Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Ölüm Çi̇çekleri̇

@aysegulcee1

Gül koktu toprağım. Gayri susmaz içimdeki bülbül...

Yüzünün aydınlığını görüp de yansam yıkılsam ayıp mıdır? Aydınlık görünce yakar kanatlarını kelebekler.

Muhibbi...

Üsten ayrıldığımızdan beri düşünüyordum. Kızlar sohbet ediyor bense dalıp dalıp gidiyordum. Elimde değildi. Ankara'dan ayrıldığımızdan beri yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözümün önünden aktıkça kendimi ona daha da çekilirken buluyordum.

Bakışı, gülüşü, imaları, sesi... Hepsi bana kurulmuş birer tuzak gibiydi. Başımı yerden kaldırdığımda kızların dikkatle beni izlediğini gördüm. "Ne?"

"Sana inanamıyorum," diye bağırdı Ayla. "Gecenin bir vakti nasıl dışarı çıkarsın?" Öfkeden burun kemerini sıktı. "Çıktın bir de yalnız başına sahile iniyorsun."

Dün gece yaşadıklarımızı tümüyle kızlara anlatmıştım yürürken. Armağan onu uyandırmadığım için bana tavırlıydı. Tam olarak ne yaşadığımı idrak edememişti belli ki. "Ne bileyim Ayla. Sadece hava almak istemiştim."

Ters ters bakıp gözlerini devirdi. Yokuş aşağı yürüdüğümüz için nefes nefeseydik. Bir de bana öfkelenenince nefes almaktan konuşamıyordu. "Ya yetişmeseydi Yüzbaşı? O zaman ne yapardık biz hiç düşündün mü?" Alperen'den haber alamadığı için sinirleri bir hayli yıpranmıştı. Bir de ben üzmüştüm.

"Özür dilerim," dedim ve kollarımı beline sardım. Başımı omzuna yaslayınca yanağımı okşadı. "Bir şey olmadı işte. Alpay Yüzbaşı tam vaktinde oradaydı."

Armağan kolumu sıkınca ufak bir çığlık kaçtı dudaklarımdan. "Koparmayı dene Armağan!" Biraz sonra moraracağına emindim.

"Demek kendini siper etti sana?" Yüzündeki ifade de ne demek oluyordu?

Dün gece yüreğime düşünce kalbimdeki bülbül kanat çırpmaya başlamıştı yeniden. Yaralarını hatırlayınca midem ağrımaya başlıyordu. "Öyle yaptı," dedim. Hala o kadar mahcuptum ki. Acaba dinleniyor muydu? Kalkıp işine dönerse o dikişlerin açılması muhtemeldi. "Epey hırpalandı. Bıçaklandığı yetmiyormuş gibi sırtında da bir sürü dikiş var."

Yokuş yolun sonuna gelmiştik. Sokağın olduğu caddeye dönüp yürümeye devam ettik. Ayla başını iki yana salladı. "O mahkumlar düşündüğümüzden de tehlikeli."

İnsan dışı bir varlık gibiydi. Hatırladıkça tüylerim diken diken oluyordu. "Hem de çok tehlikeli."

Ayla somurtmaya devam ederek önüne döndü. Armağan omzumdan dürttü hafifçe. Neyi merak ettiğini ve ne sormak istediğini biliyordum. "Teğmen de sizle miydi?"

Başımı olumlu anlamda salladım. "Evet. Gece yarısına kadar beraberdik. Sonra biz Yüzbaşı ile uyuduk. O da dinlenmek için yatakhaneye gitti."

"Ne?" diye kulağımın dibinde bağırınca müthiş bir çınlama yayılmıştı kulağıma. "Uyuduk derken? Birlikte mi uyudunuz? Koyun koyuna? Aynı yatakta? Sarmaş dolaş..."

Elimi hafifçe dudaklarına vurdum. Beni domates gibi kızarttığının farkında mıydı? "Neler söylüyorsun Armağan? Olur mu öyle şey? Ben refakatçi olarak kaldım yanında. Elbette beraber uyumadık. Tövbe estağfurullah!" Gece yarısından sonrasını bilmelerine gerek yoktu değil mi?

Kocaman bir, "Haaa," çıktı dudaklarından. "Yüreğime iniyordu az kalsın."

Gözlerimi devirdim. "Asıl benim yüreğime indiriyordun." Ellerimi yanaklarıma bastırdım. Ufak çaplı bir kriz geçiriyordu kalbim. Armağan'ın ima ettiği şeylerin düşüncesi kor olup kalbime düşüyordu bir bir. "Söyleme böyle şeyler Armağan."

Bana bakıp kıkırdadı ve kolunu omzuma atıp kendine çekti. Ben de aynısını Ayla'ya yapınca yapışık üçüzler gibi evin olduğu sokağa girdik. Eve girer girmez kendimi duşa atmıştım. Kıyafetlerimi giyerken saçlarımı kuruturken aklım Alpay'daydı. Yüzbaşı Alpay'daydı! Kendi düşüncemi ayıplayıp alt kata indim.

Mutfaktan mis gibi kokular geliyordu. Arkadaş gruplarındaki kızlardan biri mutlaka anaç ruhlu oluyordu. Bizim anaçımız tahmin ettiğiniz üzere Ayla'ydı. Armağan pencerenin önündeki koltukta uzanmış telefonu gözlerine kadar yaklaştırmıştı. Kimle mesajlaştığını tahmin etmek zor değildi.

"Senin ki bugün çalışmıyor galiba," dedim mutfağa girerken. "Telefon elinden düşmüyor."

Telefonu koltuğa adeta fırlattı ve mutfağa, yanımıza koştu. "Suriye'ye gidiyorlarmış."

Kaşlarımı sorgularcasına kaldırdım. "Gidiyorlarmış derken? Kimler? Yani ne zaman..."

Güldü. "Alpay Yüzbaşı ve timi. Asker teslimatı için. Yarından sonra çıkacaklarını yazmış."

Kaşlarım gayriihtiyari çatıldı. "Ama Olmaz ki o gidemez!" Kızlar bana şaşkınlıkla bakınca öksürerek boğazımı temizledim. Sesim içime kaçmıştı. "Şey yani o yaralı. Dikişleri çok yeni. Ben o yüzden..." Söz dinlemez budalanın teki bu adam! Onca yarayla. Göğsüm kabardı öfkeyle. "Siz şimdi ciddi ciddi görüşüyorsunuz yani teğmenle?"

Armağan gülerek tabakları masaya koydu. İmalı bakışlarının altında adeta eziliyordum. Gerçekten dikişleri için endişe ediyordum bir hemşire olarak. Olamaz mıydı? Dudağını ısırdı. Umarım önceki çapkınlıklarından biri değildir. Zira bu kez sert kayaya çarpmıştı. "Konuşuyoruz," dedi hülyalı hülyalı. "Ciddi ciddi!"'

Ayla servis tabağına koyduğu mantarlı omletle masaya oturdu. "Siz ikiniz," dedi parmağını ikimiz üzerinde dolaştırırken. "Burnuma pek iyi kokular getirmiyorsunuz."

Yavaşça yutkundum ve Armağan'a baktım. İkimiz de Ayla'ya itiraz edecekken en azından ben öyle yapacakken Ayla birden gülmeye başladı. "Şaka yapıyorum şaşkın ördekler. Burası başka türlü çekilmez. İçinizden geldiği gibi davranın."

Yüzü düşünce masanın üzerinden eline uzandım. "İyileşir iyileşmez eskiden olduğu gibi iletişiminize devam edeceksiniz Ayla. Ağır bir ameliyat oldu. Sabırlı ol lütfen."

"İyiyim," dedi burukça. "Sen duştayken görüntülü konuştuk. Kuzenim yanına gitmiş ziyarete."

Gülerek elini sıktım. "Eee bu süper bir haber. Neden mutlu değilsin?"

"Bilmiyorum. Endişelerim var Güliz. Yani ne bileyim eskisi gibi gözleri parlamıyordu. Gözden uzak olan gönülden de ırak olur derler. Bilmiyorum belki de benim hüsnü kuruntum." Belki öyle belki de değildi lakin Alperen'in eski neşesine kavuşması biraz zaman alacaktı.

"Sen yoksun yanında. Zor bir süreçten geçiyor. Merak etme geçecek. Beraber atlatacağız." Güçlükle gülümsedi ve çayını kaldırıp içti.

🥀

Öğleden sonraya kadar kızlarla bahçede çay içip film izlemiştik. Gözlerim filmdeydi lakin aklım onda kalmıştı. Teğmen Kenan'dan odasında dinlendiğini örenmiştim. Gün içindeki eğitimlerini teslim aldığını söylemişti.

Film bitince Ayla telefonu elinden attı ve sesli bir nefes koyverdi. "Sabahtan beri kapalı." Avuçlarına baktı. "Neden beni merakta bırakıyor anlamıyorum."

Dizine dokundum. Dallarına, Ayla'nın yanında getirdiği renkli fenerlerden astığımız ağacın altına yer minderlerinden koymuştuk. Çok güzel olmuştu. Minderlerin üzerine uzanmış saatlerce kalkmamıştık. "Hemen kötü düşünme Ayla. Şarj etmeye vakit bulamamışlardır."

Bana doğru döndü ve kendini boşuna yorma der gibi baktı. "Güliz Ada," dedi yorgun bir sesle. "Bana ulaşmak istemiyor. Beni merak etmiyor."

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Günler geçtikçe Alperen hislerimi haklı çıkarmak istercesine uğraşıyordu sanki. "Ayla bak..."

"Yorma kendini," dedi ayağa kalkarken. "Ben içeri geçiyorum. Uğraşmayacağım Güliz. Onun için buraya geldim ben. Tatil yapmak için değil. Meğer ne doğru sözmüş. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur." Yürürken omuzlarının üzerinden bize baktı. "Ben biraz kitap okuyacağım. Siz keyfinize bakın lütfen. Benim yüzümden üzülmenizi istemiyorum."

Arkasından bakmaktan başka bir şey yapamamıştık. Armağan bana dönüp omzuma dokundu. "Kenan çay içmeye çağırıyor karargahdaymış. Birkaç saatim boş Alpay'dan beni kurtarın yazmış." Kıkırdadı. "Senin ki sıkıntıdan Teğmenciğime sarmış belli ki."

Gözlerimi devirdim. "Nereden benimki oluyor Armağan?" İçten içe hoşuma gitsede yüzümü ciddi tuttum. "Aslında iyi olur. Gitmişken yaralarına pansuman yaparım."

"Yaptırmıştır adam Güliz Ada. Koskoca askeriyede başka sağlıkçı mı yok?"

Gözlerimi kıstım ve ayağa kalktım. "Yaptırmamıştır," dedim. "Hadi gidelim." Pansuman için beni beklediğine emindim.

Üssün bahçesinden içeri girdiğimizde onun timine ait karargaha doğru döndük. Üs çok büyüktü. Küçük bir köy kadardı neredeyse. İçinde bir sürü bina vardı. Büyük surların arasında gerçekten ayrı bir şehir gibiydi.

Sağlıkçı kartlarımızı güvenliğe teslim ettikten sonra içeri girebilmiştik. Birkaç dakika yürüdükten sonra Teğmen Kenan çıktı önümüze. Gözleri Armağan'ı bulunca dudakları keyifle kıvrıldı. "Hoş geldiniz."

"Hoşbulduk," dedi Armağan. Ben gülümsemekle yetinirken eliyle işaret ettiği tarada doğru yürümeye başladık. Üzerinde ismi yazılı olan kapının önünde durdu ve iki kez tıkladı. Odaya girdiğimizde onu pencerenin önünde bulduk. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Açık camdan saçlarını düzeltiyordu.

Bize doğru döndü ve elini cebinden çıkardı. Armağan ve Teğmen koltuğa otururken yüzbaşı bana doğru geldi ve önümde durdu. "Ne güzel bir sürpriz böyle." Sürpriz olmadığıma kalıbımı basarım. Sizce?

Gülümsedim. "Sizi dinlenirken bulmakta bana sürpriz oldu," dedim odayı incelerken. Temiz ve düzenli görünüyordu. Bir yatak ve metal dolaptan başka bir şey yoktu. Yeniden ona döndüğümde göz göze geldik. "Nasılsınız?"

Teğmen'e baktı ve kaşlarını çattı. "Refakatçisi bir komutan olan hasta nasılsa öyleyim işte." Gülüşü çok güzeldi. Sert duruşunun üzerini süslüyordu sanki.

Kenan bıyık altından gülerken koltuğa biraz daha yayıldı. "Bir boncuk gözlü hemşire etmesekte işte bizimde elimizden geliyor bir şeyler." Armağan'a dönüp göz kırptı.

Yapılan imamın merkezinde olduğumu bildiğimden kızarmaya başlamıştım. Hafifçe öksürdüm. Terleyen avuçlarımı kotuma bastırıp, "Gelmişken pansumanlarınıza bir bakayım," dedim. Yavaşça yatağın üzerine oturdu. "Açtırmadınız değil mi?"

"Açtırmadım," dedi muzipçe. "Kendimi odun gibi ellere teslim etmek istemedim."

Armağan ve Teğmen gülerek ayaklandılar. Gayelerini anlayınca kaşlarım çatıldı. "Biz kantine inip gelelim," dedi teğmen arkadaşına göz kırparken. "O sırada pansuman da bitmiş olur." Armağan'a 'evde görüşürüz,' der gibi baktım.

Ellerime dalgınca baktım birkaç saniye. Neyse eve gidince bunun hesabını sorardım. Bana ilgiyle bakan adama döndüğümde gözlerimi kaçırıp boğazımı temizledim. Üzerindeki tişörtü çıkarmış sıkı kaslarıyla bana keyifle bakıyordu. "Pansuman malzemelerini sen gelmeden önce hazırlatmıştım." Başıyla işaret ettiği yere baktım.

Ejeterin üzerindeki metal tepsiyi aldım ve yatağın üzerine koydum. Arkasındaki boşluğa otururken duruşunu dikleştirdi. Bantları yavaşça çıkarırken ellerim yine titremeye başlamıştı. Sakin aldığı nefeslerini dinlerken dikişlerin hepsini açmıştım.

Yaralarını dikkatle temizledim ve çabuk iyileşmesi için açık bıraktım. "İyi görünüyorlar," dedim. "Kapatmadım. Oksijenle temas ederse hızlı iyileşir."

Birden bana doğru dönünce afalladım. "Sen ne dersen o," dedi. Karnındaki yaraya baktım. Kollarını hafifçe geriye yasladı ve yarı oturur pozisyona geldi. Allah'ım hemşirelik yapmak hiç

Bu kadar zor gelmemişti. Eşofmanını hafifçe aşağıya doğru çekiştirirken Adonis kasları ortaya çıkmıştı. Karnındaki bandajı yavaşça açarken sanki yara benim karnımda gibi canım yanıyordu.

Bu normal değildi. Böyle olmamalıydı. Ben buraya alışmamalıydım. Temiz bir bantla yarasını kapadıktan sonra tepsiye uzandım. Kalkmama müsade etmeden bileklerime uzandı. Doğrulduğu için oldukça yakın duruyorduk.

Nefes alışverişi hızlanırken yüzümüz arasındaki mesafeyi azalttı. "Denize düştüğün günden beri," dedi sarhoş gibi. Daha fazla yaklaşmamalıydı. "Gözlerini aklımdan silemiyorum boncuk. Bu, bu çok acımasızca..."

"Neden?" diye sordum titreyen sesimle. Büyülenmiş gibi gözlerimizin içine bakarak konuşuyorduk. "Acımasız olan ne?"

"Sen ne yaptın ki bana böyle?" Parmakları bileğimi usul usul bıraktı. "Kime ceza bu sürgün boncuk?"

Burnunu burnuma değdirince gözlerimi kapadım. Her an bayılabilirdim ve onun bundan haberi yoktu. Sesi bir hoş çıkıyordu ve tonu hiç iyi hissettirmiyordu. "Bilmiyorum." İşkence neydi? Kime yapılırdı? Amacı neydi? Yaptığının bundan farkı neydi?

"Ödeşmeliyiz boncuk bu haksızlık!" Alnı alnıma değince kalbimdeki bülbül uçmak için kafesini delmeye başladı. "Gözlerini her kapadığında gözlerimi görmen gerek!"

"Ya görmezsem?" diye sordum. Alınlarımızın temasını kesmeden konuşmaya devam etti. Kalbimi durdurabilirdi bu hareketiyle. "Ya hiç aklıma gelmiyorsanız?"

"Düşünmedim," dedi kısık bir sesle. "Düşünmeyeceğim."

Parmağını burnumun üzerinde hissedince gözlerimi hızla açtım. Şaşkınlıkla bakarken onun dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Burnuma vurmuş ve geri çekilmişti. Dağınık saçları ve kirli sakallarıyla öyle serseri görünüyordu ki. Kalbimi ona alışmaktan alıkoyamıyordum. Bir de bu sözleri...

"Bunu yapmazsam ölecekmişim." Parmakları yüzüme düşen saçlarıma dokundu. "Ko feryâd eylesin gülşende bülbül çâk çâk olsun O gül-ruhsar ile sagar-bedest-i işretim şimdi."

Bırak bülbül gül bahçesinde feryat edip dursun. O gül yanaklı güzelle içiyorum şimdi.

NAMIK KEMAL

Kuruyan boğazımı ıslatmak istiyordum bir an önce. "Ne dediniz şimdi?" Bir kez daha yanağıma uzanacakken ellerimi göğsüne bastırdım. "Yüzbaşı," dedim sessizce. "Yapmayın!" Kaşlarımı çatarken bileklerimi ellerinden kurtardım ve ayağa kalktım. Pencereye koştum. Nefes almam gerekiyordu. Nefesimi kesmişti acımasız herif!

Gözlerimi kapatıp güçlü birkaç nefes çektim içime. Arkamı döndüğümde onu yine yanımda buldum. Gözlerimi devirip bıkkın bir nefes koyverdim.

"Bakma öyle boncuk boncuk," dedi. "Hepsi senin suçun!" Şu tişörtünü giymeliydi hem de hemen!

Sırtımı hafifçe pencereye yasladım. "O niyeymiş?"

"Suya düştüğünde gel gönlüme sığ der gibi bakmayacaktın. Gözlerini o kadar yakından görüpte..." Sustu. "Hepsi senin suçun boncuk hepsi..."

Muzipçe güldüm. Şeytan yine buralardaydı. "Denize düşen yılana sarılırmış yüzbaşı duymadınız mı?" Yüzündeki ifadeye bakarken yanağımın içini ısırdım. "Benim ki de o hesap işte."

Kaşlarını çattı. İrkilmediğimi söylersem yalan söylemiş olurdum. Oldukça ürkütücü bakıyordu gözlerime. "Yılan demek?" Başını iki yana sallarken cık cık cık diye sesler çıkardı. "Bir yüzbaşıya hakaret etmenin cezası çok büyük boncuk." Yavaşça bıraktım tuttuğum soluğumu. Bundan daha büyük ceza bulmasına gerek yoktu zira varlığı bana zehirdi. "Şimdi dışarı çıkıp hava alalım. Cezanı sonra düşüneceğim."

Arkasını dönüp kapıya doğru yürürken, "Yüzbaşım," dedim birden. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Ona doğru adımladım ve tam önünde durdum. Aramızdaki boy farkından mütevellit boynum ağrıyordu bakarken. "Düşünmenize gerek yok ben cezama razıyım!" Parmak uçlarımda yükseldim ve saçlarının arasına yolda gelirken kopardığım gül goncasını bıraktım.

Ayaklarım yere basarken elini kalbinin üzerine dokundurdu. Adem elmasının hareketini izlerken kaşlarımı kaldırıp kapıyı açtım. Yavaşça peşimden gelirken oldukça sessizdi. Kendi kendine gülümsediğine emindim. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Cezaysa ceza. Boynumuz kıldan ince.

Karargahdan çıktığımızda ön bahçeye doğru yavaşça yürümeye başladık. Bahçede kimse kalmamıştı ve üssün ışıklarının çoğu yanıyordu. Cır cır böceklerinin sesi dışında çıt çıkmıyordu. Adım seslerimizi dinleyerek arka bahçeye kadar yürüdük.

Kaç dakika sessiz kalmıştık bilmiyordum. Hala az önce yaptığım hareketin etkisinde olduğunu biliyordum. Ona kırmızı gül vermiştim. Bunun manasını bildiğine emindim. Gökyüzünü seyrederken bana doğru döndü birden. "Boncuk," dedi sessizliğini bozmaya karar verirken. "İris çiçeklerine neden ölüm çiçeği dendiğini biliyor musun?"

Gözlerimi kırpıştırdım. Nereden çıkmıştı şimdi bu? "Hayır."

Kamuflajının yakasını düzeltti. "Mezarlıklarda yetişir çünkü ölümü simgelerler," dedi ve karşımızdaki hapishaneyi gösterdi. Bahçesinde binlerce ölüm çiçeği olduğunu görmüştüm. "Ve bu ada devasa bir mezarlık görmüyor musun? Senin gibi hemşirelerin ölülere bir faydası dokunmaz."

Yutkundum. Sesindeki o huzursuz edici tınıya bir anlam veremiyordum. "Bunu bana neden anlatıyorsunuz?"

Bir adım daha attı. Yüzümü askeri botlarına çevirmekten başka bir şey yapamamıştım. Hava bozmuştu bir anda. Her an boşalırcasına yağıp adayı karıştırabilecek gibiydi. Adım attığında botlarının çıkardığı gıcırtı tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu.

Yavaşça yüzümü yerden kaldırdı. "Yüzün," dedi ondan ilk kez duyduğum sıcaklıkta bir sesle. "Yere eğmeyeceğin kadar güzel ve masum boncuk. Beni her gördüğünde yere bakışına titriyor yüreğim."

Neler söylüyordu böyle? Üzerimdeki etkisi yetmiyormuş gibi bu yakınlıklarının sebebi de neyin nesiydi? Birkaç damla düştü kaküllerine. Buraya geldiğimden beri ilk kez bu kadar uzamış görüyordum. "Yüzbaşım," dedim titreyen sesimle. "Bir gören olacak içeri girin lütfen."

Hala bana baktığını fark edince boğazını temizleyip bakışlarını kaçırdı. Derin bir nefes alırken omzunun üzerinden üsse baktı. Bir süre sessizce bekledi.

Dudağı belli belirsiz kıvrılacak gibi oldu ve bu güzel gamzelerinin gün yüzüne çıkmasına yetti.

"Bazen ansızın bir türkü düşüyor dilime. Hayallere daldıran başımda kavak yelleri estiren." Arkasını dönüp giderken durduğum yerden ayrılamadım. Elimi kalbimin üzerine koydum. Bir süredir kendi ritminde değildi.

Yarın gece nöbetçiydim ve karabağır'da nöbetçi olmak mezarlıkta uyumaktan daha berbat olmalıydı. Yanına oturdum ve ona doğru hafifçe döndüm. Bu ani değişen ruh hali pek hoşuma gitmemişti. "Ne oldu?"

Yüzünü çevirdi ve bedenini bana doğru döndürdü. "O gün Cafer'i sana yakın görünce aklım çıktı boncuk," dedi. "Yapılan basit bir hata senin..." Sustu ve yumruğunu sıktı. Sıktığı yumruğunun üzerine elimi koydum. Gözlerime öyle bakışı vardı ki sanki ne hissettiğimi görüyor gibiydi. "Hiç gelmemiş olmanı isterdim," dedi. "Seni hiç görmemiş olmayı."

Elimi yavaşça çekerken ayağa kalktı ve cebinden telefonunu çıkardı. "Kenan," dedi ciddi bir sesle. Ne olmuştu şimdi? Buraya gelmek benim seçimimdi. Sonuçları da yalnız beni ilgilendirirdi. "Arka bahçedeyiz. Hemşire hanımları evlerine bırak."

Boncuktan hemşire hanıma terfi edişime hayretle bakarken niye kızdığımı bile bilmeden karşısına geçip kaşlarımı çattım. "Hayırlı geceler yüzbaşı!"

Hızlı adımlarla ön tarafa geçerken Armağan ve Teğmenle karşılaştım. Merakla bana bakıyorlardı. Omzumun üzerinden ona baktım ve hızla önüme döndüm. "Yürü Armağan gidiyoruz."

🥀

Uuuu tripsiz olmazdı🙈🙈🙈👀😂

Buradan bir boncuk hemşire rüzgarı esti😎

Yıldıza basmayı unutmayın❤️

Yeni bölümde görüşmek üzereee🥷🏻

Loading...
0%