Yeni Üyelik
5.
Bölüm
@badesol

 

Yaralarımızı sarmadık. Sakladık.

 

Balmorhea - Remembrance

 

Mehmet Güreli - Kimse Bilmez

 

Evgeny Grinko - Valse

 

 

*******

 

Hapsolmak. Duygularına hapsolmak. Düşüncelerine hapsolmak.

 

En kötüsü acılarına ve korkularına hapsolmak.

 

Birçok acım vardı. İlki hangisiydi?

 

Tek tük parçalar vardı. Bir hastane odasının önündeki sandalyelerden birinde oturuyordum. Yere değmenin yakınından bile geçmeyen ayaklarımı sallıyorum. Üzerimde annemin aldığı pembe bir elbise, ayaklarımda beyaz ayakkabılar. Sadece anneme dokundurduğum uzun kumral saçlarım sıkı bir atkuyruğu yapılmış. Bir yanımda annem, usul usul gözyaşı döküyor. Fark edince duraksıyorum.

 

''Annişim, ne oldu?'' Korkuyorum. Benim annem ağlamaz. Anneler ağlamaz. Anneler gülsün. Küçük kalbimin korkuyla atışını şu anmış gibi anımsıyorum. Bir eli kumral saçlarıma uzanıp okşuyor, şefkatle gülümseyen dudaklarını bir hıçkırık paramparça ediyor. Benim annemin canı acıyor. Diğer elinin tersi dudaklarını örtüyor utançla.

 

Küçük parmaklarım gözyaşlarına uzanıyor, bir öncekine devamlı yenisi eklenen yaşları silmeye çalışıyorum. Annemin canı yanıyor, göğsümün ortasını ateşe veren bir yangın gibi hissediyorum.

 

Boncuk boncuk doluyor kara gözlerim. ''Anniş..'' bir damla yaş. ''Ağlama korkuyorum.''

 

Gözlerini sımsıkı kapatıp yaşlarını siliyor annem. Burnunu çekiyor, gözleri açılıyor ve dişlerini göstererek gülüyor. Ama acıyı gözlerinden silmeyi unutuyor. ''Korkacak bir şey yok anneciğim.'' diyor yumuşacık bir sesle. Uzanıp yanağına sulu bir öpücük konduruyorum.

 

''Sen hiç üzülme annişim. Senin için her şeyi yaparım. Bir daha hiç üzmeyeceğim seni söz veriyorum. Abimle de kavga etmeyeceğim valla söz.'' dediğimi az buz hatırlıyorum. Hemen sonra annemin saçlarımdan, alnımdan öpüşü.. Elindeki beyaz kağıtlarda yazan şeylerin benim dünya güzeli annemi üzdüğünü biliyorum. Kağıtları çantasına atıp beni kucaklıyor. Kocaman gülümseyip sımsıkı sarılıyorum. Çenemi boynuna gömüp eve varana dek inmiyorum kucağından, hissediyorum. Annişime sımsıkı sarılırsam gidemez.

 

İlk acım da ilk korkum da o gün başlıyor. Sonu gelmez bir acı ve korku silsilesi esir alıyor hayatımı o günün devamında.

 

Kumral saçlarımı omuzlarımdan arkaya itip elimdeki karton bardaktaki kahveden bir yudum aldım. Bakışlarımı bulutların çevrelediği gökyüzüne çevirdim. Gökyüzü benim evimdi. Gökyüzü benim annemdi. Ve Yalçın.

 

Sabah oluyordu. Bir nöbeti daha deviriyordum. Önlüğümün cebindeki sigara paketinden bir dalı çıkartıp dudaklarıma yerleştirdim. Acilin arka bahçesindeki çardaklardan birinde oturuyordum. Rüzgarın esintisi yüzüme çarpıp saçlarımı uçuştururken bu sessizliği memnuniyetle buyur ettim. İki gündür uyku uyuyamıyordum. İki günde kaç saat uyuyabilmiştim, belki beş?

 

Aynı cebimden çıkardığım çakmakla sigaramın ucunu tutuşturup bir duman çektim içime, başımı geri yaslayıp gözlerimi gökyüzünden ayırmazken. Beynim sızım sızım sızlıyordu. Kurt'un gidiş anı resmen travmalarımı tetiklemişti. Tetiklenmiş travmalarımla ne uyku uyuyabilmiş ne de doğru düzgün nefes alabilmiştim. Bir anda onunla o kadar yakınlaştığım için aklıma geldikçe kendime kızıp durmuştum ertesi gün. Öfkeliydim, kendime. Aynı sızıyı tekrar hissettirdiğim için.

 

Bütün öfkemle kendime tekrar ve tekrar sınırlarımı hatırlatmış ve onun hakkında düşünmeyi beynime yasaklamıştım. Yasaklamıştım ki acilde hasta bakarken bir kurye, elinde koca bir buket şakayıkla dibimde bitmişti. Beyaz şakayık. Şefkat, mahcubiyet. Üzerinde bir not.

 

'Asma suratını, dilhun. Sen bir gül dünya önünde eğilsin. - C.K.'

 

C.K.

 

Cihangir Kurt.

 

Gülemedim. Anlıyordum. Ama olmazdı. O yüzden kaçmaya karar verdim.

 

Bir diğer olaysa Ferit'ti. Onunla epey kaynaşmıştık ve sanırım biraz fazla kaynaşmıştık. Bana kimseye olmadığı kadar içten davranıyordu. İkiz olmalarına rağmen Fıratla pek anlaşamadıklarını öğrenmiştim. İkisinin arasında daima bir çekişme vardı anladığım kadarıyla. Mesela Ferit asker olacağını söyledikten sonra Fırat da asker olacağım diye tutturmuş. Askeri okulda birbirlerine olan inatlarından ikisi de karşı taraf hangi dersleri alıyorsa onlara katılmış, biri hangi kursa katılırsa diğeri de peşinden aynı kursa gitmiş. Bana göre ikisi de birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı ama bunu birbirlerine karşı kabul etmeyi de gururlarına yediremiyorlardı sanırım.

 

Ferit ilk günün gecesi ayaklanmış benimle tartışan hasta yakınının üstüne yürümüştü ve o andan itibaren bir bodyguard gibi peşimdeydi. Başlarda terslemiş, aksi davranıp kendimden uzaklaştırmaya çalışmıştım ama tüm çabalarım nafileydi. Ağzımdan girmiş burnumdan çıkmış bir şekilde yüzümü güldürmeyi başarmıştı. Aynı zamanda bezdirmişti de.

 

Su ister misiniz Figen hanım? Kahve getireyim mi? Üşüdüyseniz evdeki ısıtıcıyı getirtebilirim? Şu adamı gözüm pek tutmadı bende sizin yanınızda kalayım Figen hanım. Biri sizi sinirlendirirse bana söyleyin Figen hanım sizin için hallederim.

 

Figen hanım aşağı Figen hanım yukarı. Sesi artık kulaklarımda çınlıyordu.

 

Etrafımdaki hareketlenmeyle bakışlarım o yöne döndü. Asu ve Zehra ellerinde bardaklarıyla yanıma geliyorlardı.

 

''Figen, biz diyoruz ki yarın akşam bir şeyler mi yapsak?'' İlk konuşan Zehra olmuştu.

 

''Yapalım yapmasına da burada ne yapabiliriz ki?'' Küçük bir yerdi ve yapılabilecek aktiviteler sınırlıydı. Asu hemen gülümsedi.

 

''Burada değil aslında. Antakya'da bir arkadaşımın nezih bir mekanı var, hem müzik dinler hem de stres atmış oluruz diyorum ben.'' Onay istercesine suratıma bakıyordu. Belli belirsiz başımı salladım.

 

''Antakya olur. Bana saati falan mesaj atarsınız alırım ben sizi. Benim arabayla gideriz." İkisi de kocaman güldü.

 

"Ay vallahi düşüncesi bile çok iyi geldi bana. Hastane ev arası gidip gelmekten sıkılmıştım." diye sızlandı Zehra. Hak verdim. Günlerimizin çoğu hastanede geçiyordu ve birkaç saati de evde dinleniyorduk. Çalışmak zihnimi meşgul tuttuğu için pek şikayetim yoktu ama bu aralar bende boğuluyor gibi hissediyordum. İyi gelecekti biraz soluklanmak.

 

Birkaç gündür başı sürekli telefonda olan Asu tekrar telefonunu eline alınca kaşlarım çatıldı.

"Hayırdır Asu'cum?" Başını telefonundan kaldırırken cilveli bir gülüşle omuz silkti. İnsanların hayatıyla pek ilgilenmezdim ama Asu'yu benimsemiştim ve sanırım arkadaşız diyebilirdim.

"Havada aşk kokusu var gibi ama.." diye imayla söylendi Zehra. Tanıdığım kadarıyla Asu zaten cilveli bir kadındı ama şu anki tavırlarından anladığım kadarıyla sanırım gerçekten havada aşk kokusu vardı.

 

"Aşk mı bilemeyeceğim ama var bir şeyler diyelim kapatalım konuyu." diye şakıdı Asu keyifle. Bitmiş sigaramı az kalmış karton kahve bardağına atıp söndürdüm. Vakit intikam vaktiydi. Birkaç gün önce bana yaptığı gibi imayla güldüm.

 

"Şştt güzellik. Kim bu şanslı adam?" Ağzından laf alıp onu utandırmaktı amacım.

"Ay bence de çok şanslı ama kim olduğunu şimdilik söylemem. Böyle giderse yakında görürsünüz zaten. Takar koluma salına salına gelirim hastaneye." Asu utanmak bir yana işveli bir şekilde göz kırptı. Bir kahkaha attık Zehrayla. Bu kız çok fenaydı.

 

"A aa hiç oluyor mu böyle Asucum?" Zehra biraz daha üstüne gitmeye çalıştı. Ama Asu nuh diyor peygamber demiyordu.

"Oluyor Zehracım çok da güzel oluyor. Dua et de allah tamamına erdirsin. Hem bakarsın belki size de faydam dokunur." Aman allah korusundu.

 

"Zehra'ya dokunsa iyi olur sanki. Canı sıkılıyormuş ona da heyecan olur." diye kıkırdadım. Topu üstümden atmaya çalışıyordum. Yememişti.

 

"Bence sana da çok faydası olur canım. Ha yok ben kendi kendime o işleri hallettim diyorsan orasını bilemeyeceğim tabii." Bir öksürük tuttu ki anlatamam.

 

"Ay çarpıldı kız." Zehra'nın telaşlı sesine Asu'nun keyifli sesi karıştı.

 

"Aşk çarpmıştır aşk. Helal helal.." Bu kızı paylayacaktım.

 

Öksürüğüm hafifleyince kötü kötü baktım ona.

"Bunu konuştuk sanıyordum!" Aksi sesimi umursamadı.

 

"O çiçekler gelmeden önceydi hayatım." Hiçbir şeyi de unutmasındı. Bana da unutturmasındı. Başımı iki yana salladım onaylamazca.

 

"Arkadaş arkadaşa çiçek gönderemiyor mu ya bu devirde?" diye sordum.

 

Evet dudaklarını öpmemek için zor duran insanlar arkadaş olabiliyordu. İçimdeki sese göz devirdim. Zor duran yoktu.

 

"Tamam tamam, ne diyorsan öyledir." Asu pes etmişçe ellerini havada salladı. Ona sahte bir gülümseme gönderdim. Aynı gülümsemeyi bana gönderdi. Gıcık.

 

Bir süre daha sohbet edip acile girdik. Nöbet değişimi vakti yaklaşmıştı. Yeni bir doktor tayin olmuştu ve bugün görevi devralacak doktorlardan biri oydu.

 

Çok değil on beş dakika sonra acilin kapısı açıldı. Kapıdan giren kişiyi görünce gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.

 

"Bora?" Üniversitenin birinci sınıfından beri tanıdığım arkadaşlarımdan biriydi. Beni görünce onun kahverengi gözleri de aynı şaşkınlığa büründü. Üzerinde mavi scrubsı ve beyaz önlüğü vardı. Yeni başlayan doktor Bora mıydı?

 

"Figen!" Adım ağzından döküldükten sonra hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. Yanıma geldikten sonra kollarını etrafıma sardı. Bende ona sarıldım.

"Seni burada görmeyi beklemiyordum." diye mırıldandım geri çekilirken. Sevinmiştim. Tanıdık bir yüz görmek güzeldi.

 

"Burada olduğunu bilseydim çok daha önce gelirdim." Gülerek sarf ettiği sözler beni de gülümsetti.

 

"Ben geleli de çok olmadı ki. Bir iki aydır buradayım. Ama seni gördüğüme çok sevindim." Bora'yı severdim. Üniversite hayatımın başından sonuna kadar bana eşlik eden birkaç kişiden biriydi. Beraber uzun zaman geçirdiğim birini uzun zaman sonra tekrar görmek iyi hissettirmişti.

 

"İnan benim kadar sevinmiş olamazsın. Görüyorsun ya kader işte, üniversite zamanında hayal ettiğimiz gibi beraber çalışacağız." Küçük bir kahkaha attım. Doğru söylüyordu. Beraber nöbet tutarken çok eğleneceğimizi düşünürdük, eski normal zamanlardaki gibi. Ama kısmet olmamıştı. Bora üniversiteden sonra memlekete dönmek zorunda kalmıştı ailevi sebeplerden. Sonrasında da iletişimimiz eskisi kadar sağlam devam etmemişti. Kendimizi hayatın akışına kaptırmıştık. Ya da geçmişin akışına.

 

Bakışlarım yan tarafımdaki Asu, Zehra ve diğer hemşirelere döndü.

"Arkadaşlar Bora bey yeni tayin olan doktor arkadaşımız." diyerek Bora'yı takdim ettim, Asu'nun imalı bakışlarını görmezden gelerek. Bu kız yanımda gördüğü her erkekle aramda bir şeyler var sanma huyunu ne zaman bırakacaktı?

 

Hepsi Bora'ya hoş geldin derken Zehra'nın kızaran kulakları ve Bora'ya attığı çekingen bakışlar gözlerimden kaçmadı. Hadi hayırlı olsun. İçten içe gülerek aralarından sıyrılıp doktor odasına ilerledim.

 

Üzerimi değiştirmeye üşendiğim için eşyalarımı alıp herkese iyi çalışmalar dileyip acilin çıkışına yönelmiştim ki "Figen hanım!" diyen Ferit'in sesiyle adımlarım duraksadı. Yüzümü buruşturup arkamı döndüm. Sahte bir sevecenlikle "Efendim Feritciğim? Bu defa ne oldu?" diye söylendim.

 

 

Sol kolunu sağ göğsüne dolamış hafif adımlarla bana doğru geliyordu. Acı çekiyor olmasına rağmen omuzları da başı gibi dikti ve adımları sağlamdı. Sanırım bunlarda genetikti baş eğmemek, dik ve sağlam durmak.

 

"Gidiyor musunuz diye soracaktım aslında." Gülümsedim.

 

"Kalmamı mı isterdin Ferit? Ben de evime gidip dinlenmeyeyim mi?" Gülümsememe ve çok nazikçe söylediğim sözlere karşın aksiydi sesim. Uykusuzluk başıma vurmuştu. Ayaklarımı çocuk gibi yere vurup uyumak istiyorum diye bağırmak istiyordum.

 

Sözlerimle 'haşa' der gibi bir surat ifadesiyle "Estağfurullah Figen hanım, benim ne haddime size ne yapacağınızı söylemek. Siz yokken biraz canım sıkılıyor da benim o yüzden merak etmiştim. Şimdi bizimkiler de yok ya.." diye söylenirken son cümlede biraz yüzü asılmıştı. Bir asker eğlendiren palyaço olmadığın kalmıştı Figen onu da oldun diye söylendim içimden. Yine de hoşuma gidiyordu Feritle vakit geçirmek. Küçük bir kardeşim varmış gibi hissettirmiş içime dokunmuştu. Hiç pes etmeden önüne koyduğum görünmez engelleri sabır ve anlayışla aşmaya çalışmıştı ve sonunda istediği iletişimi kurabilmiştik. Devamı da görüldüğü üzere yanımdan ayrılmamasıyla sonuçlanmıştı.

 

"Nöbetim bitti o yüzden gitmem gerekiyor. Bir süredir gün aşırı çalışıyorum bu sebeple hem yorgunum hem de uykusuzum. Yarın da yokum ama zaten seni bugün, gün içerisinde taburcu edecekler." diyerek teselli etmeye çalıştım elimden geldiğince.

 

Ferit gözlerini kocaman açtı. "Taburcu mu ediyorlar? Sonunda allahım şükürler olsun!" bir an sonra telaşla bana döndü. "Yanlış anlamayın Figen hanım sizden sıkıldığımdan değil hastaneleri pek sevmediğim için seviniyorum. Taburcu da olsam biz artık bir ekip olduğumuz için sizi sık sık ziyaret edeceğim. Hem iti var kopuğu var.." Gülerek elimi kaldırıp susturdum onu.Bazen takılınca takılıyordu. İki günde anladığım şeylerden bir diğeri de buydu.

 

"İstediğin zaman gelebilirsin Feritciğim yanlış anlamadım telaşlanmana hiç gerek yok. Kendini zorlama, taburcu olmanın iyileştiğin anlamına gelmediğini de unutma lütfen, olur mu?" derken kendimi gerçekten bir abla gibi hissediyordum. Ablalık böyle bir şey miydi? Küçükken bir küçük kardeşim olsun isterdim. Beraber oynayabileceğim, ya da saçlarını çekebileceğim.

 

"Emredersiniz Figen hanım!" Sanırım bu mesleki deformasyon oluyordu. Emretmiyordum ki.

 

"Emir değil rica ya da bir doktor tavsiyesi olarak düşün. Ben senin komutanın değilim.." derken bir elim sol omzuna uzandı, şefkatle sıvazlarken devam ettim "Hem bana Figen hanım deme artık rica ediyorum. Figen de doktor hanım de, ne dersen de ama Figen hanım deme lütfen." O kadar çok Figen hanım demişti ki artık Figen hanım sözünü duymak istemiyordum. Sıcak tavrım karşısında yüzündeki ciddi ifade silinirken kararsız kalmış bir surat ifadesiyle yüzüme baktı.

 

"Şey.. aramızda çok yaş var gibi durmuyor ama abla desem size uyar mı? Hep bir ablam olsun istemiştim ama rabbim bana Fırat gibi bir ikizi layık gördü.." Acıklı surat ifadesi gülme isteği yarattı. Fırat'a gerçekten gıcık oluyordu.

Gülerek "Uyar tabii. Teyze demediğin sürece sorun yok." diye söylendim. O da gülüşüme karşılık güldü ve başını salladı.

 

"Tamam o zaman abla. Ablam. Ablacığım.." diye tekrar ederek hangisini söylemesi gerektiğine karar vermeye çalışıyor gibiydi. Sesli bir gülüş bıraktım aramıza. Şaka gibiydi.

 

"Ben daha fazla tutmayayım sizi ablacığım. Yani seni. tutmayayım.. Size ay yani sana iyi dinlenmeler. Telefon numaramı sana vermiştim. Bir şey olursa beni ara koşa koşa gelirim." Kendi kendiyle çelişmesine gülmeye devam ederken bir adım geri attım.

 

"Teşekkür ederim Feritciğim. Sana da iyi dinlenmeler. Görüşürüz." Kısaca el sallayıp arkamı dönerek güle güle arabama ilerledim. İlahi Ferit.

 

 

Eve gelir gelmez duşa girdim. Ilık su vücudumu rahatlattıktan sonra duştan çıkıp kahvaltı yaptım. Uyku sarhoşu olmuştum.

 

Kahvaltı yaptıktan sonra esneye esneye odama çıkıp yatağa attım yorgun vücudumu. Gözlerim tavandaki camdan gökyüzünü izlerken pencerenin hemen yanına yapıştırdığım, annemin kucağında oturduğum fotoğraf karesine kaydı. Bir elim fotoğrafa uzandı, yetişemedi.

 

Sensizliğimin 15. senesi ama seni çok özlüyorum annişim. Yalçınla birbirinize iyi bakıyor musunuz?

 

Ne kadar izledim o fotoğrafı bilmiyorum. Bir yerden sonra zihnim gerçeklik algısını yitirir gibi oldu. Annemin bakışları fotoğraftan yüzüme döndü. Hayal meyal sesi çınladı kulaklarımda.

 

Uyu yavrum yine sabah oluyor.

Uyursan o güzel yüzün gülüyor.

 

Eşlik ettim, derman kalmamış sesimle.

"Babacığım gelmiş bize bakıyor

Uyu yavrum, yine sabah oluyor."

 

****

 

İzin günümü evde yoga yapıp, birkaç hafta önce yarım bıraktığım diziyi izleyerek geçirdim. Kendimle vakit geçirmeyi seviyordum. Kitaplar okumayı, resim çizmeyi, müzik dinleyerek kahvemi yudumlamayı.. Kabuğuma çekilmek dışarıdan kendimi dibe çekmek gibi görünse de beni dik tutan en önemli aktiviteydi.

 

Asu öğlen mesaj atmış saat sekize rezervasyon yaptırdığını belirtmişti. 7 gibi evden çıkmam gerektiği için bir duş alıp hazırlanmaya başladım. Gideceğimiz mekanı kısaca araştırmıştım. Hana benzer tarihi bir yapının teras katındaydı. Güzel bir estetiği var gibi görünüyordu. Pub ve kulüp karışımı bir yerdi fakat daha elit kesime hitap ediyordu.

 

Bunları göz önünde bulundurarak siyah, dar boğazlı uzun elbisemi giyecektim. Asıl güzelliğiyse sırt dekoltesiydi. Yumuşak bir kumaşı vardı. Altına krem rengi hafif topuklu botlarımı giymeyi düşünüyordum. Kısa bir duş alıp saçlarıma kırık fön çektikten sonra hafif bir makyaj yapıp dudaklarıma kırmızı ruju yedirdim. Kırmızı. En sevdiğim renkti. Tüm kavgalarımın rengi.

 

Ayırdığım kıyafetleri de üzerime giydikten sonra camın çaprazındaki boy aynasından görünüşüme baktım. Şık ve zarif. İstediğim gibi. Üzerime kısa siyah kürkümü geçirip çantamı da aldıktan sonra evden çıktım.

 

Yol kenarına park ettiğim arabama bindikten sonra Asu'yu arayıp yola koyuldum.

"Efendim?"

 

"Asu çıktım ben. Sana doğru geliyorum haberin olsun." Kürkümü giydiğime pişman olmuştum. Arabanın içi sıcaktı, bulduğum ilk boşlukta çıkarmalıydım.

 

"Tamam tamam hazırım ben, iniyorum iki dakikaya." Asuyla evlerimiz yakındı. Birkaç sokak ötede oturuyordu ve bu da iki dakikaya kapısında olacağım anlamına geliyordu. Cevap vermeden aramayı sonlandırdım. Tam iki dakika sonra evinin önüne yaklaştığımda Asu da apartmandan çıkmıştı.

 

Söylemem gerekiyordu ki epey güzel olmuştu. Beyaz dizlerinin biraz üzerinde biten, abartılı olmayan güzel bir elbise altına siyah topuklu çizmeler giymişti. Saçlarını açık bırakmış ve benimkine benzer hafif bir makyaj yapmıştı.

 

Beklemeden arabaya binip "Ay bu ne soğuk. Kıymetli yerlerim dondu." diye hayıflandı. Kıymetli yerlerinin donmasına kıkırdadım.

 

Emniyet kemerini taktıktan sonra bana dönüp görebildiği kadarıyla baştan aşağı inceledi.

 

"Çok güzel olmuşsun da ne bu rahibe gibi kapkarasın." Dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek adına. Emniyet kemerimi çözüp üzerimde kürkü çıkartarak sırtımı görebileceği şekilde hafifçe arkamı döndüm.

 

"Şaka yapıyorsun! Sözümü geri alıyorum senin kadar seksi bir rahibe olabileceğini düşünmüyorum." derken sesindeki beğeni ve heyecanla gülmemi daha fazla bastıramadım.

 

"Teveccühünüz efendim o sizin seksiliğiniz." Konuşurken bir yandan da çıkardığım kürkü arka koltuğa bıraktım. Asu'nun Zehra'nın evini tarif etmesiyle Zehra'yı da aldıktan sonra Antakya'ya doğru yola çıktık.

 

Asu ele geçirdiği telefonumla yol boyu djlik yaptı ve türkçe popun dibine vurduk. Yaklaşık kırk dakika sonra Antakya'ya vardıktan ise on dakika sonra mekanın otoparkına giriş yapıp arabayı park ettim.

 

Arabadan indiğimde sırtımdan vuran soğukla tüylerim ürperdi. Hava her geçen gün daha da soğuyordu. Arka koltuğa bıraktığım kürkümü giyip çantamı da aldıktan sonra arabayı kilitleyip kızların peşine takıldım. Mekan güzeldi. Gerçekten çok güzel ve ferahtı. Nostalji ve modernitenin harmanlanmasıyla ortaya çıkan bir ustalık eseri gibiydi. Cam kenarında ayırtılmış masamıza ilerlerken masada gördüğüm iki kişi beklenmedikti.

 

"Bora ve Gediz'i ne zaman çağırdın? Hızına yetişemiyorum Asu, pes!" derken gerçekten hayret etmiştim. Hadi Gediz'i anlıyordum da Bora daha dün sabah gelmişti..

 

"Gediz bey bizden sayılır, e Bora bey de yeni geldi ve üniversite arkadaşınızmış, yabancılık çekmesin dedim." Gediz bey bizden sayılırmış. Bora beyi de aramıza katmaya çalışıyordu anlaşılan. Masaya vardığımızda ufak bir tebessüm kondurup yüzümdeki şaşkınlığı sildim.

 

Gediz ve Borayla selamlaştıktan sonra cam kenarındaki ve Gediz'in yanındaki sandalyeye oturdum. Karşımıza da diğerleri oturdu. Yemek siparişlerimizi verdikten sonra aralarındaki sohbete hiç dahil olmadan dışarıdan bir göz gibi dinledim. Yanağımı sağ elime yasladıktan sonra bakışlarımı camdan dışarı yönlendirdim. Bu gece uzun olacak gibiydi.

 

 

*****

KURT

 

"Alfa 1, Alfa 5 konuşuyor." Karşımdaki adam kolonun arkasından ateş etmek için kafasını uzattığında alnına bir delik açtıktan sonra Behzat'ı cevapladım.

 

"Söyle Behzat." Behzat, Fırat, Taner, Ömer ve Giray üst kattaydı. Mirza, Alparslan ve Raşit benimle beraber binanın giriş katındaydı. Özkan ve Berat karşıdaki dağa konuşlanmıştı. Özkan keskin nişancıydı, o bizi koruyordu Berat da onu.

 

"Üst kat temiz komutanım. Geberdi şerefsizler."

 

Başımın yanından uçan mermiyle dikkatimi Behzat'tan çektim. Kaşlarım çatılırken bakışlarım önce Mirza'ya sonra da arkama döndü. Arkamda yere yığılan orospu çocuğundan gözlerimi çekip ya sabır diye söylendim. Şovcu piç.

 

"Silahları buldunuz mu?"

 

"Silahlar güvende komutanım. Ben yanlarındayım. Size bir de sürprizim var. Bayılacaksınız." Diğer şovcu da konuşmuştu. Fırat.

 

"Ne sürprizi oğlum? Sen az önce yanımda değil miydin?" Behzat.

 

"Kelebek gibi uçar arı gibi sokarım Behzat komutanım." Fırat.

 

"Fırat komutanım, sokarım kısmından öncesi cızırtılı geldi de kime sokuyorsunuz? Behzat komutanıma mı?" Giray. Bunun üstüne herkesi bir gülme tuttuğunda Behzat'ın sövmeye hazırlandığını biliyordum.

 

Üç.

İki.

Bir.

 

"Giray senin götüne bir sokarım soluğu uzayda alırsın yavşak! İnleye inleye kaçar görürsün dünya kaç bucakmış. Siktirme belanı."

 

"Yalnız komutanım sizde de ne sokma merakı varmış. Pes doğrusu." Fırat. Behzat tekrar söze girecekken son adamın da göğsüne ateş ettikten sonra hepsini susturdum. Başım ağrıyordu. Aklım kaçıyordu. Görevi en hızlı ve en temiz şekilde halledip dönmek istiyordum.

 

"Kes ulan goygoyu, ben şimdi bir sokacağım size topuklarınızı götünüze vura vura kaçacaksınız."

Sözlerimle hepsi silkelendi. Mirza hariç.

 

"Komutanım, Behzat'ınki gibi bir sokma merakı sizde de mi var yoksa?" Bu timde hemen hemen eşit konumda sayılabileceğim tek kişiydi ve bunu kullanmaktan asla çekinmiyordu.

 

Kısık bakışlarımın odağına onu aldım. "Evet Mirzacığım, bir sokma merakım var fakat sikimi değil.." oldukça kibar sesime karşın hepsinin bakışları bana dönerken silahımı kaldırıp "G3, M-16 veya RPG-7. O anki zevkime göre değişiklik gösterebiliyor tabii. Seni pek bir hevesli gördüm deneyimlemek istersen odamı biliyorsun." diye devam ettiğimde beti benzi atmış Mirza'yı ve kahkahalarla gülen diğerlerini arkamda bırakıp üst kata yöneldim.

 

"Komutanım sen çok yaşa! Sizden başka bu kadar kibar bu kadar sanatsal, küfretmeden küfür edebilen kimse yoktur." Ne demek Behzatcığım, istediğin zaman sana da aynı performansı göstereceğimden şüphen olmasın.

 

Sıkıntıyla boştaki elimi enseme götürüp ovuştururken Fırat'ın yanına varmıştım. Odaya girer girmez gördüğüm suratla iki gündür kaçık olan keyfim yerine gelmişti. Şovcuydu ama iyiydi pezevenk.

 

"Ooo orospu çocuğu, beni gördüğüne sevindin mi?" Keyifli sesime karşın suratı kasıldı.

 

"Siktir git, Türk piçi." Silahımın tersini yüzüne geçirdim.

 

"Konuş bakayım bir daha. Pek iyi duyamadım. Bu aralar kulaklarımda bir sorun var galiba." Kendi kendime alayla konuşurken orospu çocuğu acıyla inledi.

 

"Tanıdığım çok iyi bir doktor var Yüzbaşı. Kulaklarını sökerken çok keyif alacağından eminim." İnlemelerinin arasında kanlı dudaklarıyla tüküre tüküre konuştuğunda güldüm. Öyle bir güldüm ki birazdan öleceğini söylesem ancak bu kadar korkabilirdi.

 

"İnanır mısın, benim de hadım etmekte çok iyi bir tanıdığım var. Şu an ta kendisiyle konuşuyorsun." Silahımı boynumdan çıkarıp Fırat'a uzattım. Kemerimden bıçağımı çıkartıp yavaş adımlarla ona yaklaştığımda gözlerindeki korkudan haz duydum.

 

"Deneyimlemek ister misin?" Bıçağın ucunu ölümcül bir sessizlikle bacağına sürttüğümde çırpınmaya başladı.

 

"Ödü bokuna karıştı komutanım. Kim inanır şunun teröristlerin elebaşlarından biri olduğuna.. Yazık yazık." Fırat'ın eğlenen tonla konuşmasıyla daha da güldüm. Bıçağın bir ucu çırpınması yüzünden, ya da keyfim öyle istediğinden, bacağını hafifçe deldi.

 

"Çırpınırsan canın daha çok yanacak. Zevk almaya bak. Herkes benim ellerimde hadım edilmeye layık değil yavrum. Özel hisset kendini." Her kelimemde daha çok çığlık atmaya başladığında yüzümü buruşturdum.

 

"O kadar hatunla beraber oldum hiçbiri böyle bağırmadı komutanım. Sırrınız nedir?" Odaya yeni giren Alparslan'ın konuşmasıyla ona döndüğümde yüzünde üzülmüş ifade vardı.

 

Bıçağı çekip kemerime geri takarken "Şunun ağzını bağlayın, sesini duymak istemiyorum. Giray, komutanlığı ara işimizin bittiğini söyle. Helikopterle olan buluşma yerine gideceğiz toparlanın." dedikten sonra silahımı Fırat'ın elinden alıp aşağı indim. Siktir olup gitmek ve nefes almak istiyordum.

 

*****

 

Birkaç saat sonra komutanlığa varmış, Kenan binbaşıya operasyon raporunu vermiştim. Tim odasındaki koltuklardan birine yığmıştım vücudumu. Gözlerim telefonumun ekranındaydı ve gördüklerimle dudaklarım iki yana kıvrılmıştı. İşte şimdi biraz olsun nefes alabiliyordum.

 

Ferit'in verdiği durum raporlarını okumuş, habersiz çektiği fotoğraflara bakıyordum.

 

"Nereye gidiyorsun lan bu saatte? Şu bahsettiğin hastanedeki kızın yanına mı?" Fırat'ın hazırlanan Giray'a hitaben konuşmasına kulak kabarttım.

 

Ceketinin yakalarını düzeltirken "Evet, hastaneden arkadaşlarıyla şu Antakya'da yeni açılan mekandalarmış. Yanlarında da iki doktor varmış. Gidelim gösterelim kendimizi." diye söylendi en ciddi ses tonuyla.

 

Telefonun ekranını kapatıp cebime atarken boğazımı temizledim. Bana dönen bakışlarıyla konuştum.

"Kim o kız?"

 

"Hastanede hemşire komutanım. Asude." Zaten o olamazdı. Hepsini en başından uyarmıştım, göz ucuyla dahi bakmıyorlardı ona. Asude oradaysa Figen de oradaydı. Diğer iki doktor kimdi?

 

"Beni bekle. Beraber gideceğiz." Hemen ardından kalkıp odama ilerledim. Üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Siyah bir pantolon, beyaz bir gömlek giyip üzerine siyah kaşe ceketimi giydikten sonra botlarımı da değiştirip odadan çıkmıştım ki gözlerim kapının önündeki adamların üstünde dolandı.

 

Giray dışında Fırat, Mirza, Alparslan ve Taner. Hayırdır dercesine başımı salladım.

 

"Kambersiz düğün olur mu hiç komutanım?" Mirza'nın sesiyle baş ağrım tetiklendi. Bu ara sınırlarını zorluyordu. Figenle ilk görüşmelerinde o kadar samimi olmasının hesabını elbette sormuştum. Onun yerine konuyu değiştirmiş Figen'in ne kadar yaralı olduğundan bahsetmişti.

 

Benim güzeller güzeli dilhunum. Yüreği yaralı küçük serçem. Söylemesine lüzum yoktu zaten biliyordum. Onu ilk gördüğüm andan beri biliyordum, damarlarımda akan kan gibi hissediyordum ruhunun acı çığlıklarını.

 

Düşünceleri zihnimden uzaklaştırıp önlerinden geçtim. Binanın önüne günler önce park ettiğim arabama ilerlerken Mirza ve Alparslan da peşimden geliyordu. Diğerleri Giray'ın arabasına yönelmişti.

 

Yol boyu Mirza ve Alparslanın gereksiz konuşmalarını çekmediğim için epey huzurluydum. Herkes yorgundu ve yorgun oldukları için onlar da sessizliği tercih etmişlerdi. Daha önce birkaç defa gelmiş olduğum mekanın otoparkına arabayı park ettikten sonra arabadan indim. Mirza ve Alparslan da indikten sonra arabayı kilitleyip mekana doğru ilerledim.

 

Sabırsız adımlarım hızlıydı. Görmem gerekiyordu. Nefes almam gerekiyordu. Son gördüğümdeki acı gülümseyişi gözlerimin önünden bir türlü silinmemişti ve şimdi onu gerçek bir gülüşle görmem gerekiyordu. Bana bakarken.

 

Mekandan içeri girdiğimde ileride cam kenarındaki masada onu gördüm. Bakışlarım aradığını bulmanın rahatlığıyla gevşedi. Sıcaklığı içime aktı.

 

Onu gördüm. Yüzündeki o sıcak gülüşü, dudaklarının yan tarafındaki mezarı. Gülerken kıvrılan kırmızı dudaklarını oynatıp bir şeyler anlatıyordu masadakilere. Hepsinin dikkatini üzerinde toplamıştı. Sadece masadakilerin değil başka masalardaki birkaç gözün daha üzerinde olduğunun farkında değildi. Ama ben farkındaydım. Etrafa saçtığı o enerjinin, yüzündeki gülüşün güneş gibi parlayışının, güzelliğinin. Ve yaralı yüreğinin.

 

Elinde tuttuğu kadehten bir yudum alırken başını kaldırıp orada olduğumu biliyormuş gibi gözlerini gözlerime değdirdi. Bakışlarının titreyişine şahit oldum. Üzerinde bıraktığım etkiyi seviyordum. Ellerim cebimde mekanın girişinde ayakta durmuş avına kilitlenmiş bir kurt misali onu izleyen bakışlarımda takılı kaldı. Gidip onu o masadan kaldırmalı, kollarımı etrafına dolamalı ve kimsenin onu göremeyeceği göğsüme saklamalıydım. Çok tehlikeli bir kadındı fakat gücünün farkında bile değildi.

 

Biliyordum. Hissediyordu. Görmese bile varlığımı hissediyordu. Bakışları bana dönmeden hissetmişti orada olduğumu.

 

Gözlerinden geçen hiçbir bir duyguyu kaçırmayan bakışlarıma karşın dudaklarımı oynattım. Bakışları dudaklarıma kaydı. Bu gece dudaklarındaki o kırmızı ruju silmeliydim. Dudaklarımla.

 

"Merhaba, küçük serçe." Onu öpecektim.

 

İşte şimdi nefes alabiliyordum.

Loading...
0%