Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@baharpnar

Kuşların cıvıltıları eşliğinde sevdiklerimin yanında olup onlarla beraber kahvaltı yapmamı engelleyen faktörlerden biri, işim. Aslında ailem öyle biliyor. Yani eğer tek başıma ayaklarımın üzerinde durmak dışında başka bir şey sunsaydım kabul etmez, beni Rize'nin dağlarından ayırmazlardı. Gerçi dağlardan ayrılsam da dağ ayısı abimden ayrılamadım. Ama olsun. En azından büyük abim ve diğerlerinden kurtuldum. Tabii ablam ve anneannemden de ayrıldım ama sorun yok. Bazen özgürlük, fedakarlık ister. Ki bizim ailede özgürlük maalesef bayağı fedakarlık istiyor...

Elimde tuttuğum arabanın anahtarın alttaki tuşuna basıp kilitlediğim arabamın kilitlendiğine emin olmak için kapının kulpunu çektim. Zaten aynalar da içe doğru kapanmıştı ama kapının açılmamasıyla arabamın kilitlendiğine emin olup şirkete doğru yürümeye başladım. Bugün, yeni yapılacak olan sistemin yazılımını bitirebilirsem eğer bu şirketteki son günüm olacak. Adımlarımı durdurup başımı hafifçe gökyüzüne doğru kaldırdım. Gözlerimi kapatarak içimden dua ettim. Bu haftadan sonra bir daha bu şirkete gelmeyeyim, lütfen.

Duamı ettikten sonra başımı biraz eğip çenemi dik tutarak yürümeye başladım. İçimden umarım birisi bana seslenmez, diye geçirip hızlı adımlarla şirketten içeriye girdim ve vakit kaybetmemek adına elimde tuttuğum turnike kartını okuttum. Turnikeden geçer geçmez adımlarımı daha da hızlandırıp direkt benim için ayrılan odaya geçtim.

Bir an önce işe koyulmak için çantamı masanın üzerine bırakıp hızlıca blazer ceketimi çıkardım. Ceketi sandalyemin başına astıktan sonra gözümdeki güneş gözlüğünü çıkarttım. Hava güneşli değildi. Hatta serin esiyordu. Havada güneş olmamasına rağmen siyah güneş gözlüğü takmam, tabii ki buradaki samimiyetsiz insanlara katlanamamamdan kaynaklanıyor. Yoksa ben deli miyim de soğuk havada güneş gözlüğü takayım? Kendi gözlüğümü takardım ama işte durumum malum.

İçime dolan sıkıntıdan kurtulmak adına ciğerlerime dolan karbondioksiti sesli bir şekilde dışarıya vererek derin bir nefes aldım. Şimdi kolları sıvayıp işe koyulma vakti geldi işte. Çantamın kolundan tutup kendime doğru çektim. İçindeki bilgisayarımı masanın üstüne yerleştirip açma tuşuna bastıktan sonra çantamın içindekileri masanın üstüne boşalttım. Çünkü çekmecemi açan anahtarı bulmak için on saniyeden fazla bir süre harcayamam.

Masaya dökülen kalemlik ve defterlerimin arasından her anahtarı bağladığım anahtarlığımı elime aldım. Hemen küçük olan anahtarı tutup diğerlerinden ayırarak çekmeceme doğru eğildim. Anahtarı deliğe yerleştirdikten sonra iki kere çevirerek kilidi açtım.

Sözleşmemizin bitmesi için çalıştığım son yazılım, yıllardır kullanmadığım bir dilde olduğu için bir hata yapmamak adına o dili öğrenirken tuttuğum deftere ihtiyacım vardı. Bende dün o defterimi bulup işimi sağlama almak adına masanın altındaki çekmeceye sakladım. Çünkü evde bıraksaydın ya kaybeder ya da yanımda getirmeyi unuturdum.

Çekmecenin içindeki tek eşyam olan defterimi alıp bilgisayarımın yanına koydum. Hemen ardından çekmeceyi kapatıp kilidi üstünde bıraktım. Yabancı bir yerde eşyalarımı bırakmayı sevmediğim için burada sadece yanımda getirdiğim şeyler oluyor. Mesai bitip de işten ayrıldığımda ise bana ait hiçbir şey burada kalmıyor.

Çantamı döktüğümde içinden çıkan kolonyaya uzanıp elime sıktım. Çay alsam çok iyi olurdu ama şimdi herkes uyanmak için kahve almaya gitmiştir. Hiç onlarla karşılaşmadan direkt işe başlasam çok iyi olur.

Beni bunaltan gömleğimin kolundaki düğmeleri açıp gömleği dirseğimin altına kadar katladım. Kimsenin beni rahatsız etmeyeceğini bildiğim için de abimin sonuna kadar iliklettiği gömleğimin birkaç düğmesini açıp çıkardığım yazacağım kodlar için bana yardımcı olacak notları da önüme koyarak işe başladım.

Sadece çay içmediğim için ağrıdığını sandığım başımın sebebinin gözlük takmadığım için şiddetlendiğini Hira gelip söylemese farkına varmayacaktım. Hemen çantamı elime alıp fermuarlı yerinden gözlük kabımı çıkardım. Abim sabah vedalaşırken kırk kere de tembih etmişti gözlüğünü takmayı unutma, diye. Oflayarak kabı açıp gözlüğü çıkarırken Hira’ya teşekkür etmediğimi hatırladım. Tam başımı kaldırıp az önce durduğu yere, kapıya doğru baktığımda gitmiş olduğunu gördüm. Neyse artık, öğlen molasında yanına gidip yemek ısmarlayarak teşekkür ederim.

Yuvarlak çerçeveli gözlüğümü taktıktan sonra kabı aynı yerine, çantamın fermuarlı kısmına koydum. Acaba ara mı versem çalışmaya? Sıkıntıyla bir nefes verip yazdığım kodları kaydettim. Ama sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer, diyerek işimi sağlama aldım. Çünkü birkaç yıl önce çok önemli bir projede üzerinde haftalardır çalıştığım sistemi kaydettim sanıp kaydetmemiştim ve bu olayı maalesef projenin günü geçtikten sonra toparlayabilmiştim.

Gömleğimin açtığım düğmelerini ilikleyerek çantamı toplamaya başladım. Masanın üstünü dağınık bırakıp odadan çıkmak olmaz şimdi. Defterlerimi, kalemliğimi ve kolonyayı çantamın içine koyduktan sonra çantayı bilgisayarımın yanına bıraktım.

Bilgisayar şarjdayken kullanmak çok tehlikeli. O da biraz dinlensin, bende. Evet, çok haklı ve mantıklı bir mola verme bahanesi.

Dirseğimi sandalyenin kolçağına yaslayıp hafif sağa doğru eğilerek ceketimin cebindeki telefonumu elime aldım. Ardından sandalyeden kalktım. Başımı kaldırıp tam karşıma baktığımda yüzüne kocaman bir gülücük ekleyip elindeki tepsiyi havaya kaldıran bir adet stajyer öğrenci gördüm. Elindeki tepside iki tane çay dolu ince belli bardak vardı. Onun bu jestine gülümseyerek karşılık verdim.

Adımları bana doğru yaklaşırken gözleri tepsinin üzerindeydi. Çayları dökeceğini düşündüğü için elleri titriyordu. Onu ne kadar uyarsam da sonunda yine kendi bildiğini yaptığından artık bir şey demiyorum.

Tepsiyi masamın önündeki küçük masaya bıraktığında tam yanında dikili duruyordum. Başını bana çevirince “Çok teşekkür ederim canım benim.” diyerek kollarımı ona sardım. Ardından hafifçe sırtını sıvazlayıp ayrıldım. “Bu ofiste sevdiğim tek kişisin, bence değerini de çok iyi biliyorsun.”

Yüzündeki gülümseme genişlerken “Tabii ki biliyorum.” diyerek şalının altındaki saçlarını hayali olarak savurdu. Bu söylediğine kıkırdayıp küçük masanın sağ başındaki tekli koltuğa oturdum. Peşimden o da karşımdaki tekli koltuğa oturdu.

Tepsinin içindeki bardağı, altındaki tabaktan tutup elime alırken konuşmaya başladım. “Mola vermekle devam etmek arasında kalmıştım. Sonra bilgisayar çok çalıştı biraz dinlensin, dedim ve mola vermeye karar verdim. Çay almaya çıkmak için hazırlanırken de sen geldin. Çok güzel oldu.”

Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan “Ben her zaman en güzel tesadüfleri yaparım, bebeğim.” dedi. Ardından yüzünü asıp gözlerini devirerek ekledi. “Tabii konu aşk olunca geçerli olmuyor maalesef.”

Konuşurken kullandığı yüz ifadesi komiğime gittiği için hafifçe kıkırdayıp kendimi toparladım. Ardından “O da olur be güzelim. Daha zamanı gelmemiş demek ki.” diye teselli vermeye çalışıp iç çektim. Benim tesadüfler sevdiğime de uğruyor da ne oluyor sanki?

Kedere bağlayacağımı anlamış gibi neşeli bir sesle “Bu öğlen molasında da benimlesin, benden kaçışın yok gibi he Aysun abla.” dedi. Gülümsedim. Bir dahaki hafta ben gideceğim, o benim yerime geçecek. Onun adına çok mutluyum. Çünkü o her ortama uyum sağladığı, benim aksime herkesi idare edebildiği için bu şirkette çalışmaya rahatlıkla devam edebilir. Ama ben daha fazla iki yüzlülüğe, üstten bakılmasına tahammül edemem. Zaten bu zamana kadar yaptığım işler harika olduğu için beni işten çıkarmadılar. Yoksa müdür de dahil şirketteki birçok kişiyle sözlü tartışmaya girmişliğim çok oldu çalışmaya başladığım andan itibaren. İşimi layıkıyla yapan bir eleman olmasaydım çoktan kovulmuş olurdum. Gerçi onlar kovmadan ben kendim istifa ederdim, şimdi ettiğim gibi.

Ellerini yüzümün hizasında sallayan Hira ile silkelenip sesine kulak verdim. “Yine daldın gittin. Ne takıldı aklına?” Sorusu beni gülümsetti. Tanışalı bir buçuk yıl olsa da ona bir tavır takınmadan onunla sohbet etmem, beni anladığı için oluyor sanırım. Yoksa ben aile kategorimin dışındaki insanlarla konuşurken üslubuma dikkat edip ciddi konuşurum.

Tamamen kafamdaki düşüncelerden kurtulmak için konuyu değiştirip “Hadi gel, aşağıdaki kafeye gidelim. Bu öğlen yemeği benden olsun.” diyerek ayaklandım. Mesai arkadaşı olarak yiyeceğimiz son öğlen yemeği...

Elimdeki çaydan bir yudum aldım. Ağzımı yakacak kadar sıcak olmadığı için bardaktaki bütün çayı tek bir dikişler içtim. Elimde kalan boş bardağı masanın üstüne bırakırken Hira’nın “Yandım Allah!” demesi bir an boşluğuma geldi ve kahkaha atmamı sağladı. Tabii bir yandan açtığı ağzını eliyle yelleyip bir yandan çatılı kaşlarla gözlerini bana dikince hemen sustum.

Dili dışardayken bir şeyler söyledi ama anlayamadım. Dilinin acısını bastırması için masama doğru yürüyüp masanın altındaki koliden bir şişe su alarak ona uzattım. Uzattığım suyu hemen alıp içti. O kadar çok mu yanmıştı ya? Bende böyle bir etkinin olmaması, çocukluğumdan beri alışık olduğum için herhalde.

“Kızım bardağı nasıl fondip yaptın? Daha bir yudum aldım da yandım.” Hayretler içinde bana bakan Hira’ya göz kırpıp gerinerek “Karadenizliyim kızım ben, bizde çay sıcak içilir.” dedim. Yalan. Ama beyaz olanından.

Hira elini ‘He, he,’ dercesine havada sallayıp “Neyse,” dedi. Ardından ayaklanarak sözlerine devam etti. “Bu öğlen senden otlanacağım için keyfim yerinde. Ama kuş boku kadar verdikleri maaşım da kesilmesin yani. Gidiyorsak şimdi hızlıca çıkalım.”

Başımı hafifçe sağa doğru eğip “Hay hay, efendim.” derken elimle de kapıyı göstermeyi ihmal etmedim. Ben ceketimin cebinden arabamın anahtarını çıkarırken Hira da odadan dışarıya çıkıp kapının önünde beni bekliyordu. Onu daha fazla bekletmemek için hızlı adımlarla kapıya doğru ilerleyip adımlarımı yavaşlatmadan yürümeye devam ettim.

Turnike kartımı yanıma almadığım için Hira geçerken çevik bir hareketle bende peşinden geçtim. Hızlı adımlarla şirketten çıkıp arabamı park ettiğim kaldırıma doğru beraber yürüdük. Arabaya yaklaştığımız an kilidi açtım. Hira koşaradım arabaya varıp yolcu koltuğuna otururken ben arabamın yanına anca gelebildim.

Arabanın kapısını açmadan önce elimi alışkanlıkla, güneş gözlüğünü çıkarmak için yüzüme doğru götürdüm. Ama ben odadan çıkarken gözlük takmadım ki. Bunu fark etmemle havada kalan elimi saçlarımın arasından geçirip diğer elimle de kapımı açtım.

Koltuğa oturup yerleştikten sonra kapımı kapatıp emniyet kemerimi taktım. Göz ucuyla Hira’ya baktığımda kemeri çoktan taktığını ve canlı yayın açmak için arabanın çalışmasını beklediğini gördüm. Bende daha fazla oyalanmadan arabayı çalıştırıp rotayı abimin spor salonunun yakınlarında olan ve çoğunlukla gittiğim için bütün çalışanların beni tanıdığı kafe olarak belirledim.

Hira’nın heyecanla “Radyoyu açıyorum?” demesiyle başımı hafifçe aşağı eğip onay verdim. Hemen radyonun başlat düğmesine basıp birkaç kanal değiştirdi. Ritimli çıkan kemençe sesini duyar duymaz durup “Bu kalsın.” dedi ve şarkı nakarat kısmına gitmeden canlı yayın açtı.

Denk gelen şarkıyı biliyordum. Onay Şahin abimin Derede Kum Kalmadı şarkısıydı. “Karşida gördüm seni. Gül iken derdum seni. Bakmaya kıyamazdım, ellere verdum seni.”

Bir an Hira’nın canlı yayın açtığını unutup şarkıya sesli şekilde eşlik etmiş sonrasında kendimi toparlayıp şarkıya sessizce eşlik etmeye devam etmiştim.

Şarkı bitince reklam geldiği için kanalı değiştirdik ve Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer’in nakaratına denk geldik. Hira başını bana çevirip şarkıya eşlik edeceğini belirtti. Bende ona uyarak şarkıya eşlik ettim. “Sarılıp uyuyalım günbatımında. Belki üstümüzden bir kuş geçer. Kanadından bir tüy düşer. İner döne döne gökyüzünden. Hiçbir yüz güzel değil, senin yüzünden.”

Sonuna kadar eşlik ettiğimiz şarkı bitince bir diğer şarkıya geçmeden canlı yayının kapanması, yemek yiyeceğimiz kafeye geldiğimiz içindi. Ben arabayı hemen kaldırımın yanına park edip kemerimi çözdükten sonra Hira da kemerini çözüp arabadan indi.

Yanıma pek bir şey almadığım için torpidoya uzanıp dün akşam abimden arakladığım limitsiz kartı aradım. Çok aramama gerek kalmadan kartı fularımın altında bulunca gülümseyip hemen elime aldım. Daha fazla oyalanmadan içeri girsek çok iyi olur. Yoksa işe geç kalacağız gibi gözüküyor.

Arabadan inip beni bekleyen Hira’nın yanına geçtim. Hemen kolunu koluma dolayarak adımlarıma ayak uydurmaya başladı. Kafeden içeri girmemizle Hira’nın bana daha da yaklaşıp “Ay, Aysun abla,” diye fısıldaması bir oldu. “Benim flörtüm burada çalışıyor, biliyor musun?”

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırıp “Hadi canım,” diye bir tepki verdim. Burada çalışan, yeni gelen birkaç kişi hariç, herkesi tanıdığım için flört ettiği çocuğu tanımam çok yüksek bir ihtimaldi. “İsmi ne, belki tanıyorumdur?”

“Ayy, büyük aman yüksek ihtimalle tanıyorsundur zaten. Hem burada çalışıyor hem sizin oralı.” Sizin oralı demesi, gözlerimi kısmama sebep oldu. Çünkü burada çalışanlardan hemşehrim olan kimse yok. Birkaç tane Karadenizli var ama onlar da Rizeli değil.

Cam kenarındaki iki kişilik masanın önünde durduğumuzda “İsim ver bakayım.” diyerek oturacağım sandalyeyi çektim. Hira’nın yüzündeki gülümseme daha da genişlerken bozuk bir şiveyle “Şiveye kaydun haçan.” dedi.

Konuşması komiğime gittiği için hafifçe kıkırdayıp çocuğun ismini söylemesini bekledim. Karşımdaki sandalyeye oturup kollarını masaya dayadıktan sonra bana doğru eğildi. Eliyle ona yaklaşmam için işaret verdiği için gülerek bende onun gibi kollarımı masaya yaslayıp hafifçe ona doğru eğildim.

“Hazır mısın müstakbel kocam, evimin direği, çocuklarımın babası, heyatımın anlamcağızı, aşık hissettiren adamımın adını duymaya?” Başımı aşağı yukarı sallayıp sessizce cevap verdim. “Emre. Emre Dugan.” Çocuğun ismini söylerken öyle hayran, öyle aşkla söylemişti ki ilk başta kim olduğunu anlayamadım. Sonrasında aklıma dank eden gerçekle gözlerim büyüdü, bedenim geriye, sandalyeme doğru, çekildi.

Bu tepkime kaşlarını çatıp “Ne oldu?” diye sordu. “Tanıyor musun? O kadar mı kötü?” Moralini bozmamak için elimi kaldırıp iki yana salladım. “Hayır. Yani evet, tanıyorum sanırım.”

Baş ve işaret parmağımı göz pınarlarıma götürüp sakinleşmek için kendime biraz zaman tanıdı. Ardından “Rize'nin neresindenmiş? Kaç kardeşmiş?” diye sordum. Aklımdaki kişinin olmaması için dua ederken.

Hira tepki ve sorularıma bir anlam veremezken beni hemen cevapladı. “Rize Merkez. Ama ailesi Dağ bilmem ne diye bir mahallede oturuyormuş.”

Aklımdaki kişi olduğu tescillenince “Dağsu mahallesi.” diye tamamladım Hira'nın unuttuğu yeri. Bizim mahalle. Emre doğduğumdan beri bana sevdalı, çocukluğumdan itibaren de bana takıntılı olan Emir’in kardeşi. Mükemmel bir karşılaşma. Çalışmak için gele gele dizimizin dibindeki yere mi geldi yani? Tesadüfün de bu kadarı yani.

Hira’nın soru sormak için açılan ağzı, “Hoş geldin Aysun abla. Ne alırdınız?” diye sormasıyla tekrar kapandı. Ben siparişi tamamen unutmuştum ama ya.

Bakışlarımı Hira’ya çevirip tekrar garsona, Halil’e döndüm. “Bize bir tane menü getirir misin, ablacığım?”

Halil beni başıyla onaylayıp “Derhal,” diyerek arkasını döndü. Bir dakika sonra da elinde menüyle birlikte tekrar yanımıza geldi. Menüyü Hira’nın önüne bırakırken “Buyurun,” demiş ve siparişimizi beklemeye başlamıştı.

Şimdi yeni gelenlerden laf açıp Emre’nin neden burada işe başladığını sorabilirdim ama yanımda Hira varken pek iyi olmaz diye bundan vazgeçip sessizce Hira’nın sipariş vermesini bekledim.

“Ben bir limonata ile iki tane karışık tost alayım.” diye siparişini veren Hira ile bakışlarım siparişimizi not alan Halil’i buldu. Bakışlarının bana dönmesini beklemeden “Bende her zamanki ton balıklı salatadan alacağım. Yanına çay ve iki su.” diye bende siparişimi verdim.

Halil “Siparişiniz beş dakikaya geliyor efendim.” diyerek menüyü de alıp yanımızdan ayrıldı.

Masanın üstüne koyduğum elime dokunup şaşkınlıkla “Emreyle aynı mahalleden mısınız yoksa?” diye sormasıyla sinirle gülümsedim. Maalesef öyle. Ama maalesef kısmını seslice söyleyemedim. “Öyleyiz. Küçüklüğünü bilirim onun. O da aynı şekilde beni bilir.”

Şaşkınlığı büyük bir sevinç ve heyecana dönüşüp kısa bir alkış tuttu. “Ayyy,” diye küçük çaplı bir sevinç nidası döküldü dudaklarından. “Sen beni de tanıyorsun. Sence bizim bir olurumuz olur mu? Yani onunla evlensem anlaşabilir miyiz? Nasıl biriydi çocukken? Biraz anlatsana, lütfen.” Ellerini birleştirip çenesinin altında tutarak gözleriyle yalvardı.

“Aslında çok anlatılacak bir şey yok. Emre iyi çocuktur. Küçükken bana çok yardımı olmuştur. Bana karşı yaramazlıkları da olmuştur.” Mesela abisinin tehditlerine karşı beni armut toplamasına yardım etmem için götürüp aslında abisiyle buluşturuyordu. “Ama onlar da çocuklukta olan normal şeyler.”

Başka ne demem gerektiğini bilmediğim için omuzlarımı silktim. Ama Hira somurtup bu kadarın yeterli olmadığını belirtircesine kollarını göğsünde birleştirdi. “Mesela,” Diyeceği şeyi değiştirip kollarını çözdü. “Ay, çocukluk fotoğrafları var mı sende? Mutlaka çekilmişsinizdir köyde falan.”

“Tabii ki çekildik. Ama bütün çocukluk fotoğraflarım Rize’de, anneannemin evinde. İstersen gittiğimde sana bulduğum resimlerden atarım.” Gıcıklık olsun diye kaşlarımı kaldırıp “Tabii Emre de isterse.” diye ekledim.

Hira gözünü belertip başını hafifçe geriye çekti. “Ne yani, Hira’n için bir fotoğrafçık bile çekemez misin?” Oscarlık bir oyunculukla başını camdan dışarıya doğru çevirip “Peki,” dedi duygulu bir sesle. Ardından iç çekti. “Öyle olsun. Ben alışığım değer görmemelere.”

Kahkahamı bastırmaya çalışıp dudaklarımı dişlerken arkamdan “Buyurun, siparişiniz.” diye tanıdık bir ses geldi. Hira donup kalırken benim gözlerim büyüdü.

İti an, çomağı hazırla mı demeliyim yoksa iyi insan lafının üstüne gelirmiş mi? Emir olsaydı kesinlikle birinci derdim ama Emre’nin bana bir kötülüğü olmadığı için ikincisini seçiyor ve iyi insan lafının üstüne gelirmiş, diyorum.

Başımı çevirip tepsiyi önümdeki boşluğa koyan Emre’ye baktım. Ama o başını çevirip de bana bakmadı. Hira’nın tepsisini önüne koyarken “İyi insan,” diye lafa başlamıştım ki sesimi duymasıyla tepsi elinden düşecek gibi oldu. Dudağım sağa doğru kıvrılsa da cümlemi tamamladım. “Lafının üstüne gelirmiş.”

Hira’nın bakışlarını üzerimde hissettiğimde Emre de keskin bir şekilde başını bana doğru çevirdi. Benimle göz göze geldiğinde yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. “Emre, kardeşim, İstanbul’a gelmişsin. Hiç söylemiyorsun ama aşk olsun.”

İmalı bakışlarımı onun şaşkın yüzünde gezdirirken ağzından laf almak amacıyla “Ailecek mi geldiniz yoksa tek mi geldin?” diye sordum.

Boğazımı temizlememle elini tepsiden çekip hafifçe silkelendi. “Aysun, senin burada ne işin var?” Sözleri öyle çıkmıştı ki ağzından, abisini bilmesem inanacaktım buralara uğradığımı bilmediğine.

Bakışlarımı anlık olarak Hira’ya çevirip tekrar ona döndüm. “Benimle biraz terasa gelir misin, kardeşim.” Emre bakışlarını benden ayırmadan beni başıyla onaylayıp terasa doğru önden yürümeye başladı.

Sandalyeden kalkarken Hira’ya ayıp olduğunu biliyordum ama içimin rahat etmesi gerektiği için maalesef bu şuan pek de umurumda olamıyordu. Çünkü peşimde birinin olması, arkadaşımı beş dakikacık yalnız bırakmaktan katbekat daha kötü bir durum.

“Ben beş dakikaya gelirim. Sen tostunu soğutma istersen.” dedikten sonra bende adımlarımı terasa doğru atmaya başladım. Terasa çıkmadan önce elinde tepsi olan Halil’i görüp durdurdum. İyi olmuştu karşılaşmamız. “Benim yemeğimi paket yapar mısın rica etsem?” deyip ondan onay aldıktan sonra terasa çıktım.

Terasta Emre ve benden başka kimse yoktu. Kimsenin olmaması işime gelirdi. Terasında kapısını arkamdan kapatıp adımlarımı kenarda bir masaya oturan Emre’ye doğru atmaya başladım. Yanına yaklaştıkça stresten bacağını salladığını gördüm. Neden bu kadar gerilmişti ki? Gerilecek bir şey yaptıysa demek ki.

Oturmak yerine ayakta dikilmeyi seçerek geldiğimi belli etmek adına sesli bir nefes verdim. Emre’nin sallanan bacağı durdu. Ardından sandalyenin kolçaklarından tutup sandalyeyi geriye doğru iterek ayağa kalktı.

Yüzüme sahte bir gülümseme ekleyip “Emre, Emre, Dugan’ların Emre” diye lafa başladım. “Acaba abisinin lafı üzerine mi yoksa sevdasına yakın olmak için mi gelmiş İstanbul’a?”

Yutkunması her şeyi açıkladı aslında. “Vallahi ajan olarak falan gelmedim. Sevdam falan da,” diye inkar moduna geçecekti ki sağ kaşımı kaldırıp “Yeme beni uşak.” diye sözünü kestim.

“Tamam.” dedi kabullenerek. “Sevdam var. Bunu da tek Emir abime söyleyebildim. Çünkü diğerleri beni anlamaz. Hepsi ailesinin zoruyla evlenmiş. Hiçbiri aşkı tatmamış ki beni anlasın.” Kederle bir iç çekti. “Bende gittim abime. Dedim böyle böyle. Kızla ciddi düşünüyorum. Öyle mesajlaşarak artık olmuyor.”

Bakışlarını yana çevirip sözlerine devam etti. “Sonra abim itiraz etti. Kavga ettik. Ama en sonunda işimi, kalacağım yeri ayarladı; abimi, babaannemi ikna etti. İlk başta şaşırsam da sonra anladı beni, dedim.” Son cümlesinde sesine hayal kırıklığı yansıdı. “Ama ailemi ikna etmesi, çalışacak yer olarak burayı ayarlaması vesaire hiçbiri beni anladığı için değilmiş.”

Başka bir zamanda olsaydık kesinlikle oturup onu teselli ederdim ama söz konusu Emir’in bana olan takıntısı olunca maalesef işler duruyor. “Tamam,” dedim konuyu toparlamak adına. “Emir buraya hiç geldi mi veya beni gördü mü?”

Birkaç gündür öğlen molasında ofiste olduğum için beni yakın bir zamanda görme ihtimali yoktu. Ama ondan öncesinde? Demek ki görmüş de kardeşini buraya çalışması için sokmuş.

Endişemi anladı. Ellerini iki yana kaldırıp masum bir tavır aldı. “Valla Rize’de bir haftadır. Sadece beni eve yerleştirip ilk iş günümde buraya getirdi ve sonrasında döndü. Tersaneler bir sorun mu ne çıkmış, onun için hemen atlayıp gitti.”

Kollarımı göğsümde birleştirip sağ kaşımı tekrar kaldırdım. “Peki sana yalan söylemiş olamaz mı?” Omuz silkip “Sonuçta Emir bu. Sağı solu pek belli olmuyor.” diye devam ettim.

“Yok Aysun, ciddiyim. Eren abim aradı, bende yanındaydım. İşte ilk uçağa atlayıp gitti. Arabası da burada kalmıştı. Onu bile almaya gelemedi, alması için birini gönderdi.”

Emir’in gitmesine sevinmiştim ama bir an söylediklerini düşününce “Ay çok özür dilerim. Ben kendi derdime düştüğüm için senin dediklerinin önemini anlayamadım.” dedim mahcup bir sesle. “Geçmiş olsun. Hasar çok muymuş ya da onarılamayacak bir şey falan mı olmuş?” Sonuçta Emir işin ucunda beni görmek varken bu fırsatı kaçırmazdı. Kesin sorun çok büyüktü.

Emre, deminden beri ilk defa gülümsedi. Hem de içten bir şekilde. “Sağ ol. Ayrıca seni anlıyorum, sorun değil.” Yüzünü ekşitip çehresine garip bir ifade yerleştirdi. “Şimdi benim kafam karıştı. Hangi dediğine bir şey demeliyim?”

İşte bu söylediği, dakikalardır yaşadığım gerginliği dağıtıp şen bir kahkaha atmamı sağladı. “Önemli olanlara dedin zaten, diğerleri rafa kalkabilir.”

Yüzündeki garip ifade dağılıp yerini samimi bir gülümsemeye bıraktı. Elimi Emre’nin omzuna kaldıramayacağını fark edip beline doladım. Ardından ona sarılıp sırtına iki kez vururken “Özlemişim seni len, sıpa.” diye söylendim. Biz çok iyi anlaşırdık. Hep o abisi yüzünden aramıza mesafe koymak zorunda kaldım.

Burnundan nefes verir gibi gülüp hafifçe sağa, sola doğru eğildi. Ardından “Bu kadar yeter.” deyip ellerimi gevşetince o da beni bıraktı.

Biz ne kadar süredir burada durduk bilmiyorum ama bayağı uzun bir süre geçmiş olabilir. Bir anda aklıma gelen şeyle ellerimi yanağıma götürüp “Ben Hira’yı unuttum.” dedim ve koşaradım teras kapısına yürüdüm.

Emre kaşlarını çatmış “Oha!” demişti ki onu umursamadan hızlı adımlarımı durdurmayıp açtığım teras kapısından çıktım. “Tesadüf mü yoksa benimki mi?” Sert ve seri olan adım seslerinden peşimden geldiğini anladım ama hiç durmadan yürümeye devam ettim.

Elindeki peçeteye sarılı tosttan bir ısırık alıp peçeteyi tepsinin üstüne bırakan Hira’yı görmemle içim daralmaya başladı. Kıza cidden ayıp etmiştim. Masaya yaklaştığımda benim tepsimin olması gereken yerde bir poşet, Hira’nın önünde duran tepsinin içindeki tabağın ise bitmiş olduğunu gördüm.

Ödemeyi keşke en başında yapsaydım, diye iç geçirip masaya oturdum. Neyse, iş çıkışı bir daha uğrarım artık.

Hira’nın gözleri bana dönünce ‘Şükür, gelebildin sonunda.’ der gibi bir bakış attı. Ardından bu bakışa ne konuştuğumuzu merak ettiğine dair kırıntılar da eklendi.

Masaya yaklaşan Emre’yi görmemle onun da duyabileceği şekilde “Benim anneannem Emre’yi çok severdi. Ailelerimiz birbirine küsünce pek konuşamadılar. Bende onu aradım, konuşturdum ikisini. Biliyorsun bizim ailenin sesi gürdür. İnsanları rahatsız etmemek için terasa çıktım.” dedim. Ardından mahcup bir şekilde ekledim. “Seni de yalnız bıraktım, kurusa bakma.”

Yüzüne bir gülümseme ekleyip “Sorun değil.” dese de bakışlarından kırıldığını anlıyordum. Bende olsam bende kırılırdım çünkü. Neşeyle “Anneannen sevindi mi bari?” diye sormasıyla gülümsedim. Başımı aşağı yukarı sallarken “Hıhım,” diye bir mırıltı çıkarıp onu onayladım. “Çok sevindi.”

Masanın başına gelen Emre ile başımı ona çevirip tekrar Hira’ya baktım ve “Ben bir hesabı ödeyip geleyim. Siz de oturup konuşursunuz bu arada.” diyerek ayağa kalktım.

Emre bana karşı çıkacak gibi olsa da ona bakmayıp kasaya doğru yürümeye başladım. Onlar da biraz konuşsunlar canım.

Masa numaramı söylememe gerek kalmadan direkt ödeyeceğim tutarı söyleyen kasiyerle cebimden abimin kartını çıkarıp ona uzattım. “Temassız yok,” diye bilgilendirme yapıp post cihazını ayarlayıp bana uzatmasını bekledim.

Bu kartın şifresini bilmesem de abimin koyacağı tek bir şifre olduğu için hiç dert etmeden kendimden emin bir şekilde şifreyi girdim. 5353. Ve, işlemim tamamlandı.

Kasiyerin kartımı bana uzatmasıyla hiç beklemeden kartı elime alıp tekrar cebime koydum.

Bir lavaboya gidip elimi yüzümü yıkasam fena olmaz. Giriş-çıkış kapısına yakın olan lavaboya doğru yürümeye başladım. Umarım ben bir stres daha yaşamadan gün biter.

Kadınlar tuvaletinin kapısını açıp içeriye girecektim ki tanıdık bir sesle olduğum yerde kalakaldım. “Öyle mi diyorsun?” Can. Can’ın sesiydi bu. Kime böyle cilve yapıyor acaba?

Masalara doğru uzaklaşmadan yanındakinin kim olduğuna bakmak için başımı çevirip onlara doğru baktığımda Can’ı ve Can’ın yanında, vücudunun yarısını ona yaslayıp koluna girmiş bir kız gördüm. O kız, kardeşi Zilan olmazdı. Çünkü Zilan olamayacak kadar beyaz tenli ve kırmızı saçlıydı.

Bütün sinir hücrelerim uyarılırken lavabodan içeriye girip hala tutmakta olduğum kapıyı sertçe bıraktım.

Hızlı adımlarla aynanın karşısına yürüyüp musluğu açtım. Salak Aysun. Ellerimi birleştirip suyun altına getirdim. Suyun dolmasını beklerken içimdeki öfkenin geçmesini bekledim. Ama su, öfkemi daha da harladı.

Avcumun içine dolan suyu yüzüme vurdum. Yetmedi. Ellerimi ovuşturup tekrar avcumu suyla doldurdum. Ardından biriken suyu yüzüme vurdum.

İsraf olmaması için musluğu kapatıp aynadaki yüzüme baktım. Aptal Can. Sen anca kızlarla takıl, gez. Asla akıllanma, tamam mı? Kaç yaşına gelmişsin hala evlenmeyi, bir kadına bağlanmayı düşünmüyorsun.

İçime derin bir nefes çektim. Ardından duvara monte edilmiş peçetelikten bir peçete koparıp elimi, yüzümü sildim.

Artık gitme vaktimiz geldi.

Adımlarımı yere sağlam basarak atmaya başladım. Tam kapıyı açmış lavabodan çıkacaktım ki kızıl saçlı bir kız bana göz devirerek açtığım kapıdan içeriye girdi.

Gözlerimi kapatıp birkaç saniye öylece bekledim. Ben sakin bir insanım. Lavabodan dışarıya doğru bir adım atıp elimi kapıdan çekerken gözlerimi açtım. Ben sakinim. Seri adımlarımı Hira ile Emre’nin oturup konuştuğu masaya doğru atmaya başladım.

Ayakkabımın yere vurup çıkardığı ses, bir tek benim kulağıma dolmuyor olacak ki Hira ile Emre’nin başları da bana doğru döndü.

Sinirim geçmemesine rağmen gülümsedim. Ardından “Şimdi kalkmamız lazım, yoksa geç kalacağız.” diyerek ikilinin aynı anda ayaklanmasına vesile oldum.

Emre masanın üstündeki poşeti alıp bana doğru uzattıktan sonra sarılmak için kollarını iki yana açtı. Bakışlarımı Emre’ye fark ettirmeden Hira’ya çevirip tepkisini ölçüm. Bunu anlamış gibi gözlerini rahatlıkla kapatıp açtı. Bende Emre’ye doğru bir adım atıp kollarımı iki yana açtım.

Sarılma faslını fazla uzatmadan ondan ayrıldım. Sonra poşeti ondan alıp Emre’ye “Hadi, Allah’a emanet.” diyerek Hira’ya döndüm. “Ben arabadayım. Size iki dakika veriyorum. Üç dakika içinde arabaya gelmezsen, basıp giderim.”

Son söylediğim cümleye hep beraber kıkırdadıktan sonra Hira’nın “Tamam canım, ben gelirim birazdan.” demesiyle ikisine de son kez el sallayıp yanlarından ayrıldım.

Kafeden çıkmadan önce gördüğüm kişilere baş selamı verip öyle çıktım. O salak Can da ne bok yerse yesin.

Pantolonumun cebinden arabamın anahtarını çıkarıp yanına yaklaştığımda kilidini açtım.

Arabaya binmeden önce içimden gelen bir dürtüyle kafeye baktığımda karşımdaki camdan bana bakan Can’ı gördüm. Kızıl kızla kafeden içeriye sıkı fıkı bir halde girmesi gözlerimin önüne gelirken sinirle gözlerimi ondan ayırıp kapımı açtım.

Kendimi şoför koltuğuna atar atmaz hemen kapımı kapattım. Yüzsüz şey. Yanında bir kız varken başka bir kıza bakıyor. Ah! Elimi sertçe direksiyona vurup sinirimi çıkarmayı denedim. Ama olmadı. Gitmedi sinirim. Avcumun acısıyla daha da arttı.

Yüce rabbim, sen kullarının duasını kabul edersin. Lütfen birazdan edeceğim dua çok hızlı kabul olsun. Gözlerimi kapatıp dua etmeye başladım. Allah’ım, gönlüme düşen oğlan eğer kaderimse; kalbine veya aklına başka bir kız düşmesin. O da benim gibi yabancılarla konuşmasın. Bak, ben konuşuyor muyum? Hayır. O da konuşmasın.

Duam, isyana doğru kayarken kendimi toparlayıp aniden gözlerimi açtım. “Allah’ım, ben biraz çenemi tutamadım. Sen, ben eğer çok konuştuysam beni affet yarabbi.” Dua ederken birleştirdiğim ellerimi yüzüme sürüp seslice, iç çeker gibi “Amin.” dedim.

Arabayı çalıştırıp Hira’yı beklerken radyoyu açtım. Birkaç kanal değiştirip istediğim bir şarkı bulamayınca sinirle radyoyu kapattım. Tam o sırada da yolcu koltuğunun kapısı açıldı.

“Selamünaleyküm,” diye koltuğa oturup kapısını kapatan Hira’ya kısa bir bakış attım. “Aleykümselam.”

O emniyet kemerini bağlarken kendi kemerimi takmadığım aklıma geldi. Ama umursamadım. Nasıl olsa çok hızlı sürmüyorum arabayı.

Kemerini takmasını bekleyip hemen arabayı sürmeye başladım. Bir, zamanımız yoktu. İki, sinirim geçmeden daha fazla bu kafenin önünde duramam.

Ben arabayı şirketin otoparkına park edene kadar sesini çıkarmadan oturan Hira, beni şaşırttı. Normalde yol boyunca şarkı sesi dolması lazımdı kulaklarımıza. Başımı çevirip Hira’ya baktığımda hissetmiş gibi o da bana baktı.

“Bir şey söyleyeceğim, ama azıcık tırsıyorum.” diye söze başlaması, kaşlarımı çatmama neden oldu. Cümlesi bitince konuşmaya devam etmemesiyle gözümü kırpıp “Hayırdır, ne oldu?” diye sordum.

Emniyet kemerinde dolaşan eli, kırmızı düğmeye giderek kemeri açtı. Ardından bakışlarını gözümden kaçırarak yüzümde gezdirdi. O konuşmadıkça daha da sinirlendiğim için “Hayde da.” diyerek konuşması için teşvik etmek istedim.

Hira boğazını temizleyip “Arabayı hızlı sürdüğünün farkında olmadığını bildiğim için bu kadar gerildim. Kaç yıldır senin arabana binerim, ilk defa arabayı bu kadar hızlı kullandığına şahit oldum.” diye cümlesini tamamladı.

Demek o yüzden ağzını bıçak açmadı gelene kadar. Bezgin bir nefes verdim seslice. “Bu aralar biraz sinirlerim bozuk. Seni de korkutmuş oldum istemeden, özür dilerim.”

Sözlerime karşılık kaşlarıyla aynı anda ellerini kaldırıp “Hayır. O son sözünü duymamış olayım lütfen.” diyerek bana itiraz etti. “Hem kafan doluyken bile beni düşünüp yemeğe çıkardığın için,” Kısa bir es verip kolundaki altın saate baktı ve sözlerine gülerek devam etti. “Ve beni tam zamanında iş yerine getirdiğini için çok teşekkür ederim, canım.”

Yüzüme bir gülümseme yerleşirken kaşlarımı çattığım için ağrıyan başımı rahatladı. “Rica ederim, balım.” Arabanın anahtarını elime alıp “Hadi gidelim de laf etmesinler.” diyerek kapımı açtım. Hira da benden birkaç saniye sonra kapısını açıp arabadan indi.

Ay ben yemeğimi unuttum. Gerçi iştahım da kalmadı ama beynim aç karnıma çalışmadığı için yanıma almam lazımdı. Geç kalmaması için Hira’ya “Sen beni bekleme geç. Ben poşetimi unuttum.” diye seslenip daha demin kapattığım kapıyı açtım.

Arkaya doğru uzanıp elime poşeti aldım. Ardından kartı tekrar torpidoya koymakla koymamak arasında düşündüm. Saniyeler süren düşünmemin sonucunda yanımda taşımaya karar verdim ve poşetin sapını iyice tutarak arabadan indim.

Kapımı yavaşça kapatıp arabayı kilitledikten sonra şirkete doğru yürümeye başladım. Şimdi odaya geçip karnımı biraz doyurduktan sonra mesaim bitene kadar başımı işimden kaldıramayacağım. Allah kolaylık versin.


Loading...
0%