Yeni Üyelik
10.
Bölüm

dokuz

@badesol

 

Mecnûn inler, kanını

 

Leylâ'ya katmak için.

 

 

Musa Eroğlu - Mihriban

 

Ayla Dikmen - Anlamazdın

 

*******

 

 

Selam asklarimmmm

 

Bu bölümlerde biraz Cihangir'i tanımanızı ve anlamanızı istedim. Olay örgüsü yavaş yavaş açılacak. Ve Yalçın üzümlü kekime dair biraz daha bilgi edineceğiz🥹🥹 Okuduğunuz için çoookk teşekkür ederimm, fikirlerinizi paylaşırsanız çok sevinirim yorumlarda buluşalım 🩷

 

 

***************

KURT

 

"Sarı saçlarına deli gönlümü bağlamışım çözülmüyor Mihriban.."

 

Benim Mihriban'ımın saçları sarı değil Musa abi. Koyu kestane ama yine de bağladı gönlüme, çözemiyorum.

 

Kulaklarıma çalınan türkünün melodisiyle önümdeki rakı kadehine uzanıp büyük bir yudumu daha genzimden yuvarladım. Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor'muş.

 

Aşk neydi ki? Bilmiyordum. Aşkın ne olduğunu, insanın boğazında nasıl bir tat bıraktığını, göğsünde hangi doğa olaylarına sebebiyet verdiğini kesinlikle bilmiyordum. Vatan aşkını bilirdim, bayrak sevdasını.

 

28 yaşına kadar bildiğim tek sevda buydu, başka bir sevdayı bilmek de istememiştim, zira sevdanın bir adamın aklında ve hayatında ne gibi kasırgalara yol açabileceğine birinci elden şahittim. Fakat şimdi, aylar önce sadece bir fotoğraf karesinden gördüğüm o genç kızın bana istediği her şeyi yaptırabileceği gibi bir his vardı kaburgalarımın arasına sızan.

 

O fotoğraf karesini göreli, gözlerim gözleriyle yalnızca bir fotoğraf karesinde buluşalı altı ay oluyordu. Altı aydır o dağ senin bu dağ benim geziyordum, yine de her gözümü kapattığım anda gözleri gözlerimle buluşuyordu. O fotoğrafı aldığım günün pişmanlığı damarlarımdaki kanı kaynatıyor, kendime öfke kusmama sebep oluyordu. Çok kısa anlarda ise cebimden çıkarıp üç saniye bakıyordum. Üç saniyeden fazlası zarardı, ziyandı, savaştı. Dünyamın eksenini santimlerce kaydırmıştı. Bu yıllardır ilmek ilmek inşa ettiğim o dünyanın temelinden çökmesiydi.

 

"Hay sikeyim.."

 

Mirza'nın sızlanmasıyla bakışlarım elimde çevirdiğim kadehten ona döndü. Şarkı değişmiş, küçük, yılda bir kere geldiğimiz meyhanenin duvarlarında Ayla Dikmen'in sesi yankılanıyordu. Göğsümüzde yanan ateşi harladığından bihaberdik.

 

Anlamazdın, diyordu Ayla Dikmen. Kadere de inanmazdın.

 

İnanmazdım. O operasyonun sarsıntılı geçmesinin, belki Sefa'nın yaralanmasının, Mirza'nın oda arkadaşının Üsteğmen Ayvaz olmasının belki de tek amacının onu görmem, gözlerine bakmam olmasına inandırılmış olmasaydım, inanmazdım.

 

"Böyle aşkı da ızdırabını da ayrı ayrı sikeyim!" Şarkının her kelimesinde daha da ızdırap çeken Mirza'nın isyanıyla dudağımın bir kenarı kıvrıldı.

 

"Bitti mi tamamen?" Sorumla bakışları bana çevrildi, varlığımı unutmuş, zihninde başka bir diyardayken uyanmış gibiydi. Şu an hangi cephede savaştığını biliyordum.

 

Ağır ağır salladı başını. "Bitti de, bitmiyor."

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "İmkansız mı?"

 

"Bizim için imkansız mı var oğlum? Bu imkansız değil birlikte olmamızın ihtimali paralel evrenlerde bile yok artık." Yoktu. Ve olmaması çok daha iyiydi. Bu meslekte, vatan aşkından başka aşka yer yoktu, olmamalıydı. Zihne düşen bir kurt gibi yavaş yavaş kemiriyordu aklı. Farkına varana kadar iş işten geçmiş, savaş bitmiş, elinizde kayıp bir akıl ve kayıp hayatlarla öylece kalıyordunuz. Aşk ziyandı. Zarardı. Kazanılması imkansız bir savaştı.

 

"Olmasın oğlum, bu hale düşürecek sevdanın cibileyitini sikeyim ben. Sen bu hale düşecek adam mısın? Kalk ayağı, bir dik dur artık." Alayla güldü. O gülüşün altından gelecek şeyin bana yöneltilecek oklar olduğunu anladım. Uzun uzun güldü.

 

"La oğlum sen bir fotoğrafı aklından sileceksin diye aylarca dağlarda gezmiş adamsın. Başkasına ahkam kesmek kolay tabi. Kolaysa sen yap birader.." bir an tekrar güldü. Oh olsun der gibi. "Gelmiş bana ne diyor ya." diye söylendi gülüşlerinin arasından.

 

Okları alnımın ortasına isabetlemiş, tam on ikiden vurmuştu. Kaburgalarımın arasına sakladığım bu gerçeği bir başkasından duymak öfkemi körükledi. Haklıydı. Başarılı olsam neyse de o kadar dağlarda yatıp yine de başaramamıştım. Hala zihnimin en orta yerinden bana göz kırpıyordu.

 

"Kabul." dedim pes edercesine. Bu ona karşı çektiğim ilk beyaz bayraktı. Kaşları şaşkınlıkla havaya kalkarken "Ciddi misin lan sen?" diye sordu, sesine işlenmiş şaşkınlık nidasıyla.

 

Elimdeki kadehi bir dikişte bitirip masaya vururken "Hiç olmadığım kadar." diye mırıldandım.

 

"Vay anasını avradını.." Şaşkınlık tepkileri, sindirene kadar devam edecek diye beklerken beni şaşırttı. "Araştırdın mı? Biliyor musun kimdir, nedir?"

 

"Araştırttım. Dosyası komutanlıktaki odamda beni bekliyor. Bakar mıyım, bilmiyorum."

 

Kendi derdini unutmuş gibi tüm odağı bendeydi. En azından bir işe yaramıştı siktiğimin fotoğrafı, değil mi? Dişlerimi sıktım. Bakışlarımı bakışlarına döndürdüm.

 

"Şu Üsteğmen.." devamını getirebilmek adına genzimi temizledim. "Sevgilisi mi?"

 

Buruk bir gülümseme yerleşti dudaklarına. Mirza, bakışlarındaki tuhaf bir duyguyla yüzüme bakarken az önce sorduğum şey yüzünden bir küfür mırıldandım ağzımın içinde.

 

"Değil." Bir anda verdiği cevapla tüm kaslarım gevşerken başımı salladım.

 

"Yalçın, şehit bir subayın oğlu. Babasının yarım bıraktığını devam ettirmek için asker olmuş, intikam içinse özel kuvvet. Özel hayatından pek bahsetmez, durgun, ağzı sıkı biridir ama birkaç kez Figenle, yani fotoğraftaki o kızla konuşmasına şahit olduğumda sormuştum. Kız kardeşim, canı canımdan ötedir demişti."

 

Figen.

Figen.

Figen.

 

Üç kere tekrarladım içimden.

Dördüncüye dilim varmadı.

 

Adı gibi ruhumu yakan, yakarken aydınlatan o kız sendin demek.

 

Mirza'nın seslice boğazını temizlemesinin ardından daldığım yerden uyandım. Bir şey söylemeye çalışıyor ama kararsızlık denizini bir türlü geçemiyordu.

 

"Söyle." derken kaşlarım çatıldı. Kötü bir şey geliyordu.

 

"Yalçın değil ama bir sevgilisi var. O da askermiş. Ama nedir, necidir bilmiyorum."

 

Bir.

İki.

Üç.

 

Sayamadığım kadar bir, iki, üç. Az önce göğsüme yerleşen aydınlık tekrar karanlığa bulandı. Zihnimi aydınlatan, aydınlatırken yakan sen misin Figen?

 

"Kaç yaşında kız, olabilir." Benden çıktığına emin olamadığım bir sesle konuştum.

 

Bir. 

İki.

Üç.

 

"Hoş olsa ne olmasa ne? Kendi topuğuma sıkacak halim yok oğlum benim. Böylesi daha iyi."

 

Böylesi daha iyi değil.

 

Olmasa ne olur bilemem belki kendi topuğuma sıkabilirdim.

 

Dilerim ki mutlu ol sevgilim. Hayat gülsün sana.

 

 

 

 

***********

 

 

FİGEN

 

"Zeynep Tolkan'ı görmeye gelmiştim."

 

Kapıdaki nöbetçi astsubay yüzümü dikkatle inceledi. "İsminiz neydi?"

 

"Figen Demirhan."

 

"Kusura bakmayın bekleteceğim. Komutanımdan ve Zeynep Tolkan'dan onay almam gerekiyor."

 

Başımı salladım sorun değil dercesine. Ah Türkan ah. Sen beni yaktın. Üstüne bir de beni görmeye gel diye tutturdun..

 

"Figen abla?" Tanıdık sesle başımı arkaya çevirdiğimde seslenenin Ferit olduğunu gördüm. Yüzüme yerleşen tebessüme engel olamadım. Onu hastaneden taburcu olduğundan beri görmemiştim.

 

"Ferit, Merhaba." Hızlı adımlarla yanıma geldiğinde ayaküstü sarıldık.

 

"Merhaba abla, ne oldu bir sorun mu var?" Seni burada görmeyi beklemiyordum demeye getiriyordu. Başımı iki yana salladım.

 

"Yok bir sorun yok. Arkadaşım burada göreve başladı, onu görmeye geldim. Nöbetçi astsubay da komutanına onaylatacakmış, onu bekliyorum."

 

"A aa olur mu hiç öyle şey, ne onaylatması. Dur ben hallederim şimdi." Cevap vermeme fırsat tanımadan nöbetçi kulübesine ilerledi telaşlı adımlarla. Nöbetçiler onu görür görmez esas duruşa geçtiğinde onlarla bir şeyler konuştu. Çok ciddi ve ayakları yere sağlam basıyordu. Benim yanımda olduğu gibi değildi. Çocuk yanı yokmuş gibiydi. İçi çocuk dışı sert adamlar.

 

"Gel abla, ben hallettim." Bana seslenmesiyle nöbetçi kulübesindekilere gülümseyip yanına ilerledim. Beraber içeri girerken "Teşekkür ederim Feritciğim." dedim içten bir tebessümle.

 

"Ne demek abla, bak bu senin.." derken elinde tuttuğu bir ziyaretçi kartını bana uzattı. " Bir daha kapıda beklemek zorunda kalmayacaksın. Kapıdakilere de adını verdim kartını unutsan bile istediğin zaman girebilirsin."

 

Minnetle başımı sallayıp bir elimle omzunu sıvazladım.

 

"Çok teşekkür ederim ya, beni büyük bir dertten kurtardın. Sık sık geleceğim gibi görünüyor maalesef ki.." derken dudaklarımı büzdüm.

 

"Ne demek abla, lafı bile olmaz. Bu arada arkadaşın kim? Tanıyor muyuz?" Arkadaşımın asker olduğunu sanmıştı. Zeynep'i kamuflaj içinde düşününce içimde bir gülme tufanı baş gösterdiğinde kendimi güçlükle durdurdum.

 

'' Yeni diş hekiminiz.'' Vaay dercesine dudaklarını büktü.

 

''Doktorluk da zor iş ya. Yıllarca okuyup üstüne bir de buraya geliyorsunuz. Sizin yerinizde başkası olsa bir tatil beldesine rahat bir meslek hayatı geçirmeye çalışır.'' Sesindeki takdir her ne kadar gururumu okşasa da bunu tebrik edilmek için yapmadığımın bilincindeydim.

 

''Herkes bir değil Feritciğim. Herkesin yaşadıkları da bir değil maalesef. Beni buraya getiren hayatımın yönü oldu. Arkadaşımı da aynı şekilde. Yine de imkanlara erişemeyen insanlara yardımcı olabilmek çok güzel bir his.'' dudaklarımdaki gülümseme benim değildi. Hayatına dokunabildiğim herkesindi ama benim değildi.

 

''Sen çok yüce gönüllü bir insansın Figen abla. Böyle soğuk, katı, diktatör gibi duruyorsun dışarıdan ama yumuşacık kalbin var vallahi.'' Soğuk ve katı durduğumu hatta çoğu zaman insanlara bir pisliğe bakar gibi baktığımı biliyordum da diktatör olduğumu yeni öğrenmiştim. Her gün yeni bir bilgi.

 

''Her defasında beni övecek bir şey buluyorsun ya ilahi Ferit.'' diyerek samimi bir gülüşü yerleştirdim dudaklarıma.

 

Komutanlık binasının içerisine girerken etraftaki askerlerin bakışlarını hissetmiştim. Buralarda kadın görmek onlar için uzaya çıkma ihtimalleriyle aynı gibiydi. Biliyordum.

 

Ferit kısıkça kıkırdayarak ''Ablam benim ya seni övmeyeceğim de Fırat'ın o pis suratını mı öveceğim allah aşkına. Çarpılırım.'' dediğinde bende kahkahamı daha fazla bastıramadan kısık bir kahkahayı koyverdim. İkizler hep böyle mi oluyordu?

 

''Fırat duymasın üzülür..'' diye dalga geçtim. Ferit beni yönlendirmeye devam ederken ''Keşke üzülse be abla. Herif hakaretlerimi bir tarafına bile takmıyor. Hoşuna gidiyor resmen.'' diye çocuk gibi yakındığında artık gülmemi durduramıyordum. ''Sen de hakaret etmemeye ne dersin? Hem umursamazsan bu defa o sana sataşmaya başlar. Ters psikoloji uygula.'' diye tavsiye verirken göz kırptım. Aydınlanmış gibi bir ifadeyle bana baktığında küçük bir çocuk gibi görünüyordu. Bu adamları ellerinde silah, allahın unuttuğu bir dağın başında çatışırken vallahi de hayal edemiyordum ben.

 

''Ablam benim be, deneyeceğim ben bunu.'' der demez girdiğimiz koridorda yürüyen birkaç askeri hemen tanımıştım. Alparslan, Taner, Behzat, Giray ve Fırat bize doğru geliyordu. Eh, belki de Fırat iyi insandı. Ya da iti an çomağı hazırla.

 

O gece loş ışıklı mekanda tam seçemediğim simaları şimdi netleşmişti. Behzat'ı daha önce hastanede görmüştüm ve en irileri oydu. Hepsinin boyları epey uzunken kendimi aralarında küçücük hissettim. Pamuk prenses ve yedi cücelerin zıt versiyonu gibiydik, cüce bendim ve prensesler. Bu hayal içimde kahkahalarla gülme isteği yarattığında bozuntuya vermedim.

 

''Figen Hanım, hoşgeldiniz.'' Giray'ın kurduğu resmi cümleye yüzümü ekşittim.

 

''Hoşbuldum ama lütfen bana Hanım demeyin. Onun dışında istediğiniz herhangi bir şekilde hitap edebilirsiniz.'' Sızlanmamı duyunca hepsinin yüzüne yerleşen ufak tebessümü görür gibi oldum.

 

''Hoşgeldin moruk.'' Fırat'ın ağzından çıkan cümleye şok olurken Ferit ve Behzat'ın kafasına aynı anda bir tane geçirmesiyle bir sağa bir sola savrulması bir oldu.

 

''Ne diyorsun ulan gevşek. Hanımefendiye moruk mu denir? Vallahi de billahi de dayak yiyeceksin benden ya.'' Behzat'ın konuşmasıyla Fırat ''Komutanım ne yapıyorsunuz ya! İstediğiniz gibi seslenin demedi mi daha demin? E bizden biri gibi davrandım bende.'' diye isyan etti.

 

''Ulan pezevenk..'' Ferit sözünü bir anda kesip bana çok kısa bir an bana döndü ''Kusura bakma abla.'' tekrar Fırat'a dönüp '' Kadın sana gel bana moruk de mi dedi? Bir daha ablama öyle seslenirsen ikiz mikiz demem bacaklarını kırar seni de üstüne oturturum.'' tehditkar bir biçimde söylendi. Fırat'ın yüzüne yerleşen alaylı gülümseme meydan okurcaydı.

 

''Sen kimsin benim bacaklarımı kırıyorsun bücür? Abinim ben senin damat Ferit, ne biçim konuşuyorsun sen abinle. Hiç yakıştıramadım.'' Ağzının içinde cıklarken başını onaylamazca iki yana salladığında biz bir tiyatro oyunu izlermişçesine ikisini izliyorduk.

 

''Siz ikiz değil misiniz? Nasıl abisi oluyorsun?'' Sorumla birlikte tüm kafalar bir anda bana çevrildiğinde ikizler dışında herkesin yüzünde aynı niye sordun bunu ifadesi belirdiğinde anlam veremedim. Ferit karşı çıkacakken Fırat bir anda söze atıldı hevesle.

 

''Bak şimdi ablacım, biz çift yumurta ikiziyiz. Annem doğumdayken bu damat her şeyi zorlaştırıyormuş. Annem de yok ben yapamayacağım kocamı çağırın o doğursun, hepsi o şerefsiz yüzünden o doğuracak diye tutturmuş.'' Büyük bir kahkaha çıktı dudaklarımdan. Ben hariç herkes yüzünde bıkkın bir ifadeyle birbirlerine bakıyordu. Bu hikayeyi defalarca dinlemiş oldukları çok belliydi.

 

''Tabi ben pek hevesliymişim anamın rahminden çıkmaya, bundan yarım saat önce pat diye çıkıvermişim. Annem hep derdi ki bu senin kardeşin ona abilik yapacaksın ama nerdee.. Kabullenmiyor abisi olduğumu.'' Hevesle konuşmasını sonlandırdığında anlatışındaki ve mimiklerindeki komikliğine gülmeye devam ediyordum.

 

''Ablacım boşver sen bunu. Önemli olan akıl yaşı sende de o epey gerilerde diyorum bir türlü anlatamıyorum.'' Onlar hala atışmaya devam ederken diğerleri sıkılmış olacak ki birinin ensesine Behzat diğerininkine Alparslan birer tane geçirdiğinde off düğmelerinin bu olduğunu anlamıştım. Ama yazıktı. Kıyamazdım.

 

''Komutanıma geldiyseniz eşlik edeyim isterseniz.'' Giray'ın bana yönelttiği ucu açık cümleyle bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzümdeki gülüş dudaklarımda can verdi. Üç gündür görmemiştim, böyle de kalsındı.

 

''Arkadaşıma geldim, revirde göreve başladı da...'' Bu açıklamayı daha kaç kere yapmam gerekecekti?

 

''Sizi de tanıştırayım isterseniz, hem yolu da bilmiyorum eşlik etmiş olursunuz.'' Teklifimi onayladıklarında önde onlar arkada Girayla ben yürümeye başladık. Girdiğimiz koridorun ilerisinden gelen bağırış sesi tanıdıktı.

 

''Defol git şuradan gebertirim seni, pis sapık!'' Sesini duyar duymaz hepsini geride bırakıp koşar adım ilerlediğimde odanın kapısını hızla açıp içeri girdim. Karşılaştığım manzara açıkçası biraz.. tuhaftı?

 

''Ne oluyor lan burada?'' Sormak istediğim soru Taner'den çıktığında minnet doluydum zira nutkum tutulmuştu. Mirza üstünde sadece siyah bir boxerla Zeynep'in saldırılarını savuşturmaya çalışırken Zeynep bir kulağına asılmış var gücüyle çekerek beraberinde onu sürüklüyordu. 1.90 adamı bu şekilde sürüklemeye çalışıyordu demem daha doğru olurdu. Ve Mirza neden çıplaktı?

 

Bizi fark eder etmez Zeynep koparmak üzere olduğu kırmızı kulağı serbest bırakarak yanıma ilerleyip Mirza'nın karşısında kollarını birbirine bağlayıdı ve tek kaşı havada büyük bir ciddiyetle ona baktı.

 

''Açıkla bakalım, sapık. O küçük çükünle utanmıyorsun da sapıklık yapmaya.''

 

Herkes bir anda şokla birbirine bakarken hepsinin ağzından ufak ufak kıkırtı kaçtığında Alparslan "Hanımefendi siz yanlış görmüş olmayasanız ben bizzat gördüm çünkü, bahsettiğiniz kadar küçük değil." diye söylendiğinde gülüşleri boğazlarına dizildi. Şaşkınlıkla bir Mirza'ya bir Alparslan'a baktım. Mirza, Zeynep'e mi öfkelensin Alparslan'a mı şaşırsın bilemez bir halde bir ona bir buna bakıyorken ağladı ağlayacak gibi görünüyordu.

 

"Ne dönüyor burada ya? Nasıl bir tarikatın içine düştük ben anlamıyorum ki.." diye mırıldanan Behzatla aynı fikirdeydim.

 

"İşemeli sıçmalı ayin yapsalar bu kadar dehşete düşmezdim be abi.." diye şaşkınlık nidasıyla söylenen Giray'a gülmekle gülmemek arasında kalmıştım. Evet Giray bey, doğru söylüyorsunuz yeni trend bu, sadomazo diyorlar buna.

 

"Bana bak çingene, çıplak gözle görsen nutkun tutulacak şeyler hakkında atıp tutmaya devam edersen sana doğrusunu kanıtlarım.." Mirza'nın tehditkar sesiyle hepimiz tekrar ona odaklanırken devam etti. "Abi alın şunu başımdan allah aşkına ya, bir uyuyayım dedim içine sıçtı uykumun." Duyduklarımla kulaklarım kanıyordu.

 

Çingene? Şimdi de ağzına sıçacaktı o çingene senin Mirza'cığım.

 

Tam tahmin ettiğim gibi Zeynep Mirza'ya doğru atıldığında bir kolumu beline sarıp durdurmaya çalışırken "Atıl kurt!" diye keyifle seslenen Fırat işin geyiğindeydi.

 

"Sen gel bakayım buraya da bir göstereyim ben sana, çingene nasıl olunurmuş!"

 

"Zeynep bir dur! Tamam dur.." diye sakinleştirmeye çalışırken "Ya Figen bırak allahına kavuşturacağım ben bu soysuzu!" diye bağırdı. Gülmemeliydim. Gülmemeliydim ama işte tutamıyordum kendimi.

 

"Gel gel de çıkartayım makinayı, bakayım geliyor musun bir daha!"

 

"Ne diyorsun ya sen?! Duyuyor musun sapığı Figen? Sapık deyince de kızıyor!"

 

"Bozkurt!" Bir bağırış, sus pus olan bedenler. Cihangir'in gölgesi bile hararetli havayı söndürmeye yetmişti. Hepsi esas duruşa geçerken Zeynep'i bıraktım. O da kaşları çatık halde sesin sahibine döndü.

 

"Umarım bu kargaşanın sizi cezadan kurtaracak makul bir sebebi vardır." Cezadan kurtulamayacakları sesinden bariz belliydi. Üzerinde kamuflajı elleri belinde tüm heybetiyle kapının girişinde durmuş büyük bir ciddiyetle teker teker askerlerinin suratına bakıyordu.

 

Kimseden çıt çıkmazken "Bu halin ne lan senin? Git üstüne bir şeyler giy gel!" diye Mirza'ya söylendi sert bir tonda.

 

Mirza selam durup güçlü bir sesle "Emredersiniz komutanım." diyerek revirdeki odacıklardan birine ilerledi. O giderken birkaç saniye Cihangirle bakışlarımız buluştuğunda başını çevirip Zeynep'e döndü.

 

"Yeni göreviniz hayırlı olsun Zeynep Hanım. Ben Yüzbaşı Cihangir Kurt. Herhangi bir şeye ihtiyacınız veya bir sorununuz olursa bana gelin."

 

Zeynep duyduğu isimle önce bana sonra Cihangir'e en son da uzattığı eline baktıktan sonra toparlanıp "Memnun oldum yüzbaşım. Teşekkür ederim." diye cevaplayıp elini sıktı.

 

Kısa bir el sıkışmasından sonra time dönüp "Hepiniz büyük salona geçip beni bekleyeceksiniz. Derhal!" diye emrettiğinde hep bir ağızdan Emredersiniz komutanım diye gür bir sesle bağırıp hızlı adımlarla revirden çıktılar.

 

Onların hemen ardından Mirza üstünde siyah bir eşofman takımıyla çıktığında hızlı adımlarla Cihangir'in karşısında selam durdu.

 

"Rahat ol." Verdiği selamı bozduğunda "Rütbeden çıkabilir miyim komutanım?" diye sordu.

 

Cihangir başıyla onaylayıp "Neler olduğunu anlat." dedi sakin bir sesle.

 

"Bina çok sıcak ve benim kıyafetlerimle uyuyamadığımı biliyorsun. Odada da Özkan horul horul uyuduğu için uyuyamadım. Revirdeki yataklardan birinde uyurum diye buraya geldim ki revirde ya da komutanlıkta kadın bir asker olmadığını sen de ben de biliyoruz." diye açıklarken bir onay beklediğinde Cihangir başıyla onayladı tekrar. "Tam üzerimi çıkartmıştım ki hanımefendi birden bağırıp üzerime saldırdı. Sonrası da malum zaten."

 

Ah Zeynep'im. Askeriye'de çalışmayı sen istemiştin maalesef..

 

Cihangir, Zeynep'e döndü.

 

"Kusura bakmayın Zeynep Hanım. Tüm kusur bize ait, bundan sonra da böyle bir şey yaşamayacağınıza garanti veriyorum." Cihangir'in ılımlı konuşmasıyla Zeynep'in bakışları yumuşarken başını salladı.

 

"Siz de kusura bakmayın lütfen, ilk günden bu şekilde tanışmak istemezdim. Çok ortalığı karıştırdıysam özür dilerim ama siz de takdir edersiniz ki gözümün önünde o şekilde alelacele soyunan birini görünce verilebilecek en normal tepkiyi verdim."

 

Çok da normal değildi ama neyse. Bu kargaşa da bu şekilde çözülmüştü. Bizce çözülmüştü de Zeynep ve Mirza için çözülmüş müydü orası da meçhuldü.

 

"Mirza sen de ortak salona geç ben birazdan geleceğim." Mirza onaylarcasına başını salladıktan sonra revirin çıkışına yönelirken Zeynep'in önünden geçmeden hemen önce kısa bir an öldürücü derecede soğuk bir bakış atıp hızla odayı terk etti.

 

Cihangir bana döndüğünde Zeynep boğazını temizleyip "Ben hazırlanayım çıkalım Figen, olur mu?" diye mırıldandığında başımla onaylayıp revirin çıkışına yürüdüğümde Cihangir'in de benimle beraber hareketlendiğini duyumsamıştım.

 

Komutanlık binasının çıkışına yöneldiğimde cebimde titreyen telefonu çıkartıp baktığımda Asu arıyordu. Aramayı cevaplayıp kulağıma götürdüm.

 

"Efendim Asu?"

 

"Figen, ne yapıyorsun?" Sesinde imalı bir neşe vardı.

 

"Arkadaşımı görmeye geldim, sen ne yapıyorsun?" derken sesim sıkıntılı çıkıyordu. Cihangir'in ardımda bir gölge misali yürüdüğünü bilmek gerginliğimi artırıyordu.

 

"Hastanedeyim de şey diyecektim ben, bir çiçek geldi sana az önce." Kaşlarım çatıldı. Bana çiçek gönderebilecek tek kişi şu an peşimde yürüyen adamdı.

 

"Bir saniye Asu, kapatma." deyip telefonu kulağımdan uzaklaştırıp ona döndüm kaşlarım çatık bir vaziyette. Bir anda ona dönmemle atacağı adım havada kaldığında burun buruna geldik. Anlık yakınlıkla damağım kuruduğunda birkaç adım geriledim. "Bana çiçek mi gönderdin?"

 

Sözlerimle kaşları çatıldı, benim gibi. "Sana çiçek mi gelmiş?" Tam şu an burnundan soluyordu.

 

Tek kaşımı sorgularcasına havaya kaldırdım. "Sen göndermedin yani?"

 

Kollarını belinin iki yanına yasladı. "Hayır Figen, sana çiçek göndermedim. Hangi eceline susamış insan evladı göndermiş onun merakı içerisindeyim şu an." Ecelin sesini duysaydım eğer bu ses tonu olacağından adım kadar emindim şu an.

 

Telefonu kulağıma yasladım. "Üzerinde bir not var mı Asu?"

 

Birkaç hışırtıdan sonra "Evet var." diye cevapladı.

 

"Notu okur musun bana?" Bunu söyler söylemez Cihangir fısıltıyla karışık hoparlöre al dercesine söylendi. Ona gözlerimi devirip hayır dercesine başımı sallarken kulağımdaki telefona uzandığında oflayıp telefonu kulağımdan uzaklaştırıp hoparlöre aldım. Birkaç saniye sonra Asu'nun sesi duyuldu.

 

"Her ne kadar sana layık olmasa da görünce bir tanesini saçlarının arasına takma isteğiyle yanıp tutuştuğum bu çiçeği odanın bir köşesinde büyütmen dileğiyle. Bir sonraki görüşmemizi iple çekiyorum." Sözleriyle kaşlarım daha da çatılırken Cihangir benden önce davrandı.

 

"Gönderenin adı yazmıyor mu?" Dişlerinin arasından konuşmasıyla Asu onun sesini duymayı beklemeyişiyle ufak bir kekelemenin ardından "Kutay Eflah." dediğinde Cihangir öfkeyle arkasındaki ağaca bir tekme savurduğunda olduğum yerde sıçradım.

 

"Tamam Asu, ben seni arayacağım teşekkür ederim." Bir şey demesine fırsat vermeden telefonu kapattım.

 

"O günden sonra.." Arkası bana dönük bir şekilde konuşmaya başladığında bir süre durdu. Derin bir nefes alıp elini kısa saçlarının arasında gezdirdi. Bana dönerek devam etti. "Bir daha karşına çıktı mı?"

 

Fırtınanın sakin adımlarını duyuyordum sesinin tonunda. "Hayır da sen neye bu kadar sinirleniyorsun onu anlamıyorum. Kim bu adam?" Ters bir şekilde verdiğim cevaba gözlerini kıstı.

 

"Neye mi bu kadar sinirleniyorum? Birbirimizi kandırmayalım Figen, zeki bir kadınsın dolambaçlı yollardan ağzımdan laf almaya çalışmak sana yakışmıyor."

 

"Ağzından laf almaya çalışmak mı? Sen kimsin ki ben senin ağzından laf almaya çalışacağım? Ben.." deyip işaret parmağımla kendimi gösterdim "senin.." dedikten hemen sonra onu işaret edip "hiçbir şeyin değilim. Ortada sinirlenmeni gerektirecek bir durum yok." diye noktaladım sözlerimi. Sözlerimi idrak eder etmez değişen bakışları büyüyen göz bebekleri, koyulaşan gözleri ürkütücüydü. Bir anda omuzlarını dikleştirip iki adımda karşımda durdu.

 

Elinin tersini sol göğsümün üzerine bastırdı. Damarlarımdaki kan yavaşladı, kalbimin sesi vücudumda yankılanmaya başladı. "Bu söylediklerine benden önce kendini ve kalbini inandırmanı öneriyorum." Bir adım daha atıp göğsümdeki elini çekti. Şimdi yüzlerimizin arasında birkaç milim vardı. Eğdiği başıyla alnı neredeyse alnıma değiyorken dudaklarını araladı. Sonra tekrar kapattı.

 

Çok iştah kabartıcı görünüyordu.

 

Damarlarımda gezen kanın akışını her hücremde hissediyordum. Bir an gözlerimi kapatacak gibi olduğumda o derin bir nefes alıp hızla geriledi. Üzerimden çekilen gölgesiyle bir an ince bir ipin üzerinde dengemi kaybetmiş gibi sarsıldım.

 

Genzini temizledi. "O adamdan uzak durmanız gerekiyor, tehlikeli biridir. Bunu Cihangir olarak değil, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir ferdi, Yüzbaşı Cihangir Kurt olarak söylüyorum." Profesyonelce söylediği cümleyle bir an aramıza koyduğu mesafeye anlam veremez bir halde ona bakakaldım. Gözleri yüzümde dolaştıktan sonra başını iki yana sallayıp ağzının içerisinde bir şeyler mırıldandığında dahi aklım onda değil az önce buz gibi hissettiren sesindeydi.

 

Kendisiyle çelişiyormuş gibi bir tavrı varken, başını tekrar yüzüme çevirdi. Diliyle dudaklarını ıslattıktan sonra üzerime eğilip fısıldadı. "Ve o adamdan uzak duracaksın, Figen. Gerekirse gölgen olur her adımını izlerim ama yine de seni o adamdan uzak tutarım. Bu da benim sana Cihangir sözümdür."

 

Tehditkar tavrıyla neye uğradığımı şaşırdığımda cevap vermeme fırsat tanımadan arkasını dönüp seri hareketlerle komutanlık binasına girdi.

 

Karmakarışık bir halde bir süre arkasından bakakaldım. Daha sonra telefonumu açıp rehbere girerek Umut'un adına tıkladım. Birkaç çalıştan sonra nefes nefese bir halde "Figen? Acil mi?" diye sordu.

 

"Çok kısa bir şey rica edeceğim, biraz acil." Birkaç hışırtıdan sonra anladım ki sanırım iş üstünde basmıştım. Bu düşünce midemi kaynatırken yüzümü buruşturdum.

 

"Dinliyorum."

 

"Kutay Eflah, araştırabilir misin, kimdir, nedir?" Sıkıntılı çıkan sesim ona bulaşmış gibi "Sen nereden tanıyorsun o adamı?" diye sordu.

 

"Uzun hikaye. Sen tanıyor musun?" Sorgular sesime karşın az öncekine nazaran çok ciddi bir ses tonuyla konuştuğunda neyin içine düştüğüme anlam verememiştim.

 

"Şahsen tanımıyorum ama ismen biliyorum ve sana bildiklerimi aktaramam. Tek söyleyebileceğim o adama sakın bulaşma Figen. Duydun mu beni?" Devlet sırrı. Terörist miydi?

 

Ben kimseye bulaşmamıştım ama kimseler bana bulaşıyorsa bunun suçlusu ben miydim?

Loading...
0%