Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Kanlı Günahkâr

@azediala

 

 

BS 177

 

 

Caltavola

 

 

Bel Casabon

 

 

 

⊱ ♛ ⊰

 

Caltavola sokaklarında hayat asla durmazdı. Gürültünün ve zevklerin eksik olmadığı bu şehirin nefes alan herhangi bir varlıktan hiç de farkı yoktu. Gündüzleri tüm diyardaki dengeyi sağlayan para burada akar, ticaret ve alışverişle her kültür ve farklılıklar birbirine karışır ama asla yabancı görülmezler; akşamları ise, neredeyse gün doğumuna kadar eğlence ve kutlamalar memnuniyetle düzenlenirdi. Burada her bir han barının ve tavernanın bile kendine has sesi vardı ve burada sadece kenti tanıyacak kadar kalındığında fark edilebilirdi bu.

Caltavola'yı bir sur gibi koruyan yüksek tepenin etekleri ise birbirinde farklı hanlar ve kervansaraylarla doluydu. Bunlar elbette çoğunlukla soyluların kalabileceği türlerdendi fakat burası kimseyi dışlamazdı. Yoksullar için bile daima bir yer olurdu. Tıpkı pelerininin üzeri koyu gri yaldızlarla işlemeli, saçlarını ve yüzünü gizlemek için kapüşonunu başına geçirmiş, bu topraklara asla yabancı olmayan ama şehir sınırlarının kendisine düşman olan yabancı gibi.

Yabancının, dost canlısı olan bu kenti sevdiği söylenemezdi zira düşmanları buradaydı ve onu tam şu anda burada olmaya zorlayan sebep de buydu. Yüzleşme ve hesaplaşma vakti gelmişti. Yeterince beklemişti. Yıllar geçmiş, gözlerinin önünde birçok kral gelip geçmişti ama kendisi hâlâ buradaydı ve ona verilen sözler henüz tutulmamıştı. Verdiği süre çoktan dolmuştu ama o yine de bekleyecek kadar merhametli olmuştu. Normalde olmazdı, huyu değildi ama yine de olmuştu ve ikinci iyiliği de tıpkı ilki gibi karşılıksız kalmıştı. Ölümlülere merhamet edilmemesi gerektiğinin bir başka kanıtıydı...

Adımları, kendini şarapla ve eğlencelerle sarhoş eden halkın arasına karışırken sokaktaki en iyi tavernaya girme niyetindeydi. Özellikle de üst seviye asillerle dolu bir tavernadan daha iyi bir yer olamazdı. Diyardan uzakta geçirdiği yıllarda kaçırdığı bilgileri bir tek asillerden öğrenebilirdi ve kafayı bulmuş asillerin çenelerinin gereğinden fazla düşeceğine hiç şüphe yoktu.

Önünden geçtiği her tavernayı dikkatle incelerken omzuna konan bir elle hemen arkasına döndü. Şimdi karşısında uzun sakallı, saçları dökülmekten kafasının tam ortası kel kalan orta boylarda bir adam duruyordu.

"Yolunuzu kaybetmiş gibisiniz, bayım. Size yardımcı olabilirim. İsterseniz tavernamızda misafir edebiliriz sizi."

Tavernaya müşteri çekmeye çalışan bir adamdı sadece. Pelerininin içinde sakladığı keseden birkaç sikke çıkarıp adamın avucuna bıraktı. "Ben daha iyi bir taverna arıyorum, asillerin gittiği yerleri. Oraların en iyisini. Hangi yöne gitmeliyim?"

Adam sikkeleri gördüğünde hiç çekinmeden aldı. "İki yan sokağa gidin, lordum. Orası soylular ve asillerin sokağıdır. Altın Tilki şu anda en tercih edilen yerdir." Tavernalarındaki bira ve şarapların ücretinden fazlasını nazik efendi bizzat ellerine teslim etmişti. Bu adamı kaçırsa da bir önemi yoktu. Fazla bira ya da şarapla bile bu kadar sikke elde edemezdi. Sikkeler gümüştendi, en değerli olanlardandı.

Yabancı ise başını usulca salladı. "Güzel. Benim yerime içeriye girip kendine bir bira al ve gecenin tadını çıkar ya da kaç git ve kendine yeni bir yer bul. Geçireceğin son gece olabilir."

Adam yabancının son sözünden hiçbir şey anlamadı. Ne demek geçireceği son gece olabilirdi? "Anlamadım, nasıl?" diye sordu fakat sorusu yanıtsız kaldı.

"Boş ver, dediğimi yap sadece."

Yabancı bu sefer adımlarının nereye varacağını bilerek daha hızlı ve güvenli adımlarla yoluna, iki sokak yandaki Altın Tilki'ye doğru yol aldı. Çok geçmeden sokağa vardığında giyimlerinden soylu oldukları anlaşılan insanların arasına karışmıştı bu seferde. Onların aksine kendisi oldukça gösterişsiz duruyordu ancak bunun bir önemi yoktu. Gösterişli ve zengin işlemeli kıyafetleri sokaktaki her bir adam ondan iyi yapmıyordu. Yabancı için gördüğü, yanından geçtiği herkes ondan daha alt seviyedeydi. Şu anda Caltavolada, hatta tüm Bel Casabondaki en asil adam kendisiydi fakat bu insanların bunu bilmesinin imkanı yoktu. Henüz.

Altın Tilki'nin gösterişli tabelasını gördüğünde dudakları kıvrıldı ve adımlarını başka yöne sapmadan, doğruca oraya yöneltti. Kafayı bulmuş ve çeşitli kadınlarla sokak ortasında bile vakit geçirmekten keyif alan, keseleri gibi mideleri de dolu olan şişman ve aptal lordlara bakmak midesini bulandırıyordu ancak onlara kalan son saatlerini geçirme fırsatı tanıyacaktı. En azından bu kadar merhametli olabilirdi. Yıllarca merhamet adı altında yeterince enayi yerine konmuştu. Şimdi bir iki domuzdan esirgemenin anlamı yoktu.

Tavernaya geldiğinde onu ilk karşılayan girişteki gardiyanlar oldu. Mekan önemli bir lorda aitti ve herkesin girişine izin verilmiyordu. Bu yüzden özellikle de pelerinini üzerine geçirmiş, cübbesiyle yüzünü gizleyen birini elbette içeriye almayacaklardı.

"Kimsin? Yüzünü aç!" dedi iri yarı olan uzun boylu, kırık burunlu adam. Sakalsız yüzü, gözünün altından başlayıp çenesine kadar devam eden derin yara izini apaçık ortaya seriyordu.

"Biraz sikkeye ne dersiniz?" diye sordu gardiyanlara fakat bunu kabul etmeyeceklerine adı gibi emindi. Onlardan istese tek bir bakışıyla kurtulabilirdi ama bunu yaparsa insanların dikkatini çekerdi ve kaçmak zorunda kalırdı. Kaçmak da elbette güç değildi. Tam tersine, orada kalıp seyircileri de öldürebilirdi ama şu anda tek isteği biraz asil dedikoduları dinlemekti. Cinayet işleme kısmını sonraya da bırakabilirdi. Güç kullanmayacaktı şimdi ama belki biraz zorlayabilirdi.

"Başka yere, amcık!"

Diğerinden biraz daha kısa ama daha yapılı olan gardiyan elini göğsüne koyup onu ittiğinde dudaklarından alaycı bir ses çıktı. Saçını açmayacak şekilde yüzünün önünden kapüşonunu araladı ve altındaki amber rengi gözleri cübbesinin karanlığında bir anda tıpkı bir alev gibi parlayıverdi. Giderek koyulaşan gözleri artık Ehri-Mada¹'nın tıpkı tasvirlerindeki gözleri gibiydi. Öfke ve acı kadar kızıl, kızgın alevler kadar yakıcıydı. Öyle ki gardiyanlar da kapüşonun karanlığında gizlenen yüzde kendilerine bakan, daha önce hiç görmedikleri şeytani gözlerle irkilmişti.

Adamlar dilini yutmuş gibi bakarken yabancı her ikisine biraz daha yaklaşıp ellerini omuzlarına koydu. "Ne demiştiniz?" Sesinde acımasızca bir tını vardı.

İki gardiyan da sessizce kenara çekildiğinde bir olay çıkmamış olmanın verdiği rahatlıkla içeriye girdi yabancı. Onu karşılayan şey kenarda bir yerlerde kimsenin dinlemediği bir ozanın söylediği aptalca şiir ve kahkahalarla keyiften oluşan sinir bozucu gürültüydü.

İlk iş boş bir masa aradı asıl rengine dönen gözleri. İçerisi o kadar kalabalıktı ki masa bulmak neredeyse imkansızdı. Fazla göz önünde olmak istemese de masalar arasında, fark edilmemeyi umarak bir yer aradı ve çok geçmeden bir tane buldu. En arka köşede, ozanın yakınlarındaydı. Şiir dinlemekten nefret ederdi ve buraya şiir değil, dedikodu ve fısıltıları dinlemeye gelmişti. Hayal kırıklığıyla bulduğu yere geçtiğinde bir ihtimal ozandan da bir şeyler öğrenebileceğini düşündü zira o kadar çok geziyor, görüyor, dinliyor ve konuşuyorlardı ki bir şeyler bilmemelerinin imkanı neredeyse yoktu.

Oturur oturmaz ayaklarını masanın üzerine attı. Bu esnada karşıdan masasına doğru genç bir kız da gelmişti.

"Hoş geldiniz, lordum. Ne alırdınız? Bira, şarap ya da yiyecek bir şeyler belki?"

Kız en fazla on beş ya da on altı yaşında olmalıydı. Yüzündeki tazelikten çok genç olduğu belli oluyordu ve muhtemelen tavernayı işleten adamın da kızıydı.

"En iyi şarabınızdan."

"Ve bir de sizden kapüşonunuzu indirmenizi isteyeceğim, lütfen. Lordumuz müşterilerinin kimler olduğunu bizzat görmek ister."

Buranın özel bir taverna olduğunu biliyordu yabancı ancak sahibinin kim olduğunu bilmiyordu. Bir sürü lord ve taverna vardı. Hepsinin sahibini bilmesinin imkânı yoktu ve asıl insanlar onun kim olduğunu bilmeliydi. Neyse ki çok yakında bileceklerdi. "Lordun burada mı?" diye sordu alayla. Şimdi düşünüyordu da tavernanın sahibini tanımasına gerek de yoktu. Ondan altta olan bir domuzun tekiydi nasıl olsa. Çok da önemli olmasa gerekti.

Kız yabancının uysalca emirlere uyup kapüşonunu indirmesini beklemişti ama şimdiyse istifini bile bozmayan yabancının bir soruna yol açmasından korkmaya başlamıştı içten içe. Mekanda olan sorunların bedelini o ve diğer çalışanlar öderdi genelde ve nedensizce içine kötü bir his düşmüştü.

"Evet, burada lordum. Kendisi ortadaki masada oturuyor," Lorduna baktı. Adam sabırla onları izliyordu. Kız yutkundu ve yabancıyı ikna edebilmeyi umdu. "Kapüşonunuzu indirmenizi ve buraya gelerek onu hangi değerli efendinin mutlu ettiğini bilmeyi çok istiyor."

Eminim çok mutlu etmişimdir onu, diye düşündü yabancı. Taverna sahibinin kesinlikle böyle düşünmediğine emindi. "Ne yazık ki müşterilere saygı gösterilmeyen bu yer beni zerre mutlu etmedi. Lorduna aynen bunu ilet. Ona de ki, eğer yüzümü görmek istiyorsa bizzat kendisi ayağıma gelmeli. Ayrıca müşterilerine nasıl davranması gerektiğini öğrenmesi gerektiğini de. Sözlerimi sakın yumuşatma."

Kız siparişle birlikte çekinerek masadan ayrıldı ve şarap getirmeden önce lordunun masasına uğradı. Aldığı cevabı tek tek anlatırken taverna sahibinin yüzündeki ifadenin giderek yerini öfkeye bırakışını izlemek yabancı için bir zevkti. İşte şimdi taverna onu, az da olsa, memnun etmeye başlamıştı. Boğazına biraz da şarap girerse çok daha güzel olacaktı. Garson ona seslenen başka masalara da uğrarken yabancı, kıza dokunmaya çalışan ve arsızca kalçasını avuçlayan her bir adamı tek tek inceledi. Genel tablo aynıydı. Kendine lord, sör, dük falan filan diyen bütün aptallar hayvan gibi biralarını içiyor, bağırıp çağırıyor, pislik yapıyor ve kucaklarına ya da hemen yanlarına oturttukları fahişelerle eğleniyorlardı.

Altın gibi parlayan gözleri tekrar taverna sahibine odaklanırken kulakları da önündeki masada oturan adamların sohbetindeydi. Kıyafetlerine bakılacak olursa kuzey ya da batıdan gelmişlerdi. Başını onların masasından tarafa çevirdi. Kuzeyde işlerin karışmak üzere olduğundan ve Rognesvik Kralı Einarr'dan bahsediyorlardı. Einarr'ın öldüğünü duyduğunda ne düşünmesi gerektiğinden emin olamadı. Kesinlikle üzülmeyecekti. Bu diyarda ölen ve ölecek olan hiçbir kralın ölümü onu üzmezdi zaten. Asıl soru Kral Einarr'ın ölümünün neden ortalığı karıştıracağıydı.

"Kral'ın oğulları taht savaşı çıkaracaktır. Soylular çok önceden taraflarını seçmeye başladı bile."

"Biz kimi tutacağız ya?"

"Şimdilik taraf seçmeyi düşünmüyorum. İki tarafı da destekçilerine göre değerlendirmeliyiz."

Kuzeydeki bir savaş yabancıyı çok mutlu ederdi. Hatta o savaşı bizzat tetiklemek bile... Tetiklemek. Evet! Buraya zaten bunun için gelmişti. Savaş ve kaos için. Kan ve göz yaşı dökmek için. İntikam ve arınma için. Buradan çıktığında sonraki gideceği yer belli olmaya başlıyordu. Tabi önce biraz daha konuşmaları dinlemeli ve, gelmeyi başarırsa, lanet şarabını içmeliydi ama olan şey, karşısındaki ahşap sandalyenin çekilmesi ve artık masasında yalnız olmayışıydı.

Tavernanın sahibi, garson kızın "lordum" diye bahsettiği, onu burada görmekten çok memnun olan adamın bizzat kendisi teşrif etmişti nihayet. O andan itibaren tatsız şeylerin yaşanacağını bilmek zor değildi yabancı için. Oysa buraya sadece güzel bir şarap içmek ve biraz "bilgi" toplamak için gelmişti. Olacaklardan sorumlu olmayacağı gerçeğiyle karşıladı "lordu".

"Tavernamıza hoş geldiniz, Lord...?"

"Zeldeth." dedi yabancı ayaklarını masadan çekmek gibi bir nezaket göstermeden. Keyfi ve rahatı yeterince kaçırılmıştı zaten. Bir de duruşunu bozup "saygı" mı gösterecekti bunun için? Değersiz nefeslerini rahatça aldıkları ve burada büyüklük taslayabildikleri için asıl onlar saygı göstermeli, hatta önünde eğilmeliydiler.

"Lord Bronweld." diyerek kendini tanıttı adam fakat pek memnun olduğu söylenemezdi. Yüzünde, altında samimiyet olmayan bir gülümseme vardı ve birazdan da solacaktı. "Sizi burada ağırlamak ve tanışmak büyük bir şeref, lord Zeldeth. Bizi nasıl memnun ettiğinizi anlatmaya kelimeler yetmez. Mekanımda sizi ilk kez görüyorum ya da gördüğümü sanıyorum çünkü bize yüzünüzü göstermekten çekiniyor olmalısınız. Buna hiç gerek olmadığını bilmenizi isterim, kendinizi rahat hissetmenizde de ısrarcıyım."

Ufak tehditler gelmeye başlayacaktı şimdi çünkü emir gelmişti fakat yabancı, Zeldeth buna da sadece gülüp geçti. Lord Bronweld miydi? O kimdi ve kim oluyordu da emir verebiliyordu?

Sipariş ettiği içkisi de masaya geldiğinde ahşap bardağı eline alıp salladı ve şarabı kokladı. Umduğu kadar iyi bir şarap değil gibiydi. Şarabı dudaklarına götürdü ve bir yudumla tattı. Evet, beklediği kadar iyi değildi. Caltavola şaraplarından da ne beklenirdi ki zaten? Başını kaldırıp Lord bilmem neye baktı ve bardağı çevirip şarabı yavaş yavaş yere döktü. Tamamen bittiğinde ise öne doğru eğilip Bronweld'in önüne sertçe bıraktı.

"Ben de, sizin aksinize, benim hiç memnun kalmadığımı bilmenizi isterim. Öncelikle şarabınız kötü, herhalde bir tazının sidiği bile daha iyidir. Asıl konuya gelirsek, bir müşteri olarak şu an burada rahatlıyor ve şarabın tadını çıkarıyor olmalıydım. Geldiğimden beri bana rahatlık verilmedi." Bacağını diğer bacağının üstüne attı ve hiçbir baskı altında olmadığını hissetmelerini istedi.

"Bizi kimin onurlandığını ve alt tabakadan birilerinin girip girmediğini görmek için, lordum ama eğer gizlendiğiniz birileri var ise sizi, burada hiçbir zarar gelmeyeceği yönünde temin edebilirim. Korkmanıza hiç gerek yok." Bakışları artık şu sokuk yüzünü göster, der gibiydi ve zorla yapmaya çalıştığı gülümseme sabrının taştığını belli ediyordu.

Kendine Zeldeth diyen yabancı bacağını diğerinin üzerinden attı, altta kalan bacağı uyuşmuştu. Dikleşerek oturuşunu düzeltti. Dirseklerini masaya dayayıp parmaklarını birbirine geçirerek ellerini birleştirdi. "Korktuğum birileri yok ama siz korkmalısınız."

"Ne dedin sen?"

Bronweld oturduğu yerden hiddetle kalktı. Yeterince açık konuşmuştu ve buranın kuralları olduğunu belirtmişti. Kendine lord diyen sahtekara daha fazla katlanmak gibi bir aptallık etmeyecekti. Konuşmasına ne kadar izin verirse itibarı da o kadar düşer ve aptal yerine konurdu. Yabancı sahtekar o kirli kapüşonunu indirecekti!

"Güçlü dostlarım var benim! Seni cezayla bırakmak yerine kellenin alınması için tek bir talebimin yeteceği dostlar."

Bronweld'in yükselişiyle tavernadaki gürültü azaldı, çoğu müşteri sadece onlara odaklanmaya başladı. Yan masadakiler de yabancının zorluk çıkarması ihtimaline karşılık Bronweld'e yardım etmek için kendilerini hazırlamışlardı. Bir sahtekar için buna gerek olmadığını bilseler de elleri kılıç ve hançerlerinin kabzasına gitmişti. Huzuru kaçıran biri cezasız kalmamalıydı.

"Ne üzücü... Kellemi almak için güçlü dostlara bel bağlaman yani. Ben de bizzat kendin yaparsın sanmıştım ama... Yapamıyormuşsun demek ki."

Bronweld kılıcını çektiğinde hemen yan masada oturan, biri lord asker diğeri de lord kumandan olan, Bronweld'in yakın dostlarından iki müşteri de ayaklandı fakat yabancı için beklenmeyen, aralarından birinin onun kapüşonunu indirmesiydi.

Büyük bir problem yaratan o kapüşon inip de yabancının yüzünü ortaya çıkardığında salondaki bütün yüzler donuverdi. Bronweld'in kılıcına götürdüğü eli durmuş, dostları ise bir iki adım geriye gitmişti. Kapüşonun altında varlığını gizleyen, neredeyse gümüş ve beyaza yakın renksiz, çok açık sarı saçlar ay ışığı gibi parlıyordu loş mum ışıkları altında ve tıpkı altın parçası gibiydi o amber rengi gözleri. Fakat o gözlerde şu anda samimiyet ve merhamete dair hiçbir iz yoktu. Gözleri kısık halde cübbesini indiren adama dönüp baktı tehditkâr bakışlarla, ardından Bronweld'e yöneldi.

"İstediğin oldu, artık görüyorsun beni."

Bronweld konuşmadan önce yutkundu. Daha önce hiç böyle bir adam görmemişti. Sarışın çok adam görmüştü ama böylesini görmemişti. Görmemişti çünkü onun gibi adamların yıllar önce öldüğü söylenmişti. Bu bilinen bir gerçekti. Onlar ölmüştü, yok olmuştu. "Kimsin sen?" diye sordu sakinleşmeye çalışarak. Olamazdı, imkânı yoktu. Bu adam her kimse onlarla bir alakası olmamalıydı. Üstelik bir insan o kadar yaşayamazdı ki! Birinin piçi olmasının imkânı da olamazdı, değil mi? Tek bir kişi kalmayana kadar hepsi öldürülmüştü.

"Sana zaten söyledim adımı–"

"Soyadını soruyorum!"

Oturduğu yerden ayağa kalktı ve iki elini de masaya koyup Bronweld'in tam önüne eğildi. Adam artık onun amber gözlerini daha net görebilirdi, amber gözlerinin öfke ve kinle nasıl kan kırmızısına büründüğünü de. Öyle de oldu. Bronweld o parlak, hem altın gibi duran hem de alev gibi parlayan gözlerin cesetlerden nazikçe süzülen kanlar misali kırmızıya büründüğünü gördüğünde korkuyla irkildi ve titredi. Dili tutuluyordu, sorduğu sorudan anında pişmanlık duymuştu. Yabancı ise bu esnada onun belinde asılı olan hançere uzanıp aldı. Ne tesadüftür ki hançerin kabzası da irili ufaklı gerçek amber taşlarıyla süslenmişti, tıpkı yabancının gözleri gibi fakat bu onu zerre büyülemedi bile. Amber taşlar almak onun için bir olay değildi, olmadığı gibi amberi andıran gözleri de o taşlardan daha kıymetliydi. Altın ve gümüş dışında yeryüzündeki bütün taşlardan daha değerliydi hatta. Diyarın görüp görebileceği en büyük hazinelerden biri de iki gözüydü.

Aldığı hançeri kabzasından çıkarıp inceledi. İşçiliği iyi duruyordu ve neredeyse hiç kullanılmamış gibiydi. Kızıl gözlerini onu dikkatle ve tedirgince izleyen müşterilerde gezdirdi. "Ben Zeldeth Bilfronzeum. Zeldeth... Bu adı duydunuz mu hiç?"

Birçok müşterinin kafası zevk ve alkolden uçup gitmiş durumda olsa dahi sadece bu adın yaydığı güç ve korku bile daha baskındı. Kafayı bulmuş bütün sarhoşlar yabancının fısıldadığı ismi duyduğunda ayılmıştı. Diyarda Bilfronze adını duymayan bir kişi bile yoktu. İsimlerini, döktükleri kanlarla acı ve ağır şekilde kazımışlardı tarihe.

"İkinci Alathin Bilfronze'un üçüncü oğluyum, Casperna prensi Zeldeth Bilfronze ve siz değersiz piçler," bakabildiği herkese bakarak hançeri bir anda, deli gücüyle masaya sapladı. "bu adam yüzünden gebereceksiniz."

Sözlerinin ardından tek bir ses bile çıkmadı. Tavernadaki herkes taşa dönmüş gibi sessizdi. Hiçbiri için idrak etmek ve gerçeği kavramak mümkün değildi o anda. Diyarın bildiği tek şey Bilfronzelar'ın her birinin acı şekilde öldüğüydü. Onlardan geriye kimse kalmamış olmalıydı ancak ne var ki Bilfronze olduğunu iddia eden bir adam tam şu anda aralarındaydı ve hem görünüşüne hem de gözlerine bakılacak olursa iddiasında en ufak bir yalan bile barınmıyordu.

Tüm o an donmuş, sanki zaman durmuş gibi hissettirirken kendine gelmeyi başaran bir adam Zeldeth'in dikkatinden kaçmadı. Muhtemelen gayesizce yiyip içip her gece kadın becermekten başka hiçbir halt yapmayan ve leş göbeğini büyüten o adam kaçmak üzere hızlıca kalkıp kapıya koştuğunda, "İşte biri kendine geldi ama boş çabalar bunlar." dedi Bilfronze prensi gülmemeye çalışarak. Tavernadaki müşterilerin kaçan adama döndükleri anda gördükleri şey, gözlerinin önünde aniden bedeni parçalanan bir ceset oldu. Görüntüyü tarif etmek zordu çünkü kimse bu şekilde öldüren bir şey görmemişti. Adamın bedeni onlarca gözün şahitliğinde önce boğazları ve bileklerinde başlayarak, sanki görünmez bir gücün işiymiş gibi yırtılmış, ardından da insan gözüyle fark edilemeyecek hızda bütün derisi patlamış, iç organları yere yığılmış ve vücudunda dolaşan kan yığını etrafa saçılmıştı, bazı müşterilerin yüzüne bile.

Aralarında bir Bilfronze'un olduğuna hâlâ inanamayan lordlar bu ana şahit olduklarında yine ses çıkmamıştı. Herkes transa girmiş gibiydi. Kötü, çok kötü bir kâbusun içine çekilmiş gibi hissediyorlardı. Ta ki fahişelerden birinin çığlığı basmasıyla kendilerine gelene kadar. Bütün herkes telaş ve korkuyla yerlerinden fırlarken Zeldeth Bilfronze'un etrafındaki masalar da hızla boşaldı. Prens bu görüntüyle keyiflenirken kapıdan dışarıya çıkmaya çalışan başka müşterileri de fark ettiğinde merhametten yana hiçbir iz göstermeden ilk adamın kaderini paylaşmalarını sağladı. Üç beden daha herkesin önünde parçalarına ayrıldı ve kanları acımasızca kapıya yaklaşan diğerlerinin üzerine sıçradı.

"Lafımı daha bitirmedim, nereye?" dedi, önünde oturan Bronweld'in de gizlice yerinden kalkmaya çalıştığını fark ederek masaya sapladığı hançeri çekti ve yeniden ama bu sefer tam da Bronweld'in elinin üstünden geçmesini sağlayarak masaya sapladı.

Bronweld acıyla inlerken bütün dikkatler tekrar ona ve prense yöneldi. Fahişelerin gözlerinde yaş, altına işeyen asil adamların gözlerinde ise dehşet vardı. Ölümün pençesinde çaresizce çırpınan av gibiydi hepsi. Pis yüzlerindeki korku Prens'in yüreğini azıcık bile sızlatmıyordu. Aksine, her birinin aldığı nefesi tiksinç ve anlamsız buluyordu. Diyara hiçbir faydası olmayan bu adamların zararı daha çoktu. Yaşamayı hak etmiyorlardı. Tüm acısına ve çirkinliklerine rağmen bu hayatın güzelliklerini görmeyi hak etmiyordu hiçbiri. Bu nimetlerden daha fazla faydalanmalarındansa bir an önce ait oldukları yere, Îl-Díos'un çukuruna gömülmeyi ve orada asıl "layık olduklarını" yaşamayı hak ediyorlardı.

Bu gece Gitouheósda, tam yüz altmış beş yıl sonra yeni bir adalet hüküm sürmeye başlayacak ve bu tavernada yaşananlar da onun ilk darbesi olacaktı.

"Eğer yüzümü görmekte bu kadar ısrarcı olmasaydın Bronweld, buradan çıktığımda olacaklara rağmen buradaki herkesin yaşama fırsatı olabilirdi. Senin yüzünden tüm bu adamları öldürmem gerekecek çünkü birkaç hafta daha diyarın varlığımı bilmemesi gerekiyor."

Bronweld pişmandı. İçerideki adamlar için değil, kendi canı içindi elbette. Israrı yüzünden kendine lanetler okumak istiyor ancak bunu bile yapamayacak kadar korkuyor ve sadece dualar ediyordu tanrılarına, onu asla kurtarmayacak dualar... Herkesin o anda yaptığı tek şey buydu aslında. Çaresizce tanrılara dua etmek... Ama Zeldeth Bilfronze'un gücü karşısında tanrılarının ellerinden ne gelirdi ki?

"Sizi öldürmek için elime kılıç almama gerek yok, bakın," Kızıl gözlerinden ufak bir parıltı geçti ve Bronweld'in leş bedeni de bir anda un ufak olup diğerlerine katıldı. Vücudundaki her bir organ etrafa dağılmış, kanının her bir damlası Zeldeth'in üzerinde adeta kan zırhına bürünmüştü. "İşte, geberip gitmeden önce bir Bilfronze'un nasıl biri olduğunu görün."

Ona yalvarırcasına bakan bakışlarda sadece büyük bir anlamsızlık görüyordu Prens. Yeniden kızıl gözlerinden geçen parıltıyla, tek bir tanesi hariç, odadaki bütün nefes alan bedenler kasaplardaki parçalanmış et yığınlarından farksız hale geldi. Artık tavernayı dolduran leş gibi nefesleriyle domuz gibi yaşayan pislikler değil; birkaç parça et, kemik ve kendi üstü de dahil her yere sıçramış kan yığınıydı sadece.

Gözlerindeki kızıllık geri çekilip yerini asıl rengine, amber sarısına bırakırken adımlarını kapıya doğru yöneltti Prens ama bundan önce bir köşede, elinde titreyerek tuttuğu ahşap tepsiyle şok olmuş vaziyette her bir cesede bakan garson kızın yanına gitti. Elini kızın omzuna koyacağı esnada kız dehşetle ona baktı ve geri çekildi. Buna şaşırmadı. Az önce bir sürü adamın ölümüne şahit olmuştu, daha önce görülmemiş bir biçimde hem de.

"Korkma, sana zarar vermem. Yaşamana izin verdim, karşılığında sen de bana bir iyilik yapacaksın," Olay çıkaran kapüşonunu geri başına geçirdi. Artık çekinmesini gerektirecek bir durum yoktu ama yine de açık açık dolaşmak için erkendi. "Özellikle de Hajavra'dan birileri gelip sana burada olanları ve kimin yaptığını sorduğunda adımdan ve görünüşümden bahsetme. Sadece burada gördüklerine dikkatlice bakmalarını söyle. Onlara, oyalayıp durdukları ejderhanın döndüğünü ve daha fazla beklemeyeceğini, burada olanların da bunun başlangıcı olduğunu söyle. Benim kim olduğumu gayet iyi bilecekler."

Kızın yanından uzaklaştı ve gözünü bile kırpmadan katlettiği et yığınlarını ezmekten çekinmeden kapıya ulaştı.

"Tüm kasaba birazdan cehenneme dönecek. Burada kal ve bir yerlerde saklan ya da bir at bulup git buradan."

Son uyarısını yaptı. Söyleyebileceği her şeyi söylemişti. Kıza bu kadar iyilik yapması bile mucizeydi zaten. Bundan sonrasında kaldığı yerden devam edecekti. Mesaj bırakması gerekiyordu. Ona vaat edilenlerin umuduyla yıllarını harcamıştı. Herhangi birinin tahmin edebileceğinden bile çok daha fazla yaşamıştı ve tüm bu zaman boyunca umutlarına ve hayallerine sıkı sıkı tutunmuş, akıl sağlığını yitirmemek için çok uğraşmıştı. Sonuç ise ortadaydı. Kandırılmıştı. Şimdi ise bunun acısını çıkaracaktı. Burada olanlar ve olacaklar mesaj niteliğindeydi. Mesajı alınmadığı takdirde ise, tüm diyarı ateşe vermekten çekinmezdi. Nasıl olsa daha önce görmedikleri şey değildi.

Tavernadan çıkarken girişte bekleyen iki gardiyanı hızla geçip geldiği sokakta geri yürümeye başladı. Sakin ama sabırsız adımlarını atarken diğer tavernaların etrafında kafayı bulduğu için bağıra çağıra gülüp eğlenen adamları, sırayla yan yana dizilmiş mekan aralarında kadınları beceren adamlara baktı. Bir adamın çığlığı duyulduğunda ise arkasına döndü. Çıktığı tavernanın olduğu yönden geliyordu. Eseri ortaya çıkmış olmalıydı ama o asla yakalanma korkusu duymuyordu. Asıl yakalanacak olanlar bu insanlardı zaten.

Çıktığı tavernanın bulunduğu yerden daha fazla ses yükselirken sokaktaki ayyaşlar, fahişeler ve diğer taverna sahipleri de endişe ve merakla o tarafa doğru yöneliyordu. Yolda karşısında gelen birçok kişi de hızlı adımlarını oraya yöneltiyordu. Çok geçmeden o yöndeki kalabalık büyümüş, çığlıklar artmış, tam bir kaos baş göstermişti. Bilfronze Prensi'nin yüzünde yaptıklarından memnun olmuşçasına beliren gülümseme omzuna dokunup onu çeviren elle soldu. Tavernanın önünde bekleyen gardiyanlardandı bu, burnu kırık olandı.

"Sen! Senin işin bu!"

Adam çılgın gibi bağırıyor, bütün kalabalığı özellikle başlarına toplamaya çalışıyordu. Kalabalığın onu koruyacağını sanıyordu ancak Zeldeth için ne kadar çok insan olduğunun, en azından bir noktaya kadar, önemi yoktu.

Tavernanın önündeki kalabalığı oluşturan adamlardan önce bazıları, sonra da birçoğu bulundukları yöne gelmeye başladığında da önemsemedi bunu çünkü tam o anda gökyüzünden yükselen bir kükreme koca sokağı delip geçti. Onlara doğru gelen kalabalık bulunduğu yerde merakla dururken kapüşonunu indirdi Zeldeth. Bu noktada kendini gizlemesine de gerek yoktu artık. Bu gece bu kasaba için her şey bitmişti. Onları o çok güvendikleri tanrıları bile kurtaramazdı. Hatta birçoğu işledikleri günahların tam da ortasında ölüp gidecekti.

Bir başka kükreme daha duyuldu. Acı çeken bir hayvanın feryadını andırıyordu ama aynı zamanda yüreklerde korku uyandıran bir şeytanilik de barındırıyordu. Böylesine daha önce şahit olmamıştı Caltavola halkı. Açık gökyüzünde beliren koca bir karanlık giderek kasabayı sararken artık daha gözle görülür hale gelmişti. Buna inanmak epey güçtü. Devasa derecede, hatta neredeyse sokağı kaplayacak kadar büyük; ateşten daha kızıl bir şeydi bu. Bir canavardı resmen! Hayvan denemeyecek kadar ürkütücüydü. Kaçınılmazdı. Böylesini ne görmüş ne de duymuşlardı. Gördükleri görüntünün, işittikleri öfkeli ve şeytani kükremenin saçtığı dehşet altında tek yapabildikleri ya donup kalmak, ya altlarına işemek ya da çığlıklar atarak kaçmaya başlamaktı. Tavernadaki görüntüyü unutturmuştu bile. Herkes canının derdindeyken kimin umurunda olabilirdi ki zaten?

Kaçıp koşan insanların arasında rahat ve sakindi Zeldeth Bilfronze. Bir türlü son bulmayan ömrü boyunca peşinden ayrılmayan pişmanlığı belki de bu gece bir nebze dineceği içindi. Düşmanına güvenmenin ve aptallık etmenin, zamanında babasının sözlerine güvenmemenin ve kendi bildiğini okumanın cezasını onlarca yıldır –hayır, aslında onlarca yıldan da fazlaydı– çektiği içindi belki. Olacak her şey, yıllar önce diyarı dize getirmek için başlattığı planının devamıydı sadece. Eğer temizlenmesi gereken bir kötülük varsa bu sadece onun kanı değildi.

Kızıl renkli, kertenkeleyi anımsatan devasa yaratık onlarca insanı midesine indirebilecek kadar büyük ağzını öfkeyle açtığında sokaktaki insanların üzerine kızgın alevler indi. Şimdi kaçmak bile faydasızdı zira yaratığın üflediği alevler bir kanca gibiydi. Kimsenin kaçmasına izin vermiyor, ulaştığı herkesi yakalayıp diri diri yakıyordu. Kızıl yaratık yükselmek üzere devasa kanatlarını zalimce çırparken bir yandan da önüne gelen insanları ayaklarıyla tutup bir kenara fırlatıyordu. Kanadını sadece birkaç kez çırpmasıyla diğer sokaklara da geçerken gazabından oradaki insanların da istifâde etmesini sağladı. Fahişeleri beceren soylu domuzların zevk kahkahaları, kızıl yaratığın alevleriyle Zeldeth Bilfronze'un gururu olacak çığlıklara dönüşmüştü.

Yaratığın kükremesi ve saçtığı alevlerle ürküp kaçmış olan bir at sokağa girdiğinde Zeldeth Bilfronze hızla adımlarını ata yöneltti ve yanına ulaştı. Ürkmüş atı yularından tutup başını okşayarak sakinleştirmeye çalıştı.

"Şş... Sakin ol, evlat. O benim dostum ve senin de dostun olacak."

Zavallı hayvanı sakinleştirmeye çalışırken alnını atın başına dayadı. Bir süredir atı yoktu ama bu aygır tam da vaktinde ayağına gelmişti. Altın sarısı saçları ve açık kahverengi beneklerle süslü kül sarısı tüyleriyle gördüğü en güzel atlardan biriydi. Güzel bir hayvandı. Aygıra binip kasabadan çıkmadan önce kesesini bu soylu piçlerden kalan sikkelerle dolduracaktı biraz. En yakınındaki yanmış ama hâlâ nefes alan bir adamın yanına gitti yeni dostuyla. Bu sırada zavallı şey de biraz sakinleşebilirdi.

Adamı merhamet edip hemen öldürerek acısını dindirebilirdi ama bunu yapmadı. Yapmayacaktı. Aynı şey kendi ailesinin ve dostlarının başına geldiğinde kimse merhamet etmemişti. Onlar öldükten sonra kendisine verilen söz için beklediği yıllarda da merhamet görmemiş, kimse sempati duymamıştı. Gençliğinde yaptığı hatayı tekrarlamak için bir nedeni yoktu şu anda.

Adamın deri yeleğinin cebindeki şişliğe kaydı gözü. İniltilerine kulak asmıyordu. Elini yeleğin cebine attığında işini görecek kadar sikke bulunduran bir kese buldu ve direkt alıp pelerininin altında saklı kalan deri çantasının içine attı. Biraz da olsa sakinleştiğini düşündüğü aygırın üzerine binip kızıl yaratığın az önce yaktığı yöne doğru sürdü. Çıktığı tavernanın önüne geldiğinde geri durdu ve aygırın üzerinden indi. Az önceki adamda yaptığı gibi buradaki yanmış cesetlerden de çantasını dolduracak kadar sikke dolu keseler aldı. Bu sikkeler ileride fazlasıyla işini göreceği için çantası keselerle dolup taştığında bile bunu yapmayı bırakmadı. Az yanmış bir çanta bulur bulmaz yeni dostuyla ölülerden kalan sikkeleri toplamaya devam etti.

Bu esnada kızıl yaratık da Caltavolada nefes alan tek bir insan bırakmamak adına her tarafı yakıp yıkıyor, gözünün gördüğü ve görmediği her şeyi küle çeviriyordu. Aptal ve öylesine ateş üfleyen bir şey değildi. /Havada belli bir mesafeye kadar yükselip dev kanatlarıyla kasabanın etrafında uçarken belli bir düzende yakıyordu her şeyi. Attığı her turda koca kasabayı çevreleyecek bir ateş çemberi oluşturmuştu ve kasabayı çevreleyen taştan surlar artık ateş suruna dönmüştü. Ardından da oluşturduğu ateş çemberini giderek daraltmaya başlamıştı. Böylece tek bir kişi bile kasabadan kaçma fırsat bulamayacaktı.

Dakikalarca o şekilde uçtu yaratık. Kasaba etrafında, aynı yönde ateş üfleyerek uçmaya devam ediyor, her turu tamamladığında ise çemberin merkezine dönüp bu sefer de merkezden dışa doğru yeni çemberler oluşturuyordu. Prens Zeldeth ise giderek kaçışı zorlaştıran alevlerden hem kendisini hem de yeni bulduğu dostunu kurtarmak için sikke toplamayı bırakıp kasabadan çıkmanın bir yolunu arıyordu. Bir çıkış bulamazsa aygırı feda edebilirdi ama bunu yapmamayı dilerdi. Güzel bir hayvandı ve daha yeni tanışmışlardı. Ona hemen veda etmeyi hiç istemiyordu.

Aygırı olabildiği en hızlı şekilde orman tarafına doğru sürdü. Neredeyse önünde gibi duran, çok da uzak olmayan tepeye ulaşırsa kasabada yarattığı manzarayı biraz da uzaktan, tamamen bitene kadar izleyebilirdi. Caltavola alçak ama sivri bir tepenin dibine kurulmuştu. O tepeden kasabanın görüntüsü daha güzel oluyordu. Özellikle de gün doğumu ve gün batımında ama Prens çok fazla gün doğumu ve batımı izlemişti zaten. Bir süre de alev alan şehir ve kasabaları izlemek istiyordu.

Aygırla kısa sürede merkezden ayrılmış, tepeye çıkabileceği en düz yola ulaşmıştı. Gökyüzündeki dostu buraları da yakmış ancak alevler biraz seyrelmişti. Bu yüzden geçişi kolay olmuştu. Önündeki yolu direkt kullanarak çok uzun olmayan bir sürede olabildiğince yukarıya ulaştığında aygırı durdurdu ve üzerinden hiç inmeden kasabanın kül oluşunu seyretmeye başladı. Yanmayan bir şeyler aradı amber gözleri fakat bulduğu şey bir hiçti. Gözünün gördüğü her şey yanıyor, yanıyor ve yine yanıyordu. Kasabanın içindeyken duyduğu çığlıklardan da bir eser kalmamıştı artık. Gördüğü tek varlık kızıl ejderhasıydı.

Evler, kervansaraylar ve tavernaların yanışını, ejderhasının hiç dinlenmeden alev çemberleri oluşturduğunu izlemek, hatırlamaktan nefret ettiği anılarını gözünün önüne getiriyordu. Ailesini kan içinde gördüğü; bedenlerinin fark edilemeyecek kadar berbat halde, parça parça olduğu, bedenlerinden sızan ve her yere vahşice sıçramış kanlarının adeta bir göl gibi olduğu görüntülerdi bunlar. Her düşündüğünde midesini bulandıran ve pişmanlıktan bütün vücudunu sızlatan görüntülerdi.

Ama şimdi, her ne kadar bazılarının bir suçu olmasa da, bir sürü insanın yanıp kül olduğunu görmek, yanarken attıkları çığlıkları işitmek, yıllardır duyduğu vicdan azabını azaltıyor gibiydi. İlk kez kötü anılarını hatırlarken yüreği sızlamıyordu. Aksine, adaletin yerini bulmaya başlamasıyla ruhu rahatlıyor gibiydi. Uzun zaman ardından ilk kez aldığı nefesler onu rahatlatıyordu. Eskiden, ailesinin ve üstün soyunun hâlâ bu topraklara hükmettiği günlerde intikam ve nefret gibi duyguların anlamsız ve işe yaramaz olduğunu sanırdı. Özellikle de intikamın. İnsanı peşinden sürükleyen ama nihayetinde hiçbir sonuca varmayan, bir kurtçuk gibi ruhu yiyip tüketen ve hasta eden bir duygu sanırdı. Şimdi ise öyle olmadığını görüyor, ruhunun ve yüreğinin en derinlerinde hissediyordu. İntikam, gerçek anlamda nefes almak gibiydi. Sağlanmayan adaletin yerini bulmasıydı. Güzel bir hayata yeniden doğmaktı.

Ama Bilfronze Prensini asıl yanıltan şey tamamen sağlanmamış, sadece planın ufacık bir parçası olan bir şeyin bile onu bu kadar tatmin etmesi ve rahatlatmasıydı. Geçmişle hiçbir alakası olmayan insanların ölümü bile ruhuna huzur verdiyse, kim bilir asıl düşmanlarının ölümü ve ona ait tahtını geri almasıyla sağlayacağı adalet ve intikam nasıl hissettirirdi?

Ejderha ateş üflemeyi bırakıp kanatlarını tepeye doğru çırpmaya başladığında aygır tekrar huzursuzlanmaya başladı. Zeldeth üzerinden inip önceki gibi onu sakinleştirmeye çalıştı. Hayvanın korkusunu anlamak zor değildi. Eğer ejderha süren birisi olmasaydı o da korkardı. Üstelik bir at ejderha için şahane bir yemekti ama Prens bu aygırı ejderhasına kurban etmeye niyetli değildi.

Ejderha devasa uzunluktaki kanatlarıyla sadece saniyeler içinde tepeye ulaştı. Dev bedeniyle Zeldeth'in arkasına indiğinde toprak ve kayalar bile ağırlığıyla sarsılıp sallanmıştı. Ejderha sanki yaptığı işten gururla bahsetmek istercesine kükrediğinde aygır daha da tedirgin oldu. Prens zavallı hayvanı kaçmaması için bir ağaca sıkıca bağladı ve ejderhasının yanına gitti. Şimdi de koca dostunu rahatlatmalıydı biraz.

Kan kırmızısı pulları ve kendi alevlerinden farksız gözleriyle ejderha kan ve ateşin vücut bulmuş haliydi adeta. Dikenli yelesi ve kül kadar siyah, hiçbir şeyde olmayacak kadar kalın ve sivri boynuzlarıyla ise İl-Dios'un Çukurundaki yaratıkları anımsatıyordu. Fazlasıyla ürkütücü ve tehlikeliydi ama Zeldeth Bilfronze onun dilinden anlıyordu. Aynı duyguları paylaşıyordu ikisi de.

Ejderhanın pullarını okşarken onu da sakinleştirme niyetindeydi Zeldeth. Biraz da aygırı yem yapmamak için çabalıyordu elbette. Şimdi değilse bile çok kısa sürede bir şeyler yemeye ihtiyaç duyacaktı ejderha. Ona en kısa sürede birkaç tane koyun ya da keçi bulmalıydı.

Ejderha öfkeyle solumayı bırakıp biraz daha sakinleştiğinde elini onun başından çekti Prens ve aygırın yanına gitti. Hayvanın ipini ağaçtan çözüp geri üzerine çıktı. Burada bir işi kalmamıştı artık. Bir yerlere gidip dinlenmek istiyordu. Ardından da gideceği rota belliydi.

Korkusu hâlâ dinmeyen aygırı güç de olsa ejderhasının yanına yaklaştırabildiğinde kadim dostuna seslendi.

"Gidiyoruz! Yönümüz kuzey. Biraz da kuzeydeki insanları ısıtalım, değil mi? Aeta², Abraxas!"

 

Ehri-Mada¹ : Tanrıların bahçesindeki Ahuralar'ın ilki, en güzeli ve en güçlüsü. O kadar güzelmiş ki kendi güzelliğiyle kibire kapıldığı söylenir. Güç zehirlenmesi yaşayarak faniler dünyasına hükmedeceğini duyurduğunda diğer Ahuralar'ı da etkileyeceği düşünülerek Tanrılar'ın bahçesinden kovulmuştur.

Aeta² : Veinala dilinde "Gel" anlamına gelir.

Ari-Ahura³ : Tanrılar'ın bahçesindeki, ışıktan ve güzellikten oluşan saf, ölümsüz varlıklar. Fiziksel formları yoktur ama şekil değiştirerek faniler dünyasında biçim elde edebildikleri söylenir.

 

 

Zeldeth konusunda şöyle minik bir bilgilendirmede bulunmak istiyorum, görünüşü konusunda bilgi sahibi olmanız için. Zeldeth'in ve tıpkı onun gibi Bilfronze hanesi mensuplarının saç rengi direkt platin sarısı fakat eski çağlarda "platin" bir renk olarak bilinmediği için kitapta direkt "platin sarısı saçları" demeyi tercih etmiyorum. Bunun yerine "gümüş ve beyaza yakın, çok açık sarı ve solgun, renksiz" şeklinde betimlemeye devam edeceğim ilerleyen bölümlerde de. Gördüğünüz zaman kafanızda, "renksiz/soluk saç ne?" şeklinde bir sorunun belirmemesi için özellikle bunu açıklama gereği duydum.

 

Ayrıca bazı bilinmeyen, seriye ait kelime ve terimler bulunmakta. Bunları kitap içinde okudukça öğrenirsiniz diye düşünerek "bilgi" bölümleri yazmamaya karar vermiştim ama kafa karışıklığına sebep olacak gibi duruyor. Bu yüzden yakında hem bir diyar haritası hem de bu kelime, terimler, diyar haneleri vb. konularda ek bilgi bölümleri yayınlayacağım. Şu anda 3 bölüm olduğu için bunu çok dert etmezsiniz diye umuyorum.

 

Şimdi de sorumuza gelelim! İyilik perisi(şüpheli) Zeldeth Bilfronze'u nasıl buldunuz?

 

Sizce ileride karşımıza nasıl çıkacak, neler yapacak? Kafanızda oluşturduğu profil ve potansiyeller nedir?

 

Geçmişi hakkında, bayağı örtülü olsa da, ipuçları verdim aslında. Yani sadece ailesi öldürülüp bunun intikamını isteyen sıradan bir intikamcı değil. Bilinen her şey ya eksik ya da yalan. :) Ve ben bunu kullandığım kelimelerle falan belli etmeye çalıştım ama sizlerin yakalayıp yakalamadığını da merak ediyorum.

Loading...
0%