Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@babyplier

 

"Her hikayenin bitişi, bir diğerinin başlangıcını müjdelerdi aslında. Yaşanacak olanlar, geleceğin belirsiz ve incecik çizgilerinde usulca belirirken, insanın içindeki umut ve endişe hep yan yana yürürdü. Ancak bilinen bir gerçek vardı ki: Ne yaşanırsa yaşansın, her son, ardında bırakılan fedakarlıkların bir gün, değeri olacağı inancını taşırdı."

Bölüm Şarkısı : Savai - Dark Life (Instrumental)

Sonsuz maviliğin ortasında, adeta bir kuğu gibi süzülen Warha donanmasının en büyük ve ihtişamlı gemisi olan II. Kiall, adını aldığı kralın gücünü resmen okyanusun üzerine yansıtıyordu. Bu devasa gemi, krallığına ve görevine, kendi mürettebatından katbekat daha hakimdi.

Geminin küçücük ve oyulmuş camlarından, karanlıkla boyanmış alt katlarını aydınlatan altın renkli gün ışığı, bir günün daha güvenli kollarını onlara sunduğunu söylüyordu. Ama aslında, korunmaları gerekenler kendileri değildi.

Gemi, yaklaşık bir haftadır kesintisiz olarak okyanusun üstünde yol alıyordu. Bu durum, hem mürettebatın geliştirdiği pis kokudan hem de yemek seçeneklerinin giderek azalmasından ötürü anlaşılabiliyordu. Önlerine herhangi bir sorun çıkmadığı takdirde, mürettebat, taşıdıkları kutsal emanetle birlikte Kapital Orion'a, yani Warha'nın başkentine, bir günden daha kısa bir sürede varmayı umut ediyordu. Kaptan odasının arka tarafına doğru olan çemberde duran emanet, yansıttığı mavi ışığıyla camlardan dışarı sihirli bir parlaklık veriyordu. Bu yanlarından geçebilecek ya da onlarla seyahat eden diğer gemilere kitabın taşındığını işaretini veriyordu. Gemiye ise öyle, sıradan kimse alınmamıştı. Bu öyle herkesin çıkabileceği sıradan bir gemi yolculuğu değildi. Bu özel yolculuk, krallığın veliaht prenslerinin gerekli yaşa geldiklerinde, krallarından emir alarak çıkmak zorunda oldukları, dini inançlar çerçevesinde kutsal sayılan bir ibadetti. Yolculuğu başarıyla tamamlayan prensler, taht yolundaki iddialarını güçlendirir ve kutsal emanet olan Tanrı kitabını başkente taşıyan kişiler olarak halkın gözünde önemli bir yer edinirlerdi. Ancak mürettebat, yolculuğun zorlukları ve şartları nedeniyle iyice çökmüş bir durumdaydı. Deneyimli olan üst kıdemliler dışında, çoğu çalışan, deniz dalgalarının sürekli hareketi nedeniyle yediklerini midelerinde tutmakta güçlük çekiyordu. Geminin ve içindekilerin çektiği tüm bu zorluklar ancak başkente vardıklarında sona erecekti. Tek parça halinde oraya vardıklarında ise son görevleri olarak kutsal kitabı mabedine yerleştirmeleri gerekiyordu. İşte ancak o zaman, inandıkları Tanrılar, bu uzun ve zor yolculuk boyunca eziyet çekmiş ruhlarının yüzüne, belki de bir nebze gülecekti.

Bu düşünceler ve umutsuzluk arasında, o küçücük camlardan buğday tenine değen güneş ışınları, Cheryl'in içini anlamsız huzurla dolduruyordu. Bu huzur, kendini bir tanrıça gibi hissetmesine neden oluyordu. Ama bu duygu, onun kendini kaptırmak isteyeceği son şeydi. Ellerini yavaşça küvetin içini dolduran kısmen şeffaf suyun içinde gezdirdi. Su, ne onu üşütecek kadar soğuk ne de bunaltacak kadar sıcaktı; tam aksine, hoş bir hissiyat veriyordu. Ellerinden birini dışarı çıkardı ve elindeki suyu önce boynuna, ardından da göğüslerinden aşağıya doğru nazikçe döktü. Teni anlık bir ürpertiyle titredi. Vücudundaki incecik tüyler, havaya kalkmıştı.

Ellerini tekrardan tahta küvetin iki yanına usulca koydu. Su, narin bedenini sadece göğüs kısmının üstüne kadar kapatabiliyordu. Cheryl, bir küvette saatlerce kendi düşünceleriyle kalmayı herkesten çok severdi. Ancak burada, sidik kokusunun duvarlarına kadar işlemiş olduğu bu küçük odada değil, sarayda, bembeyaz mermerlerin arasında kaybolmayı yeğlerdi. Gerçi, ne fark edecekti ki? Bu hayatı yaşayabilmesinin tek nedeni, ablası olarak bildiği Eris'ti.

Kendini biraz daha aşağıya kaydırdı. Su, tam boğaz hizasını kapatacak kadar yükselmişti. Tüm vücudu hafif ılık suyla birleşince rahatladı. Gözlerini kapatarak, her bir hücresinin gevşemesine izin verdi. Bu yolculuğa zorunlu olarak çıktığından beri, ablası yüzünden sürekli ve sonu gelmeyen bir strese maruz kalmıştı. Yolculuk boyunca, iki veliaht prens olan Tulio ve Miquel'i kontrol ederek iyi olduklarından emin olmaya çalışmıştı. Sonuçta, onları Eris'in gazabından koruyamazsa, kutsal kitaba karşı olan en büyük sorumluluğunda başarısız olacaktı. Fakat bu yük, daha veliaht prenslerden hangisinin tahta geçeceği bile belli olmadan onu yıldırmayı başarmıştı. Şu anda, suyun içinde tek istediği, kafasındaki düşüncelerin üzerinden kayıp gitmesi, zihninin arınmasıydı. Bir daha ne zaman bu kadar rahat hissedebileceğini gerçekten bilmiyordu.

Bir anda, etrafını yoğun ve kötü bir koku sardı. Gözlerini açmadan, yüzünü buruşturarak bu rahatsız edici kokuya tepki verdi. Birkaç saniye içinde koku, yerini, yüzüne vuran sıcak bir hava dalgasına bıraktı. Yüzü bu ani sıcak hava dalgası ile daha da buruşmuştu. Tek gözünü yavaş bir şekilde açmasıyla yüksek bir çığlık atması bir oldu.

"Miquel!" Tek gözüyle gördüğü manzara, küvete tutunmuş, sivri kulaklı, siyah ama saten tüylü, iri bir köpek olan Xod'du. Bu köpek, sürekli salya akan ağzıyla Cheryl'in en az haz ettiği şeylerin başında geliyordu. Bu yüzden, nerede ve nasıl bir durumda olduğunu umursamadan çığlık atmaya devam etti. "Çabuk, gel buraya!" diye sesini yükseltti, sesi panikle titriyordu.

Aradan daha beş saniye bile geçmeden odayı sarmalamış olan buhar bulutu hafiflemeye başladı. Soğuk bir esinti odanın görünmeyen kapısından içeri süzülüyordu. Kapıdan bir gıcırtı duyuldu. Oysaki, kapı onun ruhu bile duymadan, çok önceden açılmıştı. Şimdi ise sadece kapı ve duvar arasındaki mesafe büyümüştü. Kapının ardından gergin ve yüksek bir ses duyuldu. "Ne oldu?!"

Cheryl oldukça huysuz bir şekilde homurdanarak karşılık verdi bu soruya. Salya makinesinin ona bu kadar yakınlaşması midesini kaldırmıştı. Köpeğin ağzındaki çürümüş et kokusu, nefesini soluduğu her saniyede ciğerlerine daha da işliyordu. "Lütfen şu köpeğini yanımdan alır mısın?!" Ağzını elleriyle tuttu ve öğürmemeye çalıştı. Midesi gerçekten de inanılmaz derecede kalkmıştı.

Açık olan kapının görünmeyen ucunda bir kıkırdama duyuldu. Bu gülüş sadece daha fazla sinirlenmesine sebep olmuştu. Ama elini ağzından çekerse kusabileceğinden korkuyordu. O yüzden sabit kaldı. "Gerçekten içeri girmemi istemiyorsan, on dakikan var!"

Sinirden ve bulunduğu ortamın nemliliğinden yüzü iyice kızaran Cheryl'in bu cümleyle beraber gözü dönmüştü. Kendinden çıkabilecek en yüksek sesle, gemiyi inletti. "Sino Miguel!" (Şerefsiz)

Bir veliaht prense hakaret etmek ne kadar büyük bir yürek isterse, hepsini öğütmüştü. Sesi odada yankılanmanın dışında, kapının dışına doğru yüksek frekans ve hızla yayılmıştı. Sanki tüm gemi anlık bir sessizlikte ondan gelen küfre odaklanmıştı.

Kapıda duran Miquel soft bir ıslık çaldı. "Xod! Gel buraya!"

Xod hala ağzındaki salyalar tahta zemine akarken, ıslık duyulduğunda kafasını kapının yönüne doğru çevirdi. Cheryl ona gözlerini büyüterek kızgın bir bakış atmaya çalıştı. Kafasını bir kere öne doğru savurdu ve sanki onu tehdit ediyormuş gibi bir ses çıkardı. Birkaç saniye tepkisiz kalan köpek kendini küvetten aşağı itti ve kapıya doğru koşturdu. Odadaki buhar bulutu artık o kadar incelmişti ki, kapı görülebilir bir hale gelmişti.

Kapı tekrardan kapandığında gene tek başına kalmıştı. Bu sefer tek düşünceleri değil, hızlanan kalp atışı da onu artık buradan çıkması için uyarıyordu. Ona başkentte varana kadar gerçekten de zerre rahat yoktu. Kendini temizleme hakkının bile elinden alındığını hissediyordu. Gözlerini kapattığında zaman çokta hızlı akmış olamazdı. En fazla birkaç dakika geçmiş olması lazımdı. Bedeni girdiği bu küvette, rahatlamanın aksine kasılmaktan ve üşümekten taşa dönmüştü. Bunu şiddetli bir şekilde hissedebiliyordu. Sıcaklığını çoktan soğuğa doğru akıtmış suda kalmanın artık bir anlamı kalmamıştı.

Biraz önce zehirli olan gazı soludukları için patlayacak gibi hissettiği ciğerlerini doldurarak derin bir nefes aldı. Dengesini kaybetmemeye çalışarak küvetin içinde doğruldu. Uzattığı ayaklarından destek alarak tam anlamıyla ayağa kalktı. Vücudu onun kontrolü dışında hafifçe titriyordu. Ayağı kalkınca odada önceden beri var olan kusmuk kokusunu daha net almaya başlamıştı. Zihni stres kaynaklı olarak duyularını geliştirmişti. Küvetin yanında yerde duran ve içi temiz suyla dolu olan kovaya uzandı dizlerini kırarak. Kovanın kenarında duran, altın işlemeli tası eline aldı öncelikle. İçine kovadan su doldurdu ve kendini durulamaya başladı.

Bunların da sonu gelecekti, sadece Orion'a kadar sabretmesi lazımdı.

Bunların da sonu gelecekti, sadece Orion'a kadar sabretmesi lazımdı

Ejder Kayaları... Pek çok denizcinin korkulu rüyası. Deniz korsanlarının en bilinen ini. Ya da çoğu insanın deyimiyle, gemi mezarlığı.

Burayla ilgili halkın dilinde dolanan hikayelerin haddi hesabı yoktu. Neye inanıp inanmayacağınız konusunda size şüpheye düşürüyordu. Halkın diline dolanan bu hikayelerin çoğunun kendine bir fantazi ya da kahramanlık hikayesi yazmak isteyen denizcilerden geldiği bilinse de Ejder'in Ağzı diye adlandırılan giriş bölgesine görüş mesafesinde olmak insanın içine istemsiz bir tedirginlik tohumu düşürüyordu. Okyanus üstünde ilerleyen geminin görüşüne giren iki büyük ve keskin kaya parçası, çoğu kişiyi olumsuz düşüncelere itiyordu. Sabahın ilk saatlerinin güneşini hiddetli bulutlar kapatmıştı. Havadaki öğlen pusu ortamı daha da geriyordu. Mürettebatın sabah sessizliği Cheryl'in çığlıkları bölünmüş olsa da mürettebat bunu sorgulamamayı tercih etmiş ve usulca işlerine devam etmişlerdi. Çoğu işçiye göre o şımarık, kendini bilmiş ve sadece prenslerin bir tarafını pohpohlamak için gemiye alınmış bir kızdı. Kimse ne olduğu ve neden burada olduğu konusunda sahip oldukları bilgiyi umursamıyor, daha fazlasına erişmek için herhangi bir çaba sarf etmiyordu. Buda onun üstüne atılan şımarık ithamının gemi içinde bir tepkiye zincirine dönüşmesine sebep olmuştu. Fütursuzca çığlık atmasına en çok sinir olan ve şımarık olduğu düşüncesini tanıştıkları ilk andan itibaren zihninin kenarına kazımış olan en yetkili kişi, Miquel'den sadece sekiz yaş büyük olan abisi Veliaht Prensi Tulio'ydu.

Tulio da tıpkı bu geminin içindeki insanlar gibi içinden geçecekleri bu bölgenin hikayelerini duyarak büyümüştü. Ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu, buraya giren gemilerin çıkışta sadece birer hayalet olarak okyanuslarda süzüldüğünü duymuştu. İçerideki her ne oluyorsa, mürettebat ya gemiyi terk ediyor ya da öldürülüyordu. Ardından gemi bütün varlıklarından yağmalanıp öylece serbest bırakılıyordu. Kendi görevi ise, gemiyi, içindekileri ve en önemli şey olan emaneti buradan kayıpsız bir şekilde geçirmekti. Bu, hayatında alabileceği en ağır yüklerden biriydi. Bu onun için taht yolunu aydınlatan bir mumdu. Çünkü aynı görevi yıllar yıllar önce, abisi, bitirememişti. Miquel doğmadan sadece günler önce abisinin ölüm haberini almış, yeni doğacak olan bebeğin onun ruhunun reenkarne edilmiş bir versiyonu olması için günlerce inandığı ne varsa, üzerine dua etmişti. Fakat doğan çocuk ne ona, ne abisine ne de babasına benzemişti. Onlara benzeyen tek tarafı aile soyundan gelen renkli gözleriydi.

Tulio, kendini bildi bileli ona göre biraz daha suskun bir karakter olmuştu. Bunu kasıtlı olarak yapmıyor olsa bile, çoğu insan ondan sırf bu yüzden uzak durmayı tercih ediyordu. Krallık içinde tahta asıl geçmesi beklenen prens olarak onun adı anılıyordu. Ama adının bu kadar insanlar tarafından ağza alınması onu kötü hissettiriyordu. Tek varis o değildi, abisi dünyadan göçüp gitmişti fakat yanında kardeşi vardı. Rakip olarak onu görmesi, kendi iç ahlakına ters bir davranıştı. Kim onu dolduracak olursa adaletiyle yüzleşeceğine bu yolcuğuna çıkmadan önce yemin etmişti. Kendini kardeşinden, kanını taşıyan birinden ayıramazdı. Bu yüzden de başkentte emanet ile beraber döndüğünde, aklı selim veliaht ilan edilmeden babasıyla konuşmak zorundaydı.

Eski dine göre, kutsal emanet olan Tanrı Kitabı dünyanın ve doğanın elementlerinin birleşimi ile yaratılmış bir cisimdi. Ancak yüksek divandaki insanlar ona sanki bir varlıkmış gibi itaat ediyorlardı. Kraliyet ailesinin içinde bulunan herkes, kitaba bu şekilde bakmak zorundaydı. Hatta yaratılan ilk insanoğlunun ya da insani varlığın bu kitabın yaratıcıları tarafından dünyaya getirildiği inancı, şuan en öne gelen inançlardan biriydi. Bu kitap dünyanın dengesini tutmak, sonsuz barışı sağlamak ancak ama ancak gerektiğinde de bir savaş silahı olarak krallıkları hatta imparatorlukları yok etmek için yaratılmıştı bir şeydi. Dinin, adaletin, hukukun ve dünya üzerinde bilinen tüm kuralların çıkış noktası bu kitabın sayfalarıydı. Fakat sadece bu söylenenler kitabın kutsal görülmesine ve gerçekten de dünyanın ilk yaratılışına şahit olduğunu kanıtlamıyordu. Kitapta yazan bazı şeyler görülmesinin yanında, insanlar ve diğer varlıklar tarafından tespit edilebiliyordu.

Orion Geçidi gibi.

Orion Geçidi, Tanrıların dünyaya ilk ayak bastıklarında zaman ve uzay perdesine açılan bir yarık olarak kabul ediliyordu. Hala daha belli tanrıların dünyaya erişmek için bu geçidi kullandığı söylenmeye devam ediyordu. Yılın belli zamanlarında, günlerinde, gökyüzüne bakıldığında hava bulutlu bile olsa, gökyüzünün o insanı içine çeken koyu mavisinin içinde hafif bir parıltı görülüyordu. Bu parıltılar çoğu zaman altın renginde ve simli, dolunay zamanlarında ise kırmızı ve kan renginde göze geliyordu. Parıltılar bir şeylerin sınırın çiziyormuş gibi sadece belli bir alan içinde kendilerini gösteriyorlardı. Bazı geceler çıplak gözle görülebilecek kadar belirgin, bazı geceler ise dürbün ile bakılınca ancak anlaşılabilecek kadar soluk oluyorlardı. Bu görünenler kitabın birebir tasvirine orta düzeyde uysa da insanlar bunu bir işaret olarak görüyorlardı. İlk medeniyetler bile bu parlak ışıkları gördükleri andan itibaren saman kağıtlarına yazarak kayıt tutmuşlardı. Bu ileriki zamanda onlar gün, ay ve yıl döngüsü olan bir takvim çıkartmaları için önayak olmuştu. Şu an ise dünya, Ateş doğan yılının içindeydi.

Tanrılar her ne kadar bu kitabı insanların dengede durması için yaratmış olsalar da aslında kitaptan nefret eden tanrı sayısı oldukça fazlaydı. Birbirini çekemeyen zıt kutuplar gibilerdi. Çoğu tanrı kitabı yok etmeye ve dünyanın sonunu getirmek için binlerce kez plan kurmuş ancak bu süreçte ya bir faniye aşık olup tanrılık mevkiini bırakmış ya da yaşatma sözü verdikleri faniler ölünce, sonsuza kadar acı çekmeye mahkum edilmişlerdi.

Gemi ilerlemeye devam ederken güvertedeki mürettebat yaklaştıkları bölgenin ciddiyetini vardıkları için ya koşuşturuyor ya da onları diğer gemilerle benzer bir son bekliyor mu diye kendilerini sorguluyorlardı. Üst kontrol güvertesinden neredeyse griye kaçan mavi renkli gözler geminin önündeki manzaraya kitlenmişti. Prens Tulio uzaktan onu izleyen gözler için, gergin ve ciddi görünüyordu. Önündeki dümeni tek eliyle tutuyordu. Ayrıyeten tek bir ayağını oynatarak tuttuğu ritim, geminin dalgalara karşı gelen sallantısına eşlik ediyordu. Aklı çok karışıktı. Bu işin sonunda nelerin olup bitebileceğini hala kestiremiyordu. Kafasını hafifçe kaldırdı ve kasvetli gökyüzüne baktı. İçindeki kötü istemsiz olarak büyüyordu. İkinci elini de dümene attı ve sıkıca kavradı. Burası onun için bir son olamazdı. Sadece bir başlangıç olma seçeneği vardı. Gözleriyle tekrardan geminin ön güvertesini taradı. Her şeyin hazır olması lazımdı. Tam o sırada, yan merdivenlerden birinin çıktığını fark etti.

Simsiyah ıslak saçları, bu kapalı olan hava da bile pürüzsüz görünen teniyle Cheryl, etrafına harika kokular yayarak ona doğru yaklaşıyordu. Yüzünde her zaman alışık olunan o gülümsemelerinden biri vardı. Önce Tulio'ya baktı sonra da dümeni kavrayan ellerine.

"Bugün nasılsın diye soracaktım ama..," Kollarını birleştirdi. "Sanırım cevabımı aldım."

Tulio yavaşça ona döndü. "İyiyim." Dişlerinin arasından bir yılan gibi tıslamıştı.

Kendisine bir adım daha atılınca, dümeni tutmayı bıraktı ve geri bir adım attı.

"Tulio..," diye bir nefes verildiğini duydu. "Yapma lütfen. Şu an bunun sırası değil."

"Sana güvenmem için hala bir sebebim yok." Diye karşılık verdi huysuz bir sesle. "Bu gemiye adım atabilmiş olmanın tek sebebini sende benim kadar iyi biliyorsun." Dişlerini sıktığı çenesinin sertliğinden belli oluyordu. "Bana yardımcı olmak istiyorsan, gözümün önünden kaybol."

Bu sefer yüzü sertleşen ve kaşları çatılan o değildi. Cheryl bıraktığı kollarını daha sert birleştirerek gözlerini devirdi. Arkasını döndü ve ağzında bir şeyler geveyelerek ardına bakmadan merdivenlerden geri aşağı indi. Merdivenlerin son basamağına doğru geldiğinde durdu ve basamaklara doğru oturdu.

Son bir kez daha ona baktıktan sonra tekrardan gittikleri istikamete doğru dönmüştü gözleri. Tekrardan dümeni sıkıca kavradığında arkasından hafif bir öksürük sesi duydu.

"Bence...," Tekrardan öksürerek boğazını temizledi. "Haddim değil efendim ama." Bu seferde burnunu çekti. "Bence üstüne bu kadar fazla gitmeyin."

Kafasını küçük bir hareketle hafifçe sağına çevirdiğinde yanında bu zamana kadar en çok güvendiği kişiyi, sağ kolu, Javier'i gördü. Yüzündeki gerginlik kendini zarif bir rahatlamaya hatta bir tebessüme bıraktı. Yolculuğun başından beri pek bir şey gülümsetmemişti. En yakın arkadaşı hariç. Tulio ona hiçbir zaman bir sağ kol ya da hizmetçi olarak bakmamıştı. Aksine onu çoğu zaman yaşı kendinden küçük olsa bile daha bilge, olayları daha sakin ele alabilen, fikir alabileceği biri olarak görmüştü. Babası onu hizmeti verdiğinden beri çoğu olayda yan yana durmuşlardı.

"Ja'ved Javier." (Seni görüyorum.)

"Ja'ved majesteleri." Yüzündeki gülümsemeden onun da mutlu olduğu anlaşılabiliyordu.

Tulio ona bakarken tek kaşını kaldırdı. "Genelde benim yanıma pek çıkmayı tercih etmezdin. Ne oldu?" Kafasını eğerek hafifçe salladı.

Karşı taraf bu soru karşılığında ilk mimiksiz ve tepkisiz karşılasa da ardından hafifçe omuz silkti. Tepkisizliği devam ediyordu.

"Daha demin de dediğim gibi, üstüne fazla gittiğinizi düşünüyorum." Tam anlamıyla dümenin yanına geldi ve dümenin yaslı olduğu yarım parmaklığın üzerine ellerini koydu. "Bir sorun çıksın istemiyorum, majesteleri."

"Bir sorun çıkmayacak Javier," Ses tonu sertleşti. "Ejder Kayalar'nı geçebilecek güce sahibiz." Son cümleyi söylerken güvertedeki işçilere bakarak bağırmıştı. Bu tür şeyleri yüksek sesle söylemenin onların içinde bir ölümsüzlük gücü uyandıracağına inanıyordu. "Ayrıca üstüne çok gittiğimi de düşünmüyorum. Bu zamana kadar bana zararı olmadığı gibi yararı da olmadı. Ona güvenemem. Tavrımı belli etmek zorundayım."

Javier elleriyle tutunduğu yeri sıkarak yüzünü buruşturdu. "Biliyor musunuz? Bazen bir prens olduğunuzu gerçekten de unutuyorum." Kendi sebeplerine göre haklıydı. Tahta çıkmaya hazırlanan bir prensin elinden gelen bütün tedbirleri alması gerekiyordu. Kime güvenmesi ve güvenmemesi gerektiğini de bu durumda önceden belirlemesi lazımdı. Tahtı ancak böyle güvence altına alır, hak iddiasını böyle güçlendirebilirdi. "Haddimi aştıysam, mazur görün. Haklısınız." Tulio'ya doğru baktı ve onu bir süre süzdü. Onun içindeki geleceğin kralını görebiliyordu. Hep bunu görmüştü. Ama son zamanlarda tek görebildiği şey buydu. Ancak çok korktuğu bir şey vardı.

Onun yanına hizmete verildiğinden bir hizmetkar gibi değil de, daha çok kraliyet uzaktan bir akrabası gibi hissetmişti hep. Çoğu zaman karşısında bir prensin değil de yakın bir arkadaşının olduğunu varsaymıştı kalbi. Tulio onunla, konuşur, içer, dertleşir, bir prensin bir hizmetkarla yapmayı tercih etmeyeceği çoğu şeyi yapmayı seçerdi. Çok uzun zamandır onun yanında olmasına rağmen Prens Miquel'e de aynı saygıyı duyuyordu. Miquel onun kadar kendisiyle ilgili biri olmamıştı. Kısacası iki kardeş de gayet saygılı bir bakış açısıyla kendine yaklaşmış, kendisine bir insana nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davranmışlardı. İşte bu yüzden, en çok korktuğu şey, iki kardeşin birbirine düşmesiydi. Bunu önlemek için de her şeyi yapacaktı.

Gemi Ejder'in Ağzı'na yaklaştıkça etraf gitgide puslanıyor. Bir bulutun içine girmiş hissiyatı veriyordu. Tulio bedeninden yavaşça bir elektrik akımının geçtiğini hissetti. Hissedebildiği her kası, bu elektriklenme ile gerilmişti. Etraf iyice sessizleştiğinde midesine kötü bir hissiyat oturdu. Anlam veremediği bir laçkalık hissediyordu. Geminin etrafını dikkatlice süzüyor, pusun içinden bir şeyler görmeye çalışıyordu.

İkiz yanından usulca içeri süzüldüklerin henüz bir sorun ile karşılaşmamışlardı. Ellerini geminin dümenini çok hafif hareketlerle sağ sol yaparak geminin düz gitmesine yardımcı oldu. Geminin altına aldığı akıntı, bu bölgede bir yavaşlıyor bir hızlanıyordu. Bu yüzden ellerini dümenden çekmemişti.

"Yavaş ve stabil." Ön güverteye doğru tekrar sesini yükseltti. Dümeni sola kırarak önüne çıkan orta boyutlu taş parçasına çarpmayı önlemişti. Zaman sanki herkes için yavaşlamıştı.

"Yelkenleri biraz daha açabilirsiniz!" Korksa da istediği tek şey buradan çabucak çıkmaktı. Gözleri yanında olması gereken kardeşi Miquel'i arıyordu.

Yelkenlerin ortaya kadar açılması ve rüzgarın estiği yöne döndürülmesiyle beraber geminin altındaki akıntıdan ara ara verdiği esleri keserek hızlanmıştı. Fakat bu kontrol edemeyeceği bir şey değildi. Kafasını ani bir hareketle arkasına çevirdi. Gözlerine anlık olarak dolmuş olan hırsla kaptan kabinine baktı. Bu pusun içinde kaptan kabini taşıdığın yükle beraber masmavi parlıyor. O an kafasından bir kazan sıcak su döküldü. Tüm sinirleri boşaldı, tüm uzuvları kendini yerçekimine bıraktı. Ama kendisi ayaktaydı. Tek başına dimdik duruyordu. Bu koca gemiyi günlendir o yönetiyordu. Omuzları hiçbir zaman eğilmemişti. Şimdi de eğilmeyecekti. Gözleri daldığından etrafındaki şeyleri kör olmuştu. Odaklandığı tek şey, kabindeki mavi parıltıydı. Düşlerinden onu bir bağırma çekti aldı.

"Majesteleri!" Ellerini birini dümenden çekti. "Tulio!" İkinci bir çığlık kulaklarında patladı. Gemi dümenin çok sert bir şekilde sola kırıldığında, kendini kafasını sallayarak bir yerlere tutunmaya çalışırken buldu. Gemideki herkes anlık sola doğru savrulmuştu. Tutunacak bir yer bulanlar ayakta kalmayı başarmış diğerleri ise yere devrilmişti. Zar zor bir yere tutunmayı başardı ve ayakta durdu.

"Bizi taşlara sokuyordun!" Cheryl gene çığlık çığlığaydı.

Kafasını aynı şiddetle ona çevirdi. "Gözümün önünden kaybol demedim mi ben sana?!" En az onun kadar yüksek bir sesle karşılık verdi. Kendi düşünceleri değil, içine ekilmiş hırs tohumları ona bunu yaptırıyordu. Onlardan arınması lazımdı. Bunun kendi de farkındaydı.

"Bizi öldürmeye çalışmadığın sürece bunu yapabilirim!" Dümen elinde olan Javier, Cheryl'e doğru gözlerini büyüttü. Burada, bu durumda, insanların önünde saçma salak bir tartışmaya girmeleri çok anlamsızdı.

Tulio'nun kat ettiği bunca yol anlamsız olamazdı. Kendine geldi ve dümeni tekrardan eline aldı. Şu an kafasındaki her şeyi sorgulama mekanizmasını kapatmak için çok iyi bir zamandı. Sorgulamadan, düz, emir vererek ve ortamı sakince yöneterek buradan geçmek zorundaydı.

"Yelkenleri dengeleyin!" Sesi ilk gerginliğinden binlerce kat daha ciddi çıkmıştı. "Akıntın gücünü dengelemeliyiz!" Mürettebat emirlere uymak için yerlerine geçti. Yelkenleri ortalanırken rüzgar ve akıntı dengesini sağlanmaya çalışıyordu. Aralarda karşına çıkan kaya parçalarını ve gemi kalıntılarını yavaş manevralar ile geçiyordu. Yelkenin rüzgar alma hızı ve akıntı güzel bir uyum yakalamıştı. Ama içindeki hissiyata hiçbir şekilde engel olamıyordu. Gemiyi kayalardan birine çarpıp batırsa ne olurdu? Kurtulur muydu bu düşüncelerden. Yoksa kendini öldürmekte başarısız olup bütün zamanların en kötü prensi mi sayılırdı kitabı kaybettiği için?

Gemiyi sürmeye devam ederken derin derin nefesler aldı. Kendini bu nefes egzersizleriyle sakinleştirmeye çalıştı. Kendini bu yolcuğun sorunsuz biteceğine inandırması lazımdı. Yolculuğun bitmesine çok az kalmıştı. Geminin etrafını kaplayan sis ise derinlere gittiği dalıyor, görüş açısını genişletiyordu. Dengeli ve güzel bir şekilde ilerliyorlardı.

Ancak henüz etraflarındaki gözlerin farkında değillerdi. Gözler onları en başından beri izliyor, saldırmak için en doğru zamanı bekliyorlardı. Bu mezarlığa bir gemi daha eklemek için elleri kaşınıyordu. Özellikle de bu gemi en büyük vurgunları olacaktı. Kutsal kitapla beraber istedikleri her şeyi elde edebileceklerdi. Onları bu emri kimse vermemişti. Ancak yolcuğun başladığı duyurulduğunda buradan geçmek zorunda olduklarını biliyorlardı. Saldırıp kan dökmek yaptıkları en iyi şeydi. Üzgün cesetler kokmadan okyanus sularına bırakılır, yağmalayabildikleri ne varsa kendi hazinelerine dahil ederlerdi. Onlar en çok bilinen denizcilerin bile korktuğu, en korkusuz korsanlardı.

Sis neredeyse tamamen dağıldığında Tulio'nun gözbebekleri vücuduna pompalanan adrenalin ile büyüdü. Sisin içinden, kırmızı renk boyalara sahip olan bir gemi onlara doğru geliyordu. Gözlerini iyice açtı. Hırsı yeniden alevlenmişti.

"Mürettebat! Hazırlanın!" diye haykırdı Tulio bütün gücüyle. Sesi gemide yankılanırken, mürettebat hızla silahlarına sarıldı. Düşmanlar kancalarını geminin bordasına atarak sapladığında her şey tehlike altına girmişti. Atılan kancalara bağlı olan iplerden dengeli bir şekilde geçen korsanlar gemiye tırmanmaya başlamıştı. Karşı taraftan gelen savaş naraları havada yankılanıyordu hala güvertede gelişen olayları şaşkınlıkla izlerken kılıcına davrandı. İki kez düşünmeden merdivenlerden indi ve güvertede savaşmaya başladı. Tulio, ilk saldıran korsan grubuyla çarpışırken, Javier ona arkadan destek oldu. Cheryl, koşarak silahlarla dolu bir sandığın yanına geldiğinde, eli titreyerek bir kılıca uzandı. Asla savaşmak istemiyordu, ama şu an bir tercih hakkı yoktu. Ya öldürecekti ya öldürülecekti. Gemiye tırmanan düşman askerlerini gördüğünde, kalbi hızla çarpıyordu. Sayıca çok üstünlerdi. Güverte, bir anda kanlı bir savaş alanına dönmüştü. Mürettebat kılıç kılıca çarpışıyor, kanla ve terle karışan çığlıklar ortalığı inletiyordu. Bu sırada, geminin diğer ucunda Miquel de savaşın tam ortasında kalmıştı. Gemi dört bir taraftan saldırı altındaydı.


Savaş tüm şiddetiyle başlamıştı. Boğazına kadar gelen korkuyu bastırarak bir düşmanın üzerine atıldı, kılıcını savurarak onu yere serdi. Darbe almamaya dikkat etmişti. Soluğu kesilmişti, ama düşünmeye vakti yoktu. Bir adım daha attığında başka bir düşman ona saldırdı; kılıcıyla zorlukla savunma yaparak onu savuşturdu.

Tam o sırada, bir korsan, uzaktan nişan alarak tüfeğini Tulio'ya doğrulttu. Arkasında yaklaşan bir düşmanı savuştururken, aniden keskin bir patlama sesi duyuldu. Geriye doğru sendeledi; omuzunda bir acı dalgası hissetti. Sanki tüm kolu alev almış gibi bir acıyla kavruldu. Bir an gözleri karardı. Elini omzuna götürdüğünde, parmaklarının arasında kanı hissetti.

"Siktir..." diye fısıldadı, ama çevresindeki kaos öyle yoğundu ki, sesi rüzgârla birlikte kayboldu. Javier çoktan yanından gitmişti. Kimse onu duymamış, olanları fark etmemişti. Tek bir kişi hariç...

Loading...
0%