Yeni Üyelik
35.
Bölüm

34.BÖLÜM

@aysegulcee1

 

 

 

 

Firuze, elini yavaşça karnına dokundurup artık orada olmadığını bildiği ve bir kez olsun emziremediği bebeğini düşündü. Bir an olsun aklından çıkaramadığı oğlunu. İnsan yavrusunu unutabilir miydi hiç? Büyük aşkla bağlandığı adam ona bunu nasıl yapabilmişti?

 

Buruş buruş elleri soyulan ayakları, devamlı dışarıda olan dili gözlerinin önünden gitmiyordu. Elini pencereye dokundurdu. "Oğlum," diye fısıldadı. "Bugün sensiz geçirdiğim 40. Gün! Kırkın çıktı ama ben seni yıkayamıyorum." Bir anne için bundan daha kötü bir ceza olamazdı. Hem de tek suçu sadece sevmekken.

 

Avuçlarında tuttuğu bir çift sarı patiği burnuna götürdü. Cennet kokuyordu. Cennetin kokusunu almak istiyorsan evladını kokla derdi annesi. Onun cennetinin kokusu ondaydı lakin gönül bahçesinin meyvesi dalından koparılmıştı.

 

Firuze, aylar sonra baba ocağına getirildiğinde başına gelecekleri biliyordu. Ya öldürülecek ya da onu kabul eden ilk adamla evlendirilecekti. Kadın sığınma evinden çıktığı ilk gün ağabeyi onu yakalamıştı. Dövmüştü her aklına estiğinde, canını çok yakmıştı. Yine de canını turkuaz gözlü kaptandan daha fazla kimse yakamamıştı.

 

Oğlu bir yaşına girmek üzereydi. Gözlerini kaldırıp ağabeyine baktı. "Ağabey oğlum!" Bir an için vicdanı sızlar ve yeğenini arar diye düşündü.

 

Ağabeyinin öfkeli bakışlarını görünce ona oğlundan bahsettiğine pişman oldu. "Firuze," dedi dişlerinin arasından. "Kendini öldürmediğine pişman olacaksın kardeşim."

 

Kardeş! Bu kelimenin anlamını biliyor muydu Sıraç? Babası, karanlık işler peşinde bir adamdı. Bütün işlerini ağabeyine yaptırıyordu. Şimdi ise onların karanlık zindanında ölümü bekleyen bir tutsaktı.

 

***

 

"Anne," diye fısıldadı küçük çocuk. "Dayım bizi neden sevmiyor? Hep canını yakıyor bana da çok kötü şeyler anlatıyor."

 

Firuze, oğlunun kömür karası saçlarını şefkatle okşadı. "Ne anlatıyor oğlum dayın sana?"

 

"Kardeşimin olduğu yere götürcekmiş beni. Artık yeterince büyümüşüm. Anne kardeşim kötü biriymiş. Babamın ölümüne onun varlığı sebep olmuş. Kardeşimden nefret ediyorum. Sen hep ağladın, onu bulamadığın için hep ağladın ve ben gözünden düşen damlaların hesabını kardeşime soracağım."

 

Firuze, oğluna ağlayarak baktı. "Ah oğlum," dedi hıçkırıklarının arasından. "Olur mu öyle şey? Kardeş bir insanın dünyadaki en büyük şansı, diğer yarısıdır. Ağabeyin seni tanısaydı çok severdi. Sen dayını dinleme olur mu? Sen sakın ağabeyine zarar verme!" Eğildi saçlarından öptü. "Senin ağabeyin benim ağabeyim gibi değil. Eğer hakkımı haram etmemi istemiyorsan sözlerim aklının bir köşesinde daima dursun."

 

Anne oğul dertleşirken onları dinleyen Sıraç hızla içeri girdi ve yeğenini annesinin kollarından ayırdı. "Ağabey," diye bağırdı genç kadın. "Bunu da mı çok görüyorsun bana? Ben anne olamayacak kadar kötü bir kadın mıyım? Ayırma bizi Sıraç. Yalvarırım onu da götürme."

 

Sıraç kız kardeşini duymadı, dinlemedi. Küçük oğlunu kollarından çekip aldı ve teşkilatın yurduna bırakılması için vakit kaybetmeden yola çıktı.

 

"Oğlum," dedi yalancı sevgiyle dolu bir sesle. "Vakit geldiğinde babanın intikamını alacaksın. Baban onun yüzünden öldü, annen onu senden daha çok sevdi. Hep ağladı! Bir kez olsun güldüğünü gördün mü?"

 

Çocuk aklı kinle doldu. İntikam, hırs, kin ne bilmeden dayısının söylediklerini kaydetti ama bir yanı hep sorguluyordu. 'Ağabeyin seni tanısa çok severdi.' Annesinin sözü kalbinin gizli bir noktasında kayıtlı kaldı. 'Senin ağabeyin benim ağabeyim gibi değil.'

 

***

 

"Doğum günün kutlu olsun gönül kuşu!"

 

Zihnimde yankılanıp duran sesin sahibini görememiş olmanın verdiği azapla kıvranıyordum. Bedenim oradan oraya sürükleniyordu. Tek yapabildiğim her kendime gelişimde etrafımdakilere yumruklarımı, tekmelerimi savurmak ve avazım çıktığı kadar bağırmak oluyordu.

 

Onlar neredeydi, ben neredeydim? Bu pislik herifler bizi nereye getirmişlerdi?

"Yürü!" diye bağırdı saatlerdir ensemde olan adamın sesi. "Zarar vermek istemiyorum, zorlama beni."

 

Zarar vermeyecekse beni nereye getirmişti? Bir süre sonra bedenim pert düşmüştü. Benden daha fazla darbe almamak için elimi kolumu ve ağzımı kapamışlardı. Çaresiz bedenimi sürüklemesine izin verdim. Adım seslerimizin yankısından boş bir yere geldiğimizi anlıyordum. Koku. Allah'ım onun kokusu, onun kokusu buradaydı.

 

Yabancı, beni omuzlarımdan bastırdı ve sertçe bir sandalyeye oturttu. Kollarımı arkadan bir kez daha bağladı ve aynısını ayaklarıma yaptı. Direndim ama gücüm yeterli gelmedi. Yorulmuştum. Çaresizlik içinde bıraktım kendimi bağlandığım sandalyeye. Yabancı, beni bağladıktan sonra ağzımdaki bandajı çıkardı ve yürümeye başladı. Uzaklaşan adım seslerinden beni burada yalnız bıraktığını anladım.

 

Nerede olduğumu göremiyordum lakin hissettiğim soğukluktan karanlık bomboş bir yerde olduğumu tahmin edebiliyordum. Sessizlikten ve onun kokusundan başka bir şey yoktu sanki bu yerde. "Peşrev," diye fısıldadım. "Buradasın ya da buradaydın bilmiyorum. Kokun, kokunu alabiliyorum."

 

Sustum ve dinledim. Burada benden başka biri ya da birileri daha vardı. Duyduğum nefes alışverişleri burada yalnız olmadığımı söylüyordu. "Neden konuşmuyorsun benimle?" Ah! Ne aptalım. Ağzı bağlıydı değil mi? "Konuşamıyorsun değil mi? Üzgünüm koca adam. Sana bunu söylemediğim için beni affet."

 

Kendi sesimin yankısından ve nefes alışverişlerinden başka duyduğum bir ses yoktu. Bu sonunu göremediğiniz karanlık bir koridorda yürümek gibiydi. Korkuyordum belki de içerisi katillerle doluydu. "Peşrev buradaysan bir şey yap. Ne bileyim ayağını yere vur. Kafayı sıyıracağım kimse yok mu?"

 

"Buradayım yavru!" Kulağımın dibinden gelen sesle irkildim. Yavru. Bu, bu aşağılık Sam'in sesiydi. Bir dakika onun burada ne işi vardı? Kaypak herif. Yine kıçını kurtarmak için kim bilir nasıl bir ihanetin içine girmişti?

 

"Sam," diye bağırdım. "Av köpeği! Sen bunu nasıl yaparsın?"

 

Hunharca güldü. "Yapmak ister misin diye sormadılar yavru. Yaptırdılar. İstersen seni buradan çıkartabilirim."

 

Bağlı olduğum sandalyede debelenip durdum. "Sam seni öldüreceğim! Bizi nasıl satarsın?" Ne kadar canavar ruhlu bir adam olduğunu unutmuştum.

 

"Zor olmadı," dedi. "Orada sünepe gibi yaşamak istemiyordum. Goşa, size nazaran beni adam yerine koyuyor."

 

"Kalleşçe yaşamak daha cazip geldi öyle mi? Sen onu tanıyor musun? Aşağılık herif Goşa kim biliyor musun?"

 

Parmaklarını yanağımda hissettim. Nerede olduğunu göremiyordum. Tiksinti ile yüzüne tükürdüm. "Goşa," dedi kulağıma fısıldayarak. "Benim belki de!" Nefesim hızlanırken kahkaha attı bir kez daha. "Demek isterdim lakin ben değilim yavru. Ama Goşa herkes olabilir. Belki sizinle, belki de aranızda ha. Ne dersin? Goşa belki de Peşrev'dir!"

 

Değildi. Goşa belki de Peşrev'in kardeşiydi. Dayısı yıllar önce annesini öldürmüştü. Kardeşini de intikamla büyütmüş olabilirdi. "Seçtiğin yolun sonu ölüm Sam. Sana sadece acıyorum." Parmağını boynumda gezdirmeye başladı. "Dokunma bana!" diye bağırdım. "Seni öldürürüm sakın bir daha bana dokunma!"

 

"Ulan!" diye kükremesi boş depoda yankı yapmıştı. "Ulan av köpeği. Ona dokunan parmaklarını keser teker teker sana yediririm it soyu."

 

Sam Peşrev'e inat gülmeye devam etti. "Aslan kükredi nihayet. Ben de ne kadar dayanacaksın diye düşünüyordum. Aslan artık kafeste, yavru ceylansa çakalların ininde!"

 

"Seni," dedi sıktığı dişlerinin arasından. "Seni normal öldürmeyeceğim Sam."

 

"Sam!" diye bağırdı biri. "Ne yapıyorsun aptal herif hala orada?"

 

Bu kez kahkaha atan bendim. Homurdanarak dışarı çıkarken gülüşüm bir anda söndü. Tam da ona yakışır bir hareketti. Orion, Orion'un ölümüne de o sebep olmuştu değil mi? "Peşrev." Benimle konuşmadıkça canım yanıyordu. "Ben..."

 

Bir ses, bir nefes, bir söz. Beklediğim hepsinden yalnızca biriydi. Gelmedi. İçerisi bir anda aydınlanınca gözlerimi acıyarak kapadım. Yavaşça araladığımda ise karşımda duran manzara nefesimi kesmişti. Kollarımı ayaklarımı kesip beni bir denizin içine atmışlardı sanki.

 

Duyduğum acıyı, pişmanlığı tarif edecek sözcükleri bulamıyordum. Başını iki yana salladı. Gözlerinin içi kıpkırmızı olmuştu. Annesinin katilinin kim olduğunu belki de ona söylemeliydim. Zaman ikimizin arasında durmuş gibiydi.

 

Kıpırdayamıyordum, konuşamıyordum hatta nefes dahi alamıyordum. Bana öyle bakıyordu ki eriyip yok olmak istiyordum. Soya, Vera, Leo, Maksut. Hepsi karşıma oval bir şekilde dizilen sandalyelerde elleri ve ağızları bağlı bir şekilde oturuyordu.

 

Kızları ne zaman kaçırmışlardı aklım almıyordu. Biliyordum, doğrudan tuzağa çekilmişlerdi. Kalbimde hissettiğim pişmanlık hissi Peşrev'in bakışları ile daha da artıyordu. Ona doğum günüm olduğunu söylemeliydim. Onu uyarmalıydım. Onların derdi bizimleydi, ikimizin de aynı gün doğmuş olmamız ve annesinin aynı gün öldürülmesi tesadüf değildi ve ben bunu ondan saklamıştım. Bakışlarındaki öfkenin sebebi buydu. "Çocuklar," dedim ağlayarak. "Ben. Siz nasıl?"

 

Leo, kaşlarını çatmıştı ve gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Bütün olanlar için beni sorumlu tutmuyordu değil mi? Soya'nın kaşı kanıyordu. Saçı birbirine girmişti ve ben ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bakışlarımı tam karşımda oturan adama çevirdim. Bir şeyler söylemesini bekliyordum. Gözlerindeki öfkeyi kusmasını. Lakin o susuyordu. Beklemek, beklemek çok zordu.

 

"Peşrev," dedim güçlükle. "Özür dilerim. Böyle olacağını bilemezdim. Ben tesadüf olduğunu..."

 

"Gönül kuşu," diye yükseldi bir an için. "Böyle tesadüf olabilir mi Ova? Neyden bahsediyorsun sen?" Ses tonu kısılsada hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Bakışları hiç bu kadar öfke ile bakmamıştı gözlerime. Bambaşka bir adam vardı sanki karşımda. Bu adamı tanımıyordum ve nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum.

 

"Buraya gelirken hatta binaya girerken tuzakla karşılaşma ihtimalimizi tahmin ediyordum. Emin olmasamda bunu göze alıp geldim. Babam, o sana annemi öldürenlerin Goşa olduğunu söylemiş. Bana bunu nasıl söylemezsin?"

 

Nefes alışı göğüs kafesini parçalayacak kadar sert ve sıktı. "Bugün," dedi yorgun sesi ile. "Bugün beni mahvedecek bir şeyler olacağını biliyordum. Bilmediğim bir şey vardı. O da senin de bu planın içinde olduğun. İkimizin de aynı gün doğmuş ..."

 

Başını iki yana salladı. Omuzlarında ve yüzünde yaralar vardı ve ben o yaraları saramıyordum. "Senin resmini bana babam göndermedi Ova. Seni bulmam tesadüf değildi. Zihnimde cehennem ateşi gibi yanan soruların cevabını bulurdum bana söyleseydin. Yıllarca annemin katili ile aynı yerde yaşadım ben belki de. Yalnız gelirdim Ova. Şimdi ikimiz yüzünden birine bir şey olursa..."

 

Kızlara baktıkça ağlamam şiddetleniyordu. "Adamlar! Adamlar Damian'a haber verdi o yoldaymış."

 

"Bulamazlar. Kim bilir nereye getirdi bizi şerefsiz? Binaya girer girmez adamlar tek tek bayıldı. İçeride zehirli gaz varmış. Seninle tehdit ettiler beni. Doğum günün için zehirli pasta hazırlattığını söyledi adi herif!" Sustu. Dişlerini sıktığını görebiliyordum. "Eğer onlarla gitmezsek seni bulup o pastayı." Canı çok yanıyordu. "Neden girdin oraya gönül kuşu? Neden kalmadın o lanet arabada? Ben senin canın pahasına onları feda ettim."

 

Maksut'la Leo'yu işaret ediyordu. "Lakin kızlar hesapta yoktu. Yerlerini bizden başka bilen de yoktu. Farhan yok. Yakalandı mı, kaçtı mı bilmiyorum. Eğer yakalanmadıysa yerimizi bulabilecek tek kişi o. Takip ettiyse tabii..."

 

Önümde duran pastaya bakarken gözyaşlarım ardı ardına akmaya başladı. "Ben çok üzgünüm." Doğru sözcükleri bulamıyordum. Söyleyecek ne vardı ki? Hemen yanında bir çatal vardı. Deponun kapısı açıldı ve yüzünde maske olan bir adam ellerimi çözüp yeniden dışarı çıktı. Göz göze geldik. Bakışlarıyla beni dövmek istiyor gibiydi.

 

"Sakın," dedi dişlerinin arasından. "Sakın yiyeyim deme Ova!"

 

Bir ses yankılandı deponun içinde. "İki seçeneğin var Ova!" Sesin sahibini tanımıyordum. Ama o beni tanıyordu belli ki. "Yemezsen onlarla birlikte burada ölüme gideceksin. Burayı zehirli gazla doldurmak saniyelerimi alır ama yemeyi kabul edersen önce arkadaşlarını bırakırım. Onlar gidince yine pastayı Peşrev'e yedireceksin ve böylelikle onlarla birlikte sen de kurtulacaksın."

 

"Kabul et!" diye mırıldandı. "Ova bu benim meselem kabul et."

 

Başım dönüyordu. Deponun içinde dönüyordum sanki. Görüşüm bulanıklaşıyor bilincim kayboluyordu. Benden onu öldürmemi mi istiyorlardı? Aman Allah'ım bu korkunç bir şeydi. O ölürse ben yaşabilir miydim? "Kabul et!" diye bağırıyordu artık derinlerden gelen sesi. "Dertleri benimle. Gebereyim ve bitsin kabus."

 

Başımı iki yana salladım. Bunu nasıl söylerdi? Öldükten sonra ne hale geleceğimi bilmiyor muydu? Öte yandan Maksut, Leo, Soya ve Vera vardı. Onların da sonun Orion gibi olmasına nasıl razı olacaktım? "Peki ya ben?" diye sordum titreyen sesimle. "Benim kabusa dönen hayatım ne olacak Peşrev?"

 

Sustu ve öylece gözlerime baktı. "Sen bunları benden gizleyerek zaten öldürdün gönül kuşu yüreğimi!"

 

Omuzlarıma yüklenen yük zaten benim ölüm fermanımdı. Gözlerindeki acıya bakamıyordum. Onu kaybettim değil mi? O pastayı ikimiz de yiyecektik o halde. "Ediyorum," diye bağırdım. "Allah belanızı versin bırakın onları kabul ediyorum."

 

Deponun ışıkları bir kez daha kapandığında kapının açılma sesi doldurdu içeriyi. Onları çözdüklerini ve adım seslerinden buradan götürdüklerini anlayabiliyordum. Yaklaşık on dakika sonra içerisi yeniden aydınlandı. Aydınlandı lakin yüreğim hala kapkaranlıktı.

 

Peşrev'in kızaran gözleri artık daha yakınımdaydı. Benim ellerim serbestti lakin onun elleri hala bağlıydı. Midemi bulandıran o ses bir kez daha yankılandı. "Sana bir şans daha veriyorum," dedi. "Pastadan ye ve sevdiğin adamı kurtar."

 

Göz göze geldik ve birkaç dakika öyle kaldık. Elimi, yüzüne doğru uzatırken gözlerini kapadı. Yüzündeki morluğa dokundum. Yüzü çok güzeldi. Kalbi gibi. Ve ben yüreğindeki o minik kuşu öldürmüştüm. Söyleyemedim, onu sevdiğimi söyleyemedim. Parmağım dudağında durunca yüzümü buruşturdum. Canı yanıyordu biliyordum ama kalbi canından daha fazla yanıyordu.

 

Parmağımın ucunu öptü yavaşça. Bir kez daha öptü ve bir kez daha. Gözlerini açtı. Bakışlarıyla sarıldı bana. Bakışlarıyla öptü dudaklarımı. Kaşları çatıldı sonra ve bakışlarıyla acıttı canımı. "Hayal kurdum cehennemimi harladıklarını bilmeden," dedi. "Sarı saçlı mavi gözlü bir kız çocuğunun hayalini kurdum."

 

Bakışları önümde duran pastaya kaydı. "Hadi yedir şunu bitsin bu işkence!"

 

Sesin söyledikleri yankılandı bir kez daha. "Sevdiğin adamı kurtar!"

 

Sevdiğim adam! Peşrev'in içimdeki yeri ve sıfatı bu muydu? Çenesi sertleşirken çehresinde korku vardı. Gerçek bir korku. "Sakın," dedi sesindeki sakinliği korumaya çalışırken. "Sakın gönül kuşu! Öldür beni gitsin. Onların ellerinde ölmektense senin gözlerine bakarak vermeyi yeğlerim son nefesimi."

 

Ağlayarak başımı iki yana salladım. Hayır hayır hayır... "Asla! Nasıl söylersin böyle bir şeyi?"

 

Ayağını sertçe yere vurdu. "Delirtme kızım beni! Ölümünü mü izleteceksin bana?"

 

"Özür dilerim bencilce ama ölümünü izleyemem Peşrev." Söz konusu o olunca ben bencildim. Çok bencil. Buradan birimiz kurtulacaktık. Tabii sözünde durursa. Başka seçeneğim yoktu. Durdukça içinden çıkılamaz bir hale girecekti.

 

"Yapma!" diye bağırdı. "Yapma Damian bulur bizi bekle Ova!"

 

"Üzgünüm," diye fısıldadım gözyaşımın tuzu dudaklarıma yayılırken. "Hayallerinde olamayacağım için üzgünüm."

Çatalı dudaklarıma yaklaştırırken ayaklarını yere vuruyordu. Gözlerimi sımsıkı kapadım. "Sarı saçlı ve mavi gözlü kız çocuğunun annesi olamayacağım için üzgünüm." Sandalyesi sandalyeme sertçe çarptı lakin beni durduramadı. Pastanın tadı damağıma yayılırken ağlamam şiddetlendi. Babamı düşündüm, zayıf kalbini ve annemi...

 

Ve hayallerimin katili olan adam yüreğimin tam ortasındaydı. "Ova!" diye bağırırken ağladığını işittim. "Ulan! Ulan seni bulacağım!" Ettiği küfürleri duyamayacak kadar kötüydüm. Düşünemiyordum. Zehir etkisini ne zaman gösterirdi bilmiyorum. Sandalyemi düşürdüğünde kendi de hemen yanıma düştü. Gözlerime bakışı yalvarır gibiydi. "Lütfen," dedi gözyaşlarının arasından. "Lütfen ölme gönül kuşum."

 

'Sakın,' dedi içimi titreten sesi. 'Sakın ölme gönül kuşu!' Çukurdan beni kurtarırken de böyle bakmıştı gözlerimin içine. "Peşrev," dedim midemin bulantısı ile yüzümü buruştururken. "Kardeşin," dedim. "İki kardeşin var kimsesiz değilsin!" Sonra kardeşlerinden birinin Goşa olma ihtimali aklıma gelince içim yandı sustum.

 

Gözlerini sıktı. "Sus," dedi hiddetle. "Sus öldürme beni."

 

Kapı büyük bir gürültü ile açılırken Damian'ın sesini duydum. Gelmişlerdi, kurtarmaya gelmişlerdi bizi. Farhan'ın sesini işittim yanımda. Beni sandalyeden kurtarırken içeriden büyük bir gürültü geliyordu. "Farhan," dedi Peşrev. "Zehir! Zehirli pastadan yedi."

 

Farhan bana bakıp, "Ne!" diye bağırdı. "Ova dayan..."

 

Başımı dizlerinin üzerine koyan kişi Peşrev'di. Elleri saçlarımda dolaşıyordu. "Özür dilerim," diye fısıldadım.

 

"Gitmeliydin," dedi. "Daha buraya gelmeden önce gitmeliydin."

 

Damian'ın kollarında yaka paça getirilen kişi Sam'di. Peşrev onu görünce sırtımı duvara yasladı ve ayağa fırladı. Sam'i Damian'ın elinden alırken kafasını sertçe yere çarptı. Sam, kanayan burnunu tutarken, "Peşrev," dedi. "Beni öldürürsen Ova'da ölür!"

 

Peşrev'i durduran bu sözleri oldu. "Panzehir," dedi. "Yerini biliyorum. Gitmeme izin ver! Ben de sana onu vereyim." Kırılan burnunu eliyle tutarken başıyla beni işaret etti.

 

"Söyle," dedi dişlerinin arasından. "Çabuk söyle."

 

Sam, kanayan burnunu koluna sildi ve elini cebine götürdü. Saniyeler içinde Peşrev'in avuçlarına bıraktığı şırıngaya bakarken derin bir nefes aldım. Elinde şırıngayla önümde duran adama bakarken o elindeki şırıngaya bakıyordu. "Kim yapacak? Be-ben yapamam."

 

Farhan, Peşrev'in elindeki şırıngayı aldı ve hiç tereddüt etmeden boynuma sapladığında çığlık attım. "Seni adi herif!"

 

Güldüğünü işittim. "Teşekkür ederim diyecektin herhalde!"

 

Birkaç saniye sonra gözlerim kararırken Peşrev'in Farhan'a yumruk attığını gördüm. Dudaklarımda beliren belli belirsiz gülümseme ile başım yana düştü. Ölmeyecektim, o koca adamın kokusunu alabileceğim günlerim vardı hala.

 

***

 

Uyandığımda hala depodaydık. Maksut ve Leo kızlarla birlikte yanımızdaydı. Söylediklerine göre Goşa kaçmıştı lakin adamlarından çoğunu kaybetmişti.

 

Yetimhaneden kaçırılan gençlerin yerini tespit edip onları farklı yurtlara yerleştirilmeleri için güvenli bir yere götürülmüşlerdi. Neyse ki hepsi sağlıklıydı. Gitmek için deponun dışına çıktık. Vera ve Soya benimle konuşmamıştı. Peşrev'e söylemediğim şeyler için onlar da kızgındı bana. Leo, kızlarla arabaya binerken Maksut bana doğru döndü ve, "Hadisene kızım," dedi. "Binmiyor musun?"

 

Peşrev, hemen yanımda bekliyor ve çatık kaşlarla bana bakıyordu. Sam. İki kişinin kollarında yaka paça bir arabaya bindiriliyordu. Yaptıklarından sonra öyle elini kolunu sallayarak gitmesine izin vereceklerini beklemiyordum. Bir adım atmıştım ki sesiyle yerimde kaldım. "Maksut," dedi. "Hadi!" Bana dememişti. "Gelmek isterse gelir."

 

Gitmek istersem giderdim...

 

Maksut, yeniden bana döndü. "Ova hadi!"

 

Maksut, arabanın önünde beklerken Peşrev bir anda bana döndü. Gözlerine bakarken gözlerim titriyordu. "Git," dedi buz gibi bir ses tonuyla. "Kalmanı deli gibi istiyorum. Burada kalmanı, karım olmanı, çocuklarımın annesi olmanı deliler gibi istiyorum ama git!" Yüzünü havaya kaldırıp acıyla bağırdı. "Seni koruyamamak canımı yakıyor Ova git!"

 

Donmuş kalmıştım sözleriyle. Arkasını dönüp arabaya doğru yürüyen adama bakarken kalbim ona doğru koştu ama bedenim yerinde kaldı. Farhan, diğer arabanın şoför koltuğundaydı. Bir adım atamıyordum.

 

Araba çalıştı ve hızla uzaklaşmaya başladı. Dönüp ardına bile bakmadan arabaya bindi ve gidiyordu. Titriyordum. Farhan, arabasının kapısını açarken arkamı döndüm ve ormana doğru koşmaya başladım.

 

Peşimden gelip gelmediklerini bilmiyordum. Umurumda da değildi. Ağlayarak ne kadar koştuğumu bilmiyordum. Üşüyordum lakin beni üşüten mevsim değildi. Beni üşüten buz gibi bakan gözlerdi. Ağaçlara çarpa çarpa epey koştuktan sonra durdum ve sırtımı bir ağaca yasladım. Bana burada ne yapacakları umurumda değildi.

 

En başa dönmüş hissediyordum kendimi. Yine bir ormanın bağrında ve yine büyük bir çaresizliğin içindeydim. Gökyüzü dönmeye başlamıştı. Yağmur hızla yüzüme düşerken acıyla bağırdım bir kez daha.

 

***

 

Peşrev, arabaya binip çalıştırırken Maksut'un ve diğerlerinin bağırmalarını duymuyordu.

 

"Ova'yı burada bırakamayız durdur arabayı ineceğim!" diye bağırdı Maksut.

 

"Farhan," dedi. "Onu güvenli bir yere götürür."

 

Maksut, arkadaşına hayretle baktı. "Farhan? Farhan öyle mi? Ulan kurda kuzu mu emanet ediyorsun sen?"

 

Peşrev, Gaza yüklenerek durduğunda dikiz aynasından Ova'nın ormana doğru koştuğunu gördü. "Ula," dedi. "Öfkemden ne yaptığımı biliyor muyum ben? Ölüyordu, az kalsın kollarımda ölüyordu Maksut!"

 

Arabadan indi ve ormana doğru koştu. "Ova!" diye bağırırken işittiği kendi sesi oldu.

 

***

 

Bir hafta. Bir hafta geçmesine rağmen Ova'dan bir haber yoktu. Ormanı defalarca didik didik aratmasına rağmen genç kadını bulamamıştı. Alınan gizli bir ihbar sayesinde Goşa'nın ameliyathanelerine baskın yapmıştı teşkilat. Peşrev, 1 Ekim'den beri Goşa ve çetesinin sakinliğini korumasından pek hoşlanmamıştı.

 

Bu fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Bir şey vardı. Mantığına kabul ettiremediği bir şey. O depodan bu kadar kolay kurtulmaları kafasını karıştırıyordu. Bu işte bir iş var diye düşündü. Her şey çok hızlı gerçekleşiyordu. Bir piyon vardı sanki ortada. Bir orada bir buradaydı.

 

"Maksut! Bir haftadır bakmadığım yer kalmadı. Nerede bu kız? Aklımı oynatacağım."

 

"Bilmiyorum," dedi kızaran gözlerini ovarken. Bir haftadır hiçbiri doğru düzgün uyumamıştı. "Ama çıkar bir yerlerden. Deli kız! Sana ders vermek için girmiştir bir deliğe."

 

Gözleri aklına gelince içi titredi. Öyle olduğuna inanmak istedi. Affetmişti. Ova kadar o da suçluydu ve Ova onu affetmişti. "Neredesin sevdam," diye fısıldadı. "Nereye kayboldun gönül sancım?"

 

***

 

Evetttt❤️🙈 yeni bölüm sizlerle keyif versin💕

 

Beğeni ve yorum yapmazsanız Ova ile Peşrev evlenmiyormuş sjskalaşaaş

 

Beni takip etmeyi unutmayın

 

İnstagram: Aysegulcee1

Loading...
0%