@babyplier
|
"Her hikayenin bitişi, bir diğerinin başlangıcını müjdelerdi aslında. Yaşanacak olanlar, geleceğin belirsiz ve incecik çizgilerinde usulca belirirken, insanın içindeki umut ve endişe hep yan yana yürürdü. Ancak bilinen bir gerçek vardı ki: Ne yaşanırsa yaşansın, her son, ardında bırakılan fedakarlıkların bir gün, değeri olacağı inancını taşırdı." Sonsuz maviliğin ortasında, adeta bir kuğu gibi süzülen Warha donanmasının en büyük ve ihtişamlı gemisi olan II. Kiall, adını aldığı kralın gücünü resmen okyanusun üzerine yansıtıyordu. Bu devasa gemi, krallığına ve görevine, kendi mürettebatından katbekat daha hakimdi. Geminin küçücük ve oyulmuş camlarından, karanlıkla boyanmış alt katlarını aydınlatan altın renkli gün ışığı, bir günün daha güvenli kollarını onlara sunduğunu söylüyordu. Ama aslında, korunmaları gerekenler kendileri değildi. Gemi, yaklaşık bir haftadır kesintisiz olarak okyanusun üstünde yol alıyordu. Bu durum, hem mürettebatın geliştirdiği pis kokudan hem de yemek seçeneklerinin giderek azalmasından ötürü anlaşılabiliyordu. Önlerine herhangi bir sorun çıkmadığı takdirde, mürettebat, taşıdıkları kutsal emanetle birlikte Kapital Orion'a, yani Warha'nın başkentine, bir günden daha kısa bir sürede varmayı umut ediyordu. Kaptan odasının arka tarafına doğru olan çemberde duran emanet, yansıttığı mavi ışığıyla camlardan dışarı sihirli bir parlaklık veriyordu. Bu yanlarından geçebilecek ya da onlarla seyahat eden diğer gemilere kitabın taşındığını işaretini veriyordu. Gemiye ise öyle, sıradan kimse alınmamıştı. Bu öyle herkesin çıkabileceği sıradan bir gemi yolculuğu değildi. Bu özel yolculuk, krallığın veliaht prenslerinin gerekli yaşa geldiklerinde, krallarından emir alarak çıkmak zorunda oldukları, dini inançlar çerçevesinde kutsal sayılan bir ibadetti. Yolculuğu başarıyla tamamlayan prensler, taht yolundaki iddialarını güçlendirir ve kutsal emanet olan Tanrı kitabını başkente taşıyan kişiler olarak halkın gözünde önemli bir yer edinirlerdi. Ancak mürettebat, yolculuğun zorlukları ve şartları nedeniyle iyice çökmüş bir durumdaydı. Deneyimli olan üst kıdemliler dışında, çoğu çalışan, deniz dalgalarının sürekli hareketi nedeniyle yediklerini midelerinde tutmakta güçlük çekiyordu. Geminin ve içindekilerin çektiği tüm bu zorluklar ancak başkente vardıklarında sona erecekti. Tek parça halinde oraya vardıklarında ise son görevleri olarak kutsal kitabı mabedine yerleştirmeleri gerekiyordu. İşte ancak o zaman, inandıkları Tanrılar, bu uzun ve zor yolculuk boyunca eziyet çekmiş ruhlarının yüzüne, belki de bir nebze gülecekti. Ellerini tekrardan tahta küvetin iki yanına usulca koydu. Su, narin bedenini sadece göğüs kısmının üstüne kadar kapatabiliyordu. Cheryl, bir küvette saatlerce kendi düşünceleriyle kalmayı herkesten çok severdi. Ancak burada, sidik kokusunun duvarlarına kadar işlemiş olduğu bu küçük odada değil, sarayda, bembeyaz mermerlerin arasında kaybolmayı yeğlerdi. Gerçi, ne fark edecekti ki? Bu hayatı yaşayabilmesinin tek nedeni, ablası olarak bildiği Eris'ti. Kendini biraz daha aşağıya kaydırdı. Su, tam boğaz hizasını kapatacak kadar yükselmişti. Tüm vücudu hafif ılık suyla birleşince rahatladı. Gözlerini kapatarak, her bir hücresinin gevşemesine izin verdi. Bu yolculuğa zorunlu olarak çıktığından beri, ablası yüzünden sürekli ve sonu gelmeyen bir strese maruz kalmıştı. Yolculuk boyunca, iki veliaht prens olan Tulio ve Miquel'i kontrol ederek iyi olduklarından emin olmaya çalışmıştı. Sonuçta, onları Eris'in gazabından koruyamazsa, kutsal kitaba karşı olan en büyük sorumluluğunda başarısız olacaktı. Fakat bu yük, daha veliaht prenslerden hangisinin tahta geçeceği bile belli olmadan onu yıldırmayı başarmıştı. Şu anda, suyun içinde tek istediği, kafasındaki düşüncelerin üzerinden kayıp gitmesi, zihninin arınmasıydı. Bir daha ne zaman bu kadar rahat hissedebileceğini gerçekten bilmiyordu. "Miquel!" Tek gözüyle gördüğü manzara, küvete tutunmuş, sivri kulaklı, siyah ama saten tüylü, iri bir köpek olan Xod'du. Bu köpek, sürekli salya akan ağzıyla Cheryl'in en az haz ettiği şeylerin başında geliyordu. Bu yüzden, nerede ve nasıl bir durumda olduğunu umursamadan çığlık atmaya devam etti. "Çabuk, gel buraya!" diye sesini yükseltti, sesi panikle titriyordu. Cheryl oldukça huysuz bir şekilde homurdanarak karşılık verdi bu soruya. Salya makinesinin ona bu kadar yakınlaşması midesini kaldırmıştı. Köpeğin ağzındaki çürümüş et kokusu, nefesini soluduğu her saniyede ciğerlerine daha da işliyordu. "Lütfen şu köpeğini yanımdan alır mısın?!" Ağzını elleriyle tuttu ve öğürmemeye çalıştı. Midesi gerçekten de inanılmaz derecede kalkmıştı. Açık olan kapının görünmeyen ucunda bir kıkırdama duyuldu. Bu gülüş sadece daha fazla sinirlenmesine sebep olmuştu. Ama elini ağzından çekerse kusabileceğinden korkuyordu. O yüzden sabit kaldı. "Gerçekten içeri girmemi istemiyorsan, on dakikan var!" Sinirden ve bulunduğu ortamın nemliliğinden yüzü iyice kızaran Cheryl'in bu cümleyle beraber gözü dönmüştü. Kendinden çıkabilecek en yüksek sesle, gemiyi inletti. "Sino Miguel!" (Şerefsiz) Kapıda duran Miquel soft bir ıslık çaldı. "Xod! Gel buraya!" Biraz önce zehirli olan gazı soludukları için patlayacak gibi hissettiği ciğerlerini doldurarak derin bir nefes aldı. Dengesini kaybetmemeye çalışarak küvetin içinde doğruldu. Uzattığı ayaklarından destek alarak tam anlamıyla ayağa kalktı. Vücudu onun kontrolü dışında hafifçe titriyordu. Ayağı kalkınca odada önceden beri var olan kusmuk kokusunu daha net almaya başlamıştı. Zihni stres kaynaklı olarak duyularını geliştirmişti. Küvetin yanında yerde duran ve içi temiz suyla dolu olan kovaya uzandı dizlerini kırarak. Kovanın kenarında duran, altın işlemeli tası eline aldı öncelikle. İçine kovadan su doldurdu ve kendini durulamaya başladı. Bunların da sonu gelecekti, sadece Orion'a kadar sabretmesi lazımdı. Ejder Kayaları... Pek çok denizcinin korkulu rüyası. Deniz korsanlarının en bilinen ini. Ya da çoğu insanın deyimiyle, gemi mezarlığı. Burayla ilgili halkın dilinde dolanan hikayelerin haddi hesabı yoktu. Neye inanıp inanmayacağınız konusunda size şüpheye düşürüyordu. Halkın diline dolanan bu hikayelerin çoğunun kendine bir fantazi ya da kahramanlık hikayesi yazmak isteyen denizcilerden geldiği bilinse de Ejder'in Ağzı diye adlandırılan giriş bölgesine görüş mesafesinde olmak insanın içine istemsiz bir tedirginlik tohumu düşürüyordu. Okyanus üstünde ilerleyen geminin görüşüne giren iki büyük ve keskin kaya parçası, çoğu kişiyi olumsuz düşüncelere itiyordu. Sabahın ilk saatlerinin güneşini hiddetli bulutlar kapatmıştı. Havadaki öğlen pusu ortamı daha da geriyordu. Mürettebatın sabah sessizliği Cheryl'in çığlıkları bölünmüş olsa da mürettebat bunu sorgulamamayı tercih etmiş ve usulca işlerine devam etmişlerdi. Çoğu işçiye göre o şımarık, kendini bilmiş ve sadece prenslerin bir tarafını pohpohlamak için gemiye alınmış bir kızdı. Kimse ne olduğu ve neden burada olduğu konusunda sahip oldukları bilgiyi umursamıyor, daha fazlasına erişmek için herhangi bir çaba sarf etmiyordu. Buda onun üstüne atılan şımarık ithamının gemi içinde bir tepkiye zincirine dönüşmesine sebep olmuştu. Fütursuzca çığlık atmasına en çok sinir olan ve şımarık olduğu düşüncesini tanıştıkları ilk andan itibaren zihninin kenarına kazımış olan en yetkili kişi, Miquel'den sadece sekiz yaş büyük olan abisi Veliaht Prensi Tulio'ydu. Eski dine göre, kutsal emanet olan Tanrı Kitabı dünyanın ve doğanın elementlerinin birleşimi ile yaratılmış bir cisimdi. Ancak yüksek divandaki insanlar ona sanki bir varlıkmış gibi itaat ediyorlardı. Kraliyet ailesinin içinde bulunan herkes, kitaba bu şekilde bakmak zorundaydı. Hatta yaratılan ilk insanoğlunun ya da insani varlığın bu kitabın yaratıcıları tarafından dünyaya getirildiği inancı, şuan en öne gelen inançlardan biriydi. Bu kitap dünyanın dengesini tutmak, sonsuz barışı sağlamak ancak ama ancak gerektiğinde de bir savaş silahı olarak krallıkları hatta imparatorlukları yok etmek için yaratılmıştı bir şeydi. Dinin, adaletin, hukukun ve dünya üzerinde bilinen tüm kuralların çıkış noktası bu kitabın sayfalarıydı. Fakat sadece bu söylenenler kitabın kutsal görülmesine ve gerçekten de dünyanın ilk yaratılışına şahit olduğunu kanıtlamıyordu. Kitapta yazan bazı şeyler görülmesinin yanında, insanlar ve diğer varlıklar tarafından tespit edilebiliyordu. Orion Geçidi gibi. Orion Geçidi, Tanrıların dünyaya ilk ayak bastıklarında zaman ve uzay perdesine açılan bir yarık olarak kabul ediliyordu. Hala daha belli tanrıların dünyaya erişmek için bu geçidi kullandığı söylenmeye devam ediyordu. Yılın belli zamanlarında, günlerinde, gökyüzüne bakıldığında hava bulutlu bile olsa, gökyüzünün o insanı içine çeken koyu mavisinin içinde hafif bir parıltı görülüyordu. Bu parıltılar çoğu zaman altın renginde ve simli, dolunay zamanlarında ise kırmızı ve kan renginde göze geliyordu. Parıltılar bir şeylerin sınırın çiziyormuş gibi sadece belli bir alan içinde kendilerini gösteriyorlardı. Bazı geceler çıplak gözle görülebilecek kadar belirgin, bazı geceler ise dürbün ile bakılınca ancak anlaşılabilecek kadar soluk oluyorlardı. Bu görünenler kitabın birebir tasvirine orta düzeyde uysa da insanlar bunu bir işaret olarak görüyorlardı. İlk medeniyetler bile bu parlak ışıkları gördükleri andan itibaren saman kağıtlarına yazarak kayıt tutmuşlardı. Bu ileriki zamanda onlar gün, ay ve yıl döngüsü olan bir takvim çıkartmaları için önayak olmuştu. Şu an ise dünya, Ateş doğan yılının içindeydi. Tanrılar her ne kadar bu kitabı insanların dengede durması için yaratmış olsalar da aslında kitaptan nefret eden tanrı sayısı oldukça fazlaydı. Birbirini çekemeyen zıt kutuplar gibilerdi. Çoğu tanrı kitabı yok etmeye ve dünyanın sonunu getirmek için binlerce kez plan kurmuş ancak bu süreçte ya bir faniye aşık olup tanrılık mevkiini bırakmış ya da yaşatma sözü verdikleri faniler ölünce, sonsuza kadar acı çekmeye mahkum edilmişlerdi. Gemi ilerlemeye devam ederken güvertedeki mürettebat yaklaştıkları bölgenin ciddiyetini vardıkları için ya koşuşturuyor ya da onları diğer gemilerle benzer bir son bekliyor mu diye kendilerini sorguluyorlardı. Üst kontrol güvertesinden neredeyse griye kaçan mavi renkli gözler geminin önündeki manzaraya kitlenmişti. Prens Tulio uzaktan onu izleyen gözler için, gergin ve ciddi görünüyordu. Önündeki dümeni tek eliyle tutuyordu. Ayrıyeten tek bir ayağını oynatarak tuttuğu ritim, geminin dalgalara karşı gelen sallantısına eşlik ediyordu. Aklı çok karışıktı. Bu işin sonunda nelerin olup bitebileceğini hala kestiremiyordu. Kafasını hafifçe kaldırdı ve kasvetli gökyüzüne baktı. İçindeki kötü istemsiz olarak büyüyordu. İkinci elini de dümene attı ve sıkıca kavradı. Burası onun için bir son olamazdı. Sadece bir başlangıç olma seçeneği vardı. Gözleriyle tekrardan geminin ön güvertesini taradı. Her şeyin hazır olması lazımdı. Tam o sırada, yan merdivenlerden birinin çıktığını fark etti. "Bence...," Tekrardan öksürerek boğazını temizledi. "Haddim değil efendim ama." Bu seferde burnunu çekti. "Bence üstüne bu kadar fazla gitmeyin." Gemi Ejder'in Ağzı'na yaklaştıkça etraf gitgide puslanıyor. Bir bulutun içine girmiş hissiyatı veriyordu. Tulio bedeninden yavaşça bir elektrik akımının geçtiğini hissetti. Hissedebildiği her kası, bu elektriklenme ile gerilmişti. Etraf iyice sessizleştiğinde midesine kötü bir hissiyat oturdu. Anlam veremediği bir laçkalık hissediyordu. Geminin etrafını dikkatlice süzüyor, pusun içinden bir şeyler görmeye çalışıyordu. İkiz yanından usulca içeri süzüldüklerin henüz bir sorun ile karşılaşmamışlardı. Ellerini geminin dümenini çok hafif hareketlerle sağ sol yaparak geminin düz gitmesine yardımcı oldu. Geminin altına aldığı akıntı, bu bölgede bir yavaşlıyor bir hızlanıyordu. Bu yüzden ellerini dümenden çekmemişti. "Yavaş ve stabil." Ön güverteye doğru tekrar sesini yükseltti. Dümeni sola kırarak önüne çıkan orta boyutlu taş parçasına çarpmayı önlemişti. Zaman sanki herkes için yavaşlamıştı. "Bizi taşlara sokuyordun!" Cheryl gene çığlık çığlığaydı. Kafasını aynı şiddetle ona çevirdi. "Gözümün önünden kaybol demedim mi ben sana?!" En az onun kadar yüksek bir sesle karşılık verdi. Kendi düşünceleri değil, içine ekilmiş hırs tohumları ona bunu yaptırıyordu. Onlardan arınması lazımdı. Bunun kendi de farkındaydı. "Bizi öldürmeye çalışmadığın sürece bunu yapabilirim!" Dümen elinde olan Javier, Cheryl'e doğru gözlerini büyüttü. Burada, bu durumda, insanların önünde saçma salak bir tartışmaya girmeleri çok anlamsızdı. Tulio'nun kat ettiği bunca yol anlamsız olamazdı. Kendine geldi ve dümeni tekrardan eline aldı. Şu an kafasındaki her şeyi sorgulama mekanizmasını kapatmak için çok iyi bir zamandı. Sorgulamadan, düz, emir vererek ve ortamı sakince yöneterek buradan geçmek zorundaydı. Gemiyi sürmeye devam ederken derin derin nefesler aldı. Kendini bu nefes egzersizleriyle sakinleştirmeye çalıştı. Kendini bu yolcuğun sorunsuz biteceğine inandırması lazımdı. Yolculuğun bitmesine çok az kalmıştı. Geminin etrafını kaplayan sis ise derinlere gittiği dalıyor, görüş açısını genişletiyordu. Dengeli ve güzel bir şekilde ilerliyorlardı. Ancak henüz etraflarındaki gözlerin farkında değillerdi. Gözler onları en başından beri izliyor, saldırmak için en doğru zamanı bekliyorlardı. Bu mezarlığa bir gemi daha eklemek için elleri kaşınıyordu. Özellikle de bu gemi en büyük vurgunları olacaktı. Kutsal kitapla beraber istedikleri her şeyi elde edebileceklerdi. Onları bu emri kimse vermemişti. Ancak yolcuğun başladığı duyurulduğunda buradan geçmek zorunda olduklarını biliyorlardı. Saldırıp kan dökmek yaptıkları en iyi şeydi. Üzgün cesetler kokmadan okyanus sularına bırakılır, yağmalayabildikleri ne varsa kendi hazinelerine dahil ederlerdi. Onlar en çok bilinen denizcilerin bile korktuğu, en korkusuz korsanlardı.
|
0% |