@azra00
|
Kan vardı, çok kan vardı. Peki annem neredeydi? "Anne? Anneciğim korkuyorum, ses ver ne olur." Adım atamıyordum. Bu her kimin kanıysa bana bulaşsın istemiyordum. Çok soğuktu her yer. Donuyordum.
Üstümde bir ağırlık hissettim ve gözlerimi açtım. Sabah olmuştu ve babam gelmiş üzerimi örtüyordu. "Babacığım yeni mi geldin?" Gözlerinin elaları şimdi uykusuzluktan kıpkırmızı olmuştu ve bana bakıyordu. "Günaydın kızım. Evet yeni geldim." Babam yorgunluktan ayakta zor duruyordu. Bu yüzden odasına gidip dinlenmesini ve bir şeyler atıştırdıktan sonra Eylül ile buluşacağımı söyledim. Saate bakmak için masamın üzerinde şarja takılı olan telefonuma uzandım. Gözlerimi hâlâ tam açamıyordum. Gördüğüm kâbus ise beni etkisi altına almıştı. Telefonumun ekranından yansıyan ışığa gözlerimi kısarak baktım. Saat 09.30'du. Bugün Cumartesi ve izin günümdü. Kendi işim olduğundan istediğim gün gidebilir, istemediğim gün gitmeyebilirdim ama ben evde durup delirmektense işe gidip çizimlerle kafamı dağıtmayı tercih ediyordum. Yine de dinlenebilmek adına Cumartesi gününü izinim olarak belirlemiştim. Babamın da izin günüydü ama o haftanın yorgunluğunu uyuyarak atmaya çalıştığı için sadece akşam yemeğinde sohbet edebiliyorduk. Telefonumu alarak ofiste çalışan Atakan'ı aradım.
"Su Hanım? Bir şey mi oldu da bu saatte aradınız, iyi misiniz?" Yüzümde ufak bir tebessüm oluşmuştu. Dizilerde göründüğü gibi patron-çalışan ilişkimiz yoktu. Tüm çalışanlarım arkadaşım gibiydi. Sanki bir aileydik artık. Aralarında üç dedikoducu vardı sadece. Ama dedikodu yaptıkları bir kez daha kulağıma gelirse onları uyarmak zorunda kalacaktım.
"Atakan günaydın. Merak etme iyiyim. Şimdi senden bir ricam olacak. Ofiste kimseye bir şey söylemeden beni alman gerekiyor. Özellikle de Eylül ve Selim bilmemeli. Konum atacağım, bekliyorum."
"Tamamdır Su Hanım, hemen çıkıyorum."
Telefonu çantama koyarak gardırobuma ilerledim. Sonbahar mevsimindeydik ve hava çok soğuktu. Kış mevsimi yaklaşmıştı. Bu yüzden üzerime beyaz uzun bir elbise ve onun üzerine kahverengi bir süveter giydim. Kumral saçlarımı dağınık bir topuz yapmayı tercih ettim. Yüzüme çok hafif bir makyaj yaparak hazırlanma aşamasını tamamladım.
Evimizin bir sokak aşağısındaki fırının önünde Atakan'ı bekledim. Atakan beş dakika içinde siyah arabasıyla görüş açıma girmişti. Kapımı açmak için arabasından tam inecekti ki elimle bekle işareti yaparak arabaya bindim. "Atakan kendim binebiliyorum şu arabaya gördüğün gibi. Lütfen bir daha olmasın. "Defalarca aynı cümleyi kuruyordum ve defalarca aynı tepkiyi alıyordum. Her zaman olduğu gibi Atakan mahcup bir şekilde gülümsedi ve başıyla beni onayladı. Selim'in bana attığı konumu onun telefonuna attım ve yola çıktık. Gerginliğimi yatıştırması için bir şarkı açtım. Başımı geriye yaslayarak dışarıyı izlemeye başladım. Şarkının sözler ise beni çoktan içine hapsetmişti. Bir şarkı dinlerken kesinlikle sözlerinin içinde anlam arardım. Bazı şarkılarda söz yazarlarının neler yaşamış olabileceğine yönelik tahminler bile yapardım. Bir tür takıntı olabilirdi bu ama kendimi bu huyumdan soyutlayamıyordum, elimde değildi.
*1* Hatıralar başucumda nöbet tutar gece gündüz bekler beni
Düşlerim var benim, hayallerim var...
Hayal değil, amaçlarım vardı. Bunları gerçekleştirebilmek için ise geçmişteki hatıralardan kurtulmalıydım. Oysa peşimi bırakmıyordu hatıralar. Eskiden bana nefes olan şeyler şu an nefesimi kesen birer hatıraydı.
Yarıda kaldı şarkılar aman
Bu yaraya deva değil zaman
Ateş düştüğü yeri yakar
Bu düzeni bozuk dünya yalan...
Bazen şarkılar yarım kalırdı bazen ise hayatlar. Bazen bir ateş düşer hayatınızın ortasına. Sizi de kendisiyle yakar ve yarım kalırsınız. Bazen ise o ateş yüreğinize düşer. Fakat bu sadece sizi yakar ve siz yine yarım kalırsınız. Siz hep yarım kalırsınız, başkaları onları tamamlayacak şeyleri elde edip yollarına devam ederler. Siz kırıldığınızla kalırsınız. Gözlerim yanmaya başlayınca hızla gözlerimi kapattım. Tekrar açmaya çalıştığımda ise göz kapaklarım bana meydan okuyarak geri kapandılar. Sanırım gözleri kapalı bir yolculuk da iyi olabilirdi.
"Su Hanım, geldik." Nereye gelmiştik? Ben ne zaman uyumuştum? Anlaşılan gözlerimin meydan okuması keskin bir şekilde galibiyetle sonuçlanmıştı. Gözlerimi yavaşça açtım ve Atakan'a baktım. "Neredeyiz?" O sırada telefonumun saatine baktım ve uzun zamandır yolda olduğumuzu o an anladım. Gözlerimi telefonumdan çektiğimde etrafımdaki şeylere bakıp nerede olduğumuzu anlamlandırmaya çalışıyordum. Atakan gözlerini devirerek karşılık verdi. "Su Hanım dediğiniz konum burası. Bana konuma bakmadım demeyeceksiniz değil mi?" Ben de gözlerimi devirerek yanıtladım onu. "Atakan birincisi benim için bir işin sonuçları önemlidir aşamaları değil. Bu yüzden konuma bakma gereği duymadım. İkincisi, burada sadece ben gözlerimi devirebilirim." Ofistekilerle arkadaş gibiyiz demiştim değil mi? Unutun gitsin. Bazen beni bilerek sinir ediyorlardı ve ben de onlara burada patronun ben olduğumu hatırlatmaktan çekinmiyordum. Atakan kıkırdarken sinirli bakışlarımı cama yöneltmiştim. "Tamam, alt tarafı şuradaki ciddi havayı dağıtmak istemiştim ayrıca hani dizilerdeki o gaddar patronlardan olmayacaktınız şu an tam da..."
Atakan'ın sözlerinin devamını dinleyememiştim. Karşımda bir tabela vardı. Yazıları silinmek üzere olan bir tabela. Bana hiç de yabancı gelmeyen bir tabela. Elim yavaşça kapı koluna gitti. Ağır hareketlerle arabadan çıkınca Atakan da hemen arabadan indi ve yanıma geldi. Eski binalar görüş açımdaydı. Tabelaya kaydı bir kez daha gözüm ve kalbimi durdurmak üzere olan o yazıyı gördüm: Güven Mahallesi.
Üç sene, koskoca üç sene önce geride bıraktığım geçmişim şu an tam karşımda duruyordu. Ne ileri gidebiliyordum ne de geri gidebiliyordum. İçimdeki senelerin özlemi ve birikmişliği gün yüzüne çıkmıştı. Ve şimdi hepsi gözlerimde akmak için bekleyen birer gözyaşına dönüşmüştü sanki. Peki kalbime saplanan acı ve omuzlarımda hissettiğim ağırlığın sebebi neydi? Özlem, hüzün, yaşanmışlıklar ya da yaşanamamış olanlar. Hangisiydi şu an içimdeki acının tarifi? Kolumdan tutan Atakan iyi olup olmadığımı soruyordu. Ne demeliydim? Tabii ki de her zaman olduğu gibi "iyiyim" demeliydim. Belki de şu hayatta söylediğim en büyük yalan bu kelimede saklıydı: İyiyim. Belki anlatsam da anlamayacakları için söylüyordum bunu. Yaşadıklarım bunları yaşamayanların anlamayacağı şeylerdi belki de. Sizi en iyi anlayan sadece kendinizsinizdir. Herkes gidince günün sonunda yine kendinizle baş başa kalırdınız. Zaten bu yüzden "kendine iyi bak" diye bir söz vardı bence Türkçemizde. Kendine iyi bak ki asla yalnızlığı iliklerine kadar hissetme.
Şu anda geri geri adımlar atmak isteyen bacaklarımı ilerlemek için zorlayarak yavaş adımlar attım. Birkaç adım sonra sola döndüm. Rengarenk eski tip binaların arasında mahalledeki tek çiçek dükkanını gördüm. Aynıydı, hiçbir şey değişmemişti. Dükkanın önünde kasımpatı, frezya çiçeği, sardunya ve kardelen gibi çiçekler vardı. Gözlerim meşhur çiçekçimiz olan Nuray teyzeyi arıyordu. Usulca dükkanın camına yaklaştım ve aklar düşmüş saçlarını gördüm önce. Çiçekleriyle sohbet ediyor gibi görünüyordu. Onun da en büyük sırdaşı çiçeklerdi. Bir çocuğu olmamıştı Nuray teyzenin. Bu yüzden sokaktaki hayvanlar ve çiçekler onun çocuklarıydı. Hepsi ile sohbet ederdi. O konuştukça sokaktaki hayvanlar bağlanmıştı ona. Hiç yalnız bırakmazlardı onu. Ve çiçekler o konuştukça açardı. Yüzümdeki tebessümle hızlı adımlar atarak dükkandan uzaklaştım. Şu an beni görsün istemiyordum. Soracaklardı çünkü bana üç yıldır nerede olduğumu. Ama anlatmaya gücün var mı demeyeceklerdi ki.
Hemen arkamdan bir müzik sesi gelince o tarafa döndüm. Müzik sesi; ilk buluşmaların, yorulup nefeslenmek isteyenlerin, doğum günlerinin yapıldığı, ramazanda eğlencelerin düzenlendiği ve daha birçok şeyin burada yapıldığı Kemal amcanın yerinden geliyordu. Öz amcam gibiydi o benim. Yufka yürekli amcam. Sadece benim değil, bütün mahallelinin öz amcasıydı o. Bu mahalledeki en sevdiğim yerdi burası. Tahta açık mavi sandalyeleriyle ve beyaz masalarıyla küçük bir kafeydi. Kafede çalan müzikler tüm mahalleyi huzura boğardı. Günümüzde olanın aksine rahatsız olmazdı kimse bu sesten. Seksenler imajı veren mahallenin insanları özenle seçilmiş insanlardı sanki. Ne kavga ederlerdi ne de huzursuzluk çıkarırlardı. Dolu gözlerle kafeye bakarken içeriden bir adam sesi duydum. Saklandığım duvarın arkasından yavaşça başımı eğerek tanıdık gelen adama baktım. Elindeki çay bardağını masanın üzerine koydu ve içine şeker katmış olmalıydı ki çay kaşığıyla karıştırmaya başladı. Bu adam mahallemizin berberiydi, Nurullah amca. " Kemal amcam aç oradan bizim her zamanki şarkımızı." Sonra Kemal amcayı gördüm tost makinesinin başında. Tebessüm ederek Nurullah amcaya baktı ve şarkıyı değiştirmek için sol tarafa doğru ilerledi. Görüş alanımdan çıkmıştı. Tam buradan ayrılmak üzere hareketlenmiştim ki açılan şarkı beni adeta yerime çivilemişti. Önce etrafıma baktım birileri var mı diye. Kimsenin olmamasını fırsat bildim ve şarkının bir kısmını dinleyerek kendime acı çektirmeye karar verdim.
*2* Şehri şaşırdım kayboldu yine
Çok uzakta kalmış eski mahalle
Bir keman sesi yüreğimde
Hala o şarkıyı arıyorum...
Gözlerimden akan yaşların ardı arkası kesilmiyordu. Titreyen ellerim ise bana hiç yardımcı olmuyordu. Yine aklımdan türlü anılar geçirmemi sağlayan bu şarkı, kalbimde kocaman bir acıyı hissettirdi bana. Asla dinmemiş olan sadece törpülenmiş olan o acı, içimde eskisinden daha büyük bir yer kaplar olmuştu şimdi. Dindirmek için her şeyi denediğim o acı, yüzleştiklerimin etkisiyle daha çok parçalıyordu içimi. Atakan bir şey demek için yeltenecekti ki ellerimle susması gerektiğini belirten bir işaret yaptım. Endişeli bakışları altında kendi üstümde daha çok baskı hissediyordum.
Bütün kapılar pembe boyanmış
Yine bir kadın aşk çağırıyor
Benden de burada bir şeyler kalmış
Sanki o kadın bana ağlıyor
Sanki o kadın bana ağlıyor...
Dizlerimin beni daha fazla taşıyamayacağını hissettiğimde yavaş hareketlerle yere çöktüm ve sırtımı saklandığım duvara yasladım. Ağlamam şiddetlenince titremeye devam eden ellerimle ağzımı kapattım. Fakat istemsizce bir hıçkırık kaçmıştı dudaklarımın arasından. Atakan benimle beraber eğildiği yerden kollarımı tutarak beni kaldırdı. Hızla sol tarafımızdaki binanın köşesine beni çekmişti. Saklandığımız yerden Kemal amca ve Nurullah amcanın seslerini duyabiliyorduk.
"Nurullah garip bir ses duydun mu sen de?" Ufak bir sessizliğin ardından Nurullah amcanın sesini duyduk.
"Bir ses duydum ama emin de olamadım şimdi. Mahallenin çocukları yine oyun oynuyordur. Onlardan gelmiştir." Bizden uzaklaşan adım seslerini duyduğumda derin bir nefes aldım. Benden bir cevap bekleyen Atakan söze girdi. "Kendimi bir gerilim filminin içine atmadan önce keşke haber verseydiniz Su Hanım. Gerçi doğru siz konuma bile bakmamıştınız değil mi?" Henüz kendime gelemediğim için sessiz kalmıştım. Atakan ise imalı laflarının ardından hâlâ konuşmaya devam ediyordu. "Bu kadar etkileneceğinizi bilseydim sizi buraya getirmezdim. Bu mahalle sizi neden bu kadar etkiledi? Tabii eğer özel değilse." Ben sustukça konuşmaya devam edecekti değil mi? "Özel Atakan. Konu özel anladın mı, oldu mu?" Atakan çekimser bir ifadeyle başını sallayınca ellerimle gözyaşlarımı sildim ve ekledim. "Atakan, ben gerçekten çok özür dilerim. Sadece şu an iyi hissetmiyorum. Bir an önce şu mimarla konuşup buradan gitsek olur mu?" Beni anladığını belirtircesine kafasını salladı ve mahcup bir şekilde tebessüm etti. Binanın yan tarafından çıktık ve bahsi geçen mimarın adresine doğru ilerlemeye başladık.
"İşte şu ilerideki dışı mavi olan yer adresteki bina." Bakışlarımı o binaya çevirdim fakat sağ tarafımızda kalan bina daha çok dikkatimi çekmişti. O lanet günden geriye kalan tek şey içimdeki geçmeyen acı ve bu binaydı. Rengarenk olan binaların aksine burası boyası akmaya yüz tutmuş beyaz bir binaydı. Burası bizim evimizdi. Burası bizim lanetli evimizdi. Beni o malum günden önceki ve yine o günden sonraki Su olmak üzere ikiye ayıran binaydı burası, tıpkı milattan önce ve sonrası gibi. Benim için bir milattı bu bina. Doğduğumda beni ailemle buluşturan ama sonrasından benden annemi alan binaydı burası. Ellerimle kulaklarımı kapattım. O gün Eylül ile attığımız çığlıklar kulaklarımda yüksek sesli bir yankı yaratıyordu. "Hayır, hayır, hayır..." Fısıltılarım çığlık seslerine karışıyordu. Kolumda buraya geldiğimden beri onuncu kez hissettiğim Atakan'ın eli vardı. Kolumdaki çantanın içinde sanrım ilacımı arıyordu. Sonunda ilacı bulduğunda bana verdi ve beklememi söyledi. Arabaya doğru koşuşunu gördüm. "Annem gel artık, çok özledim." Midemde hissettiğim krampla karnımı tutarak çömeldim. O sırada Atakan elinde bir şişe suyla yanıma geldi. Hızla ilacımı içtim ve bir süre gözlerim kapalı bekledim.
Yol uzun olduğundan ve burada gereğinden fazla vakit geçirdiğimiz için güneş batmıştı. Hava kararmaya başlamıştı. Ayağa kalktım ve evimize daha fazla bakmamaya çalışarak mavi binaya doğru ilerledim. Binaya vardığımızda üzerinde büyük harflerle ve gümüşi renklerle yazılı olan AK MİMARLIK tabelasını gördüm. Ak mimarlıkmış. Yapmak istediğim hastane fikrime karşı çıkarak ne kadar ak olduğunu anlamıştım! İç sesime katılırken binayı incelemeye devam ettim. Bizim binamızın aksine bu bina iki katlıydı. Bizimkisi ise on katlı büyük bir binaydı. Fakat iki katlı ve şatafatlı bir görünüme sahip olmayan bu bina mahalleye çok yakışmıştı. Mahallenin eski görünümlü estetiğini hiç bozmamıştı. Cama yaklaştım ve önce içeriyi görmeye çalıştım. Ama sadece kendi yansımamı görüyordum. Kaşlarımı çatarak binayı incelerken Atakan araya girdi.
"Siz bekleyin isterseniz zaten yeterince yıprandınız. Ben konuşup gelebilirim." Binanın önünde, yerde dik bir şekilde duran, büyük su damlası şeklindeki, etrafına loş bir ışık saçan lambaya bakarken Atakan'ı yanıtladım. "Hayır Atakan. Ben de geliyorum." Sözüm bitince binanın kapısından içeri girdim. Mavi denemeyecek kadar beyaz ve beyaz denemeyecek kadar da mavi olan duvarlar çok güzel duruyordu. Antika görünümlü avizeler ve köşede duran küçük şömine muazzam bir hava katmıştı buraya. Resmen bir ev sıcaklığını andırmayı başarmışlardı. Küçük bir yer olduğu için içeride az çalışan vardı. En azından alt katta öyleydi. Üst katta bu kadar eşya yoksa belki daha çok çalışan olabilirdi. "Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?" Sevimli ve yaklaşık 1.65 boylarında olan bir kız karşımda gülümseyerek bana ve Atakan'a bakıyordu. "Ben o despotla pardon patronunuzla konuşmak için gelmiştim." Kızın gülen yüzü solmuş ve beni tıpkı bir uzaylıymışım gibi incelemeye başlamıştı. Ne yani alt tarafı dilim sürçmüştü. "Kendisi şu an burada değil. Ne zaman geleceği hakkında herhangi bir bilgi vermedi. İsterseniz diyeceğiniz şeyi biz ona iletebiliriz." Nasıl yani ben bu kadar acıyı bugün boşuna mı yaşamıştım. Zaten kendisine yeterince sinirliyken şimdi daha çok sinirlenmiştim. "Söyleyin o patronunuza yine geleceğim. Ve bu sefer onunla görüşmeden gitmeyeceğim buradan. O hastaneyi yapacağım ve buna sesini bile çıkartamayacak." Sesimin birazcık fazla çıktığını o an fark etmiştim. Çünkü şu an tüm çalışanlar bana bakıyordu. Korkmuş gözlerle bana bakan kız çekinerek sorusunu sordu.
"Tabii. Adınız neydi?" Adımı yazmak için defterini çıkartmıştı. Sinsice gülerek yanıtladım. "Orası bende kalsın. Zaten patronunuz alışkın isimsiz çalışmaya. Yine geleceğim." Arkamı döndüm ve Binadan ayrıldım. Atakan gülerek peşimden geliyordu. Neye sırıtıyordu bu adam?
"Neye gülüyorsun sen?" Gülümsemesi daha da büyüdü ve kahkahaya dönüştü. Bir kaşımı havaya kaldırdım ve cevap vermesini bekledim.
"Kusura bakmayın. İçeride kendimi zor tutmuştum. Siz de az mafya tipli mimar değilmişsiniz. Nasıl da rest çektiniz öyle." Tekrar kahkaha atmaya başladığında etrafıma baktım. "Senin yüzünden bu mahalleden birisi beni görürse seni burada öldürebilirim Atakan. O zaman görürsün mafyayı." Atakan sırıtarak ağzına görünmez bir fermuar çekti.
Arabanın kapısını açtım ve kendimi koltuğa bıraktım. Yaşadığım duygu yoğunluğu nedeniyle kötü hissediyordum. Bir an önce eve varmak istiyordum. Kemerimi taktım ve koltuğa başımı yasladım. Gözlerimi kapatıp onları dinlendirmeye karar verdim. Sadece gözlerimi dinlendirecektim, uyumayacaktım. 5 dakika sonra... Uyumuştum.
-> *1*: Levent Yüksel'in seslendirdiği "Yas" adlı şarkı.
-> *2*: Sebinur'un seslendirdiği "Eski Mahalle" adlı şarkı. |
0% |