@azamet_29_2
|
Zorlukla da olsa bulduğumuz sokağın başında durduk. Nihayet bulabilmiştik işte. Otelden gelirken bindiğim taksiyle saatlerdir sokak sokak dolaşıp duruyordum Ankara'yı. Meğerse aradığımız sokağın ismi değişmiş. On senede neler değişmez ki. Şoföre borcumun ne olduğunu sorarak ücretini ödedikten sonra cüzdanımı sırt çantama atıp indim. Kapıyı kapatıp taksinin geri geri çıkışını izledikten sonra çantamı sırtıma takıp montumun şapkasını saçlarımın üzerine kapattım ve fermuarı boğazıma kadar çektim. Oldukça soğuktu zira. Ellerimi montumun cebine soktum. Başımı üzerime üzerime yağan kara doğru kaldırıp derin bir nefes çektim soğuk kış gününden ciğerlerime doğru. İşte buradayım. Dedim. Ben 23 yıldır Almanya'da yaşayan, bir hafta önce çok sevdiği babaannesini toprağa veren ve onun vasiyeti üzerine Almanya'dan kalkıp Türkiye'ye ve Ankara'ya gelen Alânur. Alânur Koralp Bana ismimi veren kişi rahmetli babaannemdi. Yani öyleymiş. Kendi annesinin isminin torununda yaşamasını istemiş. Babam gönüllü annem zoraki kabul etmiş bu ismi. Düşüncelerimden o an duyduğum sesle çıkarken bedenim olduğu yerde kalakaldı. " Allahu Ekber." Diye başlayan ezan ve hocanın çok yakından gelen sesi.. Daha önce hiç bu kadar yakından duymamıştım ezanı. İlk kez içimde ve kalbimde bir titreme hissettim. Almanya'da Türkiye'deki kadar çok cami yoktu. Dahası bizim evimizin yakınlarında hiç yoktu. Binde bir duyardım ezanın sesini oda çok uzaktan. Bu arada bu hocanın sesi... Öyle bir tını katmıştı ki ezana sanki büyülü birer nağmeye dönüşmüş, insanı olduğu yere mıhlıyor bitmeden gidemezsin diyordu. Keza bende yağan kara rağmen ezan bitene kadar kıpırdayamadan olduğum yerde kalmıştım. Sanki bir el ayak bileklerimi tutmuş hareketime izin vermezken, Allahu Ekber diye başlayan ezanı, La ilahe illallah diye biten sonunu duymak istiyordu kulaklarım. Dakikalar sonra biten ezanla transtan çıkmış gibi serbest kaldı bedenim. Ne yalan söyleyeyim bu halimden korkmuştum. Nasıl bir şeydi bu? Çok farklı bir şeydi yaşadığım. Etkilenmiştim. Tüylerimin ürperdiğini hissederken sebebin yediğim rüzgar mı yoksa duyduğum ezan mı olduğunu düşünürken buldum kendimi. Bııırrr! dedim hızla oradan uzaklaşırken. Hızlı adımlarla yürümeye devam ederken biraz daha sindim montuma. Soğuuuk.. Ankara'da Almaya'dan daha soğukmuş bu ne ya! Babam geldi o an aklıma ve söylediği şey. Ankara'da Ocak ayında başlar şiddetli soğuklar. Haklıymış adam. Neyse işine dön Alâ. Diyerek başımı kaldırıp gözlerimi karşımdaki sokağa çevirdim. Görebildiğim son noktaya kadar bakındım. Demek yaşadığın yer burasıydı babaanne. Dedim. Sonra da sokak girişinde başlayan evlere ve küçük dükkanlara çevirdim gözlerim.. Dükkanlara dediysem bir kaç tane işte. Ankara gibi bir şehrin merkezinde böyle eski bir mahalle olsun, hayret! Ne kadar geri kalmış gibi görünüyordu. Yada ben Almanya'da yaşadığım için bana öyle geliyordu. Elimi kalbimin üzerinde üst üste koydum. Babaannemi düşündüm. Babaanne işte geldim. Dedim içimden yeniden. Ama bana söylediğin şeyi nasıl yapacağım hiç bilmiyorum. Diyerek içten içe seslendim stemli. Babaannem kocasının erken ölümüyle birlikte altı çocuğuyla Ankara'da yaşamaya başlamış. Gün gelip çocukları genç yaşta Almanya'ya yerleşince babaannem buraları bırakamamış ve Ankara'da tek başına yaşamaya devam etmiş. Annem, babaannem için eski kafalı derdi her zaman. Sonunda ağır şekilde hastalanınca babam onu bizimle yaşaması ve tedavi olması için buradan alıp Almanya'ya getirmişti. Annem mırın kırın etsede babam umursamadı. O günden sonra da geri dönemedi. Kalan hayatı bizim yanımızda hastane ve ev arasında geçti yıllarca. Ve on yılın sonunda memleketim, evim diye diye ölüp gitti zavallı. Babam, babaannemin altı çocuğunun en küçüğü ve hasta olan, elden ayaktan düşen yaşlı annesine bakma görevini gönüllü şekilde üzerine alan, son gününe kadar ona bakan tek çocuğuydu. Diğer kardeşlerinin annelerinden daha önemli işleri varmış zira. Dışardan bakılınca tek keriz benim babam yani. Annem babaannemin Almanya'da defin edilmesini, böylece sık sık ziyaretine gidebileceklerini söyleyince babam da kabul etti. Aslında bir Alman olan annem Türkiye'ye gelmek istemiyordu. Buraya gelip uğraşmak yerine bu şekilde babamı ikna etmişti işte. Böylece babaannemin cenazesi bile gelemedi memleketine. Babaannem bunu daha önceden anlamış olmalıydı ki son günlerinden birinde beni yanına çağırdı. " Alânur'um... Dedi. Bana anam benim derdi hep. İsmin anam, yüzün anam der annesine benzetirdi. " Güzel kızım. " Allah uzun ömürler versin babaanne." Demiştim. Ama olmadı. O günden sonra çok yaşamadı kadıncağız. Ailemde en iyi anlaştığım kişi babaannemdi. Diğerleri ile fazla muhatap olmadan yaşıyordum o evde, çünkü beni anlayan hiç kimse yoktu. Ne anne babam, ne erkek kardeşim. Zaten yoğun çalışan anne babamla birbirimizi akşamdan akşama ya görüyorduk ya görmüyorduk. Babaannem genelde türk bir bakıcı ile geçiriyordu zamanını. Bazende benimle birlikte. " Sana vasiyetim olsun.. Diyerek vasiyetini söylemişti bana. Babaannemle olan son anımın hatırasının arasından bir anda dibimde bağıran korna sesiyle yerimde sıçrayarak çıktım. Korkudan elimi damağıma bastırırken hızla arkamı döndüm. Arkamdaki arabadan kafasını uzatan genç çocuk, " Kızım mal mısın? Tarlada mısın? Kenara geçip çemkirdim. " Boynuzların mı takıldı? Diye çıkıştım. Kaşları çatıldı. " Bana bak. Diyerek bastı gaza gitti. Olmasa ne olacaksa. Geri zekalı! Diye bağırdım geçip giden arabanın arkasından. Sinirli bir kaç nefes alıp verdikten sonra. Sakin ol Alâ. Dedim kendi kendime. Sakin ol ve yapman gerekene odaklan... Babaannemin evini bulmak için gelmiştim bu mahalleye. Evet görevim önce babaannemin evini bulmaktı. Gerisini de sonra düşünecektim. Ah babaanne gider ayak bana attığın kazığa bak. Dedim yürürken. Arkadan da, Tövbe tövbe ya! Özür dilerim babaanne. Ama çok zor iş verdin giderken ya. Ben kendi kankime bile iyilik ederken on kere düşünen insanım. Boşuna demiyorlar bana BenciNur diye. Yani bencil Nur. Ben öncelikle hep kendini düşünen biriydim. Bunun nedeni etrafımdaki insanlardı. Çünkü küçüklüğümden beri arkadaşlarım dahil etrafımdaki insanların bana karşı olan davranışları beni bencil etti. Ve bu şekilde yetiştim. Üşümemek için birazda hızlı adımlarla yol alırken bir yandan da etrafımı inceliyordum. Karşıma ilk çıkan küçük bir cami oldu. Aa! Gerçekten yakındaymış. Evlerden görmemişim. Gerçi başımı kaldırıp baksam minaresinden yerini anlardım. Hemen yol kenarındaydı, bahçesindeki küçük ağaçlarını karların süslediği cami. İlk kez bir camiyi bu kadar yakından görüyordum. Önünde durup bir süre, bahçesinde kardan adam yapmaya çalışan çocuklara izledim. Hallerinden oldukça memnun görünüyorlardı. Gözlerim çocuklarda bahçenin önünden geçip yürümeye devam ederken solumda ve sağımda iki kattan beş kata kadar olan evlerin sıralandığını gördüm. Kendimi oyuncaklardan oluşan bir mahalle de gibi hissediyordum. Herşey küçük görünüyordu gözüme. Yürüdüğüm yol hafiften yokuşa dönüşmeye başlarken ellerinde plastik poşetler ve legenlerle kaya kaya yol kenarını buza çevirmiş ve hâlâ kayan çocukların kahkahalarla nasıl oynadıklarını izledim. Şu bir gerçekti ki bu mahallenin çocukları yağan kara, soğuğa, kıpkırmızı olmuş burunlarının akmasına ve yanaklarının kızarmasına rağmen hiç aldırış etmeden çok eğleniyorlardı. Yerimde durup bu kezde kayan çocukları izlemeye devam ederken eski anılardan bir bukle daha canlandı zihnimde. İki yıl önceki kış ayıydı. Tekerlekli sandalyesinde oturan babaannem ile evimizin penceresinden dışarıda yağan karı izliyorduk. Babaannemin gözleri boşlukta dalıp giderken, söylediği şeyi hatırladım. Şimdi bizim orada çocuklar yine ellerinde poşet, altlarında leğen nasıl eğleniyorlardır. Kahkahaları evlerden bile duyulur. Keşke orada olaydım da göreydim yine. Yine duysaydım içten gülüşlerini. Babaannem bana bunları söylerken gözlerinde öyle bir bakış belirmişti ki sanki bir boyuttan geçmişe gitmiş ve o mahallede o çocukların yanında onlarla birlikte eğlenir gibiydi hâli. Gözlerine yansıyan özlemi o kadar yoğundu ki bir an bana abartılı bile gelmişti. Kendi kendime, ha bu eski mahalle ha Almanya. Ne farkı var. İnsan bir yere fazla bağlanmamalı. Dedim. Sonuçta bu dünyada ki her şey boştu yani. Ölene kadar en güzel şekilde yaşamalı insan. Hiç bir şeyi umursamamalı. Keyfe keder yaşamalı. Sonuçta ölünce hiç bir şeyin ve yerin anlamı kalmıyordu öyle değil mi? O halde neden sınırlı zamanımızı boşa harcıyoruz ki. Ölüyorsun ve bitiyor. Bu yüzden ölmeden önce her günün kıymetini bilmek lazım. İşte tamda bu yüzden ben her zaman önce kendimi düşünürüm. Ve günümü gün ederek yaşarım. Canımın istediği gibi. Yerim, içerim, eğlenirim sabahlara kadar. Arkadaşlarımla gezerim dolaşırım tatile giderim. Bir iki gün sonra Almanya'ya dönecek ve arkadaşlarımla tatil planları yapacaktım yine. Oynayan çocuklara bir bakış daha atıp devam ettim yoluma. Yürürken saatime baktım. İkiye geliyordu. Biraz hızlansam ve akşam olmadan şu evi bulsam iyi olacaktı. Turistler gibi iki yanıma baka baka yürümeye devam ettim. Önce küçük bir market gördüm. Daha doğrusu eskiden bakkal denen yerlerden biri. Ne kadar geri kalmış yerlerdi buralar gerçekten, sanki zamanda geriye gitmiş gibi hissettim. Babaannem boş yere özlüyormuş buraları. Buralarda özlenecek özel hiç bir şey yoktu bence. Küçük bir simit fırınının önünden geçtim sonra. Simit kokusu fırından çıkıp sokağa dağılmıştı. Diğer tarafa çevirdim gözlerimi. Küçük bir. Iımm! Galiba tuhafiye, evet tuhafiyeydi. Bu dükkanın sahibi ne kadar kazanıyor olabilirdi ki. Diye düşündüm anlık. Ben olsam çoktan dükkanı kapatır giderdim buralardan. Meraklı bakışlarla kendi etrafımda bir tur dönerken geldiğim yolda beliren yaşlı amcaları gördüm uzakta. Camiden çıkıyorlardı. Bu yaşta bu soğukta niye gelmişti ki bu adamlar camiye. O anda bugünün Cuma olduğunu hatırladım. Babaannemin erkeklerin cuma günü cuma namazı için camiye gittiğini anlattığını hatırladım. Oysa evlerinde de yapabilirlerdi ibadetlerini. Önüme dönüp yürümeye devam ederek köşede olan ikinci küçük bakkalın önüne geldim. Şimdiii. Hangi tarafa gidecektim. Sağa mı sola mı? Elimi cebime sokup, ölmeden önce babaannemin söylediği adresi yazdığım kağıdı bulmaya çalıştım. Kadın iyice yaşlanmıştı ama geçmişi ve evinin adresini iyi hatırlıyordu. Ellerimi iyice soktum ceplerimin dibine ama kağıt yoktu. Nasıl ya! Dedim panikle pantolonumun cepleri dahil bütün ceplerine bakarken. Ama yok, yok bulamadım. Böyle şansın ben taa... Bir bu eksikti. Nereye gitti bu la*et kağıt? Diyerek çantamı sırtımdan indirip önüme aldım. Hemen ayak üstü talan ettim içini. Yinede bulamadım. Otelden çıkıp taksiye binerken elimdeydi oysa. Böyle şansızlık mı olur ya! Kesin ya yolda yada takside düşürmüştüm. Başımı gökyüzüne çevirirken çaresizliğin çöktüğü omuzlarım düştü. Ne yapacaktım ben şimdi. Çantamdan eldivenlerimi alıp çantayıda kapatıp yeniden sırtıma taktım. Eldivenleri bir bir elime geçirirken yeniden bir tur döndüm etrafımda. Ne tarafa gitsem... Bir tabela falan görsem belki aklımda birşeyler canlanırdı. Tabi tabela falanda yoktu etrafta. Keşke kağıda güvenmeyip ezberleseydim. Diye hayıflanırken karşıdan gelen adam çekti dikkatimi. Montunun içine gömülmüş şapkası önüne kadar inmiş at gözlüğü takmış atlar gibi sadece önüne bakıyordu. Şu adama sorsam bilir belki diye düşünürken içimdeki Alânur girdi araya. Bu adamın tipi tip değil. Valla banada öyle gelmişti bir an. Serseri kılıklı bir hali vardı. Adama sormaktan vazgeçip arkamdaki küçük bakkala yöneldim. Bakkal dediğin bütün mahalleyi tanırdı değil mi? Kapının kolunu tutup asılacakken camın arkasında takılı küçük kağıtta yazan yazıya bakakaldım. Cenaze dolayısıyla kapalıyız. Yok ya valla böyle şans olmaz. Nasıl? Tamam cenazeye saygı duyardım da. Dükkanı niye kapatıyorlardı ki. Birini bırakabilirdiniz! Diye söylendim. Hem dükkan sahibine hem şansımaydı sinirim. Bıkkın şekilde arkamı döndüm. Aynı anda az önceki adamı gördüm yine. Daha da yaklaştığını farkedince anında hareketlenip hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Huylanmıştım bir kere. Yağan kar hızını artırırken bende adımlarımın hızını arttırdım. Bir yandan yürürken bir yandan da düşün Alâ düşün. Diyerek bir şeyler bulmaya çalışıyordum. Ne yapabilirdim. Buldum! Muhtar! Buranın muhtarını bulup ondan öğrebilirdim. Evet evet. Güzel fikirdi. Aklımı seveyim ben. Cebimden telefonumu çıkarıp üzerime doğru uçuşan karlara arkamı dönüp geri geri yürüyerek internetten bulunduğum konumdaki muhtarlığı aradım. Kısa sürede buldum da. Bir yan sokakta görünüyordu. Kafamı telefondan kaldırıp yönümü düzelterek etrafıma bakındım yeniden yan sokak girişini görmek için. Aynı anda ağır adımlarla bulunduğum yöne doğru gelen aynı adamı yeniden görünce bu kez içime bir korku düştü. Bu adam resmen beni takip ediyordu. Korkumu belli etmemeye çalışarak gözlerimi etrafta gezdirdim. Sokakta in cin tek kale maç yapıyor, kimsecikler yoktu. Oyalanma hızlan Alânur. Dedim kendi kendime. Adımlarımı daha da hızlandırarak gördüğüm ara sokağa doğru ilerledim hemen. Biraz daha beklersem bu pislik herif beni yakalayacaktı. Allah'ım bana yardım et. Diye diye yürürken bir yandan beni Almanyalardan buraya gelmeye zorlayan vasiyeti düşündüm. Bir vasiyet yüzünden bir sapığın eline düşmek istediğim son şey bile değildi. Yan sokağa geçtigimde bir oh çekerken karşımda muhtarlığı görünce bir oh! daha çektim. Allah'ım şükürler olsun! Diyerek dahada hızlanırken bir yandan da yerde birikmiş olan kar yüzünden düşmemeye çalışıyordum. Sonunda nefes nefese dayandım muhtarın kapısına. Tıklamadan direk daldım içeriye. Kapıyı kapatıp arkamı kapıya yaslarken elim korkuyla atan kalbimin üzerindeydi. " Yardım edin peşimde bir sapık var." ************************** 1. Bölüm bitti. |
0% |