@badesol
|
Hayat tuhaflıklar ve tesadüfler silsilesidir. Bazen, bazı anlarda kaderin ensemde kol gezen bir nefes kadar yanı başımda olduğunu düşünürüm. Yaşanan ve yaşanacak her şey birbirine öyle güzel şaşırılacak şekilde bağlıdır ki senaryosu yazılı bir filmde yaşıyormuş hissiyatı uyandırır ruhumda.
Aynı tanıdıklık hissiyle ürperdim. Esen rüzgar, ensemde birikmiş tere değiyordu. Vücudum kaskatı kesilmeye yüz tutmuşken buna fırsat tanımamaya, soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. Etraftaki insan kalabalığını göz ardı edip yerde hareketsizce yatan nabız alamadığım adama döndüm. Bir umut artere tekrar dokundurdum buz tutmuş parmaklarımı. Nabız yok.
Çene itme manevrasıyla hastanın hava yolu kontrolünü sağladıktan hemen sonra adamın üzerindeki siyah gömleği yırtarcasına çekip göğsünü açıkta bıraktım. Parmaklarımı birbirine geçirip göğüs kafesinin tam ortasını hedefleyerek kalp masajına başladım. Çevredeki uğultu durmak bilmeyen bir şekilde her geçen dakika daha da artıyordu.
"Ambulansı aradınız mı?!" Bağırışıma karşın her birinden evet nidaları yükseldi. Minimum on dakikaya burada olmaları gerekiyordu. Yaşatmalıydım.
Var gücümle adamın göğsüne baskı uygularken göğüs kafesinin beş santim içeri göçtüğünden emin olarak ellerimi geri çekiyor göğüs kafesi tekrar şiştikten hemen sonra aynı işlemi tekrar uyguluyordum. Otuz cprdan sonra hastaya iki suni solunum verip nabzını tekrar kontrol ettim. Nabız yok.
Aynı işlemleri yaklaşık yedi dakika uyguladıktan sonra alnıma yapışan saçlarımı bir hışım geri itip tekrar nabız kontrolü yaptım. Nabız yok.
Nerede kaldı bu allahın cezası ambulans?! Adrenaline ihtiyacım vardı. Hastayı entübe etmemiz gerekiyordu ve şu an bunları yapabileceğim hiçbir alet yanımda yoktu. Ambulansın hemen gelmesi gerekiyordu.
"Aranızda ilk yardım eğitimi almış olan var mı?!" Kalp masajına devam ederken bir yandan da bağırıyordum. Tek başıma ambulans gelene kadar devam edebileceğimi sanmıyordum. Birinin yardımına ihtiyacım vardı. Bakışlarım kalabalıkta dolanırken içlerinden biri çekimser bir tavırla bir adım önce çıktı. "Birkaç sene önce almıştım, can kurtaranlık yapmıştım ama kendime çok güvenmiyorum.."
"Gel! Sorun değil gel anlatacağım." Kendimden emin çıkan sesim çekimserliğini biraz olsun yıkmış gibi koşar adım gelip karşıma, hastanın diğer yanına, çöktü.
"Ellerimi görüyor musun? Bu şekilde birbirine geçirip yaptığım gibi yapacaksın. Kollarını dirseklerinden bükmeyeceksin. En az beş santim içeri göçecek göğsü. Zor bir şey değil. Eminim yapabilirsin." Ellerimde olan bakışlarım karşımdaki çocuğun yüzüne döndü. Ellerime odaklanmış hareketlerimi inceliyordu. "Anladın mı?"
Ellerime odakladığı bakışları yüzüme dönerken başını salladı.
"Elimi çektiğim an tam elimin şu an olduğu yere koyacaksın ellerini tamam mı? Üç dediğimde çekeceğim ellerimi."
Parmaklarını tıpkı benim yaptığım gibi iç içe geçirirken "Anladım. Ta-Tamam." diye söylendi endişeyle. Anlayışla başımı salladım.
"Korkma. Ben yanındayım. Söylediğim gibi yapabileceğini biliyorum.." dedikten hemen sonra üçten geriye sayıp bir dediğim an ellerimi kaldırdım. Ellerimi çeker çekmez anlattığım gibi ellerini kaldırdığım boşluğa yerleştirdi. Benim yaptığım gibi kalp masajına başladığında vücudunun endişeden ve korkudan titrediğini görebiliyordum. Bunu ona yansıtmadım.
"Evet, doğru yapıyorsun. Aferin sana. Bak biliyormuşsun." diye onu motive ederken otuzda onu durdurup iki suni solunumu verdim. Yaklaşık on dakika daha böyle geçerken dakikalar birbirini kovalıyorken ambulans hala gelmemişti.
Çocuğun adı Umut'tu. Yirmilerinin başında gibi görünüyordu. Çok gençti. Baştaki çekimserliğine oranla şimdi çok daha büyük bir özgüvenle yapıyordu kalp masajını. Bu akşamı hiç unutamayacağını biliyordum.
Kalp masajına ara verip tekrar solunum verdikten hemen sonra nabız kontrolü yaparken yaklaşan ambulans sireninin sesini duyuyordum.
Arterdeki parmaklarıma vuran o zayıf ritmi hissettim. Atan kalbiyle tüm kaslarım gevşerken kısık bir kahkaha attım. "Yaşıyor."
Bakışlarımı Umut'a çevirip "Yaşıyor." diye bağırdım adrenalinle. O da benim gibi gülerken kendini kalça üstü yola bıraktı. Ambulans çok geçmeden biraz ötemizde durduğunda koşarak yanımıza gelen paramedikleri gördüm. Hastanın durumunu onlara aktarıp onlarla beraber ambulansa binmem ve hastaneye gelişimiz öyle hızlı gelişmişti ki durağan geçen tatil günümün sonunda kendimi tekrar nasıl hastanede bulduğumu şaşırmıştım. Benim kaderimdi bu.
Bora ve Zehra adının Zafer olduğunu öğrendiğim otuzlarındaki adamla ilgilenirken acil servisten çıktım. Kenardaki banklardan birine yayılıp cebimden çıkardığım sigara paketinden bir tanesini dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çakmağı ateşlemek üzereydim ki bir el benden önce davranıp parmaklarının arasında tuttuğu ateşi yanan zippoyu sigarama yaklaştırdı. Kaşlarım çatılırken sigarayı hızlıca yakıp bakışlarımı elin sahibine döndürdüm.
İlk dikkatimi çeken şey yeşil gözlerdi. Soluk, cansız yeşiller. Sert yüz hatlarına sahip kumral adama hayırdır dercesine baktım. Oturduğum bankın önünde ayakta duruyorken uzattığı elini çekip üstündeki siyah paltonun cebine soktu.
"Teşekkür etmek istedim. Arkadaşımı kurtardığın için." Soğuk sesi aramızda esen rüzgara karışırken sözleriyle kaşındaki kurumuş kan dikkatimi çekti. Kaza yapan arkadaşıyla aynı arabadaydı anladığım kadarıyla. Rastgele başımı salladım. Bakışlarında rahatsız edici bir ton vardı. Rahatsız edici bir dinginlik.
"Görevimdi." Tek kelimelik cevabımla dudakları iki yana kıvrıldı. Anlamsızca dudaklarında eğreti duran gülümsemeye baktım. Varlığından yayılan soğukluk gülüşünde de vardı. Bir ürperti sırtımdan kuyruk sokumuma süzüldü. Oturuşum dikleşirken "Sana borçlandık." dedikten hemen sonra eliyle yanımdaki boşluğu işaret edip ekledi. "Müsaade var mı?"
Bir elimi yanımdaki boşluğa uzattım. Aldığı onayla hareketlenip büyük bedenini yanımdaki boşluğa düşürdü. "Dediğim gibi görevimdi. Bir borcunuz yok."
Ağır ağır başını sallarken bakışlarını benden çekip karşıya odakladı. "Seni tanıyorum." Az önce sırtımdan akan ürperti geri geldi. Seziyordum. Ve sezdiklerim hoş şeyler değildi. Soran bakışlarımı yüzüne çevirdim. Karşıdaki boşluğa odakladığı bakışlarını bu hareketimle bana çevirdi.
"Buralar küçüktür, haberler çabuk yayılır. Şahsen tanışmasak da ismen tanıyorum seni. Namın çabuk yayıldı." Yüzümü inceleyen bakışlarının altında gerildiğimi hissettim. Buna rağmen yüzümde mimik oynamadı. Anladım dercesine başımı sallarken bir elini bana doğru uzattı.
"Kutay Eflah." Bir eline bir ona baktıktan sonra sakince elimi uzattım.
"Figen Demirhan." Büyük avucunun içine eğreti şekilde uzattığım elimi sıkıca kavradı, elimi geri çekmeden hemen önce tekrar söze girdi.
"Memnun oldum. Umarım sen de memnun olursun." Öylesine söylenmiş gibi duran sözlerinin altında başka anlamlar yattığını hissettim fakat bunu belli etmedim. Bitmek üzere olan sigaramın bitmesini beklemeden söndürdüm. Tam ayaklanmak üzereydim ki o tanıdık, karşı konulmaz çekimi hissettim ruhumun ücra köşelerinde. Bakışlarım nerede olduğunu biliyormuşçasına sol tarafıma çevrildiğinde onu gördüm. Bu ruhani his her defasında korkutuyordu ruhumu.
Ela gözleri gözlerime kilitlendiğinde ifadesizlik kuyusuyla karşı karşıya geldim. Ağır adımlarla olduğum yöne yaklaşırken gözlerimi üzerinden çekemiyordum. Her daim tıraşlı olan yüzünde sakalları baş gösteriyordu. Bir hafta sonra ilk defa onunla göz göze gelmek bağırsaklarım düğümleniyormuş gibi hissetmeme sebep oldu.
"Figen." Aramızda yaklaşık bir metre kalmışken adımı zikreden dudaklarına baktım. Hemen sonra toparlanıp tekrar gözlerine çıkardım gözlerimi. Bir elini kaldırıp buraya gel dercesine salladı. Bunu yaparken hala yavaş adımlarla bana doğru yürüyordu. Bir an bakışlarının arkama kaydığına şahit oldum. Çok kısa bir an. Kaşlarının kademe kademe çatılmasını seyrettim.
Varlığıyla gevşeyen vücudumu banktan kaldırırken onu görmenin yarattığı rahatlama hissi yüzünden yanımdaki adamın varlığını unuttuğumu o an fark ettim. Adam da benimle beraber ayağa kalktığında bakışlarımı Cihangir'den çekip rahatsız edici yabancıya çevirdim.
"Gitmem gerekiyor. Kendimi tekrar etmeyi sevmem fakat iyice anlamanız için görevimi yaptığımı bir kez daha söyleyeceğim." Sözlerimin sertliği onu eğlendiriyormuş gibi bir ifade yerleşti yüzüne.
"İçimde tekrar görüşeceğimize dair bir his var Figen.." Bir elini paltosunun cebine atıp geri çektiğinde parmaklarının arasındaki cüzdanı gördüm. Cüzdanı açıp içinden bir kart çıkarttığında bana uzatıyordu. "Eğer bir gün yardıma ihtiyacın olursa - saat, zaman, mekan ve olay hiç fark etmez- bana ulaşmaktan hiç çekinme. Böylelikle sana olan vefa borcumu bir nebze olsun ödemiş olurum belki."
Israrla uzattığı karta üstünkörü bir bakış atıp parmaklarının arasından çekip aldım. O esnada yanımıza varmış olan Cihangir'in cüsseli bedeninin gölgesi üzerime düştü. Sert adımlarını zemine çiviledi. Belime sarılan koluyla ona alttan ters bir bakış attığımda onun odağı bende değil karşımızdaki adamdaydı. Kutay denen adam ona umarsızca bir bakış attığında bakışlarının birbirine kilitlendiğini biliyordum.
"Uzun zaman oldu yüzbaşı." Kutay'ın sertleşen sesi aramıza dağıldığında bakışlarımı ondan çekip Cihangir'e alttan bir bakış attım. Birbirlerinden pek haz etmediklerini hatta hiç haz etmediklerini anlamak için zeki olmaya gerek yoktu. Ortamdaki negatif elektrik elle tutulur gözle görülür bir hale gelmişti.
"Sınırlarını bildiğin sürece şekilsiz suratınla yüz yüze gelmek zorunda kalmam Kutay, uzun süredir olduğu gibi." Sınırları? Kısaca siktir git diyordu. Kutay'ın yüzüne yerleşen alaylı gülümseme dikkatimi ona çekti. Bakışlarım bir çocuk edasıyla ikisinin arasında gidip geliyordu ve kendimi fazlalık hissediyordum. Çekip gitmemi engelleyen tek şey Cihangir'in belime bir pençe misali sıkıca sardığı koluydu.
"Belki de sen benim sınırlarımın içerisine giriyorsundur Cihangir, belli mi olur. Sen de yerini bilsen iyi edersin. Sonucu pek hoş olmuyor, biliyorsun." dedikten hemen sonra göz kırptığında yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutuyordum. Dürüst olmak gerekirse yakışıklıydı. Güzel bir suratı güzel bir vücudu vardı ama enerjisi korkunçtu. Etrafa yaydığı gerginlik ben red flagım dercesine bağırıyordu. Kocaman bir red flag.
Sözlerini bitirir bitirmez Cihangir kısık bir kahkaha attı. Dışarıdan çok rahat görünüyor olsa da gerginlikten bu gece yatağa yattığında kas ağrısı çekebileceğinden neredeyse emindim. Bir adım attı ileriye.
"Olmaz ya hani olur da tekrar aynı şekilde karşılaşırsak, sana sınırlarımı hatırlatırım.." Bir adım daha. Burun buruna geldiklerinde dahi belimdeki kolunu asla çekmemişti. "Bir daha unutmayacağından emin olana dek." Korkunç fısıltısı üçümüzün arasında dolandı. Sözleri biter bitmez yanıma geri adımlayıp yüzüne en soğuk gülümsemelerinden birini yerleştirdi.
"Ağzını eline vermeden yaylan şimdi." Dünyanın en normal şeyini söylüyormuş gibi söylediği cümleye gözlerimi büyüterek baktım.
Cihangir 1 - Kutay 0.
Gülmemek için dudağımı dişlerken Kutay'ın alayla gülümseyen surat ifadesi yüzünde dondu. Korkutucu bir bakış attıktan sonra bana döndü.
"Kusura bakma Figen. Şahit olmanı isteyeceğim anlardan biri değildi.." Ne anlatıyordu bu adam? Aklınca çok samiymişiz gibi lanse edip Cihangir'i kışkırtacaktı ama yemezlerdi. Karşısında aptal yoktu. Yüzümü buruştururken sözünü kestim.
"Sizi tanımıyorum, eğer bir açıklama istersem bunu sizden değil yanımdaki adamdan isterim. Gitseniz iyi olacak Kutay bey. İyi akşamlar." Otoriter sesimi duyduğunda böyle bir çıkışı beklemediği aşikardı. Sadece onun değil Cihangir'in de beklemediği bana dönen bakışlarından belliydi.
Öyle olsun dercesine dudaklarını büktükten sonra "Kendine iyi bak tekrar görüşene kadar. İyi akşamlar Figen Demirhan." diye söylenip arkasını döndüğü an Cihangir bir kurt edasıyla ona doğru atıldığında kolundan yakaladım. Kolunu tutuşumu önemsemeyip ilerlemeye kalkıştığı anda iki elimle koluna yapışıp kendime doğru çekmeye çalıştım. Derin bir nefes aldığını fark edişimin hemen ardından hınçla bana döndü. "Bırak!" Ela gözlerinin yeşillerinin teslim olduğu kahverengileri öfkeyle parlıyordu.
"Bu kadar akılsız mısın sen? Seni kışkırtmak için yapıyor görmüyor musun?" Yüzünden yayılan duygusuzluk ürpermeme sebep oldu. Korku gülünçtü. O Cihangir'di.
"Kural bir. Sana bu kadar öfkeliyken bana karışmamanı söylüyorsam karışmayacaksın." Sert sesinden çıkan her bir kelimede tuttuğum kolu koca bir alevmiş gibi bir anda çektim ellerimi. Ufak bir kahkaha döküldü dudaklarımın arasından. Öyle mi? dercesine büküldü dudaklarım.
"Benden de sana bir tavsiye Cihangir Kurt, bir daha bana emrinin altındaki bir askermişim gibi davranırsan o ses tellerini söker eline veririm.." Sert sesimle eş zamanlı olarak bir elimi ileriye uzattım. "Şimdi defol git ne yapıyorsan yap! Uzaklaş benden."
Sözlerimi bitirir bitirmez omzuna çarpıp yanından geçip ilerledim. Sözlerimle apışıp kalmış gibiydi, durduğu yerden bir milim oynamadığını göz ucuyla görmüştüm. Derin bir nefes alıp acile girdim. Deskte gördüğüm hemşirelerden birinin yanına ilerledim.
"Benimle gelen hastanın durumunda bir gelişme var mı?" Aksi sesimi duyar duymaz başını kaldırıp bana döndü.
"Henüz ameliyattan çıkmadılar Figen Hanım ama duyduğum kadarıyla herhangi bir komplikasyon oluşmamış." Anladım dercesine başımı salladım.
"Peki, kolay gelsin Burcu. Ben gidiyorum Zehra'ya söylersin ameliyattan çıkınca beni bir arasın." Birkaç defa hızlıca başını sallayarak "Söylerim Figen Hanım. Teşekkür ederim, iyi geceler." dedi.
Hafif bir gülümsemeyle "İyi geceler." diyerek ona arkamı dönüp acilden çıktım. Buraya geldiğimde ezberlediğim taksi numarasını tuşladım bir yandan da. Taksi durağı hastanenin ilerisindeki köşedeydi, gelmesi uzun sürmeyecekti. Sıradan bir izin gününün sıradan bir akşamında koşuya çıkmışken bir trafik kazası olmuştu ve ben aksiyonsuz bir izin günü geçirebileceğime dair inancımı hepten kaybetmiştim.
Gökyüzü bulutluydu. Ay ışığıyla aydınlanıyordu gök ve yer. Ve bulutlar. Yıldızlar bulutların ardına gizlenmiş, inzivaya çekilmişlerdi. Yıldızlı geceleri severdim. Gökyüzünü izlemenin verdiği huzur ve dinginlik bütünümün ayrılmaz bir parçasıydı. Annem astronomiyi severdi. Evimizin terasında elinde bir kupa bitki çayıyla saatlerce gökyüzünü izlediğine şahit olur, sessiz adımlarla yanına yanaşır, bir kolunun altına girer bende onunla beraber seyrederdim. Dakikalar boyu yıldızları sayardık. Varlığımın bir diğer parçasını oluşturan o hüzünlü gülümseme tekrar dudaklarımda can buldu. Artık gökyüzünü tek başıma izliyordum. Her gece yıldızları seyreden biricik annem bir gece ansızın gökyüzüne uçtuğundan beri yıldızları saymıyordum. Benim en parlak yıldızım o geceden beri annemdi.
Yaklaşan bir arabanın farları gözlerimi kamaştırdığında bakışlarımı gökyüzünden çektim. Taksi yavaşlayarak önümde durduğunda yolcu koltuğunun kapısına uzanıp açtığım sırada arkamdan bir el uzanıp kapıyı gerisin geri kapattı. Şaşkınlıkla arkamı döndüğümde mimik oynamayan surat ifadesiyle Cihangir Kurt üstten bir bakışla bana bakıyordu. Bir anda, fark ettirmeden nasıl dibime kadar girebildi diye kendime kızmamalıydım. O boşuna özel kuvvetlerde yüzbaşı olmamıştı herhalde.
Kabadayı edasıyla ''Sen hayırdır?'' derken bir yandan başımı salladım. Bu hareketim onu güldürür gibi olduğunda dahi suratında mimik oynatmadı.
Göz kırpıp benim gibi başını salladı. ''Asıl sen hayırdır?''
''Bekleme yapma ticari, bas geri.'' Sert bir ses tonuyla aksice kurduğum cümleden sonra suratını daha fazla ifadesiz tutamadı. Şaşkınlıkla kaşları havalanırken başımı ilerle dercesine salladım.
''Bana mı posta koydun sen az önce?''
''Aynen öyle yaptım. Sorun mu var?''
''Film izlemeyi acilen bırakmalısın.'' Başını iki yana salladı kınarcasına. Koskoca adam, utanmıyordu da çocukça dalga geçerken. Kısıkça ya sabır çekerken bakışlarımı ela gözlerinden ayırdım.
''Karşında böyle bir adam var ve sen ya sabır mı çekiyorsun?'' Ağzının içinde cıkladı. ''Taş olursun taş..'' Özgüvenin de böylesi, diye geçirdim içimden. Oysa söylediklerinde haksız sayılmazdı. Taş olurdum.
''Ciddi soruyorum sen bipolar mısın?'' Başımı kaldırıp yüzüne teşhis koyar gibi bakındım. Ne alaka derce başını salladı.
''Doktor görüşümü soracak olursan eğer muayeneye gelmiş hastalarımdan biri olsaydın seni ruh ve sinir hastalıklarına sevk ederdim ama yine de sen bilirsin tabii, kurtçuk.'' Son kelimeye yaptığım vurgu küçümseyiciydi ve bu onu hiç eğlendirmişe benzemiyordu keza yüzündeki gülen ifade yok olmuştu. Ela gözleri kahverengi baskınlığına boyandığında başını yüzüme doğru eğdi. Çok çabuk tahrik oluyordu. Hemen pençelerini çıkarıyor, karşı atağa hazırlanıyor ve psikolojik gücüyle karşısındakini sindirmeye çalışıyordu.
''Sen ormanda otlayan minik bir ceylansın, Figen. Güzelsin..'' Parmaklarını atkuyruğu yaptığım saçlarıma doladı. ''Masumsun, bihabersin. O karanlık ormanda parıl parıl parlıyorsun.'' Bakışları yüzümde dolandı, her kelimesinde sıcak nefesi yüzlerimizin arasında bir buhar olup gökyüzüne dağıldı.
''Ben ise o ormanda krallığını ilan edenim. Büyük, vahşi ve kurnaz bir kurdum. Üstelik çok da açım. Sen benim krallığımda otlayan bir avsın ve ben senin peşindeki avcı.'' Sıcak parmakları saç tellerimin arasından kaydı, boynuma sarıldı, usul usul okşadı. Yüzüne yerleşen gülümsemeyle gözlerini boynuma indirdi. Tüylerim gerildi. Üzerimdeki etkisinin büyüklüğü su götürmez bir gerçekti.
''O küçümsediğin kurtçuğun sana neler yapabileceğini görseydin şayet psikoloğa görünmesi gereken sen olurdun, benim zarif, küçük avım.'' Benim zarif, küçük avım..
Belli etmemeye çalıştığım bir yutkunuşu genzimden yuvarladım. Bir elimi kaldırıp boynumda gezinen parmaklarını yakaladım.
''Biliyor musun Cihangir, birçok aptal insan tanıdım. Ama bence en aptal olanlar karşılarındakini küçümseyen değil kendini yüceleştirenler..'' Parmaklarımın arasındaki elini sertçe boynumdan ittim. Eli vücudunun yanına düşerken sözümü tamamladım. ''Çünkü kendini büyük görenler dünyaya kendi büyüklüklerinin ardından bakarlar ve karşılarındaki tehditleri daima küçük görürler. Onların sonunu getiren de bu olur, anlarsın ya.'' Kelebek etkisi. Suratıma yerleştirdiğim tehditkar gülümsemeyle ona göz kırpıp, durdurmasına fırsat tanımadan arabanın kapısını açarak koltuğa yerleştim. Onun tarafındaki camı indirip yüzüne baktım. Bakışlarında karışıklık, gözlerinde yeşille kahverenginin kavgası vardı.
''Gidebiliriz.'' Taksiciye olan hitabımla araba sarsılarak hareketlendi. Onu bu akşam ikinci defa arkamda bırakıyor olmanın karanlığı çöreklendi göğüs kafesimin üstüne. Huzursuz bir karınca kol gezmeye başladı vücudumda. Bu mide bulandırıcı hissi bastırmak için küçümseyen bakışlarını, aşağılayan sözlerini getirdim aklıma. Tehlikeli bir gülümseme can buldu dudaklarımda. Küçük görülmek, tehlike olmadığımı düşündürmek zihnimdeki tilkiyi güldürmekle kalmadı, kahkahaya boğdu.
İnsan zihni acayipti. Her gülümseyen suratı samimi, her öfkeli suratı ise düşman belliyordu. Gözden akan bir yaş karşındakine yaralarını gösteriyor sanılır, dost olarak kodlanırdı. Oysa gülümseyen suratların arkasında öfkeyle parlayan gözler vardı. Öfkeli suratların ardında ise gülümseyen, şefkate mahrum gözler. Gözyaşları yaralar değil, saklanan yalanlar olabilirdi ama insan zihni hem acayip hem de çoğu zaman doğru gözlemlendiğinde basitti. Karmaşık olan bizlerdik. İnsanlar.
Cihangir basit bir adamdı. İdealleri ve sınırları olan, yaralı bir geçmişe ev sahipliği yapan, bütün hepsini gücüyle bastıran, bencil ve zeki bir adamdı.
Ben ise karmaşıktım. Basit görünen ama özünü kimsenin bilmediği, kurnaz bir kadındım. Ve bu akşam anladığım kadarıyla o benim basit bir kadın olduğumu zannediyordu. Onun deyimiyle, zarif bir ceylan gibi görünmek, zihnimdeki şeytanı gizlerdi ve bu işime gelirdi.
Taksinin durmasıyla yağmurluğumun cebindeki nakitle ödemeyi yapıp arabadan indim. Üzerimde kuruyan tere değen soğuk rüzgar hücrelerimi titretti. Soğuk havadan bir tutamı ciğerlerime çekip hızlı adımlarla apartmana girip eve çıktım. Kapıyı açmamla vücuduma vuran sıcak esinti kaslarımı bir nebze olsun gevşettiğinde vakit kaybetmeden sıcak suyun altına attım kendimi. Sıcak su beyaz tenimin üzerinden kayarken düşünceler bir fare edasıyla zihnimi kemirmeye başladı. Tüm kurnazlığıma rağmen Cihangir'e karşı göğsümde filizlenen hislerin önüne geçemiyordum.
Yer yer yeşil, yer yer kahverengi olan gözlerinin içine imparatorluğunu kuran ruhunu her gördüğümde bir çocuk edasıyla onu göğsüme yatırıp saçlarını sevme hissiyle çevreleniyordum. Annesinin açtığı her yarayı teker teker şifalandırmak isteği ruhumu dürtüyordu. Bunu yapmamam gerektiğini savunan şeytanımın altında eziliyordu ruhum. Korkarım ezilmeye devam da edecekti.
Sıcak suyu kapatıp beyaz bornozuma sarınarak çıktım duştan. Buhar olmuş aynayı elimin tersiyle sildiğimde açılan parçadan aksimle göz göze geldim.
Kaç bakalım Figen. En nihayetinde dünya yuvarlak, dönüp dolaşıp varacağım yer yine orası olacak.
Saçlarımı küçük bir havluya sarıp odaya adımladığım sırada çalan kapıya kaşlarımı çattım. Kimseyi beklemiyordum. Bornozumu sıkıca bağlayıp dış kapıya yanaştım.
''Kim o?'' Karşılığında aldığım neşeli cevap adımlarımı yere çiviledi.
''Türkan Şoray!'' Kocaman açılmış gözlerimle bir anda kapıyı açtığımda gerçekten de buradaydı. Siyah bir berenin altından sarkan saçlarıyla, kızarmış burun ucuyla, sevinçle parlayan kahverengi gözleri ve elinde bir bavulla Zeynep kocaman gülümseyerek karşımdaydı.
''Ee yeşilçam filmlerindeki gibi dakikalarca bakışacak mıyız?'' Sözünü bitirir bitirmez öne atılıp kollarımın arasına çektim onu. Uzun zaman sonra onu görmek ailemi görmek görmek gibiydi. Ve Zeynep ne kadar zaman geçerse geçsin daima ailem gibi kokmaya devam edecekti. O da kollarını bana doladığında burnumun direği sızladı. Boğazıma yerleşen koca taş yutkunmamı zorlaştırdı. Birkaç saniye sonra geri çekilip bavuluna uzandım.
''Geç içeri çabuk.'' Konuşmamla hemen ayakkabılarını çıkartıp salona ilerledi. Bavulunu kapının yanına bırakıp yanına ilerledim.
''Bir dakika bir dakika..'' Beresini çıkartırken bana döndü. ''Senin ne işin var burada?''
Gözlerini kaçırdı. ''Yahu ben sana sürpriz yapmışım sen bana ne diyorsun. İnanılmaz kırıldım Figen.. Öyle böyle değil inanılmaz yani.'' Bir haltlar karıştırmıştı.
''Zeynep, boşa kıvranma istersen. Geç bir üstünü değiştir, bende giyineyim, bir kahve yapayım.'' Oflayıp başını salladı. Ona giyineceği odayı gösterip aceleyle odama girip beyaz pijama takımımı giyindim ve mutfağa indim. Kahve makinasını çalıştırırken dolaptan aldığım kupaları önüne dizdim. Yaklaşan adım sesleriyle mutfağa girdi. Yan tarafımda dikilip mutfak tezgahına kalçasını dayarken etrafı inceliyordu.
''Askeri diş hekimi oldum.'' Kahve makinasındaki gözlerim dehşetle büyüyüp bir anda ona döndü. Kaşlarım çatılırken ''Ne oldun, ne oldun?'' diye sordum anlamamış gibi.
Umursamaz bir tavırla omuzlarını silkip ''Askeri diş hekimi oldum işte.'' dedi tekrar. Ne diyeceğimi bilemedim. Şaşkınlık zihnimi dondurdu. Birkaç saniye yüzüne boş boş bakıp sindirmeye çalıştım söylediğini.
''Pat diye söylemese miydim acaba ya? Kal geldi kıza.'' Kendi kendine söylenmesine bir an gülecek gibi oldum. Başımı iki yana sallayıp ıslak saçlarımı omuzlarımdan geri ittim.
''Geç şu masaya otur, en başından anlat. Çok saçma bir gece yaşıyorum şu an beynim mavi ekran veriyor.'' O masaya yönelirken bende kahve kupalarını alıp karşısına oturdum, kupalardan birini önüne ittim. Bu konuş demekti. Anladı.
''Sen gideceğini söylediğin zaman aklıma girmişti zaten yanına atanma düşüncesi.'' Kahvesinden bir yudum alıp boğazını temizledi. Ne ara çıkardığını anlamadığım bir sigarayı dudaklarına yerleştirip yaktı ve bir duman aldı. ''Sen buraya onu kendi içinde yaşatmaya devam etmek, onu hissedebilmek ve gururlandırmak için geldin. Biliyorum. Bu da benim kendimce onu içimde var etme şeklim.'' Sonlara doğru kırıldı sesi. Gözlerim yandı. Toprağa verdiğiniz birini içinizde var etmeye çalışmak çaresizliğin en koyu, en acı tonuydu. Tatmıştık.
Anlayışla başımı sallayıp yanındaki sandalyeye oturup ona hoşgeldin dedim. Kocaman sarılışıma kocaman bir sarılışla karşılık verdi. Şeytanımın zihnimden fısıldadığı şeyle bir anda kaşlarım çatıldığında usulca geri çekildim.
''Hangi askeriye?''
''8'inci Alay Komutanlığı. Neden?'' Ferit'in hastanede yatarken laf arasında söylediği komutanlık anılarımın arasından gülerek baş çıkardığında ''Hayır ya!'' diye tepindim. Bu halime yüzünü buruşturarak bakıp anlamazca el kol yaptı.
''Ne oluyor kızım, cin mi çıkartıyorsun?'' Hemen sonra gözleri kocaman açıldı, kaşları şaşkınlıkla havalandı. ''Şaka yapıyorsun!''
Büyük bir of çektim. ''Keşke şaka yapsam..'' Sevinçle bir kahkaha koyverdi.
''Tanışacağım yani şu meşhur Bozkurt Timiyle.'' dedi kahkahalarının arasından imayla göz kırpıp.
''Bok vardı değil mi? Bok vardı da onun yanına atandın. Şimdi seni ne zaman görmeye gelsem karşılaşacağız, sanki böyle az karşılaşıyormuşuz gibi.'' Sinirle kendi kendime söylenirken bir anda omuzlarımdan tuttuğunda ona döndüm.
''Yeni bir şey olmuş. Güncel haberleri ver bakayım.'' Meraklı hesap soruşuna omuzlarımı silktim. Bir sigara da ben yaktığımda bu gecenin uzun ve uykusuz olacağını biliyordum.
***********
KURT
Dört yıl önce
Dudaklarımın arasından havaya karışan sigara dumanı pek tatmin edici değildi. Memleketimin soğuk havası üstümdeki kamuflaja kurşun gibi yağıyordu. Sevmiyordum. Bu şehirden ölesiye nefret ediyordum. Tek tük yağan kar başımdaki özel kuvvetler beresine konuyorken komutanlığın kapısında sigarayı botumun tabanında söndürüp izmaritini cebime attım. Burası Ankara'ydı ve Kenan Binbaşı yerde izmarit gördüğünde ebemizi sikiyordu. Yeni döndüğümüz görevin raporunu sunmam için Ankara'daki komutanlığa gelmemi emretmişlerdi. Görevi düşününce bir sıkıntılı nefesi daha ciğerlerime çektim. Her şey ince ince planladığımız gibi gitmiş olsaydı ne şu an burada olurdum ne de Sefa yaralanmış olurdu. Bu düşünce içimde bastırdığım öfkenin ateşini körükledi.
Yanınızdaki adam. Kardeşleriniz. Ağabeyleriniz. Onlar düşerse kaldırırdınız. Onlar ateşe atlarsa savunurdunuz. Kanınızın son damlasını akıtana kadar onlar için, vatan için, bayrak için savaşırdınız. Yanınızdaki adam vurulursa da intikam alırdınız. Almıştık. Tüm engellere, tüm aksiliklere rağmen. Biz Özel Kuvvetlerdik. Bu ülkenin görünmeyenleri. Hayaletleri. Biz vardık ve soyumuz kuruyana kadar var olmaya da devam edecektik.
Raporu sunup Sefa'nın durumunu kontrol ettikten sonra üzerimdeki gerginliği bir nebze atabilmek adına Mirza'nın odasına adımlıyordum. Onunla uğraşmak biraz olsun odağımı dağıtmalıydı. Bunun düşüncesi bile olmayan keyfimi yerine getirebilirdi. Koridorda karşılaştığım birkaç askerin selamının ardından odaya vardığımda beklemeden kapıyı açtım.
Hiçlik.
İki kişilik oda bomboştu. Karşılıklı duvarların yanına yerleştirilmiş iki yatak el değmemiş gibi düzenliydi. Eh, burası askeriyeydi. Düzensizliğin düzeni. Kursağımda kalan hevesle odanın ortasına adımladım. Göreve gitmiş olmalılardı.
Odada gezinen bakışlarım açık olan bir dolap kapağında duraksadı. Hızlanan nabzıma kaşlarımı çattım. Dolaba doğru adımlayıp önünde durduğumda üstünde yazan isme baktım. Üsteğmen Yalçın Ayvaz. Parmaklarım otomatik olarak açık dolap kapağının iç kısmına yerleştirilmiş fotoğraf karesine uzandı. Bir erkek ve bir kızın olduğu kareye. Erkek, dolabın sahibi, Mirza'nın oda arkadaşı olan Üsteğmen Ayvaz olmalıydı. Bakışlarım bir saniye bile ona dokunmadan kıza odaklandığında ruhumda söndüğünden bihaber olduğum bir ateşin yanmaya başladığını hissettim.
Kumral saçları beline uzanan, kahverengi gözleri ışıl ışıl parlayan kıza bakakaldım. Çok.. Hayat dolu görünüyordu. Sevgilisi miydi? Olmamasını dilerken buldum kendimi. Kameranın kadrajına kocaman gülümseyen, yirmili yaşlarının başında görünen o genç kızın fotoğrafına ne kadar uzun bakılabilirse o kadar uzun baktım. Gözlerine baktığım an dünyamın eksenini kaydıracağını bilseydim yine de bakar mıydım?
O odanın ortasında dikilmiş, bir sene sonra o kızla şahsen tanışacağımdan bihaber hipnoz olmuş gibi ona bakarken çalınan odanın kapısı ve Kenan Binbaşı'nın çağırdığını söyleyen subayla adımlarım geri geri giderek çıktım odadan. Üsteğmen Yalçın Ayvaz'ın boğazına yapışma isteğimle o fotoğraftan o kumral kızı kesip alma isteğim yarışırdı. Yaptım. Çıktığım odaya bir anda girip o fotoğrafı alelacele o dolaptan söküp cebime attığımda ne yaptığımın bilincinde değildim.
Dünyamın ekseni kaymıştı.
Büyülenmiştim. |
0% |