Yeni Üyelik
8.
Bölüm

yedi/ kısım iki

@badesol

''İğrenç kokuyorsun Yalçın! Uzaklaş benden..'' Kusar gibi öğürüp ellerimle onu uzaklaştırmaya çalışıyordum. O ise kahkahalarla gülüp bana sarılmaya çalışıyordu. Bu hali beni de güldürürken duruşumu bozmadan onu itmeye çalışmamı sürdürdüm.

 

''Ne var kızım? Sevmiyor musun sen beni, iki sarımsak koktuk diye pabucumuzu dama mı atacaksın?'' Onu itmeye çalışmalarımın arasından bana sarılıp kollarını etrafıma kenetlemişti.

 

''Bunun sevmekle ne alakası var Yalçın ya? Leş gibi sarımsakla karışık alkol kokuyorsun. Sarımsak yeme demiştim sana! İğrenç bir şey..'' Söylenmelerimi kahkahasıyla karşıladı. Sarhoş değildi zaten kolay kolay da sarhoş olmazdı. Sözde Tıp fakültesini kazanmamı kutlayacaktık ama benden çok o içmişti. Mekandan çıktıktan sonra da kelle paça içmek için tutturmuştu. Kelle paçaya hayır diyecek değildim tabii ama sarımsak kırmızı çizgimdi. Ve o bile bile bol bol sarımsak sosu eklemişti.

 

''İnsan sevdiklerinden iğrenir mi be? Karşımda sıç gene iğrenmem senden.'' Sözleriyle kollarının arasından sıyrılıp öğürdüm. Garip bir sevgi göstergesiydi. Sözleri gözümün önünde canlanmıştı ve buna engel olamamıştım. Ağzıma gelen ekşi tatla ellerim dudaklarıma kapanırken ''Sen gerçekten iğrenç bir insansın!'' diye söylendim. O ise sözlerime kahkahalarla güldü.

 

''Askeriyede hiçbir şeyden iğrenmemeyi ağzımıza sıça sıça öğrettiler bize...'' bir an bakışları durgunlaştı. Gözlerine çöken karanlık ağlama hissi uyandırdı içimde. Bazen bazı anlarda öyle hızlı değişiyordu ki ruh hali, neler yaşadığını öğrenmek için yapamayacağım şey olmuyordu. Ama o yine de ser verip sır vermiyordu. Hemen kendini toplayıp yüzüne her zamanki alaycı gülüşünü yerleştirip ''İyi ki bu hassas mideyle asker olmamışsın, ilk görevinde kargalara yem olurdun.. Gerçi nasıl doktor olacaksın onu da bilmiyorum ya neyse.'' diye devam etti.

 

''Ben şimdi bir ağzına sıçacağım senin göreceksin.. Bu gerizekalılıkla hayatta kalman mucize senin.'' Hakaretlerime aldırış etmeden bir kolunu omzuma atıp ''Gel buraya pis kız.'' diyerek beni kendine çekti. Salına salına yürürken yol boyu onunla dalga geçmek için öğürür gibi yapıp durmuştum ve o da yol boyu benimle dalga geçip kahkahalarla gülmüştü.

 

********

 

 

 

 

Zihnimin kara kutularından birinin kapağının açılmasıyla gözlerimin önünde canlanan anıya buruk bir gülümseme gönderdim. Sarımsaklı kelle paça içtiğimi görse şoktan ayılıp bayılacağından adımın Figen olduğu kadar emindim. Onu içimde yaşatıyordum ve ölene dek onu içimde yaşatmaya devam edecektim.

 

Biten kelle paça kasesinin yanına kaşığımı bırakıp bir peçeteyle dudaklarımı sildim.

 

''Bir tane daha içer misin?'' Peçeteyi kasenin yanına bırakırken bakışlarım ona döndü.

 

''Neden?'' Yüzünde şaşkınlık vardı.

 

Bilmem dercesine dudaklarını büküp ''Öyle iştahla içtin ki bir tane değil beş tane daha içermişsin gibi görünüyorsun.'' diye söylendi alayla.

 

''Lokmalarımı mı sayıyorsun sen benim? Pis cimri, merak etme ben öderim yediklerimi..'' derken iğrenir gibi yüzümü buruşturdum. Sözlerimin hemen üstüne kısık bir kahkaha attı.

 

''Ne yalan söyleyeyim sayılmayacak gibi değildi. Lokmaların.'' Gözlerimi kısıp bir elimi göz hizamızda kaldırıp salladım. ''Bir çakarım sana bir yetmiş yapışırsın yere.''

 

Beni kaale almayıp gülmeye devam etti. ''Bir yetmiş değil yalnız bir doksan. Atlamayalım bu detayı.'' Kendini beğenmişliğine abartıyla gözlerimi devirdim.

 

''Pardon bir doksan..'' diye mırıldanırken çantama uzanmış sigara paketimi arıyordum. Neyse ki küçük bir baget çanta almıştım yanıma da bulmam çok uzun sürmemişti. Paketi çıkardıktan sonra bir dalı dudaklarıma yerleştirip sigaramı yakarken gözleri üzerimdeydi.

 

Yaktığım sigaradan uzun bir nefesi içime çekerken bir anda uzanıp sigarayı dudaklarımdan ayırdı. Az önce yaptığım gibi sigarayı dudaklarına yerleştirdiğinde kaşlarım çatıldı. Az önce öptüğüm dudaklarının arasındaki sigaraya ve vücudumda dolanmış olan parmaklarına bakakaldım. Şu an tekrar öpüşmüş sayılıyor muyduk?

 

Bir nefesi içine çekip dumanı üzerime doğru üflerken tapılası görünüyordu.

 

''O benimdi!'' diye kızdım. Sesimde sahte bir öfke vardı. Omuzlarını silkip 'ee yani?' dercesini başını salladı.

 

''Senin benim mi var aramızda? Pinti misin sen?'' derken onaylamazca başını iki yana salladı. Küllüğe uzanıp sigaranın sönmüş külünü dökerken ''Doktorlara az maaş mı veriyorlar acaba?'' diye kendi kendine söylendi. Duyup duymamam umurunda değildi ki zaten benimle eğleniyordu.

 

''Pinti mi? Sensin pinti, lokmaları sayan ben değilim.'' diyerek alayla güldüm. Benim oyunumda beni yenebileceğini sanıyordu ama yanılıyordu. Büyük vahşi, zeki bir kurttu elbette. Alfa kurtların dişi olduğu detayını gözden kaçırıyordu. Ve bu oyundaki alfa kurt bendim.

 

''Lokmalarınla ilgilenmiyorum küçük kurt..'' derken ses tonu sonlara doğru kısılmıştı. Masanın üzerinden üstüme doğru eğildi. ''Saymak istediğim şeyler çok başka.''

 

Edepsiz imasının beni utandırmasını bekliyorsa epey yanılacaktı. Onun gibi masanın üzerine eğildim. ''Bir gecede kaç kere inleyebileceğimi mi saymak isterdin?'' Fısıltım aramızda dağılırken gözlerine edepsiz bir parıltı yerleşti. Hoşuna gitmişti. Hoşuna gideceğini biliyordum.

 

''O da merak edilesiymiş, bunu da saymak istediklerimin listesine ekleyeyim.'' Açık sözlü oluşu hoşuma gidiyordu. Kendini asla gizlememesi, başka biriymiş gibi davranmaması, sahte hareketlerde bulunmamasını seviyordum. Olduğu gibi olması güzeldi.

 

''Liste bayağı bir uzayacak gibi görünüyor.'' Göz kırpıp eğildiğim yerden geri çekildim. Yerinden bir milim oynamadı. Keyifli bakışlarla beni izlemeye devam ederken cevap vermeyeceğini anlamıştım. Aklından ne geçiyordu?

Bunu tahmin etmesi çok da zor olmasa gerek ha Figen?

 

Eşeğin aklına karpuz kabuğu mu sokuyordum? Bence eşeğin aklında karpuz kabuklarıyla dolu bir bahçe en başından beri vardı.

 

"Bu geceden sonra benden kaçabileceğini sanıyorsan büyük yanılırsın. Ki şu ana bakınca öncesinde de pek kaçabilmiş gibi görünmüyorsun."

 

Haklıydı. Kaçamamıştım. Belki de kaçmayı yürekten istememiştim. Bu geceden sonra nasıl olurdu bilmiyordum ama bu defa gerçekten kaçacağım kesindi. Belki her şeyi daha da zorlaştırmıştım belki bunu hak etmemişti ama yaptığım hiçbir şey için pişmanlık duymuyordum. Pişmanlık denen duygu şu an hissedebileceğim en son duygu dahi değildi karşımda böyle bir erkek otururken hiç değildi.

 

"Biz.." derken elimle ikimizi işaret ettim. "seninle yapamayız. Ya da ben seninle yapamam bilmiyorum. Tek bildiğim şey hiçbir şey olmayacağımız." Hiçbir şeyin anlamı ne zamandan beri her şey gibi hissettiriyordu?

 

Sözlerimle yüzünde tek mimik oynamadı. Şaşkınlık bekledim, belki öfke, belki nefret.. Hiçbir şey yoktu. Sanki bunu en başından beri biliyordu ve bana ayak uyduruyordu. Kaşlarım çatıldı.

 

"Senin evreni sığdırdığın gözlerinden beyninin içinden geçirdiğin her şeyi görüyorum küçük kurt. Şaşırma." Sigarasından bir duman alıp külünü küllüğe döktü. Kimse kimseyi sessizliğinden anlamamalıydı. Bu büyük bir kumardı. Dünyanın en tehlikeli eylemiydi çünkü hisler yanılırdı. Yanıltırdı.

 

"Ve Figen, yanılıyorsun. Bizden dünyanın en güzel hiçbir şeyi olur. Olacak da göreceksin." Kendinden bu kadar emin oluşu bozguna uğrattı ruhumu. Başından beri kendinden öyle emindi ki, sanki ruhundan ruhuma bir ip bağlamış karşı konulmaz bir güçle beni kendine çekiyordu her kelimesinde.

 

"Yanılmıyorum Cihangir. Sana söyledim. Ben yapamam. Ben bir köşede oturup senin şehadet haberini bekleyemem. Ben seni sınırlarımdan içeri alıp aile bellersem sen gittiğinde vatansız kalırım. Beni anladığını biliyorum. Ama benden bunu isteyemezsin." Başımı iki yana salladım. Kelimeler ağzımdan çıktığı an dilim damağıma yapışıverdi. "Benden bunu bekleyemezsin de. Çünkü hiçbir beklentini karşılayamam."

 

Önümdeki su bardağına uzanıp bir yudum aldım, dudaklarımı ıslattım. Bakışlarımı tekrar ona çevirdiğimde dudaklarında bir gülümsemeyle bana bakıyordu.

 

"Ben bencil bir adamım Figen. Bilmediğin öyle çok şey var ki... Bir gün hür iradenle teslim olduğunda sana bahsedeceğim, geçmişten, yaralardan, geçmeyen izlerden. Her şeyi başlatanın sen olduğunu anlayacaksın." Masanın üzerine eğildi. Bakışları gözlerime tutunuyordu. Geçmiş neydi? İzler neydi? Neyi başlatmıştım?

 

"O zaman geldiğinde kaçacağın tek yer, bu gece olduğu gibi, tekrar benim kollarım olacak. Unutma ki benim kollarım sana daima açıktır."

 

"Neden bahsediyorsun? Ne geçmişi, ne izi? Neyi başlatmışım ben?" Sustu. Aldığım tek cevap sessizlik oldu. Geriye çekilip sigarasını söndürdü ve ayağa kalktı. Peşinden ayaklandım. Beni görmezden gelip kasaya ilerledi. Tek omzumdan sarkan ceketini düzeltip çantamı aldım. Cüzdanıma uzanıyordum ki tek hareketiyle beni engelleyip hesabı ödedi. Aklım karmakarışık bir halde ona bakarken aklımı bulandıran o değilmiş gibi bir elini belime yerleştirip beni soluna çektikten hemen sonra mekanın çıkışına sürükledi beraberinde.

 

Arabanın yanına yaklaşırken durdum, ona dönerek karşı karşıya kalmamıza sebep oldum. Belimdeki eli hala yerli yerindeydi ve onu görmezden gelmemi zorlaştırıyordu.

 

''Ne demek istedin?'' Sorgular bakışlarım üzerindeydi. Sözlerinden sonra onu ilk gördüğüm andan itibaren ruhumda baş gösteren tanıdıklık hissini ilk defa anlamlandırmaya bu kadar yakındım ve ilk defa bu kadar açtım cevaplara.

 

Ellerini aramızda kaldırdı, yüzümü büyük avuçlarının içine sakladı. Yüzünü yüzüme eğerken gözlerinde şefkat vardı. Hissettiğim şefkat karşısında çocuk gibi ağlama isteği göğsümden yükseldi. Bir an hıçkıra hıçkıra ağlayacağım sandım, gözlerimden bir damla yaş akmadı. Yoğun duygulara sahip bir duygusuzdum. Öyle yoğun öyle vardı ki duygular dışarı yansıtılamayacak kadar fazlaydı ve yansıtamıyordum.

 

''Zehirli bir toprağı eşelersen ellerine kir bulaşır, sonunda bulabileceğin tek şey de zehirli dört bir yanı sarmış sarmaşıklar, solucanlar ve tepene ilişmiş sinekler olur.'' Yüzünü yüzümden uzaklaştırıp alev alev yanan dudaklarını alnıma yerleştirdi. Yavaş ama derin bir öpücüğü kondurduktan hemen sonra yüzümdeki ellerini çekip yanında küçük kalan bedenimi heybetli bedenine hapsetti. ''Hazır olduğunda, tamam mı?'' Sorudan çok bir cevap gibiydi sözleri.

 

Öylesine kibar, öylesine incitmekten korkarcasına konuşuyordu ki, sesinden akan şefkat ruhumun kömür karası toprağına ilaç serpiyordu. Kollarımı geniş sırtına sardım, ellerimi gömleğinin üstünden omuzlarına yerleştirdim. Uzun bir nefes çekerken başımı salladım boynunun girintisinde. ''Tamam.''

 

Merak ediyordum. Eşelemek istiyordum. Ama bulduğum sonuç beni mutlu etmeyecekse ellerimi kirletmenin manası yoktu zira mutsuzluğa ve hayal kırıklığına ziyadesiyle doymuştum.

 

Ne kadar süre öyle bedenlerimiz birbirine sığınmış, bir bütün olmuş vaziyette kaldık bilmiyorum. İlk geri çekilen o oldu.

 

''Üşüyeceksin.'' Ben de ondan uzaklaşırken benim için arabanın kapısını açtı. Hava serinlemişti ve bir müddet durmuş olan fırtına yavaş yavaş tekrar başlıyordu. Solundan geçip koltuğa oturdum. Kapıyı kapatıp o da arabaya bindiğinde gözüm saate ilişti. 03.47.

 

''Görevden ne zaman döndünüz?'' Koltukta yan dönüp bir bacağımı diğer bacağımın altına kaydırdım. Şimdi yönüm tamamen ona dönüktü.

 

''Bu gece. Neden?''

 

''Hiç dinlenmeden, uyumadan bizim yanımıza mı geldiniz?'' Aptal mıydı bu adamlar?

 

Birkaç saniyeliğine bana dönüp başını salladı. ''Evet.''

 

Kaşlarımı çattım. ''Neden?'' Yüzüne yerleşen anlamlandıramadığım bir ifadeyle tekrar bana döndü.

 

''Görmem gerekiyordu.'' Alaylı bir gülüş yerleşti yüzüme. İtici bir ifadeyle ona bakmaya devam ederken tekrar konuştum. ''O kadını mı?''

 

Öyle olmadığını biliyordum ama o anlar gözümün önünde canlandıkça içimi gıdıklayan mide bulandırıcı bir his etrafımda kol gezmeye başlıyordu. Bir diğer sebebi de bu konu hakkında hiç konuşmamış olmasıydı. Merak ediyordum, kimdi o kadın?

 

''Seni..'' Direksiyonu sola çevirirken kısa bir süre sustu. ''Önemli biri değil, gereksiz bir ısrarı vardı bazı şeyleri açıklığa kavuşturmam gerekti. Bundan ibaret.''

 

Üstü kapalı cevabının içeriğini anlamıştım ve anlamış olmak çok da iyi bir his uyandırmamıştı içimde. Cevabım sessizlik oldu. Sessiz kalacağımı anladıktan sonra uzanıp radyoyu açtığında çalan şarkı arabanın içini doldurdu, benimse içimi bomboş eyledi.

 

''Kayıp bir şeyler var aramızda,

 

Bilmediğim halde ziyadesiyle mahvolmuş derin bir hal içindeyim

 

İçindeyim..''

 

Ona dönük oturduğum koltuğa kıvrıldım. Vücudum koltuğa saklanırken başımı yana yasladım. Dilimin ucuna gelen sözleri güçlükle yuttum. Ona karşı çözülen dilimi ve ona bir şeyler anlatma hissini kesip atmak istedim. Karşı koymakta hiç bu kadar zorlandığım olmamıştı. Yenilgiyi reddediyor ve asla kabul etmiyordum. Hiçbir koşulda etmeyecektim.

 

''Ellerini kaçır tamam ama gözlerinde ayrılıklar...''

 

Gözlerim güzel çehresinde dolanırken yine yara izinde tutuklu kaldım.

 

''O yara..'' diye çekingen bir tavırla söze girdim. ''Nasıl oldu?'' Dilim karıncalanıyordu. Buruk bir his damarlarımda geziniyordu. Kötü bir hikayesi vardı, anlıyordum. Ben bunu duymaya hazır mıydım? Peki o anlatmaya hazır mıydı?

 

Sorumun hemen ardından adem elmasından sertçe yutkunduğunu gördüm. Belli belirsiz bir an çenesi kasıldı. Kısa ama oldukça uzun gelen bir sessizliğin ardından bir nefes aldı. Yavaşlayan araba yolun sağında durduğunda bir süre hareketsizce dışarıyı izledi. Tam ağzımı açıp kapatmaya çalıştığı ve benim deştiğim yara için özür dileyecektim ki vücudunu bana döndürüp söze girdi.

 

''Anlaşılması güç bir kadındı..'' Bakışlarına yerleşen kara bulutların ardında onu gördüm. Kırgın, saklanmış, yaralı o küçük Cihangir'i.

 

''Anlatmak zorunda değilsin. Haddim olmayan bir şeyi sordum, özür dilerim.'' Kısık çıkan sesim çalan şarkının fonuna karıştı. Başını iki yana salladı. ''Özür dileme. Eğer ki bunu birine anlatmam gerekecekse o kişi sensin. Hep sendin.'' Gözlerime dolmaya çalışan yaşlara bu defa engel olamadım. Bana bu denli torpil geçmesini gerektirecek hiçbir şey yapmamıştım. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Emniyet kemerini çözüp bana uzanırken gülümsedi. Paramparça bir gülümsemeydi. Kan revan içindeydi. O hala oluk oluk kan kaybediyordu, benim gibi.

 

''Daha anlatmaya başlamadım bile. Ağlayacaksan anlatmayacağım.'' Burnumu çekip gözlerimi sildim. Yaşları geri kovdum. Hızlıca başımı iki yana salladım. Gülümseyip ''Ağlamıyorum ki..'' derken sesim kırık döküktü. Bana uzanan ellerine sarıldım, can havliyle. Tutmazsam ölecekmişiz gibi. Ellerimin soğukluğu onun ellerinin sıcaklığına karıştı. Birbirinden çok farklı bir o kadar da birbirinin aynısı iki yabancıydık.

 

Bakışları ellerimize döndü. Bir süre ellerimizde oyalandı. Omuzlarını silkip anlamazca başını iki yana sallarken ''Neyi neden yaptığını hiçbir zaman anlamazdım. Bedenen var ama manen bir o kadar yoktu ki bu yokluğu yanıbaşımdaki varlığını siliyordu.'' dedi. Cihangir de en az benim kadar yaralıydı.

 

''Annen mi?'' Korka korka sordum. Cevabını duymak istediğimden artık emin değildim.

 

''Annem...'' diye fısıldarken başını salladı. Keşke onaylamasaydı. Eski sevgilim deseydi, aşık olduğum kadın deseydi ama annem demeseydi. İnsanın bel kemiklerinden birinin yarası başka hiçbir şeyin acısına benzemiyordu. Yaralı bir omurga sakat bacaklara gebeydi. Yaralı bir kalp ise sakat bir ruha.

 

Ruhu sakattı.

 

''Dokuz taş çatlasın on yaşlarındaydım. Bakma kulağa küçük bir yaş gibi geliyor, insanın gözünün önünde o yaşlarda parklarda sokaklarda arkadaşlarıyla oynayan çocuklar canlanıyor ama ben öyle değildim. Olamazdım. Takıntılı bir kadındı. Ruhu hastaydı. O yaşımda bile farkındaydım çünkü bize kök söktürürdü. Daha çok bana..'' Sustu. Dili dudaklarını ıslatırken nefes alamıyormuş gibi büyük bir nefes alıp verdi. Sanki o günlere geri dönmüştü. Başını eğdiği yerden kaldırıp ön camdan dışarıya çevirdi. Bir elini ellerimin arasından çekip yüzünü sıvazladı.

 

''Babam da askerdi, görev yüzünden öyle çok evde olmazdı. Yine olmadığı günlerden birinde annemin çok sevdiği vazolarından birini çarpıp kırmıştım. Sorun vazoyu kırmam değildi, sorun evi kirletmem düzeni bozmamdı. Bir azar bekliyordum tabii ama o kadar büyük olacağını düşünememiştim.''

 

Anlatmaya başladığı ilk an göğsümün ortasında yeşeren bir taş her cümlesinde kat kat büyüyordu. Erkek çocuklar annelerine düşkün olurdu, onun yarası düşkün olduğu değil küskün olduğu annesiydi.

 

Yüzündeki elini yumruk haline getirip indirdi. Bir bacağını titretmeye başlamış olması gözlerimden kaçmadı ama onu bölmedim de. Sessizce ellerimin altındaki elini sıktım varlığımı hatırlatmak istercesine. Bu hareketimi hissetmesiyle bakışları bana döndü. Yüzüne küçük bir gülümseme yerleştirip elimin altındaki diğer elini de çekti.

 

''Müstakil bir evimiz vardı, pencereleri boydan boya kocamandı..'' derken bir yandan elleriyle büyüklüğünü simgelemeye çalışıyordu. Buruk bir tebessümle ona bakarken kesilen nefesimi göstermemeye çalışıyordum. Ona acıdığımı düşünmesini istemiyordum ki ona acıyacak en son insan bile değildim. Sadece, onu, sanki o anları ben yaşamışım gibi anlıyordum.

 

''Bir yandan bana bağırıp çağırırken bir yandan da üstüme yürüyordu. Ona hiçbir zaman karşı çıkmazdım, eğer karşı çıkarsam babamla araları bozulacak diye düşünürdüm çünkü babam oğluna düşkün bir adamdı. Bu defa öyle olmadı. 'Bu kadar büyütülecek bir şey değil, anne.'' Tek cümle. İlk defa ona karşı çıkmıştım. Sonucu da ömrüm boyunca taşıyacağım bir şey oldu.'' derken işaret parmağıyla kaşının üstündeki yarayı gösterdi.

 

''Verdiğim cevap ve aynı anda yüzüme geçirdiği okkalı bir tokatla geriye savrulup ardımdaki camın içinden geçmişim. Sırtıma geçen birkaç cam parçası görünmeyen bir yerdeydi ama görünürde kaşımın üzerindeki bu izi hediye etti bana.'' Bu kadarla sınırlı değildi. Gözlerinde sakladığı dünyayı görüyordum. Çok daha fazlası vardı ve bu sadece onun kitabının ipinin ucuna bağlanmış bir giriş cümlesiydi. O ipi çekmeye başladığım an gerisinin kat be kat fazlasıyla geleceğinin farkındaydım ama bu gece buna gücüm yoktu. O da daha fazla anlatmak istiyor gibi görünmüyordu.

 

Etrafı bulanık görüyorken emniyet kemerimi güçlükle çözdüm. Çözer çözmez uzanıp kollarımı boynuna dolarken bunu bekliyormuş gibi kolları bedenimi sardı. Başı saçlarıma gömülü, sıcak nefesi tenime değiyorken ''Üzül diye anlatmadım.'' dedi. Başımı geri çekerken iki yana sallıyordum.

 

Ellerimi yanaklarına yasladım. ''Neden üzüleyim? Kendini öyle güzel yetiştirmişsin ki ben ancak gurur duyarım seninle.'' Yüzüne çocuksu bir sevinç, izini çaldığında bu sadece birkaç saniye sürdü. Bir eli saçlarımda hareketlendi, aheste aheste okşadı her bir telini.

 

''Benimle paylaştığın için teşekkür ederim.'' derken minnetle gözlerine bakıyordum. Sözlerimle gözlerine muzip parıltılar yerleşti.

 

''Paylaşırım seninle..'' yarım ağız bir gülüş. ''her şeyimi.'' Ve ardından göz kırptı. Kıkırdadığımda oyununa ayak uydurdum. Nasıl istiyorsa öyle olsundu.

 

''Hmm.. paylaşır mısın benimle, her şeyini?'' işveli bir ses tonuyla konuştuğumda ağzının içinde homurdandı. Yüzü asıldı. Geri çekilip bir kahkaha atarken ''Ne oldu şimdi? Neye bozuldun sen?'' diye soruyordum.

 

Kaşlarını çatıp önüne döndü. ''Yok bir şey..'' Yok muydu bir şey? Bariz belliydi bir şey olduğu.

 

"Cihangir..." diye seslendim uzatarak. Arabayı çalıştırıyordu. "Hmm." diye mırıldandı. Kaşlarımı çattım. Peki madem. Öyle istiyorsa öyle olsundu.

 

"Suratsız." diye ağzımın içinde geveleyip önüme döndüm. Kısa bir an ifadesiz bir suratla bana baktığını hissettiğimde oralı olmadım. O da önüne dönüp yola koyuldu tekrardan. Neye kızdığı hakkında hiçbir fikrim yoktu, üzerine düşünemeyecek kadar da yorulmuştum. Başımı koltuğa yaslayıp önümüzde akıp giden yolu izledim.

 

Kaç şarkı akıp gitti kaç sokak lambasını ardımızda bıraktık bilmem. Araba evimin önüne yaklaştığında uyukluyordum. Yavaşlayan arabayla gözlerimi mahzunca açtığımda evin önüne park edilmiş arabamı gördüm. Arkasında durduk. Bir süre sessizce dışarıyı izledik. Bir şarkı daha son bulduğunda uzanıp radyoyu kapattı. Hareketlerini izleyen bakışlarımı ona çevirdim. Sanki bu gece aştığımız tüm duvarlar tekrardan yükselip bize göz kırpıyordu alay edercesine.

 

"Teşekkür ederim her şey için. Güzel vakit geçirdim." Sözlerimle bana döndü. Usulca başını salladı.

 

"Senin için, her zaman." Buruk bir gülümsemeyle son defa baktım erkeksi yüzüne.

 

"Allah'a emanet ol. İyi bak kendine."

 

"Veda konuşması mı yapıyoruz?" Sayılır.

 

"Öyle gibi görünüyor." Kısıkça güldü başını eğerken.

 

"Kaç kaçabildiğin kadar. En nihayetinde dünya yuvarlak, yolun sonunda varacağın yer yine burası olacak." Kemerimi çözüp ceketini omuzlarımdan indirecekken elini uzatıp omzumdan tutup başını iki yana salladı, kalsın dercesine. Kalsın. Bir elimle çantamı kavradım.

 

"Kaçıyorum evet. Bencil bir adamsın belki, ona da tamam ama senin de bilmediğin şeyler var. Sebepler var, sonuçlar var, yaşanmışlıklar var. Ezbere bildiğim senaryoyu tekrar okumak gibi huylarım yoktur." Uzanıp dudaklarına bir öpücük kondurdum. Belki de bu hikayenin bencili sadece o değildi. Belki de ben ondan da bencildim. Umurumda değildi. Kiraz dudaklarının tadını dudaklarıma bulaştırdım. Dudaklarını aralamadı, öpüşüme karşılık vermedi. Dudakları dudaklarımı buyur etmedi. Bir milim geri çekilirken gözlerim hala kapalı, dudaklarım hala dudaklarını hissediyordu. "Beni anladığını biliyorum. Kendine çok dikkat et, hayatta kal. Hoşça kal."

 

Yüzümü yüzünden uzaklaştırmaya yeltenmiştim ki büyük bir hızla elini enseme dolayıp sertçe kendine çekti. Dudakları, dudaklarıma kapanırken ısrarcı ve sertti. Diğer öpüşlerine benzemeyen bir öfke vardı hareketlerinde. Ensemdeki elini saçlarıma dolayıp saç diplerimi çektiğinde inledim, dişlerimi üst dudağına geçirdim. Dişlerimin baskısıyla acıyla inleyişi kulaklarıma doldu. Hareketleri aceleci ve baskıcıydı. Kısa ama sert bir öpüşün ardından biraz geri çekildiğinde saçlarımdaki baskısı kaybolmadı.

 

Koyulaşmış elaları gözlerime kilitlendi. Boştaki elinin baş parmağını dudaklarıma sürttü.

 

"Beni öptün. Bana sarıldın. Bana dokundun. Sadece fiziken değil bunların hepsini ruhen de yaptın.." dudaklarımdaki parmağını çekip yüzümün her yerinde usul usul dolaştırırken devam etti. Erkeksi sesi bu gece bir kere daha kulaklarımın pasını sildi.

 

"Senin bizden geçmeyen tüm yollarını yakarım. Benden geçmeyen tüm ihtimallerini yok ederim. Seni bize mecbur bırakırım çünkü biliyorsun, ben bencil bir adamım." Yüzüme inatçı bir gülüş yerleştiğinde hırsla cevapladım.

 

"Daima başka bir yol vardır. İstediğin kadar yak, istediğin kadar yok et. Bu işi inada bindirirsen iki yolum olsa, birinde sen birinde ölüm beklese ölüme giderim." Güldü. Beni kışkırtıyordu. Öyle bir kışkırtıyordu ki onu parçalara ayırmak istiyordum.

 

"Bu bir savaş değil minik serçe. Şayet bu bir savaş olsaydı da kaybedeni başından belli bir savaş olurdu. Çünkü ben sana zaten mağlubum."

 

Sen mağlupsun da ben galip miyim, Cihangir? Onu da bu geceden sonra anlayacağız. Çünkü bu artık bir kedi ve kurt oyunu değil, bu artık bir savaş. Sıcak bir savaş.

Loading...
0%