Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Nefes Kadar

@aysegulcee1


Armağan'la bahçedeki banklardan birinde oturmuş ürkütücü binayı izliyorduk.

Kan kokusundan midemiz bulandığı için Hayri Şimşek bizi tavuk gibi bahçeye kovalamıştı.


Cihazlarımıza düşen çağrı yüzünden bir hışımla ayağa fırladık. İçeri nasıl girdiğimizi bilmiyorduk. Kendimizi müdahale odasına attığımızda karşılaştığımız manzara kan donduran cinstendi.


Sandalyeye bağlanmış mahkumun her yeri kan içinde kalmıştı. Burnundan soluyarak ona bakan askerlere bakıyordu. Doktor Hayri bana baktı ve elime dikiş setini tutturdu. Görevlilerden biri adamın karnını açınca yüzümü tiksinti ile buruşturdum. Derin bir bıçak yarası vardı.


"Askeriyeden kim nöbetçi bugün?" diye sordu doktor Hayri.


Askerlerden biri, "Fahri Yüzbaşı," dedi. "Tutanak için haber vermiştik. Birazdan burada olur Doktor Bey."


Mahkum bağlı olduğu sandalyede homurdanarak ellerini ve ayaklarını çözmek için uğraşıyordu. Titreyen parmaklarımla yarayı temizlemiş ve dikiş atmıştım. "A koğuşundandı," dedi askerlerden biri. "Husumetli olduğu adamlardan biriyle birbirlerine girmişler."


Doktor onaylayan mırıltılar çıkartırken elindeki kağıtlara bir şeyler karalıyordu. "Koğuşlarını ayırdık. Bu üç oldu." Mahkuma bakıp başını sağa sola salladı. "Dördüncü de tımarhaneye sevk edileceksin hayvan herif!"


"Hiç durma," dedi mahkum. "Buradan kötü değildir."


Komutan kapıya doğru yürürken iki asker de onu takip etti. "Dışarıdayım. İşiniz bitince haber verin."


Ağrı kesici ve sakinleştirici iğne yaptıktan sonra adamın gözleri kapanmaya başlamıştı. Doktor Hayri Armağan'a dönüp eline mavi bir dosya tutuşturdu. "Dosyada isimleri olan mahkumların tedavileri şu dolapta. Onları isimlerine göre ayır. Birkaç günlük dozlarını hazırla. Sizin için kolaylık olur. Sonra yanına bir asker al ve koğuşlara in."


Armağan başını sallayıp dosyayı aldı ve dolaba doğru ilerledi. Oda epey büyüktü. Bir sürü ilaç dolabı ve dört koltukla beş tane sedye vardı. Elimdeki eldivenleri çıkarırken kapı açıldı ve Yüzbaşı Alpay içeriye girdi. Gözleri doğrudan beni bulunca başımı çevirdim ve kirlileri çöpe attıktan sonra tedavi çizelgelerini incelemeye başladım.


Neden burada olduğunu merak etmiyordum zira birkaç gündür gölgem gibiydi. Doktor Hayri ile konuşmaya başladıklarında ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çalışıyordum. Doktor elindeki tutanağı yüzbaşıya uzattı. "Bir sonraki vukuatında sevk edilecek yüzbaşım."


Onlara doğru döndüğümde yüzbaşının bıkkın bir nefes koyverdiğini gördüm. Bir şeyler söyledikten sonra Hayri Bey odadan çıkmıştı. İlaç tezgahına geçtim ve orayı düzenlemeye başladım. Armağan elinde ilaç çantasıyla kapıya doğru yürüdü. "Ben çıkıyorum Güliz," dedi. "Kolay gelsin yüzbaşım."


Armağan çıktıktan sonra odada yalnız kalmıştık. Neden hala burada olduğunu düşünürken sesi tam arkamdan gelince sıçradım. Güldü. "Ürkek kuş," dedi keyifle. "Bu kadar ürkeklikle bir hapishanede çalışman zor olacak gibi."


Ona doğru döndüm ve dudağımı büktüm. "Öyleyse askeriyede yazın nöbetlerimi."


Biraz daha sokulduğunda hareket alanımı da azaltmıştı. "Listeleri ben yapmıyorum boncuk," dedi. "Değiştiremem."


Güldüm. "Ben de öyle düşünmüştüm." Başımı geriye atıp yüzüne baktım. "Bugünkü nöbet listesinde adınız yoktu. Neden buradasınız?"


Güldü. "Nedenini bence biliyorsun boncuk. Yeterince belli ettiğimi düşünüyorum." Elini ilaç tezgahına yasladı.


Başımı iki yana sallarken sinir bozukluğu ile güldüm. "Her nöbetimde burada olamazsınız bunu ikimiz de biliyoruz." Başımı ayaklarıma çevirdim. "İzninizle Armağan'ın yanına gitmek gerek."


"İlk nöbetinizde burada olmak istedim," dedi benimle beraber kapıya doğru yürürken. "Elbette her an yanında olamam. Benim nerede olduğum belli olmuyor boncuk."


Koridora çıktığımızda yan yana yürümeye başlamıştık. Koridorlar uzun ve karanlıktı. Bu yer çok az günışığı alıyordu. "Öyle bir isteğim yok zaten yüzbaşım," dedim. Başını çevirdi ve bana baktı. "Böyle bir zorunluluğunuz da yok."


Önüme döndüğümde hala bana baktığını hissedebiliyordum. Durdu ve yönünü tamamen bana döndü. Eline bakarken, "Zorunluluk değil," dedi. Kaşları hafif çatılmıştı. "İhtiyaç bu boncuk."


Her sözüyle biraz daha içime işlediğini inkar edemezdim. Lakin ona güvenmem için zamana ihtiyacım vardı. Bana karşı hissettikleri çok aniydi. Üstelik ikimizi çıkmazın içine sokmak istemiyordum. Asker oluşu sorun değildi. Sorun iki yıl sonra burada olmayacak olmamdı. Belki o benden önce gidecekti. "Yüzbaşı," dedim sessizce. "Ben..."


"Boncuk," dedi. Gözleri hala gözlerimdeydi. "Gözlerini kapadığında gözlerinin önüne gözlerimin geldiğini gözlerinde görebiliyorum."


Kolumu bırakıp yürümeye başladığında arkasından bakarken kaşlarımı kaldırdım. Ne çok göz dedi o öyle! Sesli bir nefes dudaklarımdan firar ederken başımı iki yana sallayarak peşinden gittim. Birlikte koğuşların olduğu yere indiğimizde mahkumların elleri kelepçeli bir odaya sokulduğunu gördüm.


Odaya girdiğimizde Armağan iğneleri tepsiye koyuyordu. Bizi görünce, "Oh," dedi. "İyi ki geldiniz."


Yüzbaşı kalçasını sedyeye yaslarken asker mahkumu sandalyeye oturttu. Armağan iğnesini yaptıktan sonra haplarını vermişti. Tedavi neredeyse öğleye kadar sürmüştü. Bitene kadar bir sürü hakarete ve küfürlere maruz kalmıştık. Buradakiler alışkın olduğu için yadırgamıyordu lakin Armağan ve ben fena etkileniyorduk.


Birçoğu yüzbaşının yumruklarına maruz kalmıştı. İtiraf ediyorum ki bugün onun varlığı kendimizi daha iyi hissetmemize sebep olmuştu. Sonrasını düşünmek bile istemiyordum.


İşlerimiz bittiğinde hep birlikte üsse geçip yemekhaneye indik. Ayla ile yemekhanenin girişinde buluşmuştuk. Epey yorulmuştu o da. Acil oldukça yoğun oluyormuş. Heyecanla gelen vakaları anlatıyordu.


Elimizdeki tepsilerle Teğmen Kenan ve ekibinin masasına doğru ilerledik. İçerideki bakışların üzerimizde olduğunu görmek başımı yere eğmeme sebep olmuştu. Armağan teğmenin yanına otururken Ayla'yla tam karşılarına yan yana oturduk.


Çelebi heyecanla bir şeyler anlatırken Fırat ve Çavuş gülerek onu dinliyordu. Önümdeki yemeğe döndüm ve karıştırmaya başladım. Gördüğüm şeylerden sonra midem kötü haldeydi. Masada dönen muhabbetleri pek dinlemiyordum.


Yemekhaneden Armağan'la birlikte çıktığımızda onlar hala masadaydı. Armağan Teğmen Kenan'la konuşmak için bekleyeceğini söylediğinde tek başıma dönmüştüm revire. Hayri Bey'i kontrol ettikten sonra ateşi olan bir mahkuma serum takmak için ilaç odasına girdim.


🥀


Karanlık çöktüğünde kulaklarımda uğultusu kalan o çığlık sesleri de kesilmişti. Sanki savaştan çıkmış gibiydi bedenim. Beden yorgunluğu ruhumdaki yorgunluktan fazla değildi.


Mesai saati bittiğinde Armağan nöbette beni yalnız bırakarak eve gitmişti. Saat altıyı gösteriyordu. Hayri Bey'le beraber hava almak için bahçeye çıkmıştık. Üzerimden silindir geçti desem sanırım mübalağa etmiş olmazdım.


Parmaklarının arasındaki sigarayı dudaklarına götürüp dumanını havaya bıraktı. "Zor değil mi?" diye sordu. "Ama fena değildiniz. Özellikle sen." Sol elinde alyans vardı. Ellili yaşlarının ortasında olmalıydı. "Yeni gelen yasa yüzünden mahkumlara rehabilitasyon ve psikiyatrik tedaviye başlandı. O zamana kadar burası pekte kötü değildi." Güldü hafifçe. Şakaklarındaki beyaz saçların üzerini kaşıdı. "İdamlık piçleri iyi etmeye çalışıyoruz. Harika değil mi?"


Ellerimi birbirine geçirdim ve bacaklarımı karnıma çektim. "Bazen sorgulamamak en iyisidir," dedim. "Sorguladıkça içinden çıkamıyorsun. İşledikleri suçları düşündükçe aynı oksijeni paylaşıyor olmak işkence gibi geliyor."


Omuzuma dokundu hafifçe. Sigarısını söndürüp çöpe fırlattı. "Hadi biraz daha oksijen israfı yapalım." Yürürken omuzlarının üzerinden bana baktı. "Dinlenebilirsin. Bu saatten sonra pek bir şey olmaz. Çağrı cihazın yanında olduğu sürece istediğin yerde durabilirsin." Göz kırptı ve içeriye girdi.


Kim demiş bu adama şimşek diye? Güldüm kendi kendime. Sabah ki fırtınası durulduğundan beri gözüme oldukça sevimli gelmeye başlamıştı. Hırkamı ve telefonumu almak için dinlenme odasına doğru yürüdüm. İçeri girdiğimde yüzbaşıyı ceketini giyerken buldum. "Siz çıkmamış mıydınız?"


Bana doğru döndü ve yakasını düzeltti. "Bölüğe geçiyorum. Bir sorun olursa haberim olsun."

Kapıya doğru yürürken omuzlarının üzerinden baktı. "Çaya bekliyorum," dedi ve göz kırparak dışarı çıktı.


Arkasından bakarken sesli bir nefes koyverdim. Işığı açıp kendimi koltuğa bıraktığımda televizyonun yanında duran çikolatayı gördüm. Ayağa kalktım ve elime aldım. Üzerinde bir kağıt vardı. Gayriihtiyari gülümsetmişti yazanlar.


Hayırlı nöbetler boncuk.

Bakma öyle boncuk boncuk de ye beni, yani albeniyi :)


Munzur herif... 


Filtre kahve yapıp çikolata ile koltuğa uzandığımda televizyonun düğmesine bastım. Televizyon izlerken içim geçmiş olmalıydı. Sıçrayarak uyanmadan önce kapının tıklandığını işitmiştim. Saat sekiz buçuğa geliyordu. Ayağa kalktım ve kapıyı açtım. Koridora baktım lakin kimseyi göremedim. Dışarı çıkacakken ayaklarımın dibinde duran beyaz bir kağıt gördüm.


Elime aldım ve korkuyla açtım.


Duyuyor musun? Çanlar bizim için çalıyor.


Korkuyla yutkundum ve sağıma soluma bakındım. Göğsüm hızla inip kalkarken kağıdı buruşturdum ve cebime koydum. Biri ya eşşek şakası yapıyordu ya da başım fena halde beladaydı.


Revire gitmek için hızlı hızlı yürümeye başladım. Yürürken kaç kez arkama baktığımı bilmiyordum. Koridordaki ışıkların sensörlü oluşuna küfrederken aklıma Cafer denen o mahkum gelmişti. Başımı iki yana salladım. O yakalanmış ve daha sıkı bir güvenlikle korunmaya başlanmıştı.


Yine de içimdeki korkuya ve merak duygusuna engel olamamış mahkum bloğuna geçmiştim. Girişteki askerler durdurunca bir bahane düşünmeye başladım. "Bir sorun mu var hemşire hanım?"


Maviz gözlü askere bakıp gülümsedim. "Cafer'in akşam ki tedavisini unutmuşum. Biriniz bana eşlik edebilir mi?" Aslında tedavi çizelgesinde onun ismi yoktu.


"Onun tedavileri özel bir ekip tarafından yapılıyor hemşire hanım," dedi asker sertçe. "Akşam tedavisi de yok! Lütfen yerinize dönün."


"İçeride yani," dedim yalanımın ortaya çıkmasını umursamadan. "Hücresinde."


"Evet," dedi sertçe. "Hücresinde."


Derin bir nefes alıp geri döndüm ve dışarı çıkıp askeriyeye doğru yürümeye başladım. Ilık bir esinti başlamıştı. Güvenlikten geçtikten sonra bahçedeki kalabalığa baktım. Bu saatte eğitim olduğunu bilmiyordum.


Birkaç grup hala eğitim yapıyordu. Ekiplerden birinin başında yüzbaşı vardı. Yanan bir tahtanın altından eğilerek geçen askerlere bakıp kıkırdadım. "Bir de bayıl istersen Düldül!" diye bağırdı komutanları. Heybetli duruşu ve keskin bakışlarıyla bu iş için yaratılmıştı sanki.


Çavuş eğilerek ateşin altından geçerken yüzbaşı çıtayı biraz daha alçalttı. "Gözünün yağına ekmek bandığım komutanım." Biraz daha eğildiğinde belinin kırılmasından korkmuştum. "Anam anam anam. Eşhedüenla..."


Çıtadan çıktığında sırt üstü yere düştü. Yüzbaşı Çavuş'a bakıp güldü. "Eğitimlerimin faydasına bakın hele," dedi. "İmanı güçlendiriyor."


Çelebi ve Fırat arkalara kaçarak sıralarını diğer askerlere vermeye çalışıyorlardı. "Herkes geçecek oğlum," dedi yüzbaşı. "İsterseniz Teğmene devredeyim ha ne dersiniz?"


"Gamzelerine yandığımın bülbülü," dedi Çelebi başını aralardan uzatarak. "Ne olur devredin."


Yüzbaşı saatini kontrol etti ve "Paydos," dedi. "Sabah dörtte bahçede olun!"


Askerler homurdanarak dağılırken yüzbaşı olduğum tarafa doğru döndü. Gözleri beni bulunca kaşları gevşedi ve omuzları düştü. Hızlı adımlarla bana doğru yaklaştı ve yüzündeki memnun ifade ile tam önümde durdu. Gözleri yüzümü tavaf ediyordu. "Hoş geldin boncuk." Birlikte revir girişine doğru yürümeye başladık. Bana bakıp, "Sorun yok değil mi?" diye sordu.


"Hayır," dedim. Bir an için notu ona vermeyi düşündüm. Sonra bir sürü işinin arasında bir de anlamsız bir not için uğraşmasını istememiştim. "Aksine her şey yolunda."


Başını yavaşça sallayarak güldü. "Biraz vaktim var. Çay ısmarlayabilirim."


Gülümsedim. "Önce Ayla'ya bakayım. Beş dakika sonra ön bahçede olurum."


Onu arkamda bırakıp revire girdiğimde Ayla'yı dinlenirken bulmuştum. Rüzgar Hemşire'de yanındaydı. "Merhaba," dedim yanlarına otururken. "Nasıl gidiyor?"


Ayla hararetle günü anlatırken Rüzgar bizi odada yalnız bırakıp çay molasına çıkmıştı. Birlikte kahve içtikten sonra onu bekletmek istemediğim için Rüzgarın ardından ben de çıktım.


Bahçeye çıktığımda kamelyalardan birinde oturduğunu gördüm. Telefonla konuşuyordu. Özel olabileceğini düşündüğümden adımlarımı yavaşlattım. "Hayır," diyordu. "Bir daha görüşmedim anne." Sesli bir nefes koyverdi. "Sanmıyorum anne." Bakışları beni bulunca öksürdü. "Evde konuşuruz." Telefonu kapattı ve önündeki fincanı önüme doğru uzattı. "Soğumadan geldin."


Fincanı alıp karşısına oturdum. "Zahmet oldu," dedim. "Koskoca yüzbaşıya çay servisi yaptırdık ama..." Güldü. Gülüşünün çok güzel olduğunu söylemiş miydim? Diş yapısı gerçekten çok düzgündü. "Çikolata için teşekkür ederim."


Çayımdan bir yudum aldım. Masanın üzerine koyduğu çakmakla oynamaya başladı. "Rica ederim boncuk," dedi. "Enerjini yükseltir diye düşündüm."


"Öyle yaptı," dedim gözlerinin içine bakarak. "Amcamla konuştum. Selamı vardı."


Amcamın ismini duyunca kaşlarını çattı. "Emin misin?"


"Eminim." 


Bardağını masaya bıraktı ve kinayeli bir şekilde güldü. "Zerre sevmez beni Mert Albay'ım." Alnını kaşıdı. "Ondan şaşırdım."


"Neden sevmiyor ki?" 


"Bir süre birlikte çalıştık," dedi. "Tayin isteyip gitmeden önce bir konuda ters düşmüştük."


"Anladım," dedim sessizce. "Amcam zor bir adamdır."


"Öyle," dedi. "Ona çekmemiş olmanı umuyorum."


Kaşlarımı kaldırdım imayla. "Çekmişsem ne olmuş?"


Masanın üzerine doğru eğilince burun buruna geldik. Bu halleri ihtiyaç olmuş gibiydi sanki. Nefesini tenimde arzuluyordum ve bu çok canımı sıkıyordu. "Ateşten korksak yanmazdık güzelim," deyince dumura uğramış bir yüzle gözlerine bakmaya devam ettim. "Saniyeler olmuş saat günler olmuş ay. Aylar olmuş yıl!" Geri çekildiğinde kirpiklerimi şaşkınlıka kırpıştırdım.


Çalan telefonu açtı ve kulağına götürdü. "Efendim Çelebi?" Başını yavaşça salladı. Gözleri hala gözlerimde kenetliydi. "Geliyorum tamam."


Keyifsiz bir ifadeyle yüzüme bakarken telefonunu cebine koydu. "Gitmem gerek," dedi. "Sen de dinlen."


Başımı sallayınca birkaç saniye öylece baktı ve yürüyerek yanımdan uzaklaştı. Cebimden telefonumu çıkarıp amcamı aradım. En son buraya geldiğimiz gün konuşmuştuk. İki kez çalınca açtı. "Güliz Ada! Sorun yok değil mi?"


"Hayır amca," dedim. "Sesini duymak istedim." Yalan! Yüzbaşı Alpay'la neden ters düştüğünü öğrenmeye çalışacaktım.


Konuşurken yavaş yavaş arka bahçeye doğru yürümeye başladım. Amcam bir türlü aralarında ne geçtiğini söylememişti. Telefonu kapattıktan sonra yüzbaşı ve ekibini büyük bir ağacın altında otururlarken gördüm. Bu kez daha kalabalıklardı. Yuvarlak oluşturmuşlardı ateşin etrafında.


Güldüm sessizce. Türkü söylemeyi ve dinlemeyi çok seviyorlardı. Yangın merdivenine çıktım ve yavaşça oturdum. Fırat türküsünü bitirdikten sonra başka bir türkünün melodisini çalmaya başlamıştı Düldül. Dizlerimi karnıma çektim ve çenemi ellerime yaslayarak sazın sesine ritim tutarak sallanmaya başladım.


"Ben seni görünce mültecin olurum. Gönlüne sığınır iltica ederim."


Kadife sesi kulaklarıma yayılırken gözlerimi kapatıp sözleri onunla birlikte mırıldanmaya başladım.


"Ben seni sevince canım ben seni sevince gülüm ben seni sevince ömrüm bir başka olurum."


Dudaklarım genişçe kıvrılırken başımı kaldırdım ve gecenin kör karanlığında ay gibi parlayan gözleriyle buluştum. Nicedir bu anı beklermiş gibi gülümsedi. Görünmediğimi düşünmüştüm oysaki buraya otururken. Nereye gidersen git menzilimdesi der gibi bakıyordu. Gözlerimi kaçırmadım. Bunu yapmak istemedim. Baktım. Baktı. Hem söyledi hem baktı. Uzun uzun ezberlemek ister gibi.


"Ben seni sevince canım ben seni sevince gülüm ben seni sevince ömrüm bir başka olurum."


Cebimdeki cihaz ötmeye başlayınca bıkkın bir nefes koyverip ayağa kalktım. Hayri Bey çağrı bırakmıştı. Merdivenlerden indim ve onun olduğu tarafa baktım. Gideceğimi anladığı için kaşları çatılmıştı. Hiç istemediğim bir şeyi yaptım ve ona gülümseyip oradan uzaklaştım.


***


Elimdeki piknik örtüsünü ağacın altına sererken Ayla sepetteki yiyecekleri çıkartıyordu. Armağan'ın boş tarlalarda fotoğraf çekinme sevdası yüzünden bizi zorla buraya getirmişti.


Tabii kendisi sabaha kadar uyumuştu. Öğleye kadar anca uyuyabilmiştik. Tepemize dikilmişti sıkıldım diye. Sabaha karşı kötüleşen bir mahkum yüzünden bir daha oturma şansım olmamıştı. Kaptığı enfeksiyon yüzünden şoka girmişti. Değerleri öyle yüksekti ki günlerce nasıl fark ettirmemişti kendini anlamamıştık.


Sevk edilmeye kalmadan sabaha karşı ölmüştü. Hala etkisinden çıkabilmiş değildim. Yüzbaşı sabaha kadar orada yanımızda beklemişti. Zor bir gece olmuştu ve ben çıkarken akşama kadar uyumayı planlamıştım.


Armağan'ın ısrarı yüzünden üçümüz de beyaz bir elbise giymiştik üstelik. Burayı geldiğimiz ilk gün görmüştük. Oradan geçerken şu tarlalarda fotoğraf çekinelim demişti. İşi gücü sosyal medyaya fotoğraf yüklemek olan arkadaşımızın söylediği o gün bugündü.


Teğmen Kenan'la takipleşmeye başlamışlar. Neymiş efendim verdiği pozlarla adamın aklını başından alacakmış. Adam göreve gidiyordu bugün. Şunun yaptığı acımasızlığa bakın hele...


Örtünün üzerine otururken Armağan'a ters ters baktım. "Korkma yemez kimse bizi."


Başımı iki yana salladım. "Korksam vazgeçecektin sanki Armağan." Bıkkın bir nefes koyverdim. "Üssün aşağısındayız. Ya askerler bizi dürbünle gözetlerse?" Yakışıklı, uzun boylu, maviş, kaslı bir asker mesela. Üzerimdeki elbise ile yere uzanıp poz vermek istemiyordum.


"Birkaç poz Güliz. Lütfen oyunbozanlık yapma."


Başımı usulca salladım. Ayla Armağan'a bakıp, "Beni paylaşma Armağan," dedi. Alperen o haldeyken onun hayatına devam ettiğini düşünmelerini istemiyordu belli ki.


Karnımızı doyurduktan sonra üzerimdeki trençkotu çıkardım. Neyse ki etrafta kimsecikler yoktu. Armağan Ayla'ya pozlar verirken ben sırtımı ağaca yaslayıp verdiği pozları kahkahalar atarak izliyordum.

Nihayet verdiği pozları yeterli bulunca bana doğru geldi ve elimden tutup hızla kaldırdı. "Öz çekim yapalım," dedi. "Anı olur."


Armağan telefonu havaya kaldırdı ve birbirimize sarılarak verdiğimiz pozu yakaladı. Telefona bakıp genişçe gülümsedi. "Güzel çıkmışım." Gülerek başımı salladım. Bu kız adam olmazdı. Teğmen Kenan'dan Armağan'ı uslandırmasını bekliyordum. Nasılsa asker adamdı. Disiplin nedir iyi bilirdi.


Gülerek yerdeki topraktan üzerlerine atmaya başladım. Çığlık atarak saçıma otları fırlatıp karşılık verdi Armağan. Ayla ikimizin fotoğrafını çekiyordu. "Bittin sen Armağan!" Elbisemin içi sarı otlarla dolmuştu.


Avucumdaki toprağı saçlarına sürdüm. "Güliz Ada Yüzbaşı öpsün seni emi! Hem de dudağından şak diye..."


Aniden durunca yüzüme sorgular gibi baktı. Yutkundum. Kızacakken kızaran yanaklarımla Armağan'ın yüzüne otları fırlattım. "O nasıl söz öyle utanmaz! Düzgün konuşsana koskoca Yüzbaşı hakkında."


Ellerimden yakalayıp kocaman sarılırken, "Aman da aman," dedi çocuk gibi bir neşeyle. "Utanırmışta benim boncukum!"

Başını omzumdan kaldırdı. "Hadi Güliz," dedi beni ortaya itelerken. "Uzan şu kuru otların üzerine. Şahane pozlar yakalayacağım." Kaçış yoktu. Oraya yatılacaktı.


Elbisemin eteklerini tutarak yere eğildim. Oturur oturmaz otlar kıçıma batmıştı. "Armağan ya! Acıtıyor bu otlar."


Elini usta fotoğrafçı edasıyla salladı. Acımasız geyşa ne olacak! "Uzan çabuk! Mızmızlanma boncuk."


Tamamen uzandığımda toprağın sıcaklığı bedenimi huzura boğmuştu. Yüzüme düşen güneş gözlerimi kamaştırdığı için Armağan'ı tam seçemiyordum. Eğildi, kalktı, sağa geçti, sola geçti ve havaya sıçradı. Ayla ağacın altında gülerek bizi izliyordu.


Armağan çektiği fotoğraflara bakarak ağaca doğru yürüyordu. Kalkıp ağaca doğru yürürken Ayla'nın termosa çay demlediğini gördüm. Kaşlarını çattı sonra. "Ne oldu Ayla?"


"Şeker almamışım."


Güldüm. "Şekersiz iç."


"Asla," dedi ve ayağa kalktı. "Ben gelene kadar demlenir." Hızla ayakkabısını giyerken Armağan'da peşinden kalktı.


"Sen nereye Armağan?"


"Sanırım regl oldum." Yüzü kıpkırmızı olmuştu. "Karnım ağrıyıp duruyordu zaten. Çabuk gider geliriz."


Başımı olumlu anlamda sallarken piknik örtüsündekileri toparlayıp üzerine oturdum ve sırtımı ağaca yasladım. Tatlı bir esinti buğday başaklarına çarptıkça huzur verici bir ses çıkarıyordu. Gözlerimi kapatıp sesleri dinledim. Öyle uykum vardı ki burada sabaha kadar uyuyabilirdim.


Burnumun kaşıntısı ile gözlerimi açtığımda içimin geçtiğini fark ettim. Başımı sola çevirdiğimde elinde buğday başağıyla bana bakan adamı görünce sıçradım. Bu adamın aklımı almaya yemini var gibiydi.


Kaşları birbirine yaklaşmıştı. Gözlerini göğüslerime çevirdi ve burnundan soluyarak elindeki ceketi göğüslerimin üzerine fırlattı. Ben hayretle yüzüne bakarken oturduğu yerden bana doğru eğildi ve parmaklarını alnıma düşen kaküllerime dokundurdu. Kaşları hala çatıktı. Dudaklarımı yalayıp kaşlarımı kaldırdım. "Yüzbaşım!"


"Boncuk?" Dudakları kıpırdadı lakin okuyamadım. "Boncuk," dedi bir kez daha öfkeli bir sesle.


"Yüzbaşım?" 


Göğsüme sıkı sıkı bastırdığım cekete baktı ve dudağını ısırdı.

Üzerime attığı ceketi tutarak doğruldum ve sırtımı ağaca yasladım. Ne zaman gelmişti kaç dakikadır beni izliyordu bilmiyordum. "Menzilimdesin yine boncuk," dedi sakin bir sesle. "Sana bu tarafa geçmeyi yasaklıyorum."


"Beni gözetlediniz yani öyle mi?"


Güldü. "Seni değil sizi. Ama gözün kimi gördü diye soruyorsan..."


"Yaptığınız doğru değil. Üstelik uyuyordum ve savunmasızdım!" Sözünü kesmiş olmama kaşlarını çatarak karşılık verdi.


Dişlerini sıkıp yüzünü ekşitti. "Oradan bakıldığında ırz düşmanına mı benziyorum güzelim?" Yüzü biraz daha kasıldı. "Uyuyordun ve doğru savunmasızdın. Doğruyu söylemek gerekirse bu pek hoşuma gitmedi."


Saçlarımın arasından aldığı kuru otu evirip çevirdi parmaklarının arasında. Öfkelenmek ve gülümsemek arasında gidip gelen kalbime söylenip hızla arkamı döndüm. "Bizi izliyordunuz ama Yüzbaşım." Başında askeri kasklardan vardı. Gerçekten gidiyordu. Onun bir asker olduğunu hatırlayıp omuzlarımı dikleştirdim. "Yalnız üç genç kızı izlemeniz..." Tek kaşı havalandı. "Çok ayıp..."


Oturduğu yerde kıpırdandı ve aramızdaki mesafeyi koruyarak sırtını ağaca yasladı. "Boncuk," dedi şiir okur gibi. Bakışlarımı botlarına çevirip kokusunu solumamaya çalıştım. "Burada olduğunu görünce gitmeden görmek istedim."


Başımı yeniden ona doğru kaldırdığımda cam gibi parlayan gözlerinde anlam veremediğim bir hüzün gördüm. Ellerime baktım. Gözlerine üç saniyeden uzun bakamıyordum. "Yolunuz açık olsun," dedim. "Rabbim sizi korusun."


Gözlerine biraz daha uzun bakınca hafifçe tebessüm etti. "Neden benim için endişe ettiğini düşünüyorum boncuk." Çünkü sizin için endişe ediyorum yüzbaşım. Sizi bir daha görememekten korkuyorum.


Ona onun için endişe ettiğimi söyleyecekken görüş alanıma giren askeri araçlar dikkatimi dağıtmıştı. Üsten aşağıya doğru iniyorlardı. Ondan uzaklaştım ve ayağa kalktım telaşla. Sepeti elime aldım ve yola doğru yürümeye başladım. Ardımdan bakarken gülümsediğine emindim.


Yola çıktığımızda araçlar birkaç metre ötemizde durdu. Ona doğru döndüm. "Dikişlerinizi," dedim. "Aldırmayı ihmal etmeyin." Dün almak için fırsat olmamıştı. Ne onun ne benim.


Ayla ve Armağan araçların arkasında bekliyordu. "Etmem," dedi. "Emir büyük yerden!"


Utanarak gözlerimi yerden kaldırdım. Onu bu kadar yakınımda bulmayı beklemediğimden afalladım. Araçtaki bütün askerler şimdi bizi izliyordu. Neden bu kadar yakınımda duruyordu bu adam? Alıştırıyordu ve benden uzakta olduğu zamanlarda onu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.


"Dikişlerim değilde..." Çenesiyle işaret ettiği yere bakarken istemsiz kıkırdadım. Kalçasının taş gibi olduğuna emindim. Yaptığım ağrı kesici bir ay felç eden cinstendi. "Neyse Allah'a emanet olun hemşire hanım. Malum gidipte dönmemek var."


"Allah korusun..." Sona doğru içime kaçan sesim titremişti. Bunu sesli söylemeyi planlamamıştım. Bu adam bütün dengemi bozuyordu.


"Amin," dedi içli içli. "Allah korusun!" Muzipçe güldü. "Alacağım kalmışken senden dönmem kaçınılmaz boncuk." Göz kırpınca kızarmaya başladım. Az önce gözlerimle hislerimi belli ederek başıma bela aldığımı anlayınca içime bir öküz oturmuştu.


Yavaşça arkamı döndüğümde kızların ağızları kulaklarına vararak bizi izlediğini gördüm. Omzumun üzerinden ona döndüm bir kez daha. Yürürken aksaması gülmeme sebep olmuştu. "Sokun kafasınızı içeri!" diye bağırdı askerlere.


Kızlara doğru yürürken, "Çok mu acıyor komutanım?" diye sordu Çelebi. Ardından gelen gülüşme sesleri. "Yaptırmayın bir daha iğne bülbül komutanım. Malum mabat önemli."


"Ankara bebesi," dedi Teğmen Kenan. "Kendi mabatını düşün oğlum. Mazallah kurşun menzil şaşırır filan."


"Bülbül Komutanımın mabatının yanında bizim ki mabat mı iki gözümün çiçeği." Ona bülbül diyorlardı. Hakları vardı. Sesi çok güzeldi.


Teğmen homurdanarak araca binerken kafasını camdan sarkıtan Çelebi'nin ensesine vurdu. "Gözün çıksın Çelebi," diye kükredi. Gülerek onları izliyorduk.


Yüzbaşı onları izlediğimizi görünce kaşlarını çattı. Elimi şakağıma yaslayıp asker selamı verdim. Güldü ve aracın kapısını açtı. Araçlar hareket ederken pencereden dışarı sarkan askerler hep bir ağızdan bağırmaya başladılar.


"Biz Dağlara Atarız Pusu.

Haram oldu gece uykusu.

Komandoya bir yudum su vermez misin Türkmen kızı?


Bir elinde el bombası, bir elinde kasaturası. İkinci bölük Aslanları. Şırıl şırıl suyun akışı,

Beline de bağlamış al nakışı,

Komandonun bir bakışı,

yetmedi mi sana Türkmen kızı?"


***


Yıldıza basmayı diğer kurgularım için takip etmeyi unutmayın🇹🇷💕

Loading...
0%