri ve üzerimdeki dışkıları yetmiyormuş gibi bir de bu koca öküzün eğlenmesini izliyordum.

 

"Soya," dedim ağlayarak. "Şu halime bak. Kağıda yazdığı adamın tavuk çiftliği olduğunu neden eklememiş sorabilir misin? Ben konuşmuyorum da o koca öküzle."

 

Bir an önce Peşrev'i görmek istiyorum lakin buram buram tavuk pisliği kokarken bana sarılmak isteyeceğini pek sanmıyorum. Vera, ayağa kalktı ve çantasını yanıma getirdi. "Banyo senin vahşi tarafından işgal edildi Ova. Saçlarını tuvalette yıkayalım."

 

Mutfağa girdi ve sürahi dolu sıcak su ile yanıma geldi. "Sadece suyla mı?" Baygınlık geçirmemek için kendimi zor tutuyordum. "Kokusu çıkmaz ki?"

 

"Halledeceğim." Elimden tutup dış kapının yanındaki tuvalete zorla soktu. Üzerimdekileri komple çıkardığında ellerimi göğüslerime kapadım. Bana bakıp güldü. "Seni ilk gördüğümde kıskançlıktan deliye dönmüştüm Ova. O kadar güzelsin ki kıskanmakta haksız değilmişim."

 

Kaynar suyu bir anda saçlarıma dökünce çığlık attım. "Ve intikamını aldın Vera! Yandım yahu..."

 

"Ayyy! Özür dilerim Ova. Heyecandan kafa kalmadı ki. Peşrev seni görünce bayılacak. Dün seni bıraktığımızdan beri adamın içinden Terminatör çıktı. Hoş sen de dişi Terminatörden farksız değilsin."

 

"Hem gitmemi isteyip hem de mızmızlanamaz Vera. Bir karar veriyorsan sonuçlarına katlanırsın."

 

Saçlarımı güzelce yıkadı. Beyaz triko bir kazak giydirip özenle saçlarımı taramıştı. Kazağın tam göğüslerin ortasında kalan kalp şeklinde bir dekoltesi vardı. Kapının yanındaki aynadan kendime baktım. Daha iyi görünüyordum lakin saçlarımdan ve tenimden gelen pis koku midemi bulandırmaya devam ediyordu. Kaç kez kusmuştum gelene kadar daha fazla kusmak istemiyordum.

 

Vera'nın yanımda bıraktığı çantasına takıldı bakışlarım. Hiç istemesemde karıştırmaya başladım. İç kısmındaki bölmede kırmızı renkli minik bir parfüm vardı. "Vera parfümün vardı madem niye vermiyorsun?"

 

Homurdanarak saçlarıma ve boynuma bolca sıktım. Parfümü yerine bıraktım ve yanlarına döndüm. Vera yanıma yaklaşınca aldığı koku yüzünden yüzünü buruşturdu. "Ova sormaya korkuyorum ama benim parfümünden mi sıktın? Küçük kırmızı olandan..."

 

"Evet! Parfümün varmış işte, neden söylemiyorsun? Dışkı kokusundan kurtuldum."

 

Leo, parmağını boğazından geçirdi. "Ova bence duş almadan yukarı çıkma!"

 

Ne demek istediğini anlamamıştım. "Ne oluyor size? Onca yol geldim, boşuna mı çektim ben o kokuyu?"

 

Soya, kıs kıs gülerken Maksut ayağa kalktı ve yanıma geldi. "Temizlendiğine göre artık sarılabilirim. Gel buraya!"

 

Bir anda kendine çekip sımsıkı sarıldı. "Sensiz olmuyor deli kız. Nasıl alıştırdın kendine..." Derin bir nefes aldı. Bir kez daha aldı ve ardından bir kez daha... "Ova," dedi bedenimi kendinden güçlükle uzaklaştırırken. "Ne oluyor bana be?"

 

Maksut, kolumdan tutup yeniden göğsüne çekti. "Hey! Kemiklerimi kırmaya mı çalışıyorsun?"

 

Soya hızla aramıza girdi ve Maksut'u kahkaha atarak benden uzaklaştırdı. "Sarhoş musunuz siz ya, sabah sabah ne içtiniz?" Deli gibi görünüyorlardı.

 

"Ova sen bir an önce yukarı çık!" diye bağırdı Leo.

 

"Bence de," dedi Maksut. Gözleri irileşti. "Ne? Hayır çıkamazsın! Gel buraya..." Leo ve Soya Maksut'u peşimden gelmemesi için tutarken kafam karışık bir halde basamaklardan yukarı çıktım. "Ova buraya dön dedim sana!"

 

Tırabzandan sarkıp dilimi çıkardım. "25 yaşından sonra ağabey çekemem ben Maksut. Rahat bırak beni."

 

Su sesi gelen kapının önünde durdum. Kilitli olmaması için dua ettim. Saatlerdir suyun altında duruyor olabilirdi. Buruş buruş olmadan onu oradan çıkarmalıydım. Kapı kulpunu yavaşça indirdiğimde kilitli olmadığını gördüm. Büyük bir yatak odasıydı. Bembeyaz nevresimlerle örtülü kocaman bir yatak ve hemen önünde kapakları tamamen camdan olan bir dolap vardı içeride.

 

Yatağın üzerine oturdum. Dakikalar saate evriliyordu sanki. Beni kendine bu kadar bağlamış olması inanılır gibi değildi. Burada beklemekte yanlıştı lakin bir an önce göreyim istiyordum.

 

Kapı açılınca göz göze geldik. On beş saniye öylece baktı. Gözlerimi kırpmıyordum. Karşımda duran manzara yüzümden dilim lal olmuştu. Gözlerimi çekemiyordum bir türlü. Bütün mahremiyetini bana sunuyordu ve bence bunun farkında bile değildi.

 

İçerisi çok sıcaktı. Buharlar yüzümde damlalara dönüşüyordu. Hızlanan göğsüme kızaran yanaklarım eşlik etmeye başladı. "Ova!" diye mırıldandı kendine gelince. "Bi-bir dakika! Uyanığım ben değil mi?" Belindeki havluyla birkaç adım yaklaştı. "Gerçeksin," dedi. "Buradasın!"

 

"Gidemedim," dedim titreyen sesimle. "Gitmeyeceğim."

 

"Neden gitmedin?" diye sordu. Üzerimdeki kazağın etekleri ile oynuyordum. Bakışları pek normal değildi. Bir adım geri çekildim. Buraya girerken aklımdan neler geçiyordu?

 

"Ova sen ne kokuyorsun böyle?" Eli, saçlarımın üzerinde dans ediyor özlemiyle kavrulan kalbime muzip sinyaller gönderiyordu. Burnunu, boynuma dokundurdu. "Aslanın ininde ne işin var küçük hanım!"

 

Neden sarhoş gibi konuşuyordu? Harfler dilinde dans ediyordu sanki. "Be-ben bilmiyorum. Sadece Vera'nın kokusundan sıktım." Gözlerimi kaçırdım. "Ters bir hareket yapmayı aklından bile geçirme aslan bey!"

 

Çapkınca gülümserken dudağını ısırdı. "Ve doğrudan odama geldin öyle mi?" Yatağın üzerindeki kazağı bir çırpıda giyerken neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Bana doğru bir adım atınca bir adım geri çekildim. Utançla gözlerimi kapadım. "Aslan bey?" Sesli bir kahkaha attı. Ah böyle gülmemeliydi. Ona karşı sağlamlaştırdığım kalbimin vidalarını, tek tek söküyordu yerinden.

 

"Nasıl geldin?"

 

Aşağıdan şangırtılar geliyordu. Maksut, kaç dakika sonra burada olurdu? "Peşrev ben..."

 

Dilimden dökülen bu cümle istemsizdi. "Kalbimin yolunu izledim." Allah mı söyletmişti? İnce bir iple bizi birbirimize bağlayan şüphesiz ki bundan sonra ne olacağına çoktan karar vermişti. İnce ince örülen kaderimizi kuvvetlendirmek bizim elimizdeydi.

 

"Seni gördüğümden beri aklımın ve kalbimin pusulasını yitirdim gönül kuşu." Biliyordum ve bunu bilerek gitmek daha da öldürüyordu. Bedenim sanki bana ait değildi. Onundu, onun kontrolündeydim. "Söyle!" dedi nefes nefese. "Söyle ne yapayım gönül kuşu? Ben kendimi kaybettim bul beni..."

 

"Ne yapman gerektiğini bilmiyor musun?" Baktı ve derin bir nefes aldı. Bir gün bu deli cesaretimin başıma büyük bir dert açacağından emindim. "Bir ömür gözlerime böyle bakacaksın."

 

Yavaşça yeniden yaklaştı ve derin bir nefes aldı. Kapıya sertçe vuran Maksut yüzünden aldığı nefesi hızla bıraktı. "Ne var yine başımın belası?"

 

"Peşrev," diye bağırdı heyecanla. "Film izliyoruz, hadi aşağıya gelin."

 

Kaşlarını çattı. "Ne filmi lan?"

 

"Film işte!"

 

"Bilerek yapıyor!" diye homurdandı. "Öldüreceğim bu herifi! Evet evet! Bu iyi bir fikir."

 

"Deli deli konuşma," dedim yalnızca dudaklarımı oynatarak. "Yalnızca beni fazla benimsedi o kadar..."

 

"Sustular!" diye bağırdı Maksut. Öksürerek boğazını temizledi. "Film diyorum ama gelecek misiniz?"

 

"Sevgilim," diyordu Soya. "Allah aşkına çocuk mu onlar? Sana ne! Bunlara niye karışmıyorsun?" Leo ile Vera'yı kastediyordu.

 

"Onlar arsızlaştı artık." Bir kez daha vurdu kapıya. "Kime diyorum ben?" Fısıldaştıklarını sanıyorlardı ama biz duyuyorduk.

 

"Kapıyı kırmadan açsak iyi olacak," dedim doğrulurken.

 

Başını iki yana salladı ve altına pantolon giymek için yeniden banyoya girdi. Kapıyı açtığında Maksut içeri doğru savruldu ve Peşrev düşmeden belinden yakaladı. "Bana bak koca öküz! Soya'yı kaçırır bir kuleye kapatırım. Benimle uğraşma!"

 

Üzerini düzeltti. Soya, hemen arkasında duruyordu. Vera ve Leo kapı pervazına yaslanmış kızaran yanaklarıma bakıp gülüyorlardı. "O kuleyi yerinden söker puro diye içerim!" İkisi hindi gibi kabarıp birbirlerine sokuldukça Leo karnını tutarak gülüyordu. Kaşlarımı çatınca birden durdu.

 

"Siz gidin, biz birazdan geliyoruz."

 

İkimiz de uslu derin der gibi baktı ve homurdanarak dışarı çıktı. Kapıyı sertçe kapatıp gözlerine kısarak kollarını göğsünde bağladı. Yüzüme uzun uzun baktı. "Ne oldu?" dedim merakla. "Ne düşünüyorsun?"

 

"Kokun," dedi. "Koku sana ait değil. Yabancı bir koku alıyorken yanında duramam. Sanki şey gibi..." Sustu ve kulağıma yaklaştı. "Yabancı birini sevmek gibi."

 

Kalbimi benmari usulü eriten adama sımsıkı sarılmak istedim. "Kalbim," dedim. "Kalbim seni gördüğü günden beri yolunu arıyordu?"

 

Minik bir kıvrım oluştu dudağının kenarında. "Buldu mu peki?"

 

Elimi kaldırıp kalbinin üzerine dokundum. "Kırmızı bir kelebek bıraktım buraya." Parmağımla dokunduğum yere baktı.

 

"Kelebekler az yaşar gönül kuşu. Bu kelebeğin ömrü sonsuz olsun."

 

Yüzümde gayriihtiyari oluşan tebessüm, hayatımda gördüğüm koca yürekli dev adam içindi. "Buldu," dedim fısıldayarak. "Kalbim artık yolunu buldu."

 

***

 

Uyandığımda güneş henüz tam olarak doğmamıştı. Alacakaranlık vardı gökyüzünde. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Ama 05.00 ya da 05.30 filan olmalıydı. Akşam öylece uyuyakalmıştık hepimiz bir köşede.

 

Hızlıca giyindim. Kapıdan çıkacakken bakışlarım dolaba takıldı. Farhan'ın söyledikleri dolmaya başlamıştı zihnime. Dolabı açıp incelemeye başladım. Kıyafetlerin en altında beyaz bir kutu vardı.

 

Kutuyu açtım lakin benimle ilgili bir şeye rastlamadım. Bahsettiği bu dolap değildi belli ki. Kutuyu yeniden yerine koydum. En üstteki battaniye dikkatimi çekince uzandım ve kendime doğru çektim. Altından kayan ve ayaklarımın dibine düşen şey bir fotoğraftı. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Eğildim ve elime aldım. O adamın haklı çıkmasını istemiyordum. Fotoğrafı çevirdim ve gördüklerim yüzünden dengemi kaybettim. Bu doğru olamazdı, o adam haklı olamazdı.

 

Bir sene önce Günce ile gittiğimiz kayak merkezinde çekilmiş bir fotoğrafım duruyordu ellerimde. Peşrev beni gerçekten daha önceden tanıyormuş. Ama nasıl? Bu nasıl olabilirdi? Nasıl bir oyunun içindeydim?

 

Tekrar tekrar baktım. İyi hatırlıyordum. O gün, Günce düşüp bileğini çatlatmıştı. Ayağında alçı vardı. Gözümden akan bir damla resmin üzerine düştü. İnanmıyordum, inanmak istemiyordum. Peşrev, öyle biri değildi. O tanıdığım adamdı. Beni tuzağa düşürmemişti. Resmi aldım ve cebime koydum. Bunun hesabını daha sonra soracaktım. Yürürken bacaklarım titriyordu. Yüzüm öfkenden alev gibi yanıyordu.

 

Nerede olduğunu bir hayli merak ediyordum. Merdivenlerden yavaşça indim. Maksut, dışında herkes uyuyordu. Kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Hava buz gibiydi. Titreyerek etrafıma bakındım. "Peşrev!" diye bağırdım. "Maksut neredesiniz?"

 

Peşrev'in sesini duyunca arkamı döndüm. Bana doğru yaklaştıkça kaşlarım çatıldı. Elinde boş şişe vardı. Gözleri kıpkırmızı ve kocamandı. Sabaha kadar içmemişti değil mi? Gözleri fazla baygın bakıyordu. "Peşrev," dedim. Bakışları beni korkutmuştu. "Ne oluyor yine, ne bu halin?" Akşam huzurla dalmıştı uykuya. Şimdi neden böyle dağılmıştı?

 

"Peşrev bir şey söyle lütfen!" Durdu ve dudaklarını ıslattı. "Üzgünüm," dedi buz gibi bir ses tonuyla. "Beni affetmeyeceğini biliyorum, işte bu beni öldürüyor!"

 

Başımı iki yana salladım. Kalbime defalarca hançer saplıyordu sanki sözleriyle. "Peşrev ne saçmalıyorsun sen?"

 

Ona doğru bir adım atacakken belime sarılan kollar beni bir anda durdurdu. Afalladım, neler olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Maksut'un ağlamaklı sesini kulağımda hissettiğimde dünyam başıma yıkıldı. "Özür dilerim kardeşim. Ne olur beni affet!"

 

Ağzıma kapadığı şeyden sonra ayaklarım yerden kesildi. Ne olduğunu anlamıyordum. Her şey bir anda olmuştu. Dünyam, mevsimlerin en güzelini yaşarken bir anda tepe taklak olmuştu. Her şey buhar olup gökyüzüne karışırken kendimi Peşrev'in kollarında buldum.

 

Gözlerim tatlı bir uykunun pençesine düşerken soğuk dudaklarını alnımda hissettim. Kendimden geçmiştim lakin hala konuştuklarını seçebiliyordum. "Neden vazgeçmeyi seçtin kardeşim?" diye sordu Maksut. "Kaç gün ayrı kalacağını sanıyorsun?"

 

"Ondan vazgeçmiyorum ki," dedi tanıyamadığım bir ses tonuyla. "Çünkü her şeyi öğrendiğinde o benden vazgeçecek kardeşim. Onu ailesine kavuşturuyorum. Bir süre hasret gidersinler."

 

Kendimden geçerken duyduğum son sözlerin bunlar olmaması için şu anda bayılıyor olmak yerine can vermeyi yeğlerdim.

 

 

***

 

😱😱😱

 

Beğeni ve yorumu çok görmeyin hızla gelen bu yeni bölüme❤️

 

Nasıldı peki bölüm? Bunu bekliyor muydunuz?

 

Keyif versin...

Loading...
0%