@aysegulcee1
|
Bülbül vatana vurgundu gül ise bülbüle vatan... *** Kıyı kesiminde kalıyordu askeri üs. Sahile yakındık. Armağan limana gidelim dediğinde biraz yürüyüş yapmak bana da cazip gelmişti. Bir çift mazi gözü yeniden görme arzusunda değildim tabii. Gelin görün ki aklımla hareket etme yetimi kaybediyordum günden güne. Elinde sihirli bir değnek vardı ve her dokunduğunda beni büyülüyor gibiydi. Araçların indiği yolu takip ederken yaklaşık yarım saat sonra iskele görünmeye başlamıştı. İki asker gemisinin kıyıya biraz daha yakın durduğunu gördüm. Üç helikopter yere iniş yapmıştı. Bir koşuşturmaca vardı limanda. Askerler araçlardan inerek helikopterlere biniyordu. Gözlerimi kapattım usulca. Dudaklarım genişlerken yavaşça açtım. Gözlerimin önüne gelen gözleri benim en büyük savaşımdı. Teğmen ve ekibini helikopterlerden birine doğru ilerlerken görmüştük. Onlar henüz bizi fark etmemişti çünkü fazla yaklaşmadan izliyorduk. "Armağan annesinin peşine düşen yaramaz çocuklar gibi görünüyoruz. Bizi fark etmeden dönelim hadi." Dudağını öne doğru sarkıttı. "Güliz Ada ben bu adama hangi ara böyle tutuldum? Sence de çok ani olmadı mı?" Güldüm. "Aşk bu Armağan. Bazen yıllar sürer anlaman bazen de saniyelik bir bakış ömürlük oluverir." Tam bir aşk kadını gibi konuştum değil mi? Ayla ve Armağan bana hayretle bakarken omuzlarımı kaldırdım. "Ne? Aşk bu yahu! Kim planlamış vaktini anını. Mutluysan gerisi önemli değil. Beni korkutan asıl şey..." "Asker oluşları değil mi?" "Asker oluşları Armağan. Onlar her şeyden önce vatana aitler. En çok vatana sevdalılar. Onlar savaş adamları. Evleri de eşleri de evlatları da vatan. Her şeylerini bir kaplumbağa misali sırtlarında taşırlar. Bir kadını görevlerinden çok sevemezler." Bir asker eşinin savaşı hiç bitmez ki onun savaşı kalbiyle çünkü. Antlaşması yoktur, ateşkesi yoktur bir ömür. Amcamın hiçbir zaman önceliği ailesi olmamıştı. Taktir ederdim vatan sevgisini ama burukluğuna hiçbir zaman alışamamıştım. "İyi düşünmeden emin olmadan bir savaşın içine girme Armağan." "Belki vatan gibi sever," dedi Armağan. Söylediklerimi duymuyor gibiydi. Teğmen'e olan hisleri oldukça ciddiydi. Onu ilk kez böyle görüyordum. "Vatan gibi korur belki beni de." Teğmen'in bakışları olduğumuz tarafa dönerken arkamızı dönme çabaları boşarızlıkla sonuçlanmıştı. Zira bize doğru keyifle yaklaşan adam Teğmen Kenan'ın ta kendisiydi. "Hanımlar?" Armağan'ın önünde durdu ve meraklı bakışlarını yüzünde dolaştırdı. "Vaktin var mı biraz?" diye sordu Armağan. "Konuşalım mı?" Teğmen arkasını döndü ve Çelebi'ye işaret etti. Yeniden Armağan'a döndüğünde başını olumlu anlamda salladı. "Biraz var gibi. Konuşalım tabii." Onlar, araçların olduğu yere doğru yürürken iskeleye doğru döndüm. Bakışlarım avcı şahin gibi bir bülbülün peşindeydi. Nerede olduğunu düşünmeden edemiyordum. "Büfeye gidiyorum Güliz," dedi Ayla. "Susadım. Bir şey istiyor musun sen de?" "Bana da su alır mısın?" Ayla başını salladıktan sonra yanımdan ayrılırken bakışlarım İleride konuşan Armağan'la teğmene kaymıştı. Armağan ne söylemişse teğmenin gülüşü büyümüştü. Armağan'ın teğmene sarıldığını görünce şaşkına döndüm. Teğmenin kolları havada kalırken tedirgin bakışlarını etrafta dolaştırdıktan sonra kollarını usulca Armağan'ın beline sardı. Umarım ne yaptığının farkındasındır Armağan. "İnşallah her şey gönlünüzce olur," diye mırıldandım. Zira bir askerin savaştan dönmek için çetin bir mücadelenin içine girmesinin sebebi olmak zordu ve Armağan o sebep olmak için bir adım atmıştı. "Amin!" Yanı başımdan gelen sese döndüğümde yüzbaşının gülümseyerek onlara baktığını gördüm. Dudaklarım hafifçe kıvrılırken yüzünü bana döndürünce gülümsememi sildim. Bir şey beni engelliyordu. Ona doğru koşacakken çelme takıyordu sanki. Amansız bir mücadelenin içine çekiyordu kalbimi. "Sizi burada görmeyi beklemiyordum boncuk. Neden eve dönmediniz?" Kaşlarımı kaldırıp Armağan'ı işaret ettim. "Sizce?" Güldü. Ayağıyla yerdeki kumları karıştırırken kolumdan tuttu, "Gelsene biraz," dedi ve diğer taraftaki araçlara doğru çekiştirdi. "Dur lütfen!" Durmadı. Gözlerden uzak bir yere çektiğinde aracın tamponuna yasladı ve ellerini saçlarına dalladırdı. Okyanus rengi gözlerinin radarında olmak hiçte kolay değildi. Öyle ki kalbim uçmayı yeni öğrenen yavru bir kuş gibi kanat çırpmaya başlamıştı. Ben bana bağlanmasını istemiyordum. Gittiğinde aklı burada burada kalsın istemiyordum. Ben kalbimde savaş başlatmak istemiyordum. Ben onun dönüş sebebi olmak istemiyordum. Gelin görün ki yüreğime işleyen o okyanus bütün hislerimi yerle bir ediyordu. "Alpay," dedim bir an için. Gözleri büyüyünce hata yaptığımı anlamam üzün sürmedi. "Yüzbaşım..." "Sorun yok," dedi sessizce. "Sadece gözlerini aklıma kazıyorum boncuk. Nikahıma almıyorum seni." Güldü. "Görevde ihtiyacım olacak." Doğru mu yapıyordum bilmiyordum ama elimde olmadan gülüşüne karşılık verdim gayriihtiyari. Sadece biraz zamana ihtiyacım vardı. Yolun sonunda onu yalnız bırakmaktan amcama karşı koyamamaktan korkuyordum. Üç yıl önce kızını kaybetmişti amcam. Benden bir yaş küçüktü kuzenim. Kıbrıs'ta üniversite okuyordu. Aşık oldum diye çıkmıştı amcamın karşısına. Amcam şiddetle karşı çıkmıştı. Cesedimi çiğnemeden onunla evlenemezsin diye bağırışları hala kulaklarımda çınlıyordu. Yirmi yaşında evlenmeye karar vermesini hiçbir şekilde onaylamadı. Sonra kızının o elim kazada hayatını kaybettiğini öğrendiğinden beri bana tutunmuştu. Kızı yerine koymuştu. Bir babadan farkı yoktu benim için. Kalamazsın derse direnemezdim. Derin bir nefes aldım. Allah'ım öyle güzel bakıyordu ki dayanamıyordum. Ona çekilmeye karşı koyamıyordum. Güçlükle kendine geldiğinde yüzünde daha önce görmediğim bir ifade belirdi. "Boncuk," dedi yalnızca benim duyabileceğim bir sesle. "Ada çok güzel. Dönmek çok güzel. Gitmek çok zor artık!" Bazen tek bir cümle yeterdi içindekileri anlatmaya. Yetmişti. Gözlerimi kapatıp açtım. Beklentiyle bakışı yüreğime işliyordu. Bir şeyler söylemek istedim lakin Allah şahidimdi dilimden dökmek istediklerim bunlar değildi. "Dönüşlere umut bağlamayın Yüzbaşı," dedim. "Gidişlere zulmetmeyin." Dudakları yavaşça aralandı lakin konuşmadı. Konuşamadı. Onu muallakta bıraktığımı biliyordum. Bir karar vermeden bana yakınlaşmasına izin vermemeliydim. Ona hiç umut vermemeliydim. "Bülbül gülünden vazgeçseydi efsane olarak dillere düşmezlerdi," dedi. "Ben gülümü buldum. İstediğin kadar kaç kaçışların bana sevda. Kaçışların bana gurbet." Bir şey söylemeden yüzüme bakmaya devam etti. "Aklından geçenleri biliyorum boncuk. Sana hiçbirinin yersiz bir korku olduğunu söyleyemem. Korkularınla geleceksin bana. Endişelerinle acabalarınla..." Sustu ve yeniden yaklaştı. "Keşkelerinle değil boncuk. "Tühlerinle değil." Elimi tuttu ve göğsünün üzerine koydu. "Döndüğümde. Şayet dönersem seni limandaki yatlardan birinde bekleyeceğim. Geleceksin Güliz Ada." Kulağıma doğru eğildi ve "Çünkü yanından ayrıldığım vakit kalbin benim için atmaya başlayacak," dedi. Elleri boynuma temas edince yutkundum. Parmakları boynumdaki şalın etrafında dolandı ve yavaşça söküp aldı. Bedenim zangır zangır titrerken her an düşecek gibiydim. Dilim damağım kurumuştu konuşamıyordum. "Çünkü sen boncuk. Sen de benim gibi gözlerini kapadığında bir çift mavi gözü görüyorsun." Uzaklaştı ve yürümeye başladı. "Ya gelmezsem?" Kalbim deli gibi çarpmaya devam ediyordu. "Ya gelmezsem yüzbaşı?" Durdu ve bana doğru döndü yavaşça. O sırada Çelebi'nin bize doğru yaklaştığını gördüm. "Bir daha menzilinde olmayacağım." Hani gül bülbülündü? "Ama gül yine de bülbülün boncuk. Başka bir gül yok!" Ne demekti bu? Hayatında olmam ama kimsenin de olmasına izin vermem demek miydi? "İki yıl sonra beni burada tutamayacaksın!" "Yarınım yokken benden iki yıl sonrasını mı düşünmemi istiyorsun gülüm?" Sustu ve ellerini yumruk yaptı. Bir şey söylememe izin vermeden arkasını döndü ve hızla Çelebi'ye doğru yürüdü. Helikopterlerle adadan uzaklaşmasını izlerken kalbimde açtığı büyük boşlukla baş başa kalmıştım. "Cesursun yüzbaşı," diye mırılandım. "Çok cesur..." *** Armağan, günlerdir kafasını telefonundan kaldırmıyordu. Ayla'nın da Armağan'dan pek farkı yoktu. İkisinin de sıkıntısı ortaktı. Peki ya ben? Ben neden o gittiğinden beri kendimi boşlukta hissediyorum? Cevabını düşünmek istemiyordum. İnsan kendi düşüncelerinden kaçar mı? Kaçıyordum. Üç gün olmuştu. O günden sonra çok asker sevkiyatı olmuş dönen birçok ekip olmuştu ama hiçbirinin içinde onlar yoktu. Düşünüyordum. Geleceksin diye kulağıma fısıldayışını aklımdan çıkaramıyordum. Dün nöbetten çıkmıştım ve berbat bir gece geçirmiştim. Gelen her yaralı asker yüreğimi hoplatmıştı. Sonra çaresizlik ve kabullenişle alışıyorsun. Bu da mesleğimizin en önemli getirisiydi. "Kızlar," dedim elimdeki cips dolu kaseyi sehpaya sertçe bırakırken. "Hadi bırakın artık şu telefonları. Radyasyon yüzünden mutasyon geçireceksiniz!" Armağan bana bakıp güldü. "Hee aynen bacım! İlk senin beynini yiyeceğim." Yüzümü ekşittim. Ayla'da uzandı ve ayağına vurdu. "İğrenç espriler yapma Armağan. İlk ben yiyeceğim boncuğun beynini." İkisi birbirine bakıp kahkaha atarken gözlerimi devirdim. Süper espri yeteneği olan iki arkadaşa sahibim. "Sonra Yüzbaşı bizi yesin," dedi Armağan ayağıyla sırtımdan dürterken. Ayağına vurdum sertçe. "Harbi ne iş boncukum, fındık burunlum?" "Armağan!" diye uyardım. Adı ne zaman geçse ev üzerime yıkılacakmış gibi hissediyordum. Ayla sehpaya koyduğum cipsten atıştırmaya başlamıştı. "Ne saçmalıyorsun sen yine?" Cevabını bilmediğim soruya yanıt veremezdim öyle değil mi? "Yapma Boncuk! Adam bakışlarıyla seni bir yemediği kalıyor. Kenan bile böyle bakmıyor bana." Yanaklarım anında kızarırken gözlerim yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Edepsizliği tutmuştu yine. Kalbim teklerken dudaklarım bir, "Hih!" Kaçtı. Kolumun altındaki yastığı kafasına atınca elindeki telefon yere yuvarlandı. "Kafanı kıracağım az kaldı!" En son ki görüşmemizden kızlara bahsedemiştim. Kendimle bile konuşamıyordum ki. Ayağa fırlarken arkamdan bağırdı. "Utanmanı yerim kız senin! Adamın dibi sana düşmesin de kime düşsün namıssız." Ayağımdaki terliği çıkardım. "Ayla eğ kafanı!" Terlik tam hedefi bulurken Armağan'ın tiz çığlığı Ayla'yı da yanından kaçırmıştı. Armağan kafasını ovuşturarak söyleniyordu. "Yakışıklı sevdiceğime söyleyeyimde senin de bir ay hapishanede yazsın nöbetlerini." Hey Allah'ım sen bana sabır ver! "Başlattırma sevdiceğinden şimdi!" Diğer terliği de çıkarıp mutfak kapısından fırlattım. Terliği kafasının üzerinde yakalamıştı. "Yüzbaşıya söyle de seni timine alsın!" Sırıtarak terliği inceliyordu. "36 numara ne ya?" "O niye?" Terliği elinden çekip ayağıma geçirdim. "Tam on ikiden vuruyorsun gülüm! Nişancılığın harika hem de bu çeyrek ayağınla..." "Hahaha. Bırak zevzekliği de film izleyelim. Yoksa dışarı çıkıp dolaşacağım." Gelen notlardan sonra bu pek mümkün değildi lakin blöf yapmak günah değildi. İkisi de aynı anda televizyonun karşısına geçerken muzipçe gülümsedim. Ayla'ya baktım. Dalgındı. "Ayla," dedim sessizce. "Hala kapalı mı telefonu?" Başını salladı usulca. Gözlerinden firar etti gözyaşları sonra. Üç gün önce Alperen bir mesajla terk etmişti sarı civcivimi. Bu kadarını Alperen'den beklemiyordum. Bu çok zalimceydi. Hiç mi sevmemişti düşünmeden edemiyordum. Yanağını usulca sildi. "Alperen öldü," dedi çatallı bir sesle. "Yeni bir kalple can verdi Güliz." Ona doğru kaydım ve kollarımı bedenine sardım. Armağan Ayla'nın yanında teğmenden bahsettiği için pişman olmuştu. "Üzülme diyemem çok zor," dedim. "Fakat her şeyin bir sebebi vardır Ayla. Buna inanıyor buna sığınıyorum. Sen sevdiğin için neler yapabileceğini görmekle sınandın. O ise sadakatsiz bir adam olmayı seçerek günahların en büyüğünü işlemeyi seçti." Göğsüme yaslı yüzünden kopan hıçkırıkların sesi evde yankılanırken ihanetin ne denli zor olduğunu görüyordum. Zira gözyaşlarını hak etmeyen bir adama dökmek kadar acı bir şey olamazdı. "Onu kaybetmemek için kendi kalbimi mi söküp vermem gerekiyordu Güliz?" Burnunu çekti hızla. "Bir insan sevilmek için daha ne yapar ki?" Ayla Alperen'e çok değer vermiş ve sevgisini göstermekten hiç çekinmemiş bir kadındı. Gel gör ki Alperen sevmekten sevilmekten anlamayan bir adammış. "Her acı bir tecrübe," dedim. "İnsan düşe kalka öğrendi yürümeyi canım Ayla'm. Sınav edilmezsek başarıya ulaşamayız. Dünya büyük sınav ve biz onun ömürlük öğrencisiyiz. Acıtacak ama geçecek." "Güliz," dedi acı dolu bir sesle. "Geçecek değil mi?" Gülümsedim elimde olmadan. Bazen iz bırakır bazen de esamesi kalmaz ama bildiğim tek şey var ki zamanın yerinde kalmadığı. O an kalbime düşen bir kıvılcım düşünmek için vaktimizin ne kadar sınırlı olduğunu fark etmeme yetmişti. Ayla'nın acısı benim kaderimi şekillendirmeme yardımcı olmuştu. "Annem her şerde bin hayır ara derdi. Bir kapı kapanıyorsa başkası açılacak diye." Başını kaldırdı ve kıpkırmızı bir yüzle baktı. "Nasip değilmiş," dedi. Canı yanıyor olsada kabullendiğini görebiliyordum. "Günler önce varlığına şükrettiğim birinin gidişine şükür namazı kılacağım aklımın ucundan geçmezdi." Armağan oturduğu yerden kayarak bize yaklaştı ve Ayla'ya sarıldı. Konuşmalarımızı sessizce dinlemişti. "Hayatının aşkı şimdi nerede ve kiminle fingirdiyor acaba?" İkimiz de şaşkınlıkla Armağan'a bakınca dudağını ısırdı. "Ne?" Ayla ile birbirimize bakıp kahkahalarla gülerken Armağan'da gülmeye başlamıştı. "Umarım seni bulması uzun sürmez." Karnımız ağrıyana kadar gülmeye devam ederken karanlığın bir sis gibi Karabağır'a çöküşünü izlemiştik. 🥀 "Teğmen'den bir haber var mı?" diye sordum Armağan'ın yanına otururken. Bahçedeki süslü ağacımızın altında oturuyorduk. "Yok," dedi sessizce. "Tehlikeli bir bölgeye mi gittiler?" Başımı iki yana salladım. "Onlar asker Armağan. Tehlike arzetmeyen güvenli yerde ne işleri olsun." Elimdeki kuru yaprağı ufaladım. "Şimdi siz ciddi ciddi sevgili mi oldunuz?" Bana baktı ve genişçe gülümsedi. Nasıl bu kadar cesur olabildiğine hayret ediyordum. "Öyle miyiz bilmiyorum ama dönmeni bütün kalbimle bekleyeceğim dedim ona. O da bana dönüşleri cennete kavuşmak sayacağım dedi." Dudağımı imrenerek büktüm. "Hakkınızda hayırlısı olsun Armağan," dedim. "Umarım iki yıl sonra da bu kararlılıkta olursun." "Umarım..." Saatini kontrol ettiğimde nöbetin başlamasına bir saat kaldığını gördüm. Bugün ben askeriye de nöbetçiydim. Armağan ve Ayla ise izinliydi. "Kalkayım ben artık." Ayağa kalkıp çantamı koluma astım ve yanaklarımı şişirerek yürümeye başladım. "Güliz," dedi Armağan telaşla. Ayağa kalktı ve bana doğru koşturdu. Yüzündeki ifade kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. "Kenan mesaj attı. Dönmüşler." Kalbim hızla atmaya başlarken yavaşça yutkundum. Telaşla ayakkabılarını bağlamaya çalışıyordu. "Türkiye Suriye sınırındalarken saldırıya uğramışlar. Kenan..." Doğruldu ve dolan gözlerini hızla kırpıştırdı. Kalbim korkuyla kıvranırken, "Ne oldu?" diye çıkıştım. "İyiler mi?" Başını güçlükle salladı. "Muhim bir şeyim yok yazmış ama gözlerimle görmeden rahat edemem. Türkiye'de bir hastanedeymiş." Bahçe kapısına doğru koştururken kolundan tutup durdurdum. "Başka yaralanan var mı Armağan?" Çantasını karıştırırken başını olumlu anlamda salladı. "Birkaç asker," dedi. "Cevap vermedi henüz. Gidince ararım seni." Askeriyeye gitmek için yanından ayrıldım. Canım sıkkındı. Kalbime çöken yükle yürürken aklımın her köşesi ondaydı. En son ayrılışımız gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Üniformalarımı giymek için dolabı açtığımda kıyafetlerimin üzerinde duran bir çikolata buldum. Üzerinde yine bir not vardı. Dudaklarım gayriihtiyari kıvrılırken notu açtım. Bülbül vatana sevdalanmış gülse bülbüle vatan. Üzerimi değiştirdikten sonra çikolatayı cebime koyup dolabı kilitledim. Revire geçtiğimde Rüzgar çıkmak için hazırlanıyordu. Beni görünce gülümsedi. "Merhaba Güliz." Elindeki dosyayı bana doğru uzattı. "İçeride bir asker var. Serumu bitince çıkacak. Dosyada raporu var çıkarken teslim edersin." Elimdeki dosyayı incelerken başımı salladım. "Kolay gelsin," dedikten sonra çıkmıştı. Bilgisayarın başına oturdum ve dosyayı masaya koydum. Aklım Armağan'da kalmıştı. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra içerideki askerin serumunu çıkartıp bahçeye çıktım. Neden aramıyordu bu kız? Ağır ağır yürürken telefonumu çıkardım. Tam Armağan'ı arayacakken temizlik görevlisi bana seslendi. "Güliz Hemşire doktor bey sizi çağırıyor." Orta yaşlarda kır saçlı ve göbekli bir adamdı Hüseyin Bey. Kısa bir sohbetimiz olmuştu. Beş çocuğu olduğunu biliyordum. Uzun zamandır burada görev yapıyordu. Telefonu cebime bıraktım ve hızlı adımlarla revire doğru ilerledim. Koridorda birkaç asker bekliyordu. Bir tanesinin yüzü kıpkırmızıydı. Muhtemelen ateşi vardı. İçeri girdiğimde sedyenin üzerinde iki tane asker oturduğunu gördüm. Doktor Bey elindeki kağıdı bana doğru uzattı. İkisine de atom serum yazmıştı. Serumları hazırlarken bir yandan da onları düşünüyordum. Serumları taktıktan sonra koridorda bekleyen askerler sırayla içeri girmeye başlamıştı. Yorgunluktan olduğum yere düşmek üzereyken hastalar artarak devam ediyordu. Elimdeki kirli eldivenleri çöpe atarken gözüm saate ilişti. Saat 00.45'i gösteriyordu. Yaralı bir askerin koluna dikiş attıktan sonra kendimi dinlenme odasına attım. Odanın kapısını örttüm ve ışığı açmadan kendimi koltuğa bıraktığımda sesli bir nefes koyverdim. "Nasıl bir gündü öyle?" Gözlerimi kapadığımda gözlerimin önüne düşen bir çift mavi göz gayriihtiyari gülümsetmişti. Kendi kendime konuşmaya başlamıştım. "Ah yüzbaşı. Gözlerin de olmasa bu cehenneme katlanılmaz ki!" Öksürük sesi duyduğumda yattığım yerden bir hışımla ayağa fırladım. "Boncuk!" Bu ses yüzbaşın sesiydi. Ah olamaz. Allah'ım az önce düşündüklerimi sesli beyan etmemiş olayım ne olur ne olur ne olur. Karanlıktı ama kokusundan onun olduğunu anlam zor olmamıştı. Hay aksi. Onun burada ne işi vardı ki? "Yü-yüzbaşım?" Lanet olsun bu kadar köşeye sıkıştırmak zorunda değildi. Bir adımla yüzü daha da netleşirken gözlerimi yavaşça açtım. Ne saçmalayacaktım şimdi ben? "Boncuk," dedi adımı ezberlemek istercesine. "Boncuk. Ah Boncuk..." *** Faka basmako bokoto yemişişko🙈🤣🤣 Ah boncuk... Yıldıza basmayı unutma ciğerimin köşesi🙈💕🇹🇷 |
0% |