@badesol
|
Ölenler ölümü bilmez, ölüm kalanlar içindir.
******
3 yıl önce
''Figen!''
Adım Figen. Beş harf, iki hece. Kimine göre parlayan, ışık veren, kimine göreyse kıran, yaralayan. İnsan adının kaderini mi yaşar yoksa adına anlamı veren kişinin kendisi midir, bilemem. Tek bildiğim ismimin anlamını iliklerime kadar yaşadığım ve yaşattığım.
Gözlerimi ruhumu parçalara ayıran, koca bir hayatı içine sığdırmış küçücük tahta parçasından çekip arkadaşıma baktım. Başındaki siyah şal kaymış sarı saçları yanaklarına değiyor. Sert rüzgarın etkisiyle burnunun ucu, ağlayışıyla gözleri kızarmış. Tepkisiz bakışlarım suratına değdiğinde tekrar konuşuyor.
''Eve geçeceğiz, gelmiyor musun?''
Eve geçeceklermiş. Gençliğimin geçtiği eve. Duvarlarında kahkahalarımızın asılı olduğu, odasında gözyaşlarımızın saklı olduğu ama o'nun olmadığı o eve geçeceklermiş. Boğazımdaki yumruyu gidermek adına sertçe boğazımı temizledim. Şu ana kadar iyi idare etmiştim. Yalçınla yalnız kalana kadar da idare etmeye devam edecek, gözyaşlarımla hiçbir düşmanı sevindirmeyecektim. Bana bunu defalarca tembih etmişti.
''Siz geçin. Ben daha sonra gelirim.'' Cansız ve itiraz kabul etmeyen sesimle verdiğim cevap işe yaramıştı. Sanırım. Bakışlarına yerleşen anlayış perdesiyle başını salladı.
''Kalmamı ister misin?'' Sesi tüy gibi hafif, pamuk gibi yumuşak çıkmıştı. Boğazımdaki yumru taş oldu. Yutkundum. Ağzımı açtığım an boğazımdan firar edeceğini gösteren hıçkırığı biraz daha tutabilmek adına dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım.
Yalvarırım git. Daha fazla soru sorma.
Yalvaran gözlerime son bir kez bakıp usulca arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı, diğer herkesle beraber. Donmuş bakışlarım yaş topraklı mezara ve başına kondurulmuş küçücük mezar tahtasına döndü, tekrar.
Şehit Üsteğmen Yalçın Ayvaz.
D.T. 10 Mayıs 1995. Ö.T. 19 Ekim 2020
Can dostumu, bu küçücük mezara nasıl sığdırabilmişlerdi? O cüsselli bir adamdı. Kocamandı. Nasıl bu küçücük mezar onu içine alabilmişti? Gülüşlerimi, mutluluğumu, hüzünlerimi, endişelerimi, gözyaşlarımı tek bir küçük mezara nasıl sığdırabildiler? Bu kadar kolay, bu kadar küçük müydük? Göğsümden sökülen bir parçam, bir kolum, bir bacağım, bir gözüm o toprağın altına koyulmuş, canım arkadaşımın ellerinden tutmuş. Yalnızlıktan korkar, yalnızlıktan korkmasın. Ben vardım. Ben vardım yalnız değildi, öyle değil mi?
Sol gözümden acıyla harmanlanmış bir yaş firar etti. Kirpiklerimin arasından hırçınca yanaklarıma süzüldü. Başımı kaldırıp etrafı taradım. Herkes gitmişti. Herkes giderdi. Titreyen dizlerim mezarının yanına düştü. Bir hıçkırık firar etti boğazımdan. Ellerim toprağına uzandı.
''Şimdi acımı yaşayabilir miyim, canımdan parça arkadaşım? Sözümü tuttum.'' Bir hıçkırık daha.
''Çalışamadığım için kalacağımı söylediğim ve senin bana çok kızdığın o dersten geçmişim, Yalçın. Hatırladın mı? 'O yavşak yüzünden kendi hayatının ellerinden kayıp gitmesine iznim yok. Aç notlarını soru cevap yapacağız. Ya seve seve ya da zorla çalışacaksın o sınava!'' demiştin. Görevden yeni dönmüş olmana rağmen beni görüntülü aramış tüm gece başımda gardiyan olmuş çalıştırmıştın.'' Hatıralar gözlerimin önünden süzüldü. Acılı bir tebessüm parçaladı dudaklarımı. Etraf kan gölüne dönüştü. Gözlerim öylesine doluydu ki tüm dünya bulanıktı.
Üç hafta öncesinde, üç günlük görevden yeni dönmüş, mesajlarımı görünce hemen beni aramış, tüm yorgunluğuna rağmen önce bir güzel azar çekmiş sonrasında da hiçbir şey anlamadığı notlarımla çalışmama yardım etmişti.
Bir acı haykırış feryat etti dudaklarımdan. Toprağın altındakileri sızlattı. Koskoca mezarlık benim abimi can dostumu yoldaşımı içine almış, ağlarını etrafına dolamış, benden koparmıştı. Haykırışım mezarlıkta yankılandı. Gözyaşlarım sağanak gibi yanaklarımdan süzülürken yer altımdan kaydı.
''Seni çok özledim! Seni çok özledim ben sensiz bu dünyada ne yaparım Yalçın? Beni abisiz, arkadaşsız, vatansız bıraktın! Ben sensiz yaşamaya nasıl alışırım?!" Acı bir el oldu, dolandı boynuma. Sımsıkı sardı boğazımı, nefessiz kaldım. Bir damla yaş gökyüzünden süzüldü alnıma rengini çaldı. Acıya boyanmış gözlerim gökyüzüne çevrildi. Bir damla daha. Ve bir damla daha.. Bir fırtına kopuverdi bir anda. Başımdaki şal rüzgara karıştı, kumral saçlarımdan süzüldü. Bir şimşek çaktı, tüm mezarlık aydınlandı. Gözyaşlarım yağmura karıştı.
"Beni izliyorsun, biliyorum. Gittin, gittiğin yeri şereflendirdin. Beraberinde bir parçamı da söküp aldın. Beni izliyorsun biliyorum. Üzülme, sen şerefini onurunu son damlasına kadar akıttın bu topraklara. Ama ben sensiz çok acı çekiyorum."
Canhıraş kelimelerim rüzgara karıştı. Sözlerim gökyüzüne uçtu, Yalçına ulaştı. Bir şimşek daha çaktı. Ben buradayım, mı diyordu bana? Aklımı mı yitiriyordum? Mezarının başında dizlerimin üstüne çökmüş, başım semaya kalkmış beni görüyormuşçasına canımdan parçayla konuşuyordum. Rüzgar tenimi yalıyor, soğuktan mı acıdan mı bilmediğim şekilde ellerim titriyordu.
"Yine herkes gitti ama bak ben buradayım. Ben her zaman buradayım. Hani sende her zaman yanımda olacaktın? Düğünümde nikah şahidim olacak, beni üzenlere hesap soracak, benimle her acıya gülecektin. Mezuniyetime gelecektin. Senin için orduya başvuracak doktorun olacaktım. Seni daima kollayacaktım. Tüm sözlerimiz yarım kaldı, tüm hayallerimiz de seninle beraber bu toprağın altına gömüldü." Başım toprağına düştü. Toprağı öylesine o gibi kokuyordu ki bir yanılsama mı gerçek mi anlayamamıştım.
Her düştüğümde bana abilik yapmış, her zorda kaldığımda bana yuva olmuştu. Beraber herkese meydan okumuş, çoğu zaman belaya bulaşmış bir şekilde sapasağlam atlatmıştık her şeyi. Nurdan Teyze annem, Yalçın hem ağabeyim hem de dostum olmuştu. Şimdi hem evlatlık, hem de kardeşlik görevimi yerine getirmem gerekiyordu. Her şey öylesine sahte öylesine yalan geliyordu ki.. Şu anı gerçekten yaşıyor muyduk emin değildim.
Bugün bu mezar başında kimsenin önünde ağlamayacak, düşmanları sevindirmeyecek kadar çok ağladım.
Dizlerimde derman gözlerimde ferman kalmayınca başımı toprağından kaldırdım. Kalan tüm gücümü kullanarak ayağı dikildim. Omuzlarım da çenem de dik son bir bakış attım mezarımıza.
"Kanım kurusun ki seni unutmayacağım. Daima hatıranı en onurlu şekilde yaşatacağım. Annen bana emanet. Gözün arkada kalmasın. Sen ölmedin, Yalçın. Ölümünü kabullenerek yaşayamam. Sen daima benimle yaşayacaksın. Gittiğin yerde mutlu ol, en güzel gülüşünle şenlendir. Bugün senin en şerefli günün." Birkaç metre öteye düşmüş şalımı uzanıp yerden aldım. Adının yazılı olduğu tahta parçasına doladım. "Seni çok seviyorum, kardeşim benim."
O sırada mezarlığın diğer ucundaki demir kapının tiz sesi kulaklarıma doldu. Koyu kahve gözlerim o yöne döndü. Uzun boylu, geniş omuzlu bir adam bir eli kapıda duruyordu. Herkes gitmemiş miydi? Kısa saçları yağmurdan ıslanmış, dağılmış görünüyordu.
Omzunun üzerinden olduğum yöne gözleri değdi. Çok kısa üzerimde dolanan bakışları hemen ardından önüne döndü ve bir çırpıda kapıdan çıkarak uzaklaştı. Tanımıyordum ki tanıdığım kimseye de benzemiyordu.
Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim yandı. Son bir kez Yalçın'a bakıp arkamı döndüm. Yavaş adımlarım mezarlığın çıkışına yöneldi. Sana hiçbir zaman arkamı dönmem sanıyordum.
Kaldırım kenarında duran arabaya bindim ve yollarına izimizi kazıdığımız o eve doğru sürmeye başladım. Sensizliğimin ilk günü. Çok çaresizim. Çok eksiğim. Ne olur üzülme. Ama anla beni. Seni çok özlüyorum.
******** Günümüz
"Ahh!"
Gözlerim bıkkınlıkla karşımdaki koca adamın suratına döndü. Güçlü görüntüsüne rağmen attığım her dikişte lokal anestezi olmasına rağmen canı yanıyormuşçasına acili velveleye veriyordu. Ben de dahil Asude hemşireyle beraber usanmışlıkla adamın suratına bakakaldık.
"Beyefendi bir acı hissetmeniz mümkün değil. Size lokal anestezi verdik. Lütfen bağırmayın, burası bir hastane." Asude bilmem kaçıncı kez aynı cümlelerini tekrarladı. Başımı iki yana onaylamazca sallayıp yarısına geldiğim dikişe kaldığım yerden devam ettim.
Tıp fakültesinden mezun olduktan bir sene sonra ve yaklaşık bir ay önce Antakya'nın Reyhanlı ilçesine kendi isteğimle tayin olmuştum.
Buralar hep buruktu. Buralar hep Yalçın'dı. Doğduğu şehre, memleketine gelmiş, onuruyla savunduğu topraklara bir parça da ben izimi bırakmak istemiştim. Belki bir parça özlemini dindirirdim. Belki bir parça benimle gurur duyardı. Boğazıma oturan minik yumruya ufak bir tebessüm gönderip yutkundum. Derin bir nefes alıp geri çekildim. Dikiş bitmişti.
"Geçmiş olsun Hamdi Bey. Lütfen ilk yirmi dört saatte dikişlerinize su değdirmeyin. Bir hafta sonra gelip aldırabilirsiniz." Hamdi Bey çok önemli bir görev icra ederken (kafesten kaçan tavuğunu saatlerce yakalamaya uğraşıp yakaladığında da ben şimdi seni kesmez miyim ula hayvan diyerek tavuğu kesme işine girişmişken) eline bıçak saplamış. Tavuğun ahı tuttuysa demek ki..
"Teşekkür ederim Doktor hanımım. Yalnız bir şey istirham edecektim. Ben biraz.." Karşımda mahcupça iki büklüm olmuş suratına baktım.
"Siz biraz?" diyerek devam etmeye teşvik ettim.
"Ben biraz eğilip büküldüm ya hani doktor hanım... Hani bilirsin buralar küçük yerdir. E bizim de bir duruşumuz tanışımız vardır." Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. Koskoca adam ne hallere düşmüştü yahu. Ne yüce tavukmuş.
"Bilirim, bilirim. Bilmez olur muyum hiç..." diye mırıldandım.
Ayağa kalkıp elini tutarak karşıma dikildi. "Yani diyeceğim odur ki.." derken sözünü kestim. Biraz acınası duruyordu açıkçası ve dikiş atarken de fazlasıyla yormuştu bizi.
"Merak etmeyin Hamdi Bey. Biz işimizi yapıyoruz. Dedikodu yapacak vaktimiz de pek olmuyor. Telaşlanmanıza gerek yok anlayacağınız." dedim sakin bir sesle. Yüzünde bir gülüş beliriverdi sözlerimle. Bir oh çektiğini anlayabilmiştim.
"Sağ olasın doktor hanım. Bir ihtiyacın olursa benim dükkanı sor gösterirler. Buralarda yenisin, hiç çekinme. Sende öyle hemşire hanım. Ben her zaman burdayım evelallah." Hamdi Bey kırklı yaşlarının sonunda olmasına rağmen gayet dinç bir adamdı. Eski toprak sayılırdı nihayetinde. Her zaman burada olamazsınız.
"Ne demek Hamdi bey. Görevimiz bu. Dediklerimi unutmayın lütfen. Geçmiş olsun." Birkaç teşekkür ve minnetin ardından nihayet odadan çıktığında Asude büyük bir of çekerek kendini karşımdaki sandalyeye attı. Gülerek söze girdi.
"Tavuğa da bu kadar konuştuysa kaçması çok normal. On hasta baksaydık bu kadar yorulmazdık eminim." Buraya ilk geldiğimde Asude bana birçok şeyde yardımcı olmuş, hastanedeki nizamı anlatmış aynı zamanda da bana arkadaş olmuştu. Yirmi dört yaşında, genç, esmer güzeliydi. Yeşil rengi gözlerine istinaden yeşil bir scrubs giyiyordu bu da gözlerinin yeşilini daha da ortaya çıkarıyordu.
Telefonumla eşyalarımı çantama atarken gülümsedim. Haklıydı. "Bir yanım üzülüyor bir yanım da gülüyor adama. Bir tavuk derdinden ne hallere düşürdü bizi de kendini de." Eşyalarımı çantaya attıktan sonra crocslarımı çıkarıp masanın altındaki spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Asude de benimle beraber ayaklandı. Bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Çantamı omzuma asıp odanın çıkışına yönelirken konuştum.
"Ben iptalim. Zehra gelmiş benim nöbetim burada biter."
Önde ben arkada Asude odadan çıktık. 36 saattir hastaneden çıkmadığım için saçlarım birbirine karışmış, yüzüm çökmüştü. Şikayetçi değildim.
Çalışmak zihnimi meşgul tutuyordu. Saçlarımı alelade bir topuz yaparken "Görüşürüz Figen Hanımcım. Size iyi dinlenmeler. Bu arada bence acilen bir duş almalısınız." diye söylendi arkamdan Asude. İlerlerken bakışlarım omzumun üstünden ona döndü. Kötü kötü ona baktım ve "O kadar mı kötü görünüyorum ya?" diye söylendim başkasının duyamayacağı bir sesle. Asude gülerek bana bakarken tam önüme döneceğim sırada dünyam sarsıldı.
Duvara çarpmış hissiyatıyla bir elim alnıma giderken diğer elim can havliyle havaya kalktı. Yeri boylayacağımı sanarken çarptığım duvar elini öne uzatıp havadaki bileğimden yakalayarak düşmemi engelledi. Tanıdık bir his damarlarımda kol gezerken bir anda kolumdan çekilmemle ayağa dikildim.
Başımın üstü karşımdaki adamın çenesine çarptığında ofladım. Yeni yaptığım ya da yapmaya çalıştığım topuzumdan birkaç tel firar etmiş yanaklarıma doğru salınmıştı. Bir elim başımda, kaşlarımı çatarak geri adım attım. Gözlerim karşımdaki adamın gözlerine yükseldi.
Düzgün tıraşlı saçları ve yeni kestiği belli olan sakallarına ela gözleri eşlik ediyordu. Saçları dağılmıştı ve yüzünde sarsılmaz bir ifadesizlik maskesi vardı.
"Sanırım arkadaşınız haklı." Kadife fakat erkeksi sesi kulaklarıma dolduğunda yüzünü seyre dalmış gözlerim titreyerek başka yöne çevrildi. Kaşlarım mümkün olduğunca çatılırken öfke damarlarıma akın etmeye başladı.
"Utanmanız da yok anlaşılan. Bana çarpıp özür dilemek yerine küstahça sizi ilgilendirmeyen konulara müdahil oluyorsunuz." Sert sözlerim aramızdaki görünmez bariyere çarptığında yüzünde alaycı bir gülüş can buldu. Dolgun dudakları iki yana gerildi.
"Bana çarpan sizdiniz küçük hanım. Madem çok medeni ve kibar birisiniz sanırım önünüze bakmadan yürüdüğünüz, bana çarptığınız ve sizi yere bir yetmiş uzanmaktan kurtarmama rağmen hınçla sarf ettiğiniz bu sözler için hak ettiğim özrü bana lütfedersiniz?" Alaycı gülüşüne alaycı ve kibirli sözleri eşlik ettiğinde öfkem ikiye katlandı. Hem uykusuz hem de öfkeliydim. Alaycı bir gülüşle karşılık verdim. Bir yarım adım yanaştım. Sert bakışlarımı gözlerine kilitledim.
"Dediğiniz gibi ben medeni ve kibar biriyim, üstelik çocuk da değilim. Önüme bakmadığım konusunda haklıydınız. Üzgünüm. Ve şimdi aynı şekilde sizin de kabahatinizi kabul edip özrünüzü dilemenizi bekliyorum."
Alaycı gülüşü genişledi. Dişlerini ortaya serdi. Başını hafifçe eğdi, yüzümü yüzüne hizaladı. Nefeslerinin sıcaklığı yüzüme çarparken bu yakınlıktan dehşet verici şekilde rahatsız oldum. Vücudum karıncalandı. Bir adım geri atmak istedim fakat şimdi geri adım atmam demek meydanı bu kendini bilmeze bırakmak demekti. Atmadım.
"Özrünüzü kabul ediyorum. Şimdi izninizle gitmem gerekiyor. Sanırım sizin de duş almanız gerektiği konusunda hepimiz hemfikiriz. İyi istirahatler doktor hanım." Ve yüzünü insanüstü bir hızla yüzümün önünden çekip büyük ve hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı.
Ağzım şokla aralanırken öfkeyle arkasından baktım. "Hadsiz, terbiyesiz!" |
0% |