Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Kurtların Hanesi

@azediala

BS 177

Rovakos

Livahia Kalesi

⊱ ♛ ⊰

Güneş ışıkları tüm yeri ve göğü aydınlatırken çok kısa bir sürede göğü kara bulutlar kaplamış, yağmur haber verme zahmetine bile girmeden, aniden toprağa düşmüştü. Yağmur bulutlularıyla birlikte gelen fırtına camları dövüyor, uğultularıyla varlığını haykırıyordu.

Kuzeylilerin inancına göre yağmur, ölümün habercisiydi. Gök ölen adına ağlar, yer ise yasını tutardı. Bu inancın doğrulu nedir, bilinmezdi fakat bu yağmur gerçekten de ölümü yanında getirmişti.

Livahia Kalesi sakinleri, Kral Einarr'ın ölüm haberi ve bu haberin yanında gelen kaos ve telaşla başlamıştı güne. En yüksek rütbelisinden en düşüğüne kadar herkeste ya keder ya da telaş vardı.

Haberi ilk alan Prenses Inola olmuştu. Rosvidon Sarayındaki dostu, ve aşığı, Sör Elster tarafından yazılmış bir mektup, gizlice bir ulakla ona ulaştırılmıştı. Mektupta babasının aslında günler önce vefat ettiği fakat karısı Leydi Aelia ve konseydeki yandaşları tarafından bunun saklandığına dair tahminler bulunmaktaydı. Gerçekliği belli değildi ancak Prenses Inola bu ihtimale kesin olarak inanırdı ve inanıyordu da.

"Leydi Anne," dedi onun hizmeti için bir köşede bekleyen, on beş yaşlarındaki uzun boylu genç kıza. "Hemen Kont Hansen'i ve kardeşim Prens Calen'ı bulup Rosvidon'dan önemli bir haber geldiğini ve onları çağırdığımı haber edin. Her ne ile uğraşıyorlarsa bırakmalarını da. Bu haber bekleyemez."

Leydi Anne eğilip hızlıca odadan çıkarken Prenses Inola yağmur damlalarının ıslattığı camdan dışarıyı izledi. Bir an önce dayısı Kont Hansen ve erkek kardeşiyle bu konuyu konuşup planlara başlamalıydılar.

Kral babası Einarr vakti zamanında ilk eşi, ve anneleri de olan Leydi Camilla'yı erkek kardeşiyle ilişki içerisinde olması nedeniyle boşamaya çalışmış ve güç bela da olsa başarmıştı. Kanıt olmaması nedeniyle Hajavra, boşanmayı onaylamamış fakat Kral babası metresi Aelia ile evlenebilmek için en sonunda Hajavra ve onun inançlarını reddederek eski Kuzey tanrılarından başkasına itaat etmeyeceğini belirtmiş, Kuzey inançlarına uyarak metresiyle evlenmeyi başarmıştı. Bu evliliğe neden olan bir diğer önemli etken de Aelia'nın, babasından hamile olmasıydı. Kral, metresinin ona bir erkek evlat bahşedeceği ihtimalini de değerlendirmişti ve bir piç yerine yasal varisine bırakabilirdi tahtını.

İşin aslı ise iddia edildiği gibi bir ilişkinin olmamasıydı. Ne var ki Kral Einarr bunu kabul etmemiş ve eski karısının onu ensest bir ilişkiyle aldattığını ve Prens Calen'in de onun oğlu olmadığında ısrarcı olmuştu. Saraydaki en güçlü ailelerden birine mensup olan Leydi Aelia ve onun yandaşları da bu hikayeye inanıp yaymaktan çekinmemişti.

Öte yandan Leydi Camilla ve destekçileri de dahil olmak üzere Prenses Inola, ne Leydi Aelia'yi Rognesvik Kraliçesi olarak görmüş ne de ondan doğan çocuğu yasal saymıştı. Kardeşi, ve kabul etmese de Prens ünvanını taşıyan, Prens Johan Prenses'in gözünde ne olursa olsun hâlâ bir piçti. Gerçek Kraliçe Leydi Camilla'ydı. Destekçileri onun ne kadar dinine bağlı ve iffetli bir kadın olduğunu biliyor, aksini reddediyorlardı.

Prenses Inola, tüm bu iftiraların ve yalanların Leydi Aelia ve ailesi tarafından bizzat Kral'ın kulağına fısıldanmış bir iftira olduğuna emindi. Sonuçta herkes gibi onlar da tahta yaklaşmak istiyorlardı ve bunu başarmışlardı da. Babası zihinsel olarak çok sağlam bir kral olmamıştı. Tıpkı ataları gibi inatçı ve biraz da deliydi hep. Sabit fikirlerinden asla vaz geçmezdi. Leydi Aelia için onu kandırmanın zor olmadığına emindi. Birkaç güzel söz, bu sözler arasına sıkıştırılmış kuşkulandırıcı fısıltılar ve bacak arasının sıcaklığı... Babasının aklını başından almak ve kendi yanına çekmek için gerekli olan her şey. Bir taşla iki kuş.

Ancak babası gerçekten de öldüyse artık çekinmelerini gerektiren hiçbir sebep kalmamış demekti. Fısıltılar yüksek çıkan seslere dönüşebilir ve kardeşinin hakkı için rahatça savaşabilirlerdi. Gerçek Kraliçe Leydi Camilla'ydı ve tahtın asıl varisi de kardeşi Prens Calen'dı, piç Johan değil.

Üstelik Prens Johan da babasından daha beterdi. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu fakat son gördüğünde çocuk tam bir zorba ve vahşinin tekiydi. Dostu, aşığı, biricik sevgilisi Sör Elster'dan gelen mektuplarda da aksi yazmamıştı hiçbir zaman. Sör Elster bazı zamanlar Johan'ın tam bir deli olduğunu ve tahtın ona geçmesi durumunda Rognesvik'i kötü günlerin beklediğini yazıp dururdu. Bu yakınmaları, bir bakıma Prens Calen'ın hakkı olan taht için savaşmasını dilediği anlamına da geliyordu ve Inola bunu anlamakta zorlanmıyordu.

İşte bu yüzden tahta Calen geçmeliydi. Johan önce doğmuş olabilirdi ama sonuçta bir piçti ve deliydi. Taht için her bakımdan yetersizdi. Öte yandan erkek kardeşi Calen ise vakti geldiğinde, yani tam olarak bugünlerde halkın ve asillerin ona destek olacağı umuduyla yıllarını çalışarak geçirmiş, her yönden geliştirmişti kendini. Bu süreçte o ve dayısı da onun yanında olmuş, her anlamda desteklerini esirgememişlerdi.

Leydi anneleri Camilla ise bu uzun süreçte zihinsel olarak o kadar yıpranmıştı ki hastalıklar peşini bırakmaz olmuş, toparlamakta her geçen gün daha da zayıflamıştı. En sonunda ise geçirdiği ateşli hastalığın pençesinden ne yazık ki kurtulamamıştı. Ne bedeni, ne de zihini savaşacak gücü tüketmişti. Annelerinin ölümünden bu yana da kardeşinin arkasında Inola duruyordu bir anne misali. Halbuki o da bir çocuktu ve ne var ki kardeşini savunup koruma arzusu onu büyütmüştü.

Inola tüm bu olanları düşünerek geçmişte kaybolmak üzereydi ki odasının kapısı aniden muhafızlar tarafından açıldı ve içeriye dayısı Kont Hansen'le kardeşi Calen fırtına gibi girdi. "Kızlar, bizi yalnız bırakın." dedi hemen ve emriyle leydileri, birbirlerine tutunmaya çalışan, bir arada kalmaya çalışan bu aileyi odada yalnız bıraktılar.

"Mektup gelmiş," diyerek söze girdi Kont Hansen. Yüzündeki telaştan Kral ya da piç Johan ile alakalı bir haber geldiğini anladığı belli oluyordu. Diğer türlü Rosvidon sarayından gelebilecek herhangi bir haber bu kadar önemli olmazdı.

Prens Calen ise dayısına göre çok daha soğukkanlı duruyordu ancak titreyen gözlerinden aslında ne kadar endişeli olduğu belli olabilirdi. "Kim göndermiş mektubu? Ne diyor?" diye sordu sakince. Telaş yapmak sadece ayaklarının dolaşmasına ve planlarını batırabilecek hamleler yapmalarına neden olurdu.

"Sör Elster, Saraydan haberler yolladı. Diyor ki," Gözlerinin yanmaya başladığını hissettiğinde bu kadar duygusal olduğu için kendine öfkeyle lanetler okudu. Daha cümlesinin devamını getirmemişti bile ama şimdiden gözleri dolmaya başlamıştı. Bu kadar zayıf olmaktan nefret ediyordu. "Babam ölmüş. Duyurulmuş. Babamın birkaç gün önce öldüğünü ve bunu günlerdir sakladıklarından şüpheleniyor. Ayrıca Sarayda, cenazeden sonra Johan'ın taç giyme töreni için hazırlıklar yapılmaya başladığını ve tüm sarayın kimi destekleyecekleri konusunda yoğun bir atmosfer içinde olduğunu da söylüyor."

Elindeki açılmış mektubu okuması için dayısı Kont Hansen'e uzattı. Kont Hansen dikkatle ve hiç acele etmeden her bir cümleyi tekrar tekrar okurken Calen şöminenin yanındaki, arkalığına kurt sembolü işlenmiş ahşap savonarola koltuğa oturdu.

Yıllardır sabırla beklediği, uğruna çalıştığı günler gelmişti. İçerisinde bulundukları kaosun artık çok daha yakıcı olduğu düşünülürse bir yanı gelmemiş olmasını da diliyordu ancak söz konusu onun hakkı ve Rognesvik'in kaderiydi. Piç kardeşi Johan'ın ellerinde koca krallığın zavallıca yok oluşunu izlemeye hiç niyeti yoktu.

"Bizim de harekete geçmemiz gerek hemen. Kimlerin bizi desteklediğini öğrenmeli ve savaşacak şovalye ve askerler toplayıp bizzat sarayda neler yapabileceğimizi konuşmalıyız." dedi Inola acilen bir konsey kurmaları gerektiğini düşünerek.

"Johan'ın aptal olduğunu herkes biliyor ve bu işlerine gelir. Aelia ve destekçilerinin sayısı küçümsenemez bu yüzden." dedi Kont Hansen. Destek için Kuzey'den fazlasına ihtiyaç duyabilirlerdi. "Hajavra'ya danışalım derdim fakat babanızın eylemleri yüzünden Hajavra ne kadar destek olur bilemiyorum."

"Bir süredir aklımda olan bir fikir vardı," dedi Inola asıl meseleye gelerek. Şimdi Calen de dikkatini ona vermiş, dinliyordu. "Diğer krallıklardan yardım talep edelim. Hiç dostumuz yok mu? Bize az da olsa destek olabilecek birileri?"

"Krallıkların dostu yoktur ve çakallar her zaman açtır." dedi Calen acı bir şekilde. Ablasının yüreğindeki iyi niyet sözlerine de yansıyordu. Onun bu denli nazik oluşunu seviyordu fakat konu politika olunca nezaket tüm önemini ve güzelliğini yitiriyor, kulağa aptallara özgü bir özellik gibi geliyordu. Ablasının naif sözleri herhangi bir Krallık için geçerli değildi ne yazık ki. "Elbette mantıksız bir fikir değil ancak pek umut vaat eden bir fikir de değil."

Kont Hansen yeğeninin –ya da artık kralı demeliydi– sözlerine hak verdi. Özellikle de kendi babalarından bile böyle bir darbe almışken onlar için hiçbir anlam ifade etmeyen başka krallardan yardım dilemeleri pek umut vermiyordu.

"Herhangi bir krallıktan bahsetmiyorum. Elbette seçenekleri değerlendirmeliyiz fakat..." Aklındaki isim gerçekten umut vaat edebilirdi. "Kassalbarg'a yazalım."

"Kassalbarg mı?" dedi Calen şaşırarak. Başka bir vakit olsaydı eğer ablasına gülüp dalga geçebilirdi ama içinde bulundukları durum bunun için fazla ciddiydi. "Güneye mi? Baş düşmanlarımıza."

"Annem birkaç yıl önce Kraliçe Brigit Urahorn'u buraya davet etmişti. Büyük kızlarından biriyle geldiğini anımsıyorum. Hoş bir kadındı ve Güney'in her zaman barışa açık olduğundan, Kral kocasının en büyük arzusunun bu olduğundan bahsediyordu. Ayrıca yanlışım varsa beni düzeltin, Kral Auron Urahorn kendi krallığında hükmü en uzun süren kral değil mi? Ona İyi Kral Auron dediklerini duydum. Şansımızı denemeye değer. En azından hiçbir şey yapmamaktan iyidir."

Calen, ne tepki verdiğini görmek için dayısına döndü. Adam düşünüyordu. Çok geçmeden de sessizliğini bozdu:

"Inola haklı olabilir. Pek bilgim yok lâkin Güney'in Lordu İyi Kral Auron'un namını ben de duydum. Ondan öncekilerin aksine daha bilge ve barışçıl olduğunu söylüyorlardı."

"Peki Kuzeyli lordlar bunu onaylayacak mı? Bunu da düşündünüz mü bari?" dedi Calen siniri bozulmuş bir şekilde. Güneylilerle bir sorunu olmayabilirdi ancak Kuzey ve Güney'in ilişkileri hiçbir zaman iyi olmamıştı. Güneyden yardım alırken Kuzeyli lordların desteğini kaybetme riskine girmek istemiyordu. Zaten herkes açgözlüydü ve kimse onu ya da onun hakkını önemsemiyordu. Tek düşündükleri tahttı. Tahtta kendi kıçlarının ya da kendi kuklaları olabilecek birinin oturabilecek olmasıydı.

"Onaylamak zorundalar!" dedi Inola hırçınlaşarak. Mektubun içeriğini açıklarkenki duygusallığı kaybolmuştu. "Eğer her şeyi Johan aptalına bırakıp Kuzey'i bitirmek istiyorlarsa yapabilirler tabi."

"Bunu değerlendirmekte fayda var fakat henüz değil," Kont Hansen öncelikli olarak ilk yapmaları gerekenlere odaklanmayı hedefliyordu. "Önce hangi Kuzeyli hanelerin bizi destekleyeceğini öğrenelim. Ne kadar şovalye ve asker talep edebileceğimizi görelim. Ardından lordlarla bir araya gelir ve Güneyden destek alma konusunu açarak ortak bir karara varmaya çalışırız."

"Güneyi son kozumuz olarak kullanalım, diyorsun yani?" diye sordu Inola. Dayısı haklı olsa da, o sabırsızdı.

"Kesinlikle."

Ve sustular.

Odaya derin bir sessizlik hakim oldu. Prens Calen ateşi yanmayan şömineye doğru dönmüş ve muhtemelen dalıp gitmişti. Prenses Inola ise tekrardan camdan dışarıya seyre dalmıştı.

"Ben en iyisi sizi yalnız bırakıp gerekli ayarlamaları yapmaya başlayayım."

Kont Hansen, babalarının da ölümüyle tamamen yalnız kalmış iki kardeşi odadan çıktığında yalnız bıraktı. Konuşacak şeyleri olduğuna emindi. Birbirlerine açılıp kendilerini rahatlatmalı ve içlerindeki kederi az da olsa dökmeliydiler.

Öyle de oldu.

Kont Hansen odadan çıktıktan sonra çok geçmeden Inola kardeşinin yanına, boştaki ahşap savonarola koltuğa oturdu. Söze başlamadan önce ellerini birbirine sürttü ve kardeşine döndü.

"Nasıl hissettiğini sormalı mıyım?" diye sordu çekinerek. Calen sessiz biriydi ve Inola onun ayrıca biraz utangaç biri olduğunu da düşünüyordu. Aynı zamanda fazla soğukkanlıydı da ancak bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna emin değildi. Bazı zamanlar fazla hissiz ve duygusuz gibi görünmesine neden oluyordu bu yanı.

"Belli etmiyor olabilirim ama gerginim, Inola. Kafamda o kadar çok dolanan soru var ki! Bu süreci nasıl atlatacağımızı," bir an için güler gibi oldu. "Ya da atlatıp atlatamayacağımızı merak ediyorum. Tuhaf bir şekilde ölümle burun burunaymışız gibi hissediyorum ve bunu düşündükçe ölmek istemediğimi, ölümden korktuğumu anlıyorum."

Bir baş sallamasıyla kardeşini onayladı Inola. "Ben de senden farksız değilim. Biliyorsun, yaşım geldi de geçiyor neredeyse. Bugün olmazsa yarın seni bırakıp gitmek zorunda kalacağım ve inan bunu hiç istemiyorum. Seni burada yalnız başına, çakallarla tek bırakmak istemiyorum."

Calen anlamayarak ablasına döndü. Sormadı ancak sorgular bakışları yetiyordu zaten.

"Taliplerimin sayısı her geçen gün artıyor ve artık bir seçim yapmak zorundayım. Eskiden tek dileğim kendi seçtiğim biriyle olmaktı fakat senin için tercihlerimi değerlendirmem gerekecek."

Calen bir şey diyemedi. Ablasının arzusunu yerine getirmesini en az onun kadar çok isterdi fakat şu an içinde bulundukları durumun ciddiyetini düşününce her biri elini taşın altına koyup bazı fedakarlıklar yapmak zorundaydı. Daha önce bu konu hakkında özellikle düşünmemişti ama o da tıpkı ablası gibi kendi seçtiği biriyle evlenmeyi tercih ederdi. Ne var ki bu noktada ikisi için de mümkün değildi bu. Kuzeyli haneleri kendi saflarına çekebilmek için ikisi de stratejik bir evlilik yapmak zorundaydılar, ya da bir krallıktan destek alabilmek için. Ablasının böyle bir zorunluluğu yoktu, onu zorlamak istemezdi ancak belli ki Inola bu konuda kendini sorumlu hissediyordu.

"Zorunda değilsin, Inola... Eğer istemezsen, seni zorlamak istemem. Anlayışla karşılarım."

Calen'ın sözleri Inola'yı memnun etmedi. Aksine, başka bir zaman söyleseydi bunu, ona öfkelenebilirdi. Şimdi düşünceli olmanın zamanı değildi. Hiçbir zaman değildi. Onlar asillerdi. Kral'ın çocuklarıydı. Kendi yüreklerinin sesini dinleme lüksleri yoktu çoğu zaman. Dünyaya geliş amaçları, zamanı geldiğinde krallığın doğru şekilde kullanabileceği birer politik silah olmaktı.

"Bu sözleri bir daha söyleme, Calen! Yıllardır seni tahta çıkarmak için çabalıyoruz. Evet, sevdiğim biriyle evlenmek istiyorum ama sen bu kadar çabalamışken, annemiz haksız yere suçlanıp acı ve kederden ölmüşken kendi zevklerim uğruna tüm bu uğraşları mahvedemem."

Calen ablasına baktı ve fedakarlığı için ona bir kez daha minnet duydu. Leydi annesinin vefatından sonra Inola'nın omuzlarına binen yükü görmek hiç zor olmamıştı ve bugüne ne kadar yaklaştılarsa, o yük de o kadar ağırlaşmıştı. Kızın artık kendini düşünmeyi bırakıp sadece onu düşündüğünden bile şüphelenir olmuştu zaman zaman.

"Üzgünüm, Inola. Düşüncesizlik ettim." Oturduğu yerde biraz öne kaydı ve ablasının ellerini güven verircesine sıktı. "Verilen tüm bu çabaların bir hiç olmasına izin vermemeliyiz."

Prenses Inola kardeşinin bir şekilde cesaret bulmaya çalıştığını fark etti o an ve ne diyebilirdi ki? Ne kadar çalışmış olsa da kardeşi hâlâ tecrübesiz ve toydu. Bu yüzden ikisi de yıllar önce başlayan bu savaştan ve bu savaşı verirken yapacaklarından korkuyorlardı. Onları bekleyen koas dolu günler, aylar, yıllar vardı. Bu kaostan nasıl çıkacaklarını ise ancak tanrılar bilirdi.

"Cesaretini yitirme, sevgili kardeşim ve sakinliğini korumaya bak." Oturduğu yerden kalktı ve kardeşinin önüne geçti. Ellerini, Calen'ın yanaklarına götürdü ve alnını onunkine dayadı. "Korkunun sana hükmetmesine izin verme. Sen kurtların evladısın ve sürü elbet bir araya gelir."

Ve iki kardeş birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. Inola, Calen'i tam göğsünün ortasına bastırırken az önce tuttuğu yaşlarını salıverdi gözlerinden. Calen ise artık tahtın varisi olarak bundan sonra adım atarken tüm duygularını susturması gerektiğini hatırlatıyordu kendine.

Kardeşler bir süre, hiçbir şekilde konuşmadan öylece durdular. İkisinin de dudakları sanki ölüm sessizliğine mahkum olmuş gibiydi fakat kafalarının tam içindeki sesler susmak bilmiyordu. Dışarıda etrafı yıkan fırtınanın çığlıkları ikisinin de atmak istediği ama atamadığı çığlık olmuştu.

Prens Calen geri çekildi ve derin bir nefes aldı. Aralarında her ne yaşanmış olursa olsun Kral Einarr onların babasıydı her şeyden önce. Bu yüzden, özellikle de tahtın asıl varisi ve onun oğlu olarak, cenazesine katılmalıydı. Orada bulunmalı ve Johan'ın gaspçı olduğunu insanlara göstermeli, varlığını haykırmalıydı.

"Ben odama çekiliyorum, Inola. Cenazede orada olacağız, yani Rosvidon'a gideceğiz. Sen de hazırlıklara başlasan iyi olur."

Calen Inola'nın odasından çıktığında, dayısına önerdiği fakat son çare olarak başvurmalarını söylediği plan yeniden aklına geldi prensesin. Dayısı ve kardeşi Kuzeyliler'in desteğine şimdilik güvenmeyi tercih ediyordu ancak o, işlerin umdukları gibi gideceğinden hiç emin değildi. Her zaman bir sorun çıkardı ve bundan sonra da çıkmaya devam edecekti. Rognesvik olarak Hajavra ile olan dostane ve manevi bağlar eskisi kadar iyi değildi, özellikle de dini anlamda Hajavra reddedilip eski inançlara dönmeye başladıklarından beri fakat kuzeyde Hajavra ile bağları kuvvetli olan ve iki taraf arasında çıkabilecek her türlü koasu ve savaşı kendi lehlerine çevirebilecek güçlü haneler vardı. Üstelik metres Aelia'nın akrabaları da hâlâ Hajavra'yla gelen çok tanrılı dine inanıyordu. Aelia ve piç kardeşi Johan'a, Rognesvik'i tekrar Hajavra'ya bağlamak şartıyla destek çıkabilirlerdi. İşler bu noktaya gelirse, Kuzeyliler'in destekleri yetersiz kalırdı. Öyle ya da böyle bir krallıktan destek almalılardı ve rüzgârlar Güney'in, Turkuaz Deniz'le Uruara Ormanları'nı yanına almış Kassalbarg Krallığın'dan yöne esiyordu.

Ayağa kalktı ve masasının başına geçip, kardeşinin dediği üzerine hazırlık yapmaya karar verdi. Buna ilk önce önemli bir mektup yazmaktan başlayacaktı: Kassalbarg başkenti Caleborn'a, Meşe Sarayından Kral Auron Urahorn'a.

Hazırlıklarını yapmak üzere odasına doğru giden Prens Calen ise hizmetçilerine, eşyalarını hazırlamaları için emirde bulunacaktı fakat odasına girdiğinde kuzeni Leydi Jane'i görmeyi beklemiyordu.

"Jane," dedi sesindeki meraklı tınıyla. Kızın neden burada olabileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Acaba herhangi bir haber vermek için babası mı göndermişti onu? "Bir şey mi oldu?"

"İlk önce Inola'ya gidecektim ama sana gelmeye karar verdim," Jane kederle dudaklarını büzdü. Hepsi için beklenen vakit gelmişti. Bundan sonra nasıl sonuçlanacağını bilmeyecekleri bir iktidar savaşına gireceklerdi. Hem babasını kaybettiği hem de iktidar mücadelesi vereceği için kuzeni Calen için endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat tüm bu süreçte onun yanında da olmak istiyordu. Kaosun karanlığında onun ışığı ve huzuru olmak istiyordu. Bu zamana kadar bir arada büyümüşlerdi ve bundan sonra da bir arada, onunla olmak istiyordu. Duygularından Calen'ın haberi yoktu elbette, henüz.

Calen'ın karşısına geçti ve elini sıkıca tuttu. "Haberleri duydum. Tanrılar babana huzur versin, sevgili kuzen." Kuzeni tam gözlerine baktığında heyecanlanmaya başladı Jane. "Seninle olduğumuzu bilmeni isterim. Bu yola hep birlikte çıktık, sonunda da birlikte olacağız. Krallar yalnız olabilir fakat sen değilsin, olmayacaksın da." Gayet cesur ve özgüvenli bir kız olsa da Calen'ın yanında her zaman eli ayağı birbirine dolaşırdı. Ancak artık çekinmek istemiyordu. Bu sefer olmayacaktı. Cesareti olmasa da sonuçlarının ne olacağını umursamadan diğer elini sevdiğinin yanağına koydu. "Ne olursa, ne zaman olursa olsun seni desteklediğimi unutma lütfen. Sana yardımcı olmak için elimden ne gelirse yaparım."

Ve onu sevdiğini de eklemek istedi, tıpkı rüyalarında yaptığı gibi ama bunun henüz sırası değildi. Bu sefer de cesaret edemedi. O esnada Calen ise tüm bunların farkındaydı. Çok olmamıştı. Daha yeni yeni öğreniyordu ve bu konuda nasıl hissetmesi gerektiğine karar veremiyordu. Heyecanlı? Mutlu? Üzgün? Ya da kızgın mı olmalıydı?

Hiçbiri değildi. Bir şey hissedemiyordu. Elbette bir kızın gönlünde yer aldığı için ufak da olsa bir gurur kırıntısı vardı yüreğinde fakat kendini kuzeni Jane ile düşünmemişti hiç, bundan sonra da düşünebileceğinden emin değildi. Ona karşı hisleri kardeşçe duygulardan öteye gidemezdi. Gitse bile kime ne faydası olurdu? Taht mücadelesine giriyordu ve bu uğurda aşk evliliği tercihi olamayacağı için ne Jane'in ne de onun hisleri bir anlam ifade etmiyordu. Nasıl olsa imkansız bir aşk olarak kalacaktı kız için. Calen için ise unutmaya çalışacağı bir gerçek.

Jane'in ince elini yüzünden nazikçe indirip samimi bir şekilde sıktı. "Teşekkür ediyorum, kardeşim," dedi ona ümit vermemek adına. "Tek ailem sizsiniz ve beni yalnız bırakmadığınız için minnettarım. Ben de sizin arkanızda olacağım her zaman."

Jane hayal kırıklığı yaşamadan edemedi. Hislerinin karşılık bulacağına dair bir inancı olmamıştı ama yine de bazı güzel şeyler beklenmedik anlarda gerçekleşirdi ve Jane de bunun beklenmedik bir anda olabileceğini düşünerek teselli etmişti kendini hep. Calen'ı unutabileceğinden de emin değildi üstelik. Onunla sürekli yan yanayken nasıl unutabilirdi ki bu sevdayı?

"Ben seni yalnız bıraksam iyi olur," dedi az öncekileri söylememiş gibi davranarak. "Hazırlanmamız gerek ve senin de biraz yalnız kalman iyi olur. Bir sorun olursa buralardayız." Sesi daha mesafeliydi şimdi, Calen'ın onu reddetmesi canını hiç yakmamış gibi bir duruş sergilemeye çalıştı ama başarılı olduğundan pek emin değildi. "Müsaadenle."

Calen'dan sessiz bir onay aldığında yeni kralına reverans yaptı ve odasından çıktı. Calen ise şimdi babasının ölümü ve ölümünün neler getireceği düşüncesiyle sessizce yüzleşebilirdi. Yatağının ucundaki dev sandığa gitti eli. İçinde annesinden kalanlar ve annesinin onun için bıraktığı, bir gün bakmasını ve hatta kullanmasını istediği şeyler vardı. Çalışma masasına gidip çekmeceden sandığın anahtarını çıkardı. Daha önce hiç açmamıştı. Kral olduğunda açmasını tembihlemişti annesi ve ona verdiği söze sadık kalmıştı bugüne kadar. Artık kral oydu. Şimdi sandığı açabilirdi.

Anahtarı kilide sokup iki kere yana çevirdi ve sandık gıcırtıyla açıldı. İlk gördüğü şey koca bir boşluktu. İçinde çeşitli mektuplar da dahil olmak üzere annesine ait olanlar dışında onu ilgilendiren bir şey yok gibiydi. Bir şey hariç. Sandığın en altında siyah bir örtüyle sarılmış bir şey vardı. Uzun ve ince bir şey. Onu yerinden çıkardı ve merakla üzerindeki örtüyü kaldırdı. Şimdi ortaya çıkan şey, çeliği paslanmış ve eskimiş bir kılıçtı. Annesinin neden ona böyle eski püskü bir kılıcı bıraktığını anlayamadı. Ta ki iyice inceleyene kadar.

Kılıcın kabzası güzel işlenmiş kar şeklinde oymalarla doluydu. Kabzanın başında ise gümüşten yapılma taçlı bir kurt sembolü vardı, kılıcın eski oluşuna rağmen parıltısını koruyordu. Kılıcın diğer yüzünü çevirdiğinde ise eski kuzey alfabesiyle yazılmış sözler bulunmaktaydı fakat çelik paslandığı için –tanrılar bilir kaç yüz yıl önce dövülmüştü– harflerin çoğu okunmuyordu bile. Bu kılıç her kime ve hangi döneme aitse önemli olduğunu düşündü Calen. Annesi ona sırf hatıra kalsın diye basit bir tanesini bırakmış olamazdı. Sahibinin kimliğini sandıktaki mektuplardan birinde bulabileceğini düşünüyordu şimdi. Onları bir kadın için kenara atan ve haklarının gasp edilmesine göz yuman babasının yasını tutmaktansa tek tek o mektupları okuyabilirdi.

Kılıcı bulduğu gibi örtüye sarıp yanına koydu ve sandıktaki birkaç mektuptan birini parmakları arasına aldı. Mühür annesininkine aitti. Görmeyeli epey olmuştu ama hâlâ hatırlıyordu. Mühürü bozup mektubu açtığında içinde yazılanları okudu fakat yazılanlar, olanlardan dolayı annesinin duyduğu acı ve kederden başka bir şey değildi. Yine de okudu sanki hiç bilmiyormuş gibi. Annesinin yüreğinden geçenleri bir de onun dilinden görmek istiyordu ki mücadelesine başladığında tereddüt etmesi için bir sebep kalmasın.

Her bir mektubu okurken geçmiş günlere tekrar dönüp dönüp durdu. Annesinin akıttığı göz yaşlarını tekrar gördü, çabalarına ve çırpınışlarına tekrar şahit oldu, sessiz çığlıklarını tekrar işitti. Babasına duyduğu öfke yeniden alevlendi. Onu bizzat kendi elleriyle öldürmek isteyen yanının uyandığını hissetti. Mektupları kılıca dair bir bilgi bulmak için açmış fakat onun yerine geçmişe gidip bastırmaya çalıştığı kinini harekete geçirmişti.

Mektupları kılıçla birlikte geri koydu ve sandığı kilitledi. Belki de kılıçtan dayısına bahsetmeliydi. O bir şeyler biliyor olabilirdi.

Anahtarı aldığı yere, çekmeceye koyup cam kenarına geçti ve dışarıda bir felaket yaratan fırtına eşliğinde kendi yüreğinde felaketler yaratan fırtınanın sesine kulak verdi. Bu fırtınalara alışsa, hatta onların ritimlerini yakalasa iyi olacaktı çünkü ne içeride ne de dışarıda çok, çok uzun bir süre dinmeyeceklerdi.

 

 

Şöyle bir not düşmek isterim, değerli okuyucularım. Öncelikle kitabı "günümüz" ahlak anlayışlarına uygun biçimde yazmıyorum ve yazmayacağım, bilgim ve kurgum dahilinde elbette. Ortaçağ Avrupasında ve daha öncesi dönemlerde, belki bazılarınızın bileceği ve period dizilerinden de görmüş olacağı üzere, akraba ve aile içi evlilikler yapılabiliyor. Hatta ensest ilişkiler bile olabiliyor. Kitabımı, çok sevdiğim Ateş ve Buzun Şarkısı adlı eserden de ilham alarak yazdığım için tatlı ve peri masalı gibi güzel bir havada olmayacak bu kitap. Elbette güzel şeyler de olacak ama fazla peri masalı havasında geçmeyecek. Kaos, kan, vahşet yazmayı düşünüyorum. Akraba içi ilişkiler de dahil olmak üzere bir takım çirkin şeyleri onaylayan birisi değilimdir fakat anlayacağınız üzere bu kitapta olacak. Buradan, bu tarz şeyleri onayladığım çıkarımı yapılmazsa çok memnun olurum. Dediğim gibi kitapta kaos da olacak ve bunun için gerçekten çirkin şeylere ihtiyacımız var. Kitap dark temada. Çirkin sözler ve olaylar görmeniz olası. Bunları kaldıramayacak kişilere önermem o yüzden.

Kitabıma şans ve destek veren ve verecek olan herkese de çok teşekkür ediyorum. Yorum ve düşüncelerinizi, önerilerinizi de esirgemezseniz çok memnun olurum çünkü bazen senaryo konusunda tıkandığım ve sırf bu yüzden aylarca hatta yıllarca bölüm atamadığım oluyor. Yani "şöyle, böyle olabilir/olsa şahane olur" dediğiniz ya da senaryonun gidişatına dair öneri kurgularınızı yorumlarda belirtirseniz gerçekten çok sevinirim. Sizlerin neler kurguladığını ve hayal ettiğini bayağı merak ediyorum çünkü. Karakterlerimiz hakkındaki düşüncelerinizi de görmek isterim elbette. Kimleri daha sempatik/itici bulduğunuzu falan. :)

Hepinize sevgilerimi sunarım. ❤️🫰🏻

Loading...
0%