Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 1: 1050

@b.eykan

Bölüm Şarkısı:

Louane-Je Vole

 

 

 

......

 

 

 

1 mayıs 2021

Bugün benim ölüm günüm.

 

Saatler 00.00'ı gösteriyordu yine. Kulağımda antika duvar saatinin bana o günü hatırlatan sesi...

Çınlama sesi kesildiğinde kulaklarımı tekrar saatlerdir durmayan Newton Beşiğinin sesi doldurdu. Sabit, tekdüze ve asla kesilmeyen o ses. Topların her birbirine çarptığında çıkardığı seste irkilen ve kasılan bedenimi el ve ayak bileklerimden bağlı kelepçeler tutuyordu.

 

Keşke kulaklarım sağır olsa, keşke artık ölebilsem.

 

16 yıldır her seferinde olduğu gibi gökyüzü şafak vaktini bulduğunda Arzu'nun topuklu ayakkabı sesleri kapı yaklaştı. Elindeki kalabalık anahtarlıktan seçtiği gümüş işlemeli anahtarla kapının kilidini tam üç kez çevirdi. İnce ve uzun bedeniyle içeri adımladığında gözlerim onu buldu. Üzerinde siyah kalem bir elbise, ayağında siyah stilettolar, kalın buklelerle omuzlarına dökülen bakımlı saçları ve her daim silik turuncu renkte ruj sürdüğü çizgi halindeki ince dudakları.

 

"Nasılsın Balkır?" dedi kinayeli bir ses tonuyla. Aynı zamanda da kelepçelerimi çözüyordu.

 

"Korkuyor musun?"

 

Annemin o günkü fısıltısı çınladı beynimde.

 

"Korkma..." O günden sonra hep korktuğumu bilemedin anne.

 

Boş boş baktım yüzüne. Biliyordu ki korkuyordum, biliyordu ki tek bir kelimesine bakardı karşısında kulaklarımı kapatarak yere çökmem.

 

Bedenim serbest kaldığında yavaşça doğruldum olduğum yerden. Bana kalk demesini bekledim, eğer o izin vermeden kalkarsam ceza alırdım, bir daha annemin ölüm anını hatırlatan o saçma animasyonları elim kolum bağlı saatlerce izlemeye dayanamazdım.

 

"Kalkıp odana gidebilirsin Balkır. Saat sabah beş kırk sekiz. Bir saat kırk iki dakika sonra odana yiyeceğin yemekler gelecek. Onları ye ve odanda hemşirenin gelmesini bekle. Gidebilirsin."

 

Yataktan kalkıp beni göz hapsinde tutan bedeninin önünden geçtim; koğuş kapılarını aratmayan, üzerinde sürgülü bir göz olan demir kapıyı açtım. Ayaklarımın daha fazla taşıyamadığı yorgun bedenimle zorlukla odama çıkıp kapıyı kilitlediğimde derin bir nefes verdim. O gün olanları bana hatırlatmaktan zevk alıyordu, gözlerinin önünde can çekişmem onu keyiflendiriyordu. Öyle çok mutlu oluyordu ki çığlıklarımı susturmam, gözyaşlarımı içime atmam karşısında...

 

Ben yaşayan bir ölüydüm. O gün annemin bedeniyle ruhumu bende toprağa gömmüştüm. İçimdeki çocuk 9 yaşında annesinin ölümünü izledi ve onun yanında saatlerce uyudu. Ben 9 yaşımdan sonra bir daha hiç yaşamadım; 16 yıldır ben, ipleri Arzu'nun elinde olan bir kuklaydım.

 

Odam toparlanmış, yatağımın üzerine saçtığım haplar gitmişti. Bir intihar girişimim daha Arzu'nun beni yakalaması sonucunda mahvolmuş, halihazırda annemin yıldönümü de gelmişken tamı tamına bir günümü aç susuz o odada elim kolum bağlı geçirmiştim. Gerçi tam olarak susuz diyemezdik, almam için verdiği, ne olduklarını yıllardır öğrenemediğim ama bedenime kesinlikle iyi etki etmediğine emin olduğum ilaçları yutmak için bir bardak su içmiştim (!)

 

Odamdaki banyoya ilerledim, üzerimdeki delilere giydirilenleri aratmayan gömleğin bütün düğmelerini açtım. İç çamaşırlarımdan da kurtulduğumda kendimi duşakabinin içine attım. Tenimde yakıcı hisler bırakacak kadar suyu sıcak dereceye ayarladım ve suyun altına girdim. Kaynar su bedenimde küçük acılar bırakırken yüzümde bir tebessüm oluştu, psikolojik acılarımdan farklı acılar duymak hep daha iyi hissettirmişti, tabii bu acı başkaları tarafından bana verilmiyorsa... Göğüslerimin altına kadar uzanan saçlarımı defalarca şampuanladım, banyoda kalma süremi daha da uzatmak için vücudumu iyice yıkadım. Sabah olmuştu, hava aydınlanmıştı çoktan ve ben aydınlıktan nefret ediyordum. Arzu'nun bana gün boyu oynadığı bir oyuncağıymışımcasına davranması beni öyle çok yoruyordu ki...

 

Duştan üzerime aldığım havluyla kurulanarak çıktım ve odamdaki boy aynasının önünde dikildim. Havluyu kenara bıraktım ve her seferinde yaptığım gibi Arzu'nun deneği olan bedenimi süzdüm. Kaburga boşluğumdan başlayıp göbek deliğime kadar uzanan bir ameliyat izi vardı karnımda. Hemen ardından gözüme kasığımdaki dikişleri yeni alınmış iz takıldı, bir ay kadar önce rahmim alınmıştı. Aynaya sırtımı döndüm ve belimdeki ameliyat yarasına da baktım, Arzu sağ olsun verdiği ilaçlara böbreklerim dayanamamıştı ve yıllar önce nakil olmuştum. Kollarımda morarmış serum ve aşı izleri, el ve ayak bileklerimde sürekli kelepçelenmekten bedenime bir damga gibi kazınmış yaralar vardı, yerine yenileri eklenmişti. Bütün bedenim yara bere içindeydi, tüm benliğimle onun esiriydim.

 

Dolabımdan siyah bir tayt, beyaz sporcu sutyeni ve siyah kapüşonlu alıp giyindim. Islak saçlarımı kurutup ördüm. Yatağıma oturduğumda saat neredeyse 07.20'ydi. Yaklaşık on dakika sonra odamın kapısı tıklatıldı, malum kahvaltım gelmişti. Kalkıp kapıyı açtım ve halimi hatrımı soran evin hizmetlisine yalnızca sahte bir tebessüm yollayıp elindeki tepsiyi aldım ve kapımı bu sefer kilitlemeden içeri adımladım. Yatağıma oturup getirilen yiyeceklere baktım. Tepside omlet, dilimlenmiş domates ve salatalık, zeytin, peynir ve bir bardak çay vardı; Arzu bu sefer güzel beslenmemi istiyordu anlaşılan, belki üzerimde tok karnına ilaçlarını denerdi kim bilir?

 

İştahsız olsam da Arzu'yu daha da çıldırtıp üzerime salmamak için elimden geldiğince tepside ne var ne yoksa bitirdim. Yaklaşık yarım saat sonra kapım tıklatıldı, beyaz önlüklü hemşire elinde serum torbaları ve serum askısı ile yatağımın yanına yaklaştı.

 

"Nasılsın Balkır?" dedi yüzüne kondurduğu yapmacık gülümsemeyle. Bu evdeki insanların nasıl olduğumla dertleri neydi? Bariz şekilde ortadaydı zaten nasıl olduğum, ne diye sorup duruyorlardı? Sanki kötü olduğumu ağzımdan duysalar bana bir yardımları dokunacakmış gibi...

 

Hemşirenin yüzünde boş boş baktım ve yatağımdaki tepsiyi yere bırakıp yatağa uzandım. Kapüşonlumun kolunu kıvırdım ve serum için damar yolu açmasına izin verdim. Kolumda yaraya dönmüş izlerin birinden iğneyi soktu ve sonrasında serumu bağladı, serum tutacağında iki torba ilaç vardı. Bir tanesi sanırım sakinleştiriciydi, çünkü hemşire odadan gittikten yaklaşık on dakika sonra uyku bastırmıştı.

 

🌑

 

Uyandığımda başımda bir hemşire ile beraber Arzu vardı. Uyandığımı görünce hemşirenin kolunu dürttü ve çıkmasını istedi. Hemşire kolumdaki serumu tamamen çıkardı ve eşyalarını toparlayıp Arzu'ya bir baş selamı vererek odadan çıktı. Başımda dikilen ama hâlâ konuşmayan Arzu'nun yüzüne baktım boş boş. Ne diyecekse deseydi de daha fazla onu görmeseydim keşke.

 

"Akşam yemeği için bize geleceksin, baban geliyor bugün yurt dışından."

 

Bunu söylemek için mi beklemişti bu kadar?

 

"Tamam," dedim yattığım yerden doğrulurken. "Başka ne istiyorsun"

 

"Serumunda panik atağın için ilaçlar vardı, benden habersiz ağrı kesici bile alma. Ben çıkıyorum eve gidip Agâh'ı karşılamam lazım. Üzerine yaralarını, özellikle ameliyat izlerini, kapatacak şeyler giy; Agâh'ın karşısında zor duruma düşmek, seni de rencide etmek istemiyorum. Ayrıca dün sabahki saçma intihar girişiminin de gündemimiz olmasını istemiyorsan dediklerimi uygula. Akşam 8'e kadar evde olmuş ol, ciddi bir konu konuşacağız."

 

Ağzımı açıp bir şey dememe izin vermeden odadan çıktı ve gitti.

 

Bu kadını anlamıyordum, yıllardır da asla anlamamıştım. Çalkantılı ruh hali beni çok yoruyordu. Küçükken annemin öldüğü anı gördüğüm kabuslarımdan uyandığımda onu başucumda beklerken bulurdum, ıslanmış gözlerimle ona baktığımda bana bir annenin şefkatiyle yaklaşır elimin üzerini okşardı ancak sabahında kolumda serumla uyanırdım.

 

Annemin ölümü gözlerimin önünde gerçekleştiği ve Arzu da sağ olsun 16 yıldır bana o anı asla unutturmadığı için psikolojim belki bozuktu, evet. Ama bana yıllarca gösterdiği fiziksel ve psikolojik şiddet karşısında zevk alması onu psikopat bir manyaktan öteye götürmüyordu. Benden ne istiyor bilmiyordum, içindeki öfkesi annemeydi.

 

Ancak annemi öldürmek içindeki öfkeyi azaltmamış aksine daha da hırslandırmıştı sanki onu. 12 yaşındaki bir çocuğun üzerinde cildi yakıcı maddeleri denerken duyduğu ağlamalara kahkaha atmasının başka bir açıklaması yoktu çünkü.

 

Saat öğleden sonra dört buçuktu. Bana her ne verdiyse o kadar çok uyumuştum ki... Oturduğum yataktan kalkıp çalışma masamın yanında bulunan komodine ilerledim, içinden kilitli olan kutuyu çıkardım. Yatağıma tekrar oturduğumda kalbim sıkışmaya başlamıştı, her seferinde olduğu gibi.

 

Kilidi çevirdim, kutunun kapağını açtım. Beni annemin en üstte duran gençlik fotoğrafları karşıladı. Rengi solmuş fotoğrafın birinde annem bütün o zarif güzelliğiyle poz vermişti. Açık kumral, uzun saçları kalın dalgalar halinde omuzlarına dökülmüş; oradan da göğüslerinin altına kadar uzanıyordu. Üzerinde ince, göbeği açık, dar bir bluz vardı. Yüksek bel pantolonu göbeğinin üzerinden başlayıp kalçasını sıkı sıkıya sarıyor ve diz kapaklarına kadar ilerliyordu. Oradan sonra bollaşan pantolonu, ayak parmaklarına kadar kapatıyordu. Fotoğrafta gördüğüm kadarıyla ayağında ince bantlı küçük topuklu terlikler vardı. Kameraya neşesi fotoğraftan bile hissedilecek şekilde otuz iki diş gülümsemişti.

 

Bir başka fotoğrafta annem üzerindeki vatkalı eflatun gömlek ve giydiği yüksek bel diz kapaklarının altında biten kot etekle gayet şıktı. Saçları yine açık, omuzlarına dökülüyordu. Ayağında o zamanın modası olan topuklu ayakkabılar vardı.

 

O zamanlarda 20'li yaşında olan annem, çok güzeldi.

 

9 yaşımdan öncesi çok silikti kafamda, annem aklımda en net ölüm anıyla kalmıştı. Ancak bildiğim bir şey varsa, annem buğulu anılarımın bile en parlak yıldızıydı. Allak bullak hatırlıyorum, beraber evimizin bahçesinde yaptığımız pazar kahvaltıları o yaşlarımın en mutlu anlarıydı. Babam o zamanlar tam bir İstanbul beyefendisiydi, annemle öyle nazik konuşur, ona öyle güzel iltifatlarda bulunur, ellerine naif buseler bırakırdı ve ona öyle güzel bakardı ki gece uyurken babamdan dinlediğim masalların prens ve prensesi benim için hep onlardı.

 

Elimdeki fotoğrafları yatağıma bırakıp kutudan eskimiş bir defter çıkardım; annemin gençlik yıllarında tuttuğu günlüğünü.

Tarihler 90'lı yıllara kadar uzanıyordu. Annem ergenlik sitemlerinden bahsediyordu ilk sayfalarda, hiç tanımadığım anneanneme ettiği sitemlerden... Sonrasında da babam geliyordu. Annem babama, en az onun kendisine olduğu kadar aşıktı.

 

14 Mart 1993

 

Diyordu ki annem: "Bugün Agâh beni çağırmak için pencereme attığı taşla odamın canımı kırdı. Bunu duyan babam öyle sinirlendi ki salonun duvarına astığı büyük avcı tüfeği ile bütün kasabada onu kovaladı. Ama onu vurmazdı, buna emindim. Babam Agâh'a ne kadar âşık olduğumu biliyordu..."

 

Babam... Agâh Vural.

 

Annem için, bütün malvarlığını kaybedecek olan dedemin tüm borcunu üstlenip sonrasında da annemle peri masallarından fırlamış olan bir düğünle hayallerini gerçekleştiren adam.

 

Annemi yıllar geçse bile ilk günkü aşkla seven adam.

 

Sayfaları rastgele çevirdim ve bir tarihte daha durdum.

 

4 Temmuz 1993

 

"Bugün Agâh beni babamlardan gizli evlerinin arkasındaki samanlığa götürdü ve beni ilk kez öptü. Bana beni sevdiğini ilk kez söyledi ve ben ona ikinci kez aşık oldum..."

 

Agâh Vural, artık Kumru Başer'e âşık olan o adam değildi.

 

Agâh Vural; yeni karısı kızına çizgi film diye ölümle ilgili animasyonlar izletirken, kızının ağlama seslerine rağmen yan odada karısıyla sevişen bir adamdı.

 

Annemin ölümü, beni babamın diğer yüzüyle çok erken tanıştırdı.

 

Günlüğü de kenara bıraktım ve annemin göz alıcı mücevherlerine baktım, zarif bir bilekliği elime aldım. Bu bilekliğin bir zamanlar atan bir nabzın üzerinde takılı oluşu gözlerimi doldururken başımı hafifçe yukarı kaldırdım, ağlamamalıydım. O sırada kapım tıklatıldı, hızla yatağımın üzerindeki günlük ve fotoğrafları geri koydum ve kutuyu yatağımın altına sakladım. Annem zaten benden bir kere alınmıştı, anılarının da avuçlarımdan kayıp gitmesine izin veremezdim.

 

"Gel!" diye seslendim kapıya doğru, içeri Arzu'nun benim için tuttuğu sabahki hemşire geldi. Elinde kan almak için gerekli aletler vardı, yine niye alacaklardı kanımı?

 

Yanıma geldi ve sabahkinin aksine tek kelime etmeden işine başladı. Tam beş tüp kan aldı ve yine hiçbir şey söylemeden kapıyı ardından kapatarak çıktı. O çıktığında kolumdaki acıyı umursamadan aşağı eğildim ve sakladığım kutuyu çıkarıp komodinime geri koydum. Arzu'nun beni çağırdığı yemeğe iki saatim vardı, şimdi hazırlansam bir saatlik yolu ancak gidip eve varırdım.

 

Üzerime boğazlı siyah bir body, siyah pantolon ve siyah kot ceket alıp saçlarımı at kuyruğu topladım. Yanıma alacağım küçük çantanın içine telefon ve kulaklığımı koyup odamdan çıktığımda saat 18.47'ydi. Evden anahtarlarımı alıp çıktım ve çağırdığım taksiyi beklemeye başladım. Hava kapalıydı, gökyüzü yağmur bulutlarıyla kaplandığı için hava olması gerekenden daha erken kararmıştı. Kasvetli hava beni daha da huzursuz etmişti. Taksi önümde durduğunda arka kapıyı açıp bindim ve eski evimin adresini verdim.

 

O evden çıkalı 7 yıl oluyordu, reşit olduğum ilk gün babamdan benim için ayrı bir ev almasını istemiştim; annemin gözlerimin önünde öldüğü oturma odasında daha fazla oturamazdım, annemin kahkahalarıyla canlanan koridorların soğukluğuna daha fazla dayanamazdım. Babam da bunu hissetmiş gibi bana istediğim evi almıştı. Ancak Arzu beni kendi evimde de rahat bırakmamıştı, bana bir ev yardımcısı bir de yatılı hemşire tutmuştu. Büyük bir evde yaşıyordum ve bunun en büyük dezavantajlarından biri de kullanılacak çok boş odası olmasıydı. Evimdeki bodrum katında bulunan odayı bana verdiği aptal cezalar için düzenlemişti, bir başka odada tuttuğu hemşire kalıyordu ve diğer bir odada bana vermek için hazırlattığı ilaçlar... Evimde kendime ait olan tek alan odamdı ve onda da gün içinde sürekli rahatsız ediliyordum.

 

25 yaşında yetişkin bir kadındım; kendi başımın çaresine bakabilir, Arzu'dan kaçabilirdim ama bu annemi de ardımda bırakmak demekti. Arzu eli kolu her yere ulaşabilecek kadar güçlü, psikopat bir kadındı. Bırak şehir içinde ondan kaçmayı, ülke değiştirmeliydim ondan ve bana yaptıklarından uzaklaşabilmek için. Fakat beni engelleyen birçok sebebim vardı. Annemin hatıralarını ardımda bırakamazdım ve babam; annemin ardında bıraktığı en büyük anıydı. Beni her ne kadar o lanetli günden sonra gözü görmese de, annemle beraber babamı da kaybetmiş olsam da, o benim babamdı ve lanet olsun ki babam iyi bir adamdı. Ondan nefret etmek istiyordum, bana yapılanların hesabını ona sormak istiyordum ama onun gözleri annemden sonra öyle bir kör olmuştu ki bırakın Arzu'nun bana olan zulmünü görmeyi, gözü hiçbir şeyi görmüyordu.

 

Anneme olan özlemim asla geçmiyordu, asla azalmıyordu. Onu hiç unutamıyordum, kırlangıçlar bana annemi en çok hatırlatan şeylerdi ve ben bu kelime yüzünden Arzu'ya boyun eğiyordum. Nasıl başarmıştı bunu bilmiyordum, tek bir kelimeyle beni nasıl ayaklarına kapanacak kadar dize getiriyordu asla anlamlandıramıyordum ama bu kelime öyle canımı yakıyordu ki...

 

Kırlangıçlar... Bana birini daha hatırlatıyorlardı. O gün aklımda annemin ölümüyle yer etse de silik anılarımda benimle ilgilenmiş küçük bir adam yaşıyordu. Adını hatırlamıyordum, yüzü silinmiş bile olabilirdi aklımdan. Ama yüreğimde bir yerlerde beni annemden sonra canlı tutan tek şeydi aklımdaki hatırası.

 

"Ah..." diye geçirdim içimden. "Ah sen o kıyamet gecesinin meleği, o küçük adam... Kırlangıçlar ölümüm olacak, keşke gelip beni bulsan..."

 

Umut, içimdeki sandıkta uyuyan acı bir duyguydu.

 

Taksi evin önünde durduğunda ücreti ödeyip arabadan indim, kâbusum olan o villanın tam karşısındaydım.

 

Titrek bir nefes alıp eve adımladım. Kapının önünde durduğumda kendimi hazır hissedene kadar bekledim ve evin geniş -Arzu'nun babamla evlendikten sonra keyfine göre değiştirdiği- şaşalı kapısının zilini çaldım. Çok geçmeden evin yardımcısı kapıyı açıp bana gülümsedi.

 

"Hoş geldiniz, Balkır Hanım."

 

Beni karşılamasına kafamı sallayarak karşılık verdim ve içeri adımladım.

 

"Agâh Beyler salonda yemek masasındalar, efendim. Sizleri bekliyorlar." diye arkamdan seslendi, ben de adımlarımı anneme dair tek bir anısı kalmayan bu evin içindeki salona yönlendirdim.

 

Arzu ve babam karşılıklı oturmuşlardı yemek masasına. Orta boy olan bu masada bir kuş sütü eksikti, anlaşılan Arzu babamı hem yatakta hem yemekte memnun etmeyi iyi biliyordu. Bana dönen bakışlara ifadesiz suratımla baktım ve yemek masasında bana ayrılan sandalyeyi çekip oturdum.

 

"Hoş geldin, kızım." dedi yorgun sesiyle babam, zaten o hep yorgundu. Kafamı salladım sadece, o sırada Arzu yapmacık neşesiyle konuştu.

 

"Hoş geldin, Balkırcığım!" Yine kim bilir beni ne için çağırmıştı da babama yağ çekiyordu.

 

Yemekler yenmeye başladığında ben tabağımdaki tavuk ve pilavla oynuyordum. Aç olsam da yiyemiyordum, bu ev bana öyle çok şeyi hatırlatıyordu ki, içinde bulunduğum her saniye çocukluğumun sırtına bir bıçak saplıyordu.

 

Yemeğin ortalarında Arzu keskin sessizliği soğuk sesiyle böldü.

 

"Agâhçığım, sana bir şey söylemek istiyorum," bakışları benim üzerimde ama sözleri babam odaklıydı. "Babamdan kalan hastaneyi yeniden işleve soktuğumu biliyorsun, orayı psikiyatri ve psikolojik tedavi odaklı olarak hayata geçirdim ve yeni bir proje için 49 ciddi psikolojik rahatsızlığı olan 20 -30 yaş arası genç yetişkinleri topladım. Ocak ayından beri hepsinin tedavileri olumlu sonuç verdi." Babam dikkatle onu dinliyor ama Arzu'nun bakışları üzerimden ayrılmıyordu. Lafı nereye çekmek istiyordu?

 

"Balkır'ı da hastaneye yatırmak istiyorum," dedi bir çırpıda. Elimdeki çatal tabağa düştü, ne diyordu bu kadın?

 

Bakışları bu sefer babamı bulmuştu.

 

"Neden?" diye mantıklı bir soru sordu babam ancak Arzu bütün hazırcevaplılığıyla konuşmasına devam etti.

 

"Balkır, Kumru gözlerinin önünde öldüğünden beridir iyi değil hayatım, bunu sen de biliyorsun. Yıllardır onunla yakından ilgileniyorum ancak sanırım büyüdükçe her şeyi daha da içine atmaya başladı ve onda depresyon başlangıcı da görüyorum. Panik atağı ve yüksek anksiyetesi onu zaten çok zorluyor. Hastanede daha kontrollü, daha disiplinli ve etkili bir ilaç tedavisi düşünüyorum onun için. " Babamın ilgiyle onu dinleyişi onu tatmin etmiş olacak ki daha bir istekle devam etti konuşmasına.

 

"Normalde hastalar ikişerli ve üçerli büyük odalarda kalıyorlar ancak Balkır için en rahat edeceğini düşündüğüm hastaların olduğu katta tek kişilik bir oda hazırlattım. Odayı tamamen kendi evindeki odası gibi onun zevklerine uygun düzenledim. Üstelik burası bir akıl hastanesi de değil, kimseyi içeri hapsetmiyoruz ve içeride gerçek anlamda akıl hastanesine yatan hastalar gibi insanlar yok. Sadece sorunları ile başa çıkamayan gençler... "

 

" Burada hastalar tamamen hastaneye bağlı değiller, hepsi sosyal hayatlarına, okullarına devam ediyorlar. Arkadaş ortamları, sosyal çevreleri var. Sadece Balkır gibi ciddi ilaç tedavisine ihtiyacı olan çocuklar onlar ve biz de onlara bunu sağlıyoruz. Balkır için çok büyük bir özenle tedavi programı hazırladım. Hayatım, Balkır genç bir kadın ve ileride biriyle hayatını paylaşmak istediğinde bozuk psikolojisi onu engelleyecek ki keza arkadaş edinemeyişinden de bariz ortada bu. O yüzden diyorum ki, Balkır'ı da alayım ben."

 

"İstemiyorum!" dedim sert bir sesle. "Ben deli değilim, hastaneye falan kapatamazsın beni!"

 

Uyarıcı bakışlarıyla bana döndü Arzu.

 

"Kırlangıç! Kızım bir dur. "

 

Duyduğum kelime bütün bedenimin kasılmasına sebep oldu. Masanın altında kalan dizlerim titriyorlardı, ellerimi de masanın altına soktum. Başımı sağa doğru yatırmıştım, kulağımı sanki işe yaracakmış gibi omzuma sertçe bastırarak duymasını engellemeye çalışıyordum, diğer kulağım ne olacaktı? Bilmiyordum.

 

Halim babamın dikkatini çekmiş olmalıydı ki, " İyi misin, Balkır?" diye sormuştu. Arzu onun yanında bu zamana dek çok kez kırlangıç diye seslenmişti ve hep bu hale gelen bedenim dikkatini çeker, iyi olup olmadığımı sorardı. Bir kez olsun Arzu'nun üstümde kurduğu baskıyı anlayamamıştı, benim acı çeken ruhumu kim fark edecekti?

 

"Görüyorsun, hayatım," dedi Arzu bakışlarıyla beni göstererek. "Balkır'ın hali cidden iyiye gitmiyor, tedavi görmesi gerek."

 

Sesindeki küçümseyici tınıdan nefret ediyordum.

 

Uzun soluklu bir sessizliğin ardından "Tamam," dedi babam. Arzu'nun üzerimde kurduğu baskıya rağmen başımı bir hışımla kaldırıp babama baktım, ciddi miydi?

 

"Tedavisine hastanende devam etmesi daha makul. İleride sağlık sorunları başına dert açsın istemiyorum, gereken neyse onu yap ve iyileştir kızımızı, Arzu."

 

Donakaldım. Az önce tir tir titreyen bedenim şimdi buz kesmişti. İnanamaz gözlerle ona baktım, bu kadarına da izin vermiş olamazdı. Akıl hastanesine 'deli' mertebesinde kapatılamazdım!

 

Masadan kalktım, sırtımı ikisine de döndüm ve bir kez daha ölüm mabedim olan bu evden hızlı adımlarla çıktım.

 

Kumru Başer'in deli divane sevdalandığı Agâh Vural, artık ölen karısını kendine bıraktığı emaneti koruyacak kadar bile sevmiyordu.

 

Agâh Vural, karısının katilini kızının annesi sayıyordu.

 

Ben buraya gelirken gökyüzünü siyaha boyayan yağmur bulutları, akıtamadığım yaşlarımın da hıncını alırcasına damlalarını boşaltıyorlardı yeryüzüne. Yağan yağmura, esen rüzgara, sırılsıklam olan bedenime, gideceğim yolun uzunluğuna aldırış etmeden kendimi attığım sokaklarda yürümeye devam ettim.

 

Ağlamıyordum, ben ağlamazdım. O günden beri bir kez olsun insan içinde ağlamamıştım ve etraf bu bardaktan boşalırcasına yağan yağmura, akşam olmuş olmasına rağmen insan kaynıyordu. Fakat yüzüme hunharca süzülen yağmur damlaları gözyaşlarımmışcasına yanaklarımdan aşağı süzülüyorlardı. Yine de ağlamıyordum. Yürürken ayağımı sertçe bir taşa çarptım, acıyla gözlerimi yumdum. Evren "ağla" diyordu sanırım bana. Bense ona meydan okudum, histerik bir kahkaha attım, ağlamayacaktım. Eve gidip kaynar duş başlığının altına girene kadar, asla ağlamayacaktım.

 

Canın yanıyor mu anne? Kemiklerin sızlıyor mu? Ben her defasında biraz daha ölüyorum ama hiçbir ölümün sonu sana çıkmıyor. Gittiğin ilk zamanlarda melek olup cennete gittiğini söylemişti o zamanlar beni biraz olsun düşünen babam; ölenler cennete gitmez mi anne, neden yanına gelemiyorum? Cehennemde azap çekiyorum.

 

🌑

 

Üzerimdeki kısacık havluyu odamda rastgele bir yere atıp üzerimi giyinmeden, saçlarımı kurutmadan kendimi yorganımın içine bıraktım. Başım çok ağrıyordu, midem bulanıyordu. Arzu bunların sebebinin hep psikolojik olduğunu savunuyordu bana, ama aklım bütün bu olanların bana verdiği ilaçlardan olduğunu anlayacak kadar yerindeydi. Panik atağım olabilirdi; acı çekiyor ve hiçbir tepki veremiyordum, depresyonum da olabilirdi ama asla deli değildim. Sözde adı 'Ruh Sağlığı ve Hastalıkları' olan, Arzu'nun yönettiği bir akıl hastanesine yatamayacak kadar aklım yerindeydi. Bana kendi evimde yaptıklarına bile engel olamazken, her şeyiyle onun himayesi altında olan kıçı kırık bir yerde aptal doktorların ve benim gibi sözde 'deli' diye içeri hapsedilmiş onlarca insanla yaşayamazdım. Bana ne yapacağını kestiremiyordum, o kadar insan olmasına rağmen yardım da dilenemezdim; hepsi Arzu'nun kölesiydi muhtemelen.

 

"Korkuyorum, anne..." diye fısıldadım boşluğa doğru. Beni kurtaracak bir annem yoktu.

Hava iyiden iyiye kararmıştı; gece, yavrularını kanatları altına alan anne bir kuş gibi sarıyordu bedenimi. Odamın içine vuran ay ışığı dışında hiçbir ışık kaynağım yoktu, hiçbir zaman da olmasındı zaten. Karanlık; Arzu'nun gündüz esir aldığı bedenimin tutunduğu tek daldı.

 

Çoğu zaman geceleri beni rahatsız etmezdi; ancak gökyüzü ne zamanki şafak vaktini bulur, başucuma bir hemşire dikerdi. Bazen iğneler vurdururdu yıpranmış bedenime, çoğu zaman ağır sakinleştiricilerle beraber içinde ne olduğunu bilemediğim ilaçlar verirdi damarlarıma. Yaklaşık bir ay önce sanırım, bir gün yine gökyüzü hafiften kızıla boyanırken odamdan bir sedyede çıkarmışlardı beni, neyin ne olduğunu dahi soramayacak kadar kötü zamanlarımdaydım, sorgulamamıştım. Evimin önüne gelmiş bir ambulansa bindirilmiştim, tenha bir yerde hastaneye benzeyen ama asla hijyenik olmayan bir yere getirilmiştim. Cerrahi aletlerle dolu olan, kötü kokulu bir ameliyathaneye girmiştik, narkoz verdiler.

 

Uyandığımda kasıklarımda keskin bir ağrı vardı, sonradan öğrendim rahmimin alındığını.

 

Arzu'nun bedenime verdiği ilaçlar kist oluşturmuş, daha da bir yerimde sıkıntı çıkmasın diye rahmimi almışlar; dahasını sorgulamadım bile, bana da söylemediler zaten.

 

İntihar girişimlerim yüzünden kesiklerle dolu olan bileklerim kelepçe morluklarıyla bezenmişti, ayak bileklerim de aynı durumdaydı. Sırtımda yaralar vardı, Arzu zamanında beni uzunca bir süre yatağa mahkum etmişti ve sırtımda o zamanlardan kalan izler vardı.

 

Son birkaç aydır da karnıma sağ taraflarımdan başlayıp sırtıma vuran ağrılar oluyordu ama çoğu zaman Arzu'nun verdiği yoğun dozdaki ağrı kesiciler bunu önlüyordu.

 

Zaten iştahsızdım, çok hızlı kilo kaybederdim ve Arzu'nun yıllardır oyuncağı olan bedenim nereye kadar dayanırdı bilmiyordum.

 

Şafak vaktine kadar çıplak bedenimle, ıslak saçlarımla üzerime rastgele örttüğüm battaniyenin içinde oturdum. Dışarıdaki baykuşların seslerini dinledim, cırcır böceklerinin ötüşlerini duydum. Birkaç saat de olsa içinde bulunduğum acı gerçeklikten soyutlandım. Gökyüzü kızıla boyanmaya başlamışken bir kırlangıç penceremin önüne kondu, sonra yanına bir tane daha geldi. Annemin delicesine sevdiği, benim isimlerini duyunca Arzu'nun kölesi olduğum kuşlar.

 

O küçük adamın o gün dikkatimi çekmek için bana gösterdiği, aptal kuşlar...

 

Saat sabah beşe gelmişken kapım tıklatıldı, oturduğum yataktan kalktım. Çalışma masamın sandalyesinin üzerindeki uzun hırkayı çıplaklığımı önemsemeden üzerime geçirdim ve kilitlediğim kapıyı açtım. Karşımda bugün Arzu da vardı, yanındaki hemşireyle beraber. Beni gören Arzu'nun bakışları bedenimi süzdü, bıkkın bir nefes verdi.

 

" Duştan sonra üzerini giyin diye kaç kere söyleyeceğim sana, " dedi sert sesiyle. Bizi dışarıdan gören biri onun üvey kızının hastalanmasından korkan sevgi dolu bir anne olduğunu düşünürdü. Aslında endişe kısmı doğruydu da, "Hastalanınca aldığın ilaçları tekrar düzenlemek zorunda kalıyorum, bücür! Başıma iş açma demedim mi sana, git giyin." ancak tam da bu sebeptendi.

 

Yüzüne boş boş bakıp kapının önünden çekildim ve dolabımdan aldığım iç çamaşırı ve polar eşofman takımını üzerime geçirdim. Yatağımın başucunda dikilen hemşire ve Arzu'ya gözlerimi diktiğimde oturmamı işaret etti. Kazağımın kolunu sıyıran hemşire çoktan damar yolu açmış, serumu koluma bağlamıştı. Çok geçmeden kolumda derin bir yanma hissettim, acıyla kolumu tuttuğumda başımı Arzu'ya çevirdim.

 

"Ne veriyorsun bana, yakıyor!"

 

Hemşire ile beraber tepkilerimi dikkatle izliyorlardı.

 

"Sana diyorum!" diye bağırdığımda sertçe yüzüme baktı.

 

"Bağırma bana seni aptal!" dedi. "Ne zamandan beri yaptıklarımı sorgular oldun?"

 

Haklıydı. Ama canım yanıyordu ve bugüne kadar hiç böyle olmamıştı.

 

Arzu başımda elindeki deftere bir şeyler karalayan hemşireye döndü, "Alacağını aldın mı?"

 

"Evet, efendim," dedi hemşire. Arzu onaylarcasına başını salladı.

 

"Şuna bir sakinleştirici vur da uyusun, geceleri baykuş gibi tünüyor yatağının tepesine. Uykusuzluktan bayılıp iş açmasın başımıza."

 

Hemşireden bir onay dahi almadan ayağındaki topuklularının çıkardığı tok sesle odamı terk etti. O sırada da hemşire sakinleştirici vurmuştu. Çok geçmeden kolumdan bedenime doğru yayılan ağrıyla beraber uyuyakaldım.

Sıçrayarak yerimde doğrulduğumda, uykumu altüst eden kabusumu unutmaya çalışıyordum. Annemin öldüğü günü izleyip hiçbir şey yapamadığım, ellerim ve kollarımın bağlı olduğu yüz bilmem kaçıncı kabus...

 

Etrafıma bakındım, odam sessizdi. Hava aydınlanmıştı, duvar saatim 08.51'i gösteriyordu. Kolumdaki serum çıkmıştı, yeri daha erken morarmıştı ama umursamadım. Yataktan kalktım, lavaboda elimi yüzümü yıkayıp darmadağınık ve taramadığım için birbirine karışmış olan saçlarımı taradım. Üzerinde koca bir avuç kadar saç kaldığına emin olduğum tarağı lavabonun kenarına bıraktım ve saçlarıma bir daha dokunmadan çıktım. Odamdan da çıkıp merdivenleri inerken alt kattaki oturma odasından sesler geliyordu, Arzu tabii ki gitmemişti.

 

Oturma odasına vardığımda koltuklardan birinde tek başına oturan Arzu'yu ve karşı koltukta oturmuş olan üç adam gördüm.

 

"Günaydın, Balkır!" dedi Arzu neşeli sesiyle. Boş gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim.

 

"Bugün hastaneye yatış yapıyorsun tatlım," dedi aynı neşesiyle. Yutkundum, gitmek istemiyordum. "Kahvaltını et ve odandan en gerekli gördüğün şeyler için kendine ayrıca bir bavul hazırla, geriye kalan kıyafet gibi eşyaları ben toplattıracağım. Daha sonrasında ise bu beyefendiler seni gün boyu benim talimatımla belirli yerlere götürecekler, sonrasında da hastaneye geçeceksin."

 

Yüzüme sorun çıkarma der gibi bakıyordu. Bu saatten sonra çıkarsam kaç yazardı?

 

"Babam beni görmeye gelmeyecek mi?" diye sordum dediklerine cevap vermeden. Sorumla beraber bakışlarına yerleşen kibir canımı yaktı.

 

"Dün görüştün zaten canım babanla. O da seni bana emanet etti. Bugün aldığı bir telefonla tekrar Amerika'ya uçmak zorunda kaldı. " Kafamı salladım. Ne bekliyordum ki zaten, ölsem umurunda olmayacaktı. Neden bu kadar sık Amerika'ya gittiğini de anlamıyordum. Acaba ben evlatlık falandım da orada gerçek kızıyla falan mı ilgileniyordu(!)

 

Arzu ve başıma diktiği köpeklerine bir kez daha bakmadan adımlarımı mutfağa yönlendirdim. Hazırlanmış sofradan ayaküstü ağzıma bir parça peynir ve biraz ekmek attım, ağzımdakileri sürahiden doldurduğum suyla yuttum ve mutfaktan çıkıp odama gittim. İştahım yoktu.

 

Odama girdiğimde kapıyı kilitleyip çalışma masamın yanındaki komodine ilerledim, içi annemle dolu olan kutuyu çıkardım. Gardrobumun üzerindeki küçük valizi indirip içine koydum. Annemin kitaplarını ve Küçük Prens'i aldım ve valizi kapattım. Benim önemlilerim bu kadardı işte, annem ve bir de küçük adam.

 

Dolabımdan oversize gri düz bir sweatshirt ve yine gri bir lastikli eşofman altı çıkardım. Saçlarımı at kuyruğu topladım ve alnıma düşen uzamaya yüz tutmuş kâküllerimi kulaklarımın arkasına ittim, ama birkaç parçası tekrar yüzümü buldu. Şekil almayacağını hissettiğimde bununla uğraşmaya bir son verip sırt çantamın içine telefonumu, şarj aletimi, kulaklıklarımı ve cüzdanımı koyup odamdan çıktım. Aşağı indiğimi gören takım elbiseli adamlar ayaklandılar.

 

"Valizim odamda, kıyafetlerimle beraber onu da getirtirsin." dedim Arzu'ya. Beni onayladı fakat emir almaktan hoşlanmadığı yüzünün aldığı şekilden belliydi. Keşke benim de emir altında olmaktan nefret ettiğimi anlasaydı.

 

Evden en önden çıkarken ardımda bıraktığım enkaza dönüp bir kez olsun bakmadım. Burası mutlu günler geçirdiğim bir yer değildi, o evden sonra bütün acı çığlıklarımı duyan duvarlar buraya aitti. Ağlayarak yaslandığım duvarlar, acılarımın sırdaşıydılar. Bu evin her bir köşesi hatırlamak istemediğim anılarla doluydu. Bodrum katındaki oda, annemin ölürken atamadığı sessiz çığlıklarını barındırıyordu. O lanet olası Newton Beşiği, kahrolası antika saat, kelepçelendiğim rahatsız yatak, yıllarca bana izletilen ölüm animasyonlarının yansıtıldığı duvar, onları yansıtan projektör... Can çekişen geçmişimi bir kez daha bir başka kapının ardında bırakıp daha da kötüsüne adımlıyordum.

 

Nereye kadar sürecekti?..

 

🌑

 

Siyah bir Chrysler 300c'nin içinde bir saat yirmi iki dakikadır durmadan ilerliyorduk, Arzu yanımızda yoktu. Yanımdaki takım elbiseli adamlar birer koruma gibiydiler; ancak korudukları ben miydim yoksa başka bir şeyi mi benden koruyorlardı, bilmiyordum.

 

Saat öğleden sonraya ulaşmıştı çoktan, gün boyu arabayla şehri karışlamıştık resmen. Başta annemin mezarına götürdüler beni, sebebini bilmiyorum ancak o an bunu o kadar umursamamıştım ki...Uzun zamandır gelmediğim, gelmeye cesaret edemediğim annemin mezarında dakikalar belki saatler geçirdim. Ağlamadım, hem yanımdaki Arzu'nun köpekleri yüzünden hem de... Annem bu halimi görsün istemedim. Beni izlediğine inanıyordum ve bu halimim görürse üzülürdü. Ağlamadım.

 

Mezarlıktan sonra bir fotoğrafçıya geldik, tekin olmayan bir yerde... Cezaevine giren suçlular gibi dört bir yanımdan fotoğraflarımı çekti, bir yerden sonra soyunmamı istedi. İç çamaşırlarım kalana dek soyundum ve yarı çıplak halde, bütün fiziksel yaralarımla onlarca fotoğrafımı çektiler. Bileklerimdeki kesikler, kasığımdaki ameliyat izi, sırtımdaki yatak yaraları... Her bir şeyimi kayıt altına aldılar. Arzu'nun amacı neydi?

 

Şimdi arabada nereye gidiyorduk, bilmiyordum. Şehrin çıkışına yakın bir yerlerde, etrafı ağaçlarla dolu olan tek katlı, tahtadan camları olan, beton duvarlı, eski bir evin önünde durduğumuzda arabadan indik, bir adam önümde diğer ikisi arkamda eve girdik; kapıyı bile çalmadan. Dar, kısa koridordan ilerleyip bir salona girdik; içeriye yoğun bir sigara kokusu hakimdi. Kırklarının başında olduğunu tahmin ettiğim, bütün vücudu dövmelerle kaplı olan bir adam; dövme makinesi ve boyaların üzerinde durduğu bir masanın önünde bir taburede oturuyordu.

 

Dövme mi yaptıracaktım?

 

Anlamayan gözlerle Arzu'nun yanıma verdiği adamlara baktım. Yüzüme dahi bakmıyorlardı, bir suç işlemiştim de haberim mi yoktu? "İnsanlar bizim üzerimizde suç işlediler, Balkır" dedi iç sesim. Haklıydı, biz masumduk.

 

Adamlardan biri dövmeci adama "Arzu Gençer yolladı bizi," dedi. Vural demedi, Arzu anlaşılan babamı soyadını alacak kadar sevmiyordu. "Hanımefendiye dövme yapılacak, boynuna; tam nabzının, atardamarının, üzerine. "

 

Şaşkınlıkla baktım yüzüne, nabzıma dövme mi?

 

"Ne yazacağız?" dedi adam, hırıltılı bir sesi vardı. Adamlardan biri takım elbisesinin iç cebinden bir kağıt çıkardı, adama verirken konuştu: "1050. "

 

Anlamadım ilk, neden 1050'ydi?

 

Sedyemsi bir yere uzandım, adam dövmeyi yapmaya başladı. Canım yanıyordu ama gıkımı çıkarmadım. İçinde bulunduğum bu ortama öyle yabancı hissediyordum ki kendimi... Ve dövme tenime bir mühürmüşcesine kazınırken garip bir his can bulmuştu içimde. Acı çekiyordum fakat bu fiziki değil ruhani bir acıydı ve ilk defa sebebini bilmiyordum. Dövme bitti, adam üzerini kapattı ve ayağa kalktım.

 

"Bakabilir miyim?" dedim dövmeyi yapan adama, yan tarafından yarısı kırık bir ayna uzattı. Aynadaki aksimin gözleri boynuna döndü, beynimin içine şimşekler çaktı. Etrafımda olan olaylara tepki veremez oldum, soyutlaştım. Benimle beraber buraya gelen adamlar aralarında bir şeyler konuşuyorlardı, dövmeci adam onların sohbetine dahil oldu ama ne dediklerini asla anlayamadım. Göğsümde keskin bir ağrı... Düzensiz kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu. Gözlerim hâlâ dövmemin üzerinde.

 

1050.

 

Sıradan bir insan için basit bir sayı, rakamlar topluluğu.

 

1

0

5

0

 

01.05

 

Benim için ise geçmişteki bir takvim sayfası. Bir tarih. 1 Mayıs.

 

01.05.05

 

Annemin öldüğü gün, benim ölüm günüm.

 

Arzu geçmişimi bedenime kalıcı olarak kazıdı. Arzu bedenimde her gördüğümde acı çekeceğim bir iz bıraktı. Arzu... ruhumun katili.

 

 

Loading...
0%