Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@babyshark7749

2016 Şubat

Hayley ile toplarsam sadece 16 saat vakit geçirmiş bulunuyordum. Bu 16 saatin ise sadece 2 saatinde aşırı samimiydik... Dünyanın en güzel 2 saatiydi.

Sabah saat 9 da telefonundaki alarma uyanmıştı. Bende o alarm sesini duyduğumda masada uyuyordum. Hayley saati gördüğü gibi hızlıca ayaklanmıştı.

Montunu ve botlarını giyerken benden uyuduğu için defalarca özür dilemişti. O üstünü başını düzeltirken ben ise şu ısıtmış ve ona kahve vermiştim. Motorum ile onu oteline bırakmıştım. Saat 11'de uçakları olduğunu söylemişti.

Eve gidip duş aldıktan sonra havaalanına gitmiştim. Sydney uçağının kalktığı yere hızlıca varmıştım. Bu sırada kafile hızlı ve heyecanlı şekilde gelmişti. Hayley beni orada görmeyi hiç beklemiyordu. Helen birden onun için geldiğimi düşünmüş ve sevinçle boynuma atlamıştı. Hayley o sarılmasını bitirene kadar gülümseyerek beklemişti.

Helen zar zor benden ayrıldı. Cebime telefon numarasını yazdığı kağıdı koymuştu. Helen bana öpücükler gönderip uçağa ilerlerken Hayley karşımda durmuştu.

Elinde tuttuğu kağıdı bana uzattı. Her zaman çabalamam gerektiğini söylemişti. Daha sonra cebinden çıkarttığı kalemi bana verdi. Bunun onun çok sevdiği bir çizim kalemi olduğunu söyledi. Kalemin ona ilham getirdiğini söylemiş, o kalemi almak için beni görmeye geleceğini söylemişti. Yani kalem bir bahaneydi...

Gitmeden önce bana kısaca sarılmış ve genişçe gülümseyerek uçağa ilerlemişti...

Dünyanın diğer ucuna gidiyordu... Geri dönmesi ise bir mucizeydi benim için... Bu yüzden o gider gitmez kaleme bağlı kaldım. Hayley'den kalan hatıralar ve onun çizdiğim portresi bana yeterdi. Daha fazlası olmayacaktı. O bir öğrenciydi. Orada bir ailesi, arkadaşları belki de bir sevdiği vardı. Bu yüzden sadece 16 saat boyunca görmüş olduğu sıradan bir genç için dönmesi olanaksızdı.

Onu unutmaya karar verdim. Geri geleceğine dair bir umudum yoktu nasıl olsa. Bu yüzden ödevlerime, okuluma, işime ve gitarıma vakit ayırmaya başladım. Günlerim o kadar sıkıcı ve sıradan geçiyordu ki. Olağandışı hiçbir şey yoktu. Genç bir erkek olmama, hatta ergenliğin verdiği hormonların etkisi olsa bile kimseyle flört edemiyordum. Karşıma çıkan kızlar ya da erkekler bana çok sıradan geliyordu. Açık konuşmak gerekirse sıradanlık bana göre değildi.

Hayal güçleri yok denecek kadar azdı. Kendi belirledikleri kurallarına göre yaşıyorlar, fazlasını istemiyorlardı. Yeniliklere açık değillerdi. Risk almıyorlardı. Sıradan gençlerin yaşamlarıydı. Bazıları akşam partilerine gidiyor, bazıları lakros oynuyor, bazıları fitness kulüplerinde kaslanmaya çalışıyor, konserlere gidiliyordu... Onlar için hayatın amacı sadece bunlardı. Bunları yaptıklarında tuhaf bir şekilde bünyelerinde mutluluğu hissediyorlardı. Daha ileri seviyeye götürürsek bunları yaparlarsa öldüklerinde pişmanlık duymayacaklarını düşünüyorlardı.

Aslında, evet... Pişmanlık duymayacaklardı. Çünkü üzülmüyorlar ve sadece eğlenebildikleri kadar eğleniyorlardı. Fark etmedikleri şey ise bu tür şeyler onları sıradan kişiler yapıyordu. Dünya için illaki önemli bir şey yapmaları gerek yoktu elbet. Fakat öldüklerinde isimleri unutulacak ve sadece 21. Yüzyılın herhangi yıllarında partilere giden ve sıradan eğlenceler yaşayan insanlar olarak hatırlanacaktı.

Ben ise bu partilerden taş çatlasa iki tanesine katılmıştım. O kadar çok sıkılmış ve o kadar çok bunalmıştım ki! O ortama sadece yarım saat dayanabilmiş daha sonra kaçmıştım. Vagonuma dönmüş ve ödevime çalışmış, güzel bir mesaj verebilmek için uğraşmıştım.

Yaptığım bu şey belki de çok konuşulacak ve yıllar geçse, bedenim toprak ile buluşsa bile insanlar yaptığım şeyi göreceklerdi.

Küçükken duyduğum bir söz beni çok etkilemişti.

"İki defa ölürsünüz... İlki, ruhunuz bedeninizden ayrıldığında; ikincisi, sizi bilen son kişi öldüğünde."

Ben ise uzun yıllar boyunca ölümsüz olmak istiyordum. Köleliği kaldıran Abraham Lincoln, Küba Devrimi öncüleri olan Che Guevera ve Fidel Castro, Türkiye'yi esaretten kurtaran Atatürk gibi... Ya da eğlence sektörüne damga vurmuş olan Micheal Clarke Duncan, Walt Disney, Elvis Presley gibi olmak istiyordum. Yıllarca yaptığım güzel şeylerle anılmak istiyordum.

Walt Disney'in yaşadığı şeyleri düşündükçe güçleniyordum. Hatta rol modelim diyebilirdim. Ailesinin maddi geliri o kadar az iken okulunu bırakıp ailesine ekmek parası götürmesi, tesadüf eseri bulduğu ücretsiz çizim kursu sayesinde hem çalışıp hem de kendini geliştirmesi, çizim yaptığı gazeteden kovulmasına rağmen pes etmemesine hayran kalmıştım. Odasında bulunan tesadüf eseri gördüğü fareyi beslemesi ve arkadaşlık kurması, daha sonra onu çizmesi ile hayatının dönüm noktasının gelmiş olmasıydı...

Elindeki fare çizimleriyle Hollywood'a doğru yola çıkmış, sonrasında da arkadaşı Iwerks'i bularak ona fare çizimlerinden bahsetmiş. Bu küçük fareye ilk olarak "Mortimer" adı verilmiş, ancak ilerleyen zamanlarda Walt Disney'in eşi Lilly'nin önerisiyle "Mickey Mouse" olarak değiştirilmiş. Mickey Mouse adını verdikleri fare ile 1928 yılında ilk filmleri olan "Steamboat Willie" çekilmiş. Bu iki arkadaş ellerindeki son meteliğe kadar harcadıkları bu filmde ya büyük başarı sağlayacak ya da yoksul hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklermiş. Ve istenen olmuş. Film izlenme rekorları kırmış!

Sadece o kadar zorlu bir zamanda bu kadar çok şey elde etmesine hayran kalmıştım. Çünkü Walt Disney yıllarca hiç unutulmayacaktı!

Verdikleri anlamlar, çıkarttıkları karakterler ile herkesi hayran bırakmıştı. Ben ise tıpkı onun gibi hayata bambaşka bir bakış açısı sunmak istiyordum. Bu yüzden sürekli çalışmalı ve kendimi geliştirmeliydim.

Oturmak ve hayal etmek beni geliştirmezdi. Başarıya çiçekli yollardan gidemezdim.

Bu yüzden kısa da olsa, bana ilham kaynağı olmuş olan Hayley sayesinde güzel bir animasyon çıkarmaya karar verdim. Programlar üzerinde denemeler yaptım. Karakterleri çizdim ve replikleri yazdım. Aylarımı sadece bunlara ayırdım. Fakat yetmiyordu. Bazen çokça tıkanıyordum.

Akşam için kar uyarısı verilmişti o gün. Sıkıca giyinmiş ve atkımı takmıştım. Gitarımı aldıktan sonra vagonumdan çıktım. Kapıyı kilitledikten sonra yola doğru yürümeye başladım. Patronum bana akşam için bir topluluk geleceğini bu yüzden çalışmalarımı bitirir bitirmez gelmemi istemişti. Akşam saat 6'ya kadar fikirler üzerinde çalışmıştım. Birazcık kitap okumuş ve fikir gelmesini sağlamıştım ama kafam bomboştu. Bu yüzden en azından dinlenmek için erkenden çıkmayı hedeflemiştim.

Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Bu yüzden gökyüzünün tonları hafifçe kırmızıya dönmüştü. Kar yağacağı kesinleşmişti.

Motorumun yanına vardığımda gitarımı iyice bağladım motora. Daha fazla vakit kaybetmeden kafeye yol almaya başladım. Sahil kenarındaki barların müzikleri, işten çıkmış ve bir an önce eve gitmek için acele eden insanlar, kalabalık restaurantları geçtim. Her yer son derece kalabalıktı.

Kafeye geldiğimde park edip hızlıca gitarımı aldım. Karşıya geçtim ve kafenin bez kapısını kaldırıp içeri girdim. İçerisi gerçekten tıklım tıklımdı. İçeri girdiğimde birkaç kişi dikkatini bana yöneltmiş daha sonra sohbetlerine dönmüştü. Gitarımı hemen küçük sahnedeki yere koydum. Örtüyü kaldırıp son tasarladığım bilezik ve kolyeleri koydum. Daha sonra hızlıca mutfağa geçtim.

Bay Foster bana baktı içeri girdiğimde.

"Çok geç kalmadım, değil mi efendim?"

"Hayır evladım. Erken bile geldin. Çok teşekkür ederim. Matt 4-12-18 numaraların siparişlerini alamadı. Onları almaya git, olur mu?"

Başımı salladım. Ellerimi yıkadım, montumu ve atkımı çıkarttım. Telefonumu ve çantamı da askıya astıktan sonra kalem ve defteri elime aldım. Kolyemi ve saatimi düzeltirken içeri geçtim.

Siparişleri hızlı hızlı alıp mutfağa götürdüm. Patronum ise içeri geçip birkaç parça çalmamı istedi. İçerisi çok kalabalıktı ve siparişler çok fazlaydı. Sadece beş tane aşçımız vardı. Bu yüzden siparişler uzayabilirdi. Bu yüzden milleti oyalamam lazımdı.

İçeri geçip mikrofonun fişlerini ayarladım. Tabureme oturdum ve gitarımı akorlarını düzelttim.

"Hoşgeldiniz!"

İnsanlar olduğum yere dönerken birkaç kişi alkışlamaya başlamıştı.

"İstek parçası olan varsa söyleyebilir. Herkese keyifli akşamlar diliyorum!"

Tekrardan alkış tuttuklarında aklıma gelen ilk şarkı için tellere dokundum.

"Oh, her eyes, her eyes (Gözleri, gözleri)
Make the stars look like they're not shinin' (Yıldızları, parlamıyormuş gibi gösteriyor)
Her hair, her hair (Saçları, saçları)
Falls perfectly without her tryin' (Uğraşmadığında bile mükemmel duruyor)
She's so beautiful and I tell her everyday (O çok güzel ve bunu ona her gün söylüyorum)
Yeah, I know, I know (Evet, biliyorum, biliyorum)
When I compliment her, she won't believe me (Ona iltifat ettiğimde bana inanmayacak)
And it's so, it's so (Ve bu çok, çok)
Sad to think that she don't see what I see (Onun benim gördüklerimi görmediğini düşünmek çok üzücü)
But every time she asks me, "Do I look okay?" (Bana her, "İyi görünüyor muyum?" diye sorduğunda)
I say (Diyorum ki)When I see your face (Yüzüne baktığım zaman)
There's not a thing that I would change (Değiştirmek istediğim tek bir şey bile yok)
'Cause you're amazing (Çünkü sen inanılmazsın)
Just the way you are (Sadece olduğun gibi)
And when you smile (Ve sen gülümsediğinde)
The whole world stops and stares for a while (Dünya durup sana bakakalıyor)
'Cause girl, you're amazing (Çünkü kızım, sen inanılmazsın)
Just the way you are (Olduğun gibi)"

Şarkının ilk kısmı bittiğinde birkaç kişi alkışlamaya ve ıslık çalmaya başlamıştı. Gülümserken gözlerimi insanların üstünde dolaştırdım. İşte o anda...

Gülümseyerek beni izleyen Hayley ile göz göze gelmeyi hiç beklemiyordum. Gözlerimiz buluştuğunda elini hafifçe sallayıp gülümsedi. Saçları her zamanki gibi uzundu. Kumral saçlarının arasında ona doğal saç gibi gösteren koyu pembe renkler vardı. Kulağında zincirli bir küpe vardı. Kot bir pantolon, uzun topuklu botlar, boğazlı bir badi ve onun üstünde sıfır kol yünlü bir kazak vardı. Ellerinde siyah parmaksız eldivenler vardı. Saçları üstten at kuyruğu şeklinde toplanmış ve aralarında birkaç örgü vardı.

Evet...

Ona dair değiştirmek istediğim tek bir şey yoktu. Giyiminden bile onun nasıl birisi olduğunu anlayabiliyordum. Hayley ise benim için en güzel kişiydi.

 

Birkaç şarkı daha akıp gittiğinde mutfağa gittim. Hazırlanan tepsiler ile masalara doğru yürümeye başladım. Onun masasına gidebilecek siparişleri ben almamıştım. Bu yüzden masasına gitmek için bahanem yoktu.

Bunun yerine açılmış olan platformun ışıklarını yaktım. Birkaç şeyi düzelttim. Daha sonra ise mutfağa döndüm. Sıkıldığımdan bulaşıkları bile yıkamıştım. Tatlı siparişleri alındığı zaman bile onunla konuşamamıştım. Her dakika sabırsızlanıyordum.

Bay Foster tekrardan şarkı söylenmesi gerektiğini söylediğinde içeri girdim. Bu sefer ise All Of Me'yi söyledim. Yine aynı şeyler yaşandı. Alkışlandı ve insanlar tatlılarına döndü. Gitarımı kenara koydum ve iç çektim.

"Jack!"

Başımı çevirdiğimde Helen hemen yanımdaydı.

"Selam."

"Nasılsın, Jack? Görüşmeyeli uzun zaman oldu! Neden beni aramadın?"

Konuşma sırasında neşeli iken birden kırgın hale geçen Helen'e tuhaf bakışlar atmamaya çalıştım. Her şeyi boş verip ilk soruyu cevaplamaya karar verdim.

"İyiyim, sen nasılsın?"

"Kırgın!"

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Bu sırada o kollarını göğsünde birleştirmiş ve pembe dudaklarını bir çocuk gibi büzmüştü. Yanağımı ısırdım gerginlikle.

"Çok yoğundum Helen. Proje ödevleri, okul ve iş derken kendime bile vakit ayıramıyordum."

Güldü hemen ve kolumu tuttu. "Şaka yapıyorum canım! Keşke sen numaranı verseydin. Bari ben seni arardım."

Anlamıyorum... Neden benim onu aramam ve onun beni araması bu kadar önemliydi?

Hayley bulunduğumuz yere geliyordu. Yanında uzun boylu, sarı saçlı ve deniz mavisi gözleri olan yakışıklı bir adam vardı. Aynı yaşlarda olabilirdik. Henüz otuzlarında değildi hani. Giyimi ise muhteşemdi. Çok havalı duruyordu.

Hayley: "Selam Jack. Tekrar karşılaştık, ha?"

Helen onlara bakıp gülümsedi. Sonra ise bana baktığında Hayley'nin bana göz kırptığını gördüm. Gülümsemişti ve koluna girdiği çocuğu gösterdi.

Hayley: "Tom ile tanış. Üniversiteden çok yakın bir arkadaşım."

Ne tür bir arkadaş?

Tom elini uzattı tokalaşmak için. Vay be! Yakından daha yakışıklıydı. Aynı boyda olduğumuzdan direkt gözlerine bakabiliyordum. Hiç de bir sinsilik belirtisi yoktu... Nereden çıkmıştı şimdi bu çocuk?

Helen: "Jack. Bu yakışıklı arkadaşımız, Tom. Tom. Bu yakışıklı arkadaşım, Jack."

Arkadaşın?

Hayley'nin ona tuhaf bir bakış attığını gördüm. Bana döndü.

Hayley: "Siz görüşüyor musunuz?"

Helen: "Keşke!"

Ona şaşkınlıkla baktığımda Tom öksürmeye başladı. Elini sıktım hemen.

Tom: "Tanıştığımıza memnun oldum Jack!"

Tom'da bir tuhaf davranınca gerildim. Bu sırada Helen heyecanla kolyelerin olduğu yere doğru koştu. Hayley'i de peşinden sürüklemeye çalıştı. Tom ile yalnız kaldığımızda birbirimize bakmaya ve yerimizde kıpırdanmaya başladık.

Tom: "Meşgul müsün Jack? Sohbet etmek ister misin?"

Tom'un Avusturalyalı olduğunu anında anlamıştım. Aksanı cidden değişikti. Başımı salladım. Kapıdan dışarı çıktığında onu takip ettim. Dışarı da mı konuşacaktık?

"Soğuğu severim."

"Öyle mi?"

"Sen sevmez misin?"

"Evet. Severim."

"Üşümeyi de severim."

Son cümlesi ile başımı salladım. Ne tepki vermemi bekliyordu? Neden bunları söylüyordu?

"Helen ile çıkıyor musunuz?"

"Ne? Hayır!"

"Onu sevmiyor musun?"

"Yani... Tatlı bir kız, iyi, neşeli falan."

"Ondan hoşlanıyor musun?"

"Birisini tanımadan ondan hoşlanamam Tom."

Sağ omzunu silkip dudaklarını büzdü. Daha sonra yüksek bir kaldırıma oturdu. Yanına oturdum ve ellerimi montumun cebine koydum. Yandan bakınca Chris Hemsworth'a benzediğini biliyor muydu acaba? Bir bakayım... Kesinlikle Chris Hemsworth... Liam Hemsworth ola- Yok, hayır! Chris Hemsworth... Onun gibi karizmatik ve tatlı bir yüzü var. Duygularını yüzüne iyi yansıtabildiği belli. Ayrıca biraz matrak birisi gibi duruyor. Thor hayranı olan ben, bu çocuğun profilini gerçekten çok beğenmiştim.

"Tuhaf olurdu hani..."

"Efendim?"

"Hani, Hayley ile bir gece geçirip, Helen'dan hoşlanıyor olman?"

"Gece geçirmek mi?"

"Beraber sohbet etmişsiniz ya... Ahahaha! Jack! Öyle bir gece nasıl aklına gelir? Hayley öyle birisi değil merak etme!"

Gülmeye başladığında aklıma öyle bir şey gelmemiş olsa bile utandım.

"Ondan bahsetmiyordum ki Tom! Yani Hayley benden mi bashetti?"

Başını salladı ve bana döndü. Karların arasından deniz mavisi gözleri belli oluyordu. Yemin ederim bu adam Chris Hemsworth!

"Evet. Çok tuhaf bir andı. Hayley'nin dikkatini çekmeyi nasıl başardın?"

"Bilmem."

"Onu seviyor musun?"

"İyi ve ilgi çekici birisi?"

"Ona aşık mısın?"

"Sadece 16 saat boyunca birlikte olduğum birisine nasıl aşık olabilirim?"

"Ona aşıksın!"

"Bunu nereden çıkardın?"

"Neden onunla geçirdiğin vaktin hesabını tutmuşsun?"

"Şey... Alışkanlık?"

"Benimle kaç saattir konuşuyorsun?"

"Sadece birkaç dakika-"

Birden sol omzumu hafifçe yumruklama başladı. Kahkalarla gülüyordu bu arada.

"Hayley'i seviyorsun!"

Beni sallarken ve gülerken ben gülmeye başladım. O kadar komik birisiydi ki! Birden durdu.

"Neyini seviyorsun en çok?"

Gülmeye devam ettim. Tanrım! Manyaktı bu çocuk!

"Tom! Konuyu kapat!"

"Hayır! Kapatamayız! Söyle hemen! Neyini seviyorsun? Nasıl tanıştınız? Ne konuştunuz o gece? Ha! Öpüştünüz mü?"

"Tom!"

"Anlat!"

Şaşkınca gülümsedim. Bu sırada Hayley kapıdan çıkmış ve yanımıza gelmişti. Birden Tom ayağa kalktı.

Hayley: "Tom? Ne oldu? Özel bir şey mi konuşuyordunuz?"

Tom: "Sizin kadar konuşacak özel bir şeyimiz yok Hayley!"

Dediği şey ile bacağını sıktım ve gergince gülümsedim. Hayley kaşlarını çattı. "Ne?"

Tom: "Çişim geldi! İşemem lazım! Bardak bardak işemem lazım!"

Hayley: "Ayrıntıya gerek yok! Git tuvalete!"

Tom onun yanaklarını sıktı ve koşarak içeri koştu. Hayley'de arkasından baktı daha sonra bana döndü. Tom'un az evvel oturduğu yere oturdu.

"Nasılsın?"

"İyiyim, sen?"

"İ-İyiyim."

Gülümsedi ve kaşlarını hafifçe çattı. "Neden kulakların kırmızı senin?"

"Soğuktan... Evet... Soğuktan."

"Tom bir şey demedi, değil mi?"

"Yo! Ne diyebilir ki?"

Gülümsedi genişçe ve içeriye bakmaya başladı. Sonra bana döndü. Derin bir nefes aldı.

"Jack?"

"Efendim, Hayley?"

"Ben bir şey diyecektim..."

"Evet?"

Yutkundu. Yüzünde olmayan saçlarını kulağının arkasına koymaya çalıştı. Sonra gözlerime baktı.

"Jack... Gözlerin mavi şekerlemelere benziyor!"

Dediği şey ile güldüm hafifçe bu sırada bana hipnotize olmuş şekilde bakıyordu. Montunun fermuarı açıktı bu yüzden tamamen ona dönüp fermuarı yukarı çektim.

"Teşekkür ederim."

Ellerini tuttuğumda buz gibi olduğunu fark ettim. Ellerim arasına alıp ısıtmaya çalıştım.

"Jack?"

"Efendim?"

"Şey... Beni... Bekledin mi?"

"Ne duymak istersin?"

"Gerçeği?"

Gülümsedim ve kulağına yaklaştım. O da bana doğru yaklaştı. "Bekledim."

"Peki... Özledin mi?"

"Kimi?"

"Elon Musk'ı... Beni işte..."

Tepkisine güldüm ve başımı olumlu anlamda salladım. Bu sırada o da utangaç bir şekilde gülümsemişti. Çok güzel gözüküyordu.

"Ben bir süre Amerika'da yaşayacağım... Yani burada işte... Biliyorsun. Ev falan bulmam lazım. Sonra iş aramam lazım. Yani geçimimi sağlayacağım sonuçta... O zamana kadar bir otelde kalmam lazım... Bildiğin iyi bir otel-"

"Bende kalabilirsin."

Hemen itiraz etti.

"Olmaz. Yani seni seven birisi veya ailen ra-"

"Beni seven birisi yok... Ailemde umursamaz, ki tek yaşıyorum."

"Sevgilin yok mu yani?"

"Hayır, hiç olmadı."

"Şaka yapıyorsun?"

"Gayet ciddiyim."

"Olsun... Yine de ben sende kalamam."

"Kapım her zaman açık, biliyorsun."

Gülümsedi. Ellerini ısıtmaya çalışırken gözlerime bakıyordu. Evet... Kesinlikle... Ben ondan hoşlanıyordum.

Hayır, onu sadece sevmiyordum.

Ona aşıktım!

 

Loading...
0%