
Özel sebeplerden dolayı böyle bir final yapmak zorundaydım, umarım anlayışla karşılarsınız ve yazdığım tüm bölümleri beğenirsiniz, Elveda!
Yazar'ın Ağızından;
6 Kasım 1996, İstanbul
Feraye Demirci, ince geceliğiyle evinin içinde çıplak ayaklarıyla yürüyordu. Kucağında yeni doğmuş, henüz birkaç günlük bir bebekti Atlas. Ağlamıyordu bebek. Uyuyordu. Ama fırtına öncesi sessizliği hissetmiş gibiydi.
Feraye’nin karnı belirgin biçimde şişmişti; altı aylık hamileydi, Sevdiği adamdan yani kocası Gökhan'dan bir oğulları olacaktı, adını bile belirlemişlerdi Barlas Efe'ydi. Babası Gökhan vermişti ona ismini.
Kocası bir görev için İstanbul dışındaydı en yakın zamanda geleceğini söylemişti, kendisi ise 1 hafta önce doğum iznine ayrılmıştı.
Şimdi ise yeni uyuttuğu Atlas bebeği izliyordu Feraye, gözleri aynı annesine benziyordu ama geri kalan her şeyi ile aynı babasıydı.
Kapı çalmıştı, Feraye evde tek başınaydı gelen kişinin kocası olduğunu zannedip kapıyı açtı.
Ama gelen kişi kocası Gökhan değildi, Atlas bebeğin babası olacak Aybars Sezgin'di.
Eşi Deniz öldükten sonra oğlu Atlas'ı suçlamaya başlamıştı, bu yüzden ise küçük dayısı Gökhan ile yaşıyordu.
Aybars "Nerede o velet?" diye sordu.
Feraye "Burada değil" dedi soğukça.
Aybars hiddetle "Nerede lan o uğursuz velet, söyle!" diye bağırdı.
Feraye öfkeli bir şekilde "Burada sana ait bir oğlun yok Aybars Sezgin, git onu başka bir yerde ara" dedi.
Aybars dişlerinin arasından "O benim oğlum senin değil Feraye Demirci, onu bana ver!, o lanetli bir katil ölmesi gerekiyor onun" dedi.
Feraye "Doğru söylüyorsun, o çocuk benim oğlum değil… ama senin de oğlun değil Aybars! Bırak Atlas'ı, onun canının hesabını sormak sana kalmadı!" bağırarak.
Aybars'ın gözleri kararmıştı. Bir adım ileri atıp Feraye’yi omzundan itmesi bir oldu. Feraye'nin vücudu dengesizce geriye doğru devrildi, merdivenlerden sayısız kere takla atarak yuvarlandı ve en sonunda durdu.
Zaman durmuştu sanki, Feraye’nin gözleri kapanırken ise tek düşündüğü şey: 'Oğlu Barlas Efe'ydi…'
....
Loş hastane ışıkları, duvarlara düşen gölgeleri uzatıyordu.
Gökhan, elleri titreyerek kapıyı açtı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Feraye’nin yatağına yaklaştı, bir süre susarak baktı ona. Sessizlik, ölüm kokuyordu.
Gökhan Demirci, elleri titreyerek yoğun bakım kapısında bekliyordu. Beyaz gömleği buruşturulmuş, yüzü sapsarıydı. İçeriden çıkan genç hemşire başını eğdi "İçeriye girebilirsiniz Gökhan bey, eşiniz kendine geldi..."
Odaya girerken kalbi paramparça olmuş gibiydi. Feraye’nin yüzü solgundu ama uyanıktı. Zayıf bir sesle sordu "Gökhan., Barlas... oğlumuz nerede ?"
Gökhan gözlerini kaçırdı. Elini Feraye’nin ellerine koydu. "Feraye... Onu hayatta tutabilmek için her şeyi denediler. Ama Barlas..." devamını getiremedi.
"Hayır." Feraye başını sağa sola salladı, sesi çatallandı. "Hayır, Gökhan... yalan söylüyorsun. Barlas güçlüydü. Benim oğlum güçlüydü, onun hareketlerini her gece duydum..." dedi.
Gökhan "Kalbi doğumdan sonra durdu. Doktorlar onu geri getiremediler Ferayem" dedi gözleri dolarak.
Feraye'nin gözlerinden yaşlar boşaldı. Gökhan’ın gömleğine sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "O benim meleğimdi Gökhan... Onu bir kez bile kucağıma alamadım..." dedi.
Gökhan başını eğdi. Feraye’nin saçlarını okşadı."Ben senin yanındayım. Sonsuza dek." dedi.
....
Küçücük bir tabut içinde ise hiç tanıyamayacakları bir ömür vardı. Gökyüzü ise griydi. Yağmur yağmıyordu ama bulutlar keder taşıyordu.
Mezarlık sessizdi. Gökhan diz çökmüştü toprağın başında. Elleriyle kapadığı mezar çukuruna uzun süre baktı.
Feraye, bebeği Barlas’ın göğsüne koyduğu ultrason fotoğrafını hâlâ ellerinde tutuyordu.“Sana bir hayat borçluyduk oğlum… seni koruyamadık…” diyerek feryat figan ağlıyordu, bastonla zorla yürüyerek geldi, tabutun önünde dizlerinin bağı çözüldü, bedenini Gökhan tuttu.
"Onu benden çok çabuk aldılar..." dedi kısık bir sesle Feraye. "Ben ona iyi bir anne olamadım..."
Kalabalıktan bir kadın mırıldanarak "Allah sabır versin..., cennette kavuşursunuz onunla inşallah..." dedi.
Feraye başını kaldırdı, gözyaşlarıyla "Ben oğlumu istiyorum. Cenneti değil." diyerek kadına bağırdı.
Büyük bir sessizlik çöktü. Hoca ise dua etmeye başladı.
Yağmur başlamıştı. Küçük bir can toprağın altına girdikten sonra, gökyüzü bile ona, yani Barlas Efe'ye ağlamıştı.
10 Haziran 2003, Ankara
Güneş yükselmiş, lunaparkın neon ışıkları gökyüzüne renkli kıvılcımlar fırlatıyordu. Havanın içindeki pamuk şeker kokusu, çocuk çığlıklarına karışıyordu. Arya, küçük ellerini havaya kaldırmış, dönen atlıkarıncayı hayranlıkla izliyordu.
Kumral saçları rüzgârda uçuştukça, gözlerindeki kahverengi pırıltı daha da belirginleşiyordu. Kalabalığın içinde yanlızdı, tek başına elinde bir peluş ayıyla dönme dolabın önünde duruyordu. Henüz 5 yaşındaydı.
Anaokuluna gidiyordu Arya, öğretmenleri yıl sonu etkinlikleri dolayısıyla onları lunapark'a getirmişti, herkes gülerek oynarken onları soğuk bir ifadeyle izliyordu, buradaki oyunlar ve oyuncaklar ona çok saçma geliyordu ve sevmiyordu, bu gezi'ye de amcası Bülent'in zoruyla gelmişti.
"Gerizekalılar!" dedi homurdanarak Arya sadece.
Tam o anda, o kadar kalabalığın arasında başka bir kız çocuğu belirmişti: 6 yaşındaki Zeynep İzgi.
Kumral saçları omuzlarında dans ediyordu. Ela gözleri doğrudan Arya’nın gözlerine kilitlenmişti.
Zeynep, sanki onu yıllardır tanıyormuş gibi sabit bir bakışla ilerliyordu. Ama yüzünde... tarifsiz bir ifade vardı.
Sanki bu hayatta olmayan biri gibiydi Arya, sessiz, donuk ve… tanıdık.. Geride sadece boşluk kalmıştı.
İkisi de birbirine birkaç saniye boyunca baktı. Zeynep’in üzerindeki beyaz elbise rüzgârla dalgalandı. Adım atmadı, konuşmadı. Sadece baktı.
Arya, o günü hiçbir zaman unutmayacaktı. Çünkü yıllar sonra o ela gözleri tekrar görecekti.
7 Ay Sonra- Ağustos 2025/İstanbul :
Zeynep İzgi'nin (Mermi) Ağızından;
"Yedi ayda çok şey değişti sevgili günlüğüm, Atlas artık kalbime daha yakın… Ve ben ilk defa birine bu kadar çok güveniyorum."
Atlas kapıdan içeri girdi. Göz göze geldik.
Atlas hafifçe gülümseyerek "Yine kendi kendine mi konuşuyorsun? İzgi" diye sordu.
Gülümseyerek "Senin sessizliğini bile yazmak güzel Atlas… Öyle bakma, sen konuşmadan da kalbimi duyuruyorsun zaten". dedim.
Atlas bana yaklaştı, alnıma dokundu "O zaman susayım, sen yazmaya devam et" dedi ...
Bazı insanlar karanlıktan yapılır. Atlas, tam olarak buydu. Ama içindeki o karanlıkta beni hep koruyan bir ışık vardı. Bir gün bana baktı ve şöyle dedi: "Gözlerin… bana yeniden doğmayı öğretti İzgi"...
Atlas bana ilk defa “Benimsin” dediğinde, dünya durdu sandım. Gözlerindeki karanlık bile beni korkutmadı. Onun içinde iyileşmeyen bir yara vardı ama ben oraya dokunmayı seçtim. Sevmesini öğretmedim, onunla öğrendim. Atlas bana "Sana bir şey olursa, ben de ölürüm. Bunu bil sadece" demişti. Bu bile beni delilercesine sevdiğinin kanıtıydı.
O an sadece gözlerine baktım. Kalan her şey susmuştu.
Yazar'ın Ağızından;
Bilgisayar ekranında satır satır kodlar akıyor, Arya’nın parmakları klavyede dans ediyordu. Hacker kimliği gizliydi ama yetenekleri artık bir sır değildi.
Kapıyı tıkladı Rüzgar, Arya'nın odasına girdi.
Rüzgar "Senin gibi biri neden hâlâ yalnız?" diyerek sordu.
Arya başını çevirdi. Gözleri hafifçe Teğmen'e döndü. Sonra bilgisayarının ekranını kapattı.
Rüzgar "Koskoca sistemleri çökertiyorsun ama sosyal biri olmaya gelince… 'Arya.exe durduruldu mu?' diyorsun" diye sordu.
Arya gülümseyerek cevap verdi "Kodlar sessizdir Teğmen. İnsanlar gereksiz sesli".
Rüzgar heyecanla "Seninle konuşmak kolay değil Arya… Ama hep istedim" dedi.
Arya Rüzgar'ın dediklerine yavaşça gülümsedi
"Sen de güzelsin Rüzgar" dedi aynı heyecanla.
Rüzgar şaşırarak "Ne?" dedi bağırarak.
Arya kekeleyerek "Yani... içten. Temiz. İnsan gibisin Rüzgar" dedi.
Arya bir süre durdu, sonra "Sen bana bir bağlantı gibi görünüyorsun Rüzgar. Kırılmaz ama test edilmemiş" dedi.
Rüzgar Arya'ya yaklaşarak
"Deneyelim mi?, beraber bir arkadaşlık bağlantısı kuralım mı Arya?" dedi merakla.
Arya gülerek "Olur Teğmen, arkadaş olalım" dedi sadece.
Rüzgar Arya'nın gözlerinin içne baktı, içinden "Seninle arkadaş olmak… çok zor olacak Arya. Ama deneyeceğim" dedi.
Arya gülümsedi. Kodu kaydetti.
İlk defa bir 'Arkadaşlık algoritması' çalıştırmaya karar verdi.
Atlas Sezgin'in (Şimşek) Ağzından;
Kapıyı açtım. Karşımda, valizinin sapına sıkı sıkı tutunan, kızıl saçları güneşte parlayan bir kadın vardı. Gözlerinin rengi Rüzgar'ınki gibiydi, sessizdi ama içindeki yaşam sevinci parlıyordu.
Adım atınca çekinir gibi olmuştu. Hayat ona çokça susmayı öğretmişti belki de. Ama bir bakışıyla içimizi kazıyacak kadar derindi. Ama ben görüyordum, içindeki karışıklığı. Belki de biraz bana benziyordu.
Elimi uzatarak "Hoş geldin. Ben Atlas. Burası yeni evin. Huzur bulmak için değil, savaşmak için geldin" dedim.
Şevval utangaç bir şekilde "Ben sadece... iyi biri olmaya geldim Atlas bey"dedi.
Başımıı eğdim, içimden “Umarım bu ev seni değiştirmez Şevval. Sen bu evi değiştirirsin”
dedim.
Yanımdaki Rüzgar'a döndüm
"Rüzgar, bu Şevval. Artık bizden biri. Onunla sen ilgileneceksin." dedim.
Rüzgar homurdanarak "Şaka mı bu? Niye ben komutanım?" diye sordu.
"Çünkü sen en sabırlı olanımızsın. O da biraz... çekingen" diyerek Rüzgar'a izah ettim.
"İnsanlara ikinci şans veren biri olduğunu biliyorum. Ona bunu sen vereceksin." diyerek ekledim.
Rüzgar uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra ise başını kurbanlık bir koyun gibi eğdi, bu kabul ettiğinin göstergesi olmuştu.
Şevval mahçup bir şekilde "Ben Şevval, bu evin insanlarına ve size uyum sağlamaya çalışırım Atlas bey" dedi.
Gülümsedim. Ama o bilmiyordu… bu evde insanlar gürültüden daha tehlikeliydi.
Zeynep İzgi'nin (Mermi) Ağzından;
Atlas yeni gelen kızı göstererek
"İşte bu Şevval Korhanlı. Yeni doktorumuz, kızlarla aynı odada kalacak" dedi soğuk bir ifadeyle.
Şevval masaya geldiğinde ise herkes susmuştu, bir şeyler söylemeye çalıştığında ise kimse yüzüne bakmamıştı.
Şevval çekinerek "Ben… şeyy..." dedi.
Kağan alayla "Sen mi? Bizimle anlaşmak? Hahaha, iyiymiş bu Şevval" dedi.
Miran soğuk bir şekilde "Şaka mı yapıyorsun? Seni tanımıyoruz bile Şevval" dedi.
Arya dudak bükerek "Zaten fazla konuşuyorsun Şevval, burada fazla konuşanı sevmezler" dedi.
Rüzgar kısa bir şekilde "Yeterli" dedi sadece.
Arya sert bir şekilde "Zaten yeterince ses var evde. Cıvıltıya gerek yok" dedi.
İçimde bir şey kıvranmıştı. Onun yalnızlığı... bana geçmişimi hatırlatmıştı.
Yüksek sesle "Şevval! Gel, benim yanımda yer var" dedim ve yanımdaki sandalyeyi gösterdim.
Kimse bir şey demedi. Ama Rüzgar gözlerini kaçırdı, Arya dudak büktü.
Arya alaycı bir gülümsemeyle "Yeni biriyle arkadaş olmak... her zaman bu kadar kolay mı?" diye sordu bana.
"Bazen birini sevmek için onu tanımaya gerek yoktur Arya. Bazen sadece... hissetmek yeter" dedim gülümseyerek.
Bahçede ağlayan Şevval’in yanına geldim ve ona bir fincan papatya çayı uzattım.
Samimi bir şekilde "Onlar seni tanımıyor. Ama ben seni görüyorum, Şevval. Kalbini..." dedim ve elimi Şevval'in omzuna koydum.
Şevval mahçup bir şekilde "Ben... hep yanlızdım. Şimdi bile kalabalık içinde yanlız gibiyim" dedi.
Gülümseyerek "Bundan sonra değilsin Şevval. Çünkü Biz arkadaşız" dedim.
Şevval "Sen farklısın" dedi.
Gülerek "Hayır. Ben yalnızları yanına alanlardanım Şevval" dedim.
Şevval gözleri dolarak "Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum Zeynep" dedi.
"Ben de bir zamanlar dışlananmıştım Şevval Şimdi sıra sende. Birlikte geçecek" dedim.
Biz sohbet ederken. Arya ise bize uzaktan bakıyordu, gözlerinde kıskanç bir kıvılcım vardı. Sonra içeri girip kapıyı hızla çarptı.
Şevval çekinerek "Ben yanlış bir şey mi yaptım?" diye sordu.
Gülümseyerek "Senin bir suçun yok Şevval, korkmana gerek yok, ben senin yanındayım" dedim.
....
Annem ve babam eve geldiler.
Annemin elini tuttuğumda çocuk gibi hissettim. Babamın gülümsemesi ise hep aynıydı: güvenli, değişmeyen.
Annem "Kızım! Ne güzel olmuşsun… büyümüşsün sanki daha da. Burayı çok sevdim. Atlas da yakışıklıymış…" dedi bana takılarak.
"Anne!" dedim gülerek.
Elimdeki çay tepsisiyle salona girdim. Annem, pencerenin önünde oturuyor, rüzgârda dans eden perdeye bakıyordu. Babam ise gazetesini katlamış, sessizce beni izliyordu.
“Sadece iki gün kalabileceğiz kızım.” dedi babam. “Bahçeyle ilgilenmem lazım Trabzon’da. Fındık zamanı geldi.”
“Biliyorum baba. Sizi görmek bile bana iyi geldi.” dedim gülümseyerek.
Annem başını çevirdi. Gözleri benim yanımdan hızla geçen Arya'ya baktı. Bir anda donakaldı. "Arya mı o?” diye sordu.
Annemin Arya'yı tanımasına şaşırmıştım, şaşkınlıkla annem'e dönerek. “Evet. Gelin tanışın, kendisi benim en yakın arkadaşım.” diyerek Arya'yı tanıttım.
Annem ayağa kalktı. Ama gözleri bomboştu.
“Onunla… daha önce karşılaştım ben…” dedi.
Babam hemen annem'in yanına geldi.“Nazlı?” dedi.
Annem Arya’ya yaklaşırken sesi titriyordu. “Senin annen… Feraye Demirci değil mi?” dedi.
Arya, olduğu yerde kaldı. Göz bebekleri büyüdü. “Evet… ama siz onu nereden tanıyorsunuz?” diye sordu.
Annem, adım atamadı. Terlemişti. Dudakları kuruydu, bir anda durdu.
Arya’nın arkasında beliren Feraye’yi gördü. Gözleri dolu dolu oldu.
Feraye'nin hayaleti "Nazlı…" diyerek seslendi.
Annem kendi kendine "Feraye…?" dedi.
Feraye'nin hayaleti soğuk bir şekilde
"Kızımı koru, Nazlı. Benim hatalarım onun kaderi olmasın" dedi.
Feraye'nin hayaleti yine aynı şekilde
"Nazlı… kızımı koru. O bizimkinden daha karanlık bir kader taşıyor" dedi.
Annem titreyerek
"Sen… sen ölmemiş miydin?" diye sordu.
Feraye'nin hayaleti gülümseyerek
"Ben onun gözlerinde yaşıyorum" dedi.
Feraye'nin hayaleti gözleri dolu bir şekilde
"Arya’ya bulaşma Nazlı. O senin kefaretin" dedi.
Annem şaşkınlıkla "Sen… sen gerçek değilsin…" dedi.
Feraye'nin hayaleti "Arya’yı koru. Ona ulaşmaya çalışıyorlar. Gabriel…" diye sayıkladı.
Annem kekeleyerek "Ben… onu korurum. Söz" dedi.
Feraye'nin hayaleti "Sözünü unutma, Nazlı. Çünkü bu söz... Ağır bir bedelle ödenecek" dedi.
Feraye’nin hayaleti sakin, yankılı bir şekilde
"Unutma ! zamanın yarası kapanmaz Nazlı. Sadece kabuk bağlar" dedi.
Feraye'nin hayaleti yavaşça kayboldu. Annem ise sessiz bir şekilde yere çöktü.
Yazar'ın Ağzından;
Nazlı İzgi ve Mehmet İzgi 2 gün kaldıktan sonra Trabzon'daki evlerine geçiyorlardı.
Nazlı ve eşi valizlerini taşırken kızları Zeynep boyunlarına sarıldı
Zeynep hayıflanarak "Keşke biraz daha kalsaydınız…" dedi.
Nazlı uyarıcı bir ses tonunda "Kızım... bu evde. Dikkatli ol" dedi.
Zeynep gülümseyerek "Tamam anne sizde kendinize dikkat edin" dedi.
....
Trabzon'da akşam olmuştu, Mehmet İzgi ona gelen bir telefon sebebiyle aceleyle evden çıkmıştı.
Nazlı ise tek başına mutfakta çay dolduruyordu. Evin kapısı açıldı. Gabriel Wallace sessizce içeri girdi, Siyah bir takım elbise giymişti, Elinde ise susturucu takılı bir tabanca vardı..
Nazlı şok içerisinde "Kimsin sen?" diye sordu.
Gabriel Nazlı'ya yaklaşarak "Ben geçmişinin sesiyim Nazlı İzgi. Arya’nın benden sakladığı şifreyi istiyorum" dedi.
Nazlı korkudan kekeleyerek "Bilmiyorum... bilmiyorum!" dedi.
Gabriel susturucu takılı tabancasını çıkardı
"Yalan söylüyorsun. Arya, bu kodu üç parçaya böldü. Birincisi ise sende" dedi tıslayarak.
Nazlı'nın ela gözleri doldu "Yalvarırım yapma…" dedi sadece.
Gabriel daha da yaklaştı, soğukça
"Feraye Demirci’nin ve Gökhan Demirci’nin sana selamı var" dedi.
Nazlı’nın gözleri büyüdü. Bir el silah sesi duyuldu. Nazlı yere düşerken gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
Gabriel Soğuk ve duygusuz gözleriyle Nazlı İzgi'nin cesedine baktı son kez. Nazlı'nın kanı, mutfağın beyaz seramiğine yayılmıştı ve evden sessizce çıkıp gitti.
Bir sırrı daha karanlıkla gömmüştü Wallace.
Feraye’nin hayaleti sessizce belirdi, arkasına bakmadan giden Gabriel’e bakarak "Karanlığın sandığın kadar güçlü değil, Wallace, asla da olmayacak..." dedi.
~~~
Bölümü nasıl buldunuz?
Umarım beğenmişsinizdir. Hoşçakalın sağlıcakla kalın 🍀
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |