"Leyli Meccani (Osmanlıca: leyl-i meccanî); parasız yatılı demektir. Her iki söz de Arapçadır. Leyl gece; leylî gececi, geceyle ilgili demektir. Meccânî ise bedava veya parasız demektir. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda, devletin her derecede "parasız yatılı" okulları vardı. Belli okullar için bir devlet sınavı açılır, burada ilk sıraları alanlar bu haktan yararlanırlardı.
Bu kitapta da diğer kitaplarımda olduğu gibi sosyal bir soruna işaret etmek istedim. Bugün eğitim çağında olan gençlerimize yetmiş sene önce özel bir lisenin ilkokul bölümünde yaşanmış olayları ve o dönemin yaşam koşullarını, zorluklarını anı-öykü diliyle anlatmak istedim. Kuşkusuz daha da önemlisi o günün eğitim-öğretim anlayışının günümüzdeki eğitim-öğretim ile kıyaslanmasını istedim.
1940'lı yılları yeterince anlayabilmek için İstanbul'un sosyo- ekonomik ve sosyo-kültürel hayatının bilinmesinde fayda görüyorum.
Çünkü bu yıllar cumhuriyet tarihimizin değişim, dönüşüm geçirdiği yıllardır.
1940'lı yıllarda Türkiye'de nüfusun yüzde 83'ü köylü idi. 40 bin köye dağılmış olan köylü nüfus başta olmak üzere Türkiye'de bütün vatandaşlar, II. Dünya Savaşı'nın olumsuz etkilerine maruz kalmıştır. Bu dönemde meydana gelen sosyal ve ekonomik zorluklar birçok romana konu olmuştur. Ev kiralarının yüksekliği, devamlı olan vergi artışları, ekmek fiyatlarının pahalılığı ve kuyrukları, yiyecek dağıtımındaki düzensizlikler, hayat pahalılığı sebebiyle fahişelik yapan kadın sayısındaki artış gibi hususlar romanlarda sık sık yer almıştır.
Bilindiği gibi üniversite gençliğinin sosyal yapıda mühim bir yeri vardır. Sosyal inkişaf , bu yapıda ortaya çıkan ihtiyaç ve problemlere çözüm arayışıdır. İktisadî buhranın yaşandığı II. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul'da bir grup öğrenci tarafından 1947'de Yalınayaklılar Kulübü kurulmuştur.
"Acınacak ve çok perişan bir halde" anlamlarına gelen bu kavramı (yalın ayak) kullanarak, hayat pahalılığına çözüm bulmaya çalışmak, hem dikkat çekmek hem de çözüm üretmek amaçlanmıştır.
Şiddetli Erzincan depreminin acı felaketiyle gelen 1940 yılı iç huzursuzluğu biraz daha tetiklemiştir. Gerek bu yılın başlarında gündeme gelen Milli Korunma Kanunu'nun uygulanması, gerek ekonomik sahadaki bozukluğun meydana getirdiği geçim sıkıntısı ve gerekse devlet yönetimindeki aksaklıkların doğurduğu hoşnutsuzluk, Erzincan depremiyle birlikte tahammülü oldukça zorlayan bir noktaya getirmişti.
1941 yılında tek tip ekmeğe çavdar ve arpa karıştırılması ve bazı vilayetlerin mahsullerine el konulmasına yetki veren düzenlemeler yapıldı. 1942'de ekonomik sıkıntılar devam etti. Savaş zenginleri türedi. Savaş dolayısıyla yürütülen ekonomik politika, kıtlık ve enflasyonla birlikte giden geniş devlet satın alımları, büyük çiftçi ve tüccarın zenginleşmesine yol açtı. Hatta fiyat kontrolleri ve dağıtım usulüne en fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda, 1942 yılının sonbaharında fiyatları serbest bıraktı. Bunun sonucu olarak, fiyatlar alabildiğine yükseldi. Buğday 13,5 kuruştan 100 kuruşa, zeytinyağı 85 kuruştan 350 kuruşa fırladı. 85 kuruşa stok edilen 16 bin ton zeytinyağının 350 kuruştan satışı, bir kısım tüccarı zengin etti. Ordu ihtiyacı için el konulan büyük miktardaki motorlu araç lastikleri, belirli kişilere tahsis edildi. Ekmek ve ekmeklik hububat tüketimine sınırlar getirildi. Ağır işçilere günde 750, normal kimselere 375 ve çocuklara 187,5 gram ekmek verilmesine karar verildi. Karaborsa ve vurgunculuğa mani olmak için ekmeklerin bayatlamadan satılmaması kararlaştırıldı.
Varlık vergisi de aynı yıl uygulamaya konuldu. Büyük ümitlerle çıkarılan Varlık Vergisi bekleneni vermedi. İlk hesaplarda, 164.368 mükelleften 465 milyon lira getireceği tahmin edilen Varlık Vergisi ancak 221 milyon lira temin edebildi. 15 Mart 1944 tarihinde Varlık Vergisi uygulamasına son verildi.
1943 yılının önceki yıldan pek farklı olmadı. Hayat pahalılığı ve karaborsa devam etti. 1944 yılında ekonomik sıkıntı hız kesmedi. Hükumet vergileri artırarak çözüm üretmeye çalıştı. Vergilerin artması toplumda şiddetli tepkilerin doğmasına sebep oldu.
Hayat pahalılığına karşı giysilerin uzun ömürlü olmasını sağlayacak tavsiyeler bunlardan birisidir. "Sayfiye dönüşü yapılacak işler" başlığı altında erkek ve kadınlara ait beyaz elbiselerin yıkanıp ütülendikten sonra çok koyu çivide batırılmış bir bohçaya sarılıp kaldırılması tavsiye edilmektedir. Çünkü koyu çivitli bohça, beyaz çamaşırların sararmasını önler. Deniz mayoları tatlı ılık su ile yıkandıktan sonra naftalinlenmeli, kauçuk deniz ayakkabı ve başlıkları da yıkanıp kuruduktan sonra içlerine gazete kâğıdı doldurulmalı, şekillerini muhafaza ederek saklanmalıdır. Beyaz ayakkabıları temizlemeli, içlerini birkaç damla terebentin ruhu damlatılmış bez veya pamuk ile doldurulmalıdır. Bu işlem ayakkabının şeklini muhafaza etmesini ve derinin bozulmamasını sağlayacaktır.
Kış mevsiminde odun alınırken kuru olmasına dikkat edilmektedir. Odunun kuru olması mühimdir. Çünkü ıslak odun kömürü tutuşturmaz. Gazetede kuru odunun özellikleri konusunda bazı kriterler verilmektedir. Mesela bunlardan biri şöyledir; satın alınacak olan odun yığınından bir odun parçasını alarak odunun kesilmiş olan kısmına tentürdiyot sürülmeli. Sürülen kısım sarı kalırsa, odun bir sene evvel kesilmiş demektir. Yani kurudur. Eğer tentürdiyot, sürülen kısımda mor ve siyah çizgiler meydana getirmişse odun yaş demektir.
Bir toplumda fakirliğin göstergelerinden biri dilenci sayısının çokluğudur. Bu hususta elimizde istatistikî bir rakam olmamakla birlikte merkezî caddelerdeki dilencilerin çokluğu hayat pahalılığının bir işareti olarak değerlendirilebilir. 1947 yılında İstanbul'da, pejmürde kılıklı dilenciler sıkça görülmektedir.
"İstanbul caddeleri yine dilenci istilasına uğradı. Adım başında bir el uzanıp insanın burnuna kadar dayanıyor. O ne pis eller, o ne iğrenç mahlûklar! Sakatlara, yoksullara, muhtaçlara yardım etmek insanlık vazifesi, vicdan borcudur. Fakat pisliği, iğrençliği acındırma vasıtası yapan sırnaşıklara para vermeyi ne vicdan kabul eder, ne iman. Saçı sakalına karışmış, tepeden tırnağa kadar pisliğe bulanmış herifler, aynı iğrençlikte karılar yaya kaldırımlarına sıralanıyor. Öksürüp aksırarak, tükürüp sümkürerek yol kesiyorlar. Saçtıkları iç bulandırıcı kokular insanın genzini tırım tırım tırmalıyor. Aylarca ellerine, yüzlerine su damlası değmemiş, sırtlarındaki lime lime palaspareler sanki leşli bataklıktan çıkmış. Manzaraları merhamet yerine nefret ve istikrah (iğrenmek) uyandırıyor. Sinir bozucu kıvranışlarla sokulurken insanın rikkatini (hassasiyetini) değil hiddetini tahrik ediyor. Bu müteharrik (hareket eden) pislik yığınlarına temas etmemek için istikamet değiştirirseniz o sizden evvel davranıp yolunuzu kesiyor, peşinize takılıyor, omzunuza dürtüyor. Ekserisi sağlam, çalışabilecek nitelikte insanlar. Sorarsanız yaşamın içinden çıkmış insanlara kendi diliyle;
- Niçin çalışıp ekmek parası kazanmıyorsun da dileniyorsun?
Boynunu büküyor:
- İş yok ki çalışayım. Aç kaldım.
- Hadi, şu bavulu köprüye kadar taşı da sana elli kuruş vereyim diyecek olsanız pörsük, kıvrık gövdesi birdenbire dikleşiyor, hiddetli bakışlarla sırtını çevirip savuşuyor. Bazısı da merhamet avcılığında dört beş yaşındaki yavrucakları olta yemi gibi kullanıyor. Sokaklarda pisliğe bulanmış, pejmürde kıyafetlerle dolaşarak gelip geçenlere avuç açan çocukların topladıkları parayı ellerinden alıp rahat yaşıyorlar.
1950'li yıllar savaş döneminde karaborsacılıktan para kazananlar, zenginleşen taşra ve ticaret burjuvazisi servetini İstanbul'da eğlenerek, alışveriş yaparak göstermek istiyordu. Alışverişi özendirmek adına 1954'te Taksim'e bir "reklam kulesi" dahi yapılmıştı. Ünlülere kampanyalarında yer veren markalar, tüketimi teşvik etmek için ilginç pazarlama yöntemleri peşindeydi.
1950'lere kadar Türkiye'de entelektüellerin ve kentli kesimlerin Batı dendiğinde aklına gelen "Kıta Avrupa"sıydı. Tanzimat yenilikleri, Fransız kültürünü modernleşmenin simgesi haline getirmiş cumhuriyetin ilk yıllarında da bu gelenek bir ölçüde sürdürülmüştü. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında güç kazanan ABD, Marshall Planı çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelere yardıma başladığında, Amerikan kültürünü tanıtmayı bir ön şart olarak sunmuştu. Bir yandan devlet eliyle, bir yandan da popüler kültür ikonlarıyla, Amerikan kültürü antikomünizmin bir nevi kaldıracı oldu. İstanbul bu propagandanın etkilerinin en net görüleceği şehirdir. Radyo programlarından duvar reklamlarına kadar birçok yerde İstanbul ve New York birlikte anılmaya başlamıştır bile. Erken cumhuriyette gördüğümüz Kıta Avrupası'nın kültürel köklerini cumhuriyetçilik ile sentezleme girişimi, yerini maddi zenginliği tek modernlik ölçütü olarak gören pragmatik bir dünya görüşüne bırakıyordu.
İstanbul'un kültürel yaşamı seküler ilişkiler üzerine kurulu o günlerde. Aynı zamanda şehrin kozmopolit yapısı içinde gayrimüslimlerin kültürel açıdan öncülük yapmayı sürdürdüğünü görüyoruz. İstanbul'un turistik kıymetinin yeni yeni keşfedildiği 1950'lerde yabancı sanatçıların sık sık şehri ziyaret etmesi, eğlence ve kültür hayatını canlandırmıştır şüphesiz. 50'li yılların ikinci yarısında muhalif sanatçılar ve yazarlar üzerindeki baskının artması, İstanbul'da kentli kesimler arasında büyük tepki doğuruyordu.
İstanbul o günlerde de en büyük işçi kenti. Bu şehrin mayasında hamalların, ustaların, işçilerin yaşama tutunma mücadelesi var. İşçilerin 1950'lerde hem iş hem de sosyal yaşamda karşılaştıkları zorluklar nicel artışa paralel olarak çoğalıyor. İş cinayetleri, hastalıklar kol geziyor. Enflasyon artışının ücretleri eritmesini de bunlara ekleyin. 1950 seçimi öncesinde grev hakkı sözü veren ve İstanbul'da da emekçilerden kayda değer oy alan iktidara gelince, bu sözünü unutuyor. Grev yasak ama hakkını alamayan işçiler, İstanbul'da Yedikule'den Rami'ye 50'li yıllar boyunca birçok greve imza atıyor. Hükümet grevlere karşı tahkikat üstüne tahkikat yürütüyordu.
Plajlarıyla, meyhaneleriyle, tavernalarıyla herkesin kendi meşrebince İstanbul'un keyfini sürebildiği yıllar... O İstanbul'da çocuk olmak özgürlük demek, genç olmak umut demek. Bir başka deyişle şimdilerde özlediklerimiz demek...
1950'ler İstanbul'unun diğer şehirlere oranla çok daha fazla göç aldığı bir gerçek. İstanbul'daki sanayi işletmelerinin çoğalmasına koşut olarak konut sorunu bir numaralı problem haline geliyor. Her ne kadar Levent ya da Koşuyolu gibi yeni semtlerin oluşması ya da apartman tipi konutların artışı o dönemin bir gerçeği olsa da konut ihtiyacına uygun, planlı bir politika izlediğini söylemek mümkün değil. Kentsel rantı yükseltme ve kentin ürettiği gelirin adaletsiz bir biçimde bölüşülmesine göz yumma eğilimi en çok dar gelirli aileleri ve şehre okumak için gelen öğrencileri olumsuz etkiler. Bir yanda yüksek kiralar nedeniyle evsiz kalanlar, diğer yanda şehrin yeni sayfiye merkezlerinde arsa kapatmak ya da yazlık sahibi olmak isteyenler... Şu çok açık ki 1950'lerde şehirde sınıfsal fark çok daha gözle görülür bir biçime bürünmüştür.
1940'lı yıllara kadar popüler olan Galata meyhaneleri II. Dünya Savaşı yıllarında pırıltısını yitirir. Sonraki yılların gözbebeği İstanbul gazinolarıdır. Taksim Belediye, Kristal ya da Tepebaşı, büyük otel salonlarının olmadığı bir dönemde hem cemiyet toplantılarına hem de eğlencelere ev sahipliği yapardı.
Gazinoların zirve yılları 1950'lerdir. Gazino adabının oturduğu, içkili müzikli eğlencelerin çeşitlendiği bu dönemde Türkiye için ilklere imza atılır. Komedyen ikililer ya da yerli caz orkestralarının yükselişi akla ilk gelen örnekler arasında... Dans ve ses yarışmaları şehrin tüm sayfiyelerini sarmıştır. 1950'ler aynı zamanda İstanbul'un görkemli yılbaşı kutlamalarına tanıklık eder. Bugün neredeyse suç gözüyle bakılan, yasaklanan kutlamalar o yıllarda kentli ailelerin iple çektiği ve özgürce kutladığı günlerdir.
1950'lerin İstanbul'unda her şey güllük gülistanlık değildi ama zarafet asıl olandı. Bunu zorda kalan belediyeye bağış yapan seyyar satıcıda da, mahalledeki toplu sünnet törenlerinde de, gazino eğlencelerinde de görmek mümkündür. İlişkilere, dostluklara özen göstermenin istisna olmadığı dönemlerden söz ediyoruz.
Bugün yaşadığımız eğitim-öğretim sorunlarının gerçek düzeyde anlaşılabilmesi için Osmanlı Dönemi, özellikle imparatorluğun son yılları ile cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim-öğretimi şekillendiren tarih ve olayların bilinmesinde yarar görüyorum. Bu nedenle bu konuyu metnin sonuna Ek olarak koymanın uygun olacağını düşündüm. Bu anı öykünün çocuk ve gençlerimize yararlı olmasını temenni ederim.