@babyshark7749
|
Ekim 2015 "I don't like my mind right now (Aklım şuan hoşuma gitmiyor.) I'm holding on (Dayanıyorum) İçeri giren kafile beni izliyordu. Şarkım bittiği anda hepsi alkış tuttu. Buraya sürekli gelen müşteriler ise yeni şarkı söylediğimi fark etmiş gibi bana döndü. Beni kısaca süzdüler. Kadınlar kırmızı boyalı dudaklarına sigarayı götürüp hakkımda birkaç yorum yaptı. "JACK!" Gitarın penasını cebime attım ve gitarımı sandalyeme bırakıp içeriye koştum. Mutfakta bulunan ve elini havluya silen şefime baktım. Gülümseyip saçlarımı karıştırdı. "Yine harika söyledin çocuğum? Seni dinlemeye doyamıyorum." "Utandırıyorsunuz efendim." Bu yaşlı ve bıyıklı adam omzuma hafif bir yumruk attı. Sonra ise elime sipariş defterini verdi. "İçeriye bir kafile gelmiş. Git ve siparişlerini al." Gülümsediğimde o da gülümsedi. Kapıdan çıkarken çırağına söylediği ile yanaklarım kızardı. "Ah şu Jack! O çocuk bu iğrenç dünyada masum kalabilen bir melek resmen!" 22 yaşında bir gençtim o zamanlar... Hayalleri olan, güzel bir üniversiteye giden, belirli amaçlar uğruna yaşayan bir gençtim. O zamana kadar benim için sadece hayallerim vardı. Beni dünyada tutan 2 şey... Hayallerim ve gitarım... Ekimin sonlarına yaklaştıkça havalar soğuyordu. Bu yüzden sıkı sıkı giyinmiştim. Kot renginde uzun kol mavi bir kazak ve siyah bir pantolon giymiştim. Normalde Bay Foster –patronum- boğazlı tişörtler giymemi isterdi. Soğuk havalarda boğazımı üşütmemden korkardı. Fakat o zaman çok bunalırdım. Bunun yerine işe gelirken atkı takardım. Boğazım tam kapanmadığı için kolyemi dışarı çıkartabilmiştim. Gitar maskotlu bir kolye takıyordum. Maskotu ben tasarlamıştım ve çok hoşuma gidiyordu. Birkaç masayı dolaştıktan sonra siparişleri mutfağa ilettim. İçeriyi bir kez daha kontrol ettikten sonra bir masaya uğramadığımı fark ettim. Koşar adımlarla masaya yaklaştım. Geldiğimi fark etmemişlerdi... Yaşlı bir adam yanındaki kıza soru soruyordu. İstemeden de olsa kulak misafiri oldum. Yaşlı Adam: "Farklı telefonlar ama aynı markayı temsil ediyor..." Kız güneşin batışını çekerken başını salladı. Bu sırada adam elinde tuhaf şekilde bulanık duran resme bakıyordu. "Peki, neden Helen'in telefonunda daha güzel çıktı." Kız uzun saçlarını önünden çekerken elini çenesine koyup fotoğrafa baktı. Sonra ise verdiği güzel cevap ile gülümsedim. "Farklı mercekler kullandıkları içindir... Her yıl telefonlar gelişiyor ve her seferinde daha önemli parçalar ekleniyor..." "Ama aynı marka?" "Bütünü ile aynı değil. Öyle bile olsa ya kamera sorunludur ya da yine mercek sorunu vardır Bay Hayes." O an için aşırı zeki diyemezdim fakat... Sanırım ben o sorunun cevabını veremezdim. Dikkatlerini çekmek için hafifçe öksürdüm. Bay Hayes: "Merhaba delikanlı... Bana önerebileceğin bir şey var mı?" Kız hala başını eğmiş fotoğrafları incelerken dikkatimi yaşlı adama vermek istedim. İçimde ona karşı büyük bir merak oluşmuştu. "Bir yemek önerirsem diğer yemekler üzülür efendim. Menümüz mevcut." Adam gülümserken gözlerim yine kıza kaydı. Hala başını kaldırmamıştı. Bay Hayes: "Pekala, bana patates kızartması ile et getir oğlum." Masadaki herkes –o hariç- aynı şeyi istedi. Bay Hayes onu dürttüğünde başını kaldırdı. İşte o an nefesim kesildi. Buraya her gün değişik tipte insanlar ve olağanüstü derecede güzel kızlar gelirdi. Hatta fazla dikkat çekmemek için ve restaurantımıza güvendikleri için modelleri bile ağırlamıştık. Barbara Palvin hatta Candice Swanapeol ile tanışmama rağmen sakin kalabilmiştim. Fakat bu kız küçük bir burun ve yine küçük bir ağıza sahipti. Yüzünde zerre estetik yoktu. Gözleri kocamandı. Sol yanağında bir ben vardı. Sol gözünün altında bir güzellik lekesi vardı. Üzerinde "You Know That, I'm Crazy Bitch" yazılı bir sweat ve kısa siyah bir şort vardı. Uzun çorap ile uzun botlar giymişti. Ellerinde eldivenle duruyordu. Ve saçları belki de dünyanın en bakımlı, en güzel ve canlı saçlarıydı... Yüzünde hiç makyaj olmamasına rağmen doğal görünmesine hayranlıkla baktım. "Deniz ürünleri var mıydı acaba?" Sorduğu soru ile kendime gelmeye çalışıp yutkundum. "Evet, efendim. Var..." Kız gülümsedi. "Peki... Ekmek arası gümüş balığı rica ediyorum ve yanına da patatesli salata..." Nefes almaya çalıştım. "İçecek olarak ne istersiniz?" "Kola." Başımı sallarken yutkundum. Bu sırada açık kahverengi gözlerinde kaybolmuştum. Sonra bir daha yutkundum. Ve bir daha... Ayaklarıma gitmek için komut veremedim sanki. Bir kez daha yutkunduğumda tükürük soluk boruma kaçtı. İşte bu sefer gidebildim. Arkama bile bakmadan mutfağa ilerledim öksürerek. Bu sırada sandalye itme sesi gelmişti. Endişelenmesinden korktum. Su alırken kağıdı şefimin önüne koydum. Suyu içtiğimde şefim bana bakıyordu. Gülümsemeye çalıştım ve başarılı da oldum. O ise bana hazır olan siparişleri götürmemi söyledi. Masalara yerleştirirken bir süreliğine aklımdan çıkartabildim. Fakat hazır olan son siparişi masaya koyarken onunla göz göze geldik. Uzun saçlarını toplamıştı. Tıpkı Anime karakterlerine benziyordu. Bana donuk bakışlar yollarken gülümseyip başımla selam verdim. Onun siparişi hazır olduğunda masalarına yaklaştım. Onun olduğu tarafa geçtim. Önüne tepsisini koydum. "Kolyen çok güzelmiş... Bay-?" Masada bulunan diğer genç kızın söylediği şey ile başımı ona çevirdim. "İsmim Jack." "Helen." Kız elini uzattığında nazikçe sıkıp bıraktım. Bu sırada göğsümün üzerinde buz gibi bir ten hissettim. Onun ince, uzun ve soğuk parmakları kolyemi tutuyordu. Kaşları çatılmıştı. Sandalyesini geriye çekti ve ayağa kalktı. Nefesini bile hissediyordum. Kalın tişörtüme rağmen buz gibi elini hissediyordum. Üşüyor muydu? Halbuki içerisi sıcaktı. Helen: "Peki, neden lacivert ve siyah?" Dudaklarımı büzerken o ise iyice inceliyordu. Fark etmediğim bir şey yoktu. Fakat onun çok dikkatini çekmişti. "Nedeni yok. İkisinin uyumu hoşuma gidiyor." "Ya da psikolojini yansıtıyorsun..." "Efendim?" "Gitar siyah ve telleri lacivert... Gücün, zarafetin, resmiyetin ve otoritenin rengidir siyah. Negatif yönü onun karanlık tarafıdır... Gitarı bile siyah yapmışsın çünkü bunu yaparken hem korkuyordun hem de güçlü olduğunu yansıtmaya çalışıyordun..." "Benim tasarladığımı nereden anladın?" "Çünkü altın düzensiz işlenmiş Jack. Yani yarı altın... İşlerken saflığını kaybetmişsin. Siyahı o anki psikolojinle seçmişsin. Saflığın bozulduğunu öğrendiğinde renk kullanmışsın." O... İnanılmazdı. "Lacivert demek, güçlü ve onurlu, bütünsel ve derin samimiyet demektir... Siyahın içinde bile yaşarken bu rengi ekledin çünkü lacivertsin. Ayrıca..." Kolyeyi çevirdiğinde gitarın arkasındaki beyazı gösterdi. Nokta nokta olmuştu. "Burada ise beyaz noktalar var... Beyazın anlamını biliyorsun değil mi?" Başımı olumsuz anlamda salladım. Gülümsedi. "Saflığın sınırı demektir beyaz. Umutlara inanmaktır. Yeniden başlayabilmektir. Bu yüzden 'beyaz bir sayfa açıyorum' deriz. Çünkü beyaz öyle bir renktir ki... Hem tüm renkler tarafından boyanır hem de tüm renkler tarafından oluşturulur." İnce parmakları yine kolyeyi tuttu. Sonra ise ipi düzeltti. Aşırı sade bir ip kullanmıştım. Zincir istememiştim. Gri bir ipe koymuştum ucu. "Gri... Sağlamlık ve istikrar..." Adeta fısıldıyordu. İpi düzeltirken gülümsedi. Sağ eli boynuma değdiğinde soğuktan dolayı hafifçe irkildim. Elini tuttum ve soğuk elini sardım. Bu sırada gözleri şaşkınlıkla avucum içindeki elime sonra gözlerime baktı. "Isıyı arttırmam gerek desenize bayan-?" "Lawser... Hayley Lawser..."
|
0% |