Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@baharpnar

Kulağıma dolan mırıltı sesiyle gözlerimi araladım. Ardından başımı soluma, sesin geldiği yere doğru çevirdiğimde Beyza’nın bir şeyler mırıldandığını duydum. “Tejem de bije geecek. Ama dayım da geesin. Ama o Jiyan’şız gemeş ki. Jiyan da abişiyle gelir.” (Teyzem de bizle gelecek. Ama dayım da gelsin. Ama o Zilan’sız gelmez ki. Zilan da abisiyle gelir.)

Sözleri biter bitmez içli içli bir of çekti. Sanırım bizi gerçekten çok özlemiş. Onun hali böyleyse köydekileri hiç düşünemiyorum bile. Bir an önce onları görüntülü arayıp gönüllerini almam lazım. Yoksa onların da bir uçağa atlayıp yanımıza gelmeleri an meselesi olur.

Uyandığımı belli etmek adına karnımın üstünde duran elimi, parmak uçlarımızın birleştiği elinin üstüne koyarak “Noldi da derunden çektun of.” dedim. Şive güzeldi. Ama bu söz, anneanneme ait olduğu için onun sesiyle söyledim cümleyi. Buda Beyza’yı güldürdü.

Kıkırtılarının arasında “Ya teje, şeni neneme şölicem.” demeyi de unutmadı tabii.

Onun bu küçük tehdidini duymazdan gelip “Hadi kalk,” dedim enerjik bir sesle. Rize’den yeni geldikleri için dolaylarında kahvaltılık çok bir şey yoktur. “Bana gidelim de size güzel bir kahvaltı hazırlayayım.”

Beyza yatakta doğrulup hemen aşağı atladı. “Anneme habe veyim ben o jaman.” Doğrulurken onu başımla onaylayıp “Koş,” dedim. Bu komutumla beraber koşarak odadan çıktı.

Saat kaç acaba? Umarım ablam uyanmıştır. Saate bakmak için telefonumu ararken salonda olduğu aklıma geldi. Söylenerek ayağa kalkıp yatağı düzelttim. Ardından odadan çıkıp direkt lavaboya girdim.

Kapı tıklatıldığında ellerimi yıkadığım için “Gelebilirsin teyzeciğim,” diye seslendim. Ama açılan kapının ardından Beyza değil, Can çıktı. Onun ne işi var acaba burada, sabah sabah?

Kaşlarım çatılırken gözlerim direkt karnına, dün dikişini patlattığım yere kaydı. Bir ıslaklık veya kan izi yoktu. Şükür.

Musluğu kapatıp elimi duvara asılı olan havluluktaki havluyla kuruladım. Ardından hiç onu görmemişim gibi yanından geçip mutfağa doğru gidecektim ki kolumdan tuttu.

İçimden bir sabır çekerek başımı kolumu tutan eline çevirdim. “Çek elini.” diye çemkirdim. “Eğer yanında durmamı istiyorsan, ismimi seslenebilirsin. Her seferinde böyle dokunmana gerek yok. Ailemden başka erkeklerin bana temas etmesinden hoşlanmıyorum.”

Son sözlerim onu kızdırmış gibi kaşlarını çattı. “Benim,” dedi üstüne basa basa. “Temasımdan hoşlanmıyorsun ama dün kafede resmen çocuğa yapıştın. O nasıl oluyor?” Elini kolumdan çekti. “O kim oluyor?” diye yükseldi.

Ne çocuğu, diye yükselecektim ki hatırladım. Emre’yi diyordu. Onun başka bir kızla bizim durumumuzdan daha tehlikeli bir şekilde sarmaş dolaş olmaları geldi aklıma. Yüzüme gıcık bir sırıtış ekledim. “Sana ne? Seni ilgilendiriyor mu? Hayır.”

Başımı önüme çevirdiğimde “Evet,” dedi. “İlgilendiriyor.”

Bir adım attım ileriye doğru. Sonra omzumun üstünden başımı ona çevirdim. “Neyim olarak? Abimin nişanlısının ağabeyi olarak mı yoksa aylar önce bozduğun arkadaşlığımıza dayanarak mı?” diye sordum. Kalbim kırıldı her cümlemde. Ama susmadım. “Sen, kendin önce bir kendine bak. Sonra gel bana afkur.”

Gözlerimin dolmaması için dualar ederek mutfağa girdim. Ablam çay dolu tepsiyi eline alıp bedenini kapıya doğru çevirmişti ki beni gördü. “Günaydın.” diyerek gülümsedim. Ardından yanıma gelmesini bekledim. Tam kapının önünde durduğumdan dolayı çıkmak için önümde durdu. Kaşlarımı çatıp “Niye gelmiş?” diye sordum. Ablamdan fırça veya terlik yememek için kısık bir sesle sormuştum ama yine de ablam kaşlarını çatıp “Kız, ayıp. Sus, çekil.” diyerek beni susturup kenara geçmemi sağladı.

Aslında hiç de ayıp değil. Gelmesindi. İstemiyorum.

“Abim biliyor mu?” diyecektim ki sorum yarım kaldı. Çünkü abim, koltuğun önüne doğru çektikleri masanın düzenini Zilan’la beraber hallediyordu.

Akşam da buradaydılar, şimdi neden geldiler ki? Aysun! Yani kabalık olsun diye düşünmedim bunu. Ben çok misafirperver bir kızım. Sadece ne olduğunu merak ettim. Tabii öylesine gelme ihtimalleri de vardı ama ben o ihtimali çok minik bir yüzde olduğu için göz ardı ettim.

Sesimi duyar duymaz bana dönen ikiliden Zilan benimle göz göze geldiği an, “Günaydın canım.” demişti. Bende yüzüme zoraki bir gülümseme ekleyip “Günaydın. Hoş geldin.” diye ona karşılık verdim.

Ablam “Haydi çocuklar, masaya geçelim.” diyerek Beyza’nın yanına, yan yana duran sandalyeden boş olanına, oturdu. Abim de koltuğa oturmuştu ki ablam hemen “Orayı Can’a ayırdım, kalk bakayim.” diyerek abimi oradan kaldırdı.

Abim ağzının içinde bir şeyler geveleyip masanın başında duran sandalyeye oturdu.

“Balım, sende abinle koltuğa otur istersen?” diyerek Zilan’ı yönlendiren ablamla gülümsedim. Kadir abim yokken nasıl da yönetimi ele aldı.

Zilan, ablamın söylediği gibi koltuğa oturdu. Ama masaya yetişemedi. Bu nedenle ben “Rahat edemezsin öyle, dur yastık getireyim.” diyerek odaya gidecektim ki Zilan “Yok,” dedi mahcup bir sesle. Bakışları ablama çevrildi. “Ben sandalyede otursam olur mu?”

Ben ablama kaş göz yaparak kabul etmemesi gerektiğini işaret ederken ablam bir kere bile dönüp bana bakmadı. “Olur tabii. Nasıl rahat edeceksen öyle otur, balım.”

Sinirden alt dudağımı ısırırken masada ne olduğuna baktım. Peynir, domates, zeytin, ekmek, bal, reçel, muhlama...

     Bu anı da unutmayacağım.

“Ay!” dedim bir şeyi unutmuşum gibi. Hepsi aynı anda bakışlarını bana çevirirken salondan içeriye birisi, o, girdi. Adım sesinden anladım.

Abim “Ula ne oldi?” diye sorunca ben ufak bir kalp krizi geçirdim, ne bahane uyduracağımı bulamadığım için. Ama sonrasında hemen aklıma gelen şeyle “İş.” dedim. “Benim kodlara bakmam lazım, hemen.”

Can, koltuğa oturdu. Ablam bana uyarıcı bakışlar atarken abim “Acelesi nedu? Kahvaltıdan sonra bakarsın da.” diyerek benimde sofraya oturmamı işaret etti.

Ula olmaması gereken yerlerde kotkafali oluyor. Şimdi olmuyor.

Saatin kaç olduğunu bilmediğim için bir şey de diyemiyorum ki.

“Bahane sunmana gerek yok. Beni görmek istemediğin için gitmek istiyorsun.” Gözlerimin içine bakarak bunları söylemesi, yutkunmamı sağladı. “Sen otur, ben giderim.” diyerek ayaklanmıştı ki abim onun kolundan tutup “Ne dersunuz sabah sabah ya. İkiniz de oturun. Hep beraber kahvaltı yapılacak. Sonra gitmek isteyen gider.” dedi. Bu sözlerini derken öyle kötü bakıyordu ki bana, karşı çıksaydım kavga edeceğimizi bildiğimden gidip koltuğun boşta kalan kısmına oturdum.

Ablan ortamdaki gerginliği almak için “Hayde,” dedi son harfi uzatarak. “Uzatın bakalım tabaklarınızı. Muhlama sıcakken yenir da.” Ablam hafif kıkırdayarak Can’ın tabağına uzanırken Beyza da annesine eşlik edip kıkırdadı.

Sırayla bütün tabaklar muhlamayla doldu. Tavanın içinde sadece dibi kaldığında tavaya ters bir bakış attım. Eğer moralim bozuk olmasaydı hemen tavanın dibini sıyırmak için atlardım. Ablam da düğününde kar yağar, deyip tavayı önüne alır ve dibini sıyırıp bana verirdi.

Sıkıntıyla iç çekip bakışlarımı çayıma çevirdim. Bardağın üstünden tuttuğumda elim yandı. Bu yüzden elimi bardaktan çekip refleksle yanma hissettiğim parmaklarıma üfledim.

“Uzat tabağını, paçi (kız).”

Ablamın sesini duymamla başımı ona çevirdim. “Abin gözünü dikiyor bak. Hayde, çabuk ol.” diyerek elindeki tavayı hafif eğik tutup içini kazıdığını gösterdi.

Omuz silktim. Onu yemeyi ne kadar istesem de. Ablamın kaşları çatıldı. Gözlerini belerterek önümdeki tabağa uzandı. Tabağımı önüne alıp içine kazıdığı dibi döktü. Ablamın bu hareketine karşı bakışlarımı abime çevirip “Tabak değiştirelim mi?” diye sordum.

Abimin de kaşları çatıldı. Yüzümü iyi olup olmadığımı incelemek adına gözleriyle taradı. Ardından emin olamamış gibi elini alnıma uzatıp ateşini kontrol etti.

Bağırmamak için gözlerimi kapatıp dilimi dişlerimin arasına sokarak dilime baskı uyguladım.

Abimin hala alnımda olan elini itip gözlerimi açtım. Ablamın önüme koyduğu tabağı da abimin önündeki tabakla değiştirip “Afiyet olsun.” dedim ve başımı tabağıma eğerek muhlamayı yanımda duran ekmekle birlikte yemeye başladım.

Bugün de sofrada kimse konuşmadı. Çay doldurmak için bazen abim bazen ben bazen de Zilan kalktık masada. Bunun haricinde hiçbir hareketlilik olmadı. Olmasın da zaten.

Masa toplanırken ablamın beni bir köşeye çekip sıkıştırmasına imkan tanımamak için hep Zilan’ın yanında yürüdüm. Ablamın bakışları, beni yanına çağırmak için döndüğünde Zilanla konuşuyormuş gibi yaparak kurtuldum.

Masayı abimle beraber geri yerine taşıdıktan sonra salona geçmeden önce “Abi, beni şu uşakla muhatap etme da gözünü seveyim.” diye ona dert yandım.

Bu sözlerime, beni onaylayacak şekilde başını salladı sadece. Ardından “Akşam konuşuruz, fare avcısı pa.” deyip saçlarımı karıştırdı.

Hemen saçımdaki elini tutup “Ya abi,” diye söylendim. “Saçımı bozma. Zaten bozuk. Daha da karıştırma.”

Hızlı adımlarla Beyza’nın odasına diye niyet edip yürümeye başlamıştım ki mutfaktan çıkmamla ablamla çarpışmam bir oldu.

Abimin mutfaktan çıkmasına müsaade edip benim de kaçmamam için kollarımdan tuttu. “Hayırdır, ne bu haller Aysun Hanım?”

Sözlerindeki imayı seçebildim. Ama şuan konuşmak istemiyorum. Bu nedenle “Abla, şimdi değil da. Şimdi değil.” diyerek ablamın koluna dokundum. Zaten kafam allak bullak. Ne hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Bir de sizinle konuşup daha da kafamı karıştıramam.

Kolumdaki baskı hafifleyip kaybolunca “Hadi ben evime gideyim. Senelerdir üstüme yapışan şirketten ayrılmam için son bir projem var. Onu da bugün bitireyim, hallolsun.” diyerek salona geçtim.

Salonun kapısına yaslanıp “Millet, hoşça kalın.” diyerek gittiğimi haber verdim. Aslında salona girip Zilan’a sarılarak veda etmek istiyordum ama gıcık abisi de orada olduğu için girmedim.

Zilan da bana “Görüşürüz,” dedikten sonra arkamı dönüp Beyza’nın odasına girdim. Yatağının üstüne koyduğu boyama kitabının bir sayfasını açmış, kalemliğinden çıkardığı pembe boyayla bir kısmı dikkatini vererek boyuyordu. Onu rahatsız etmek istemediğim için, dikkati bir kere dağıldığında hızlıca dikkatini toparlayamadığı için, geldiğim gibi sessizce evin kapısına doğru yürüdüm.

Abim kapıyı açınca şaşkınlıkla ona baktım. Benim için mi açmıştı yoksa bir yere mi gidecek? İkinci seçenek, evde Zilan varken pek mümkün olmayacağı için birinci seçenektir doğru olan.

Göz kırpıp “Hayırdır?” diye fısıldadım. Kaşlarını kaldırıp sessiz olmam için işaret etti. “Ben akşam sende kalmak zorunda kaldım. Anahtarın bende yani.” Gözlerim söylediğinde büyürken “Ne?” deyip nedenini soracaktım ki başımı göğsüne yaslayıp bana sarılmasıyla ağzımı açamadım.

Kulağıma “Akşam konuşuruz ballisi. Şimdi çok soru sorma da çaktırmadan cebimden anahtarı al.” diye fısıldadı.

Herhalde dışarıya doğru olan cebine koymuştur anahtarı.

Abimin cebinden anahtarı alır almaz ondan ayrıldım. İşaret parmağımı ona doğrultup “Akşam kaçışın yok abi.” dedim tehdit edercesine. O da bana karşılık “Seninde akşam kaçışın yok, ay parçası.” deyip yanağımdan makas aldı.

Yüzüme zoraki bir gülümseme ekleyip “Oldu o zaman, kolay gelsin. Ben çok tutmayayım sizi.” dedim ve terliğimi giyer giymez merdivenlere koştum.

Ah abi, ah! Canlar akşam gitmedi de sende mi kaldılar? Evde Zilan varken diye mi sende bende kaldın? Yoksa ben mi kafamda kuruyorum? Ama abimin benden habersiz bende kalması ve sabahında onları ablamın evinde kahvaltıda görmem bence bir tesadüf olamaz.

Kilidi açıp eve girdikten sonra hemen terliklerimi içeri aldım. Evde olduğum belli olmasın. Gerçi belli olsa da bir şey olmaz ama yine de olmasın. Kapı çalarsa da açmayacağım. Merak etsinler. Merak etsinler mi yoksa merak etsin mi?

Hiç kimse merak falan etmesin. Tamam. İstemiyorum. Zaten onun merak ettiği bissürü kız vardır. Bir de ben eklenmeyeyim onların arasına.

Karnım tam olmasa da doyduğu için direkt bilgisayarımı ve çalışma eşyalarımı alarak odama geçtim.

Hemen dün bıraktığım gibi düzgün olan yatağıma kurulup bilgisayarımı açtım. Onun açılmasını beklerken yatağın yanındaki çekmeceden gözlüğümü aldım. Günümün kalan kısmını gözümün acısıyla geçirmem olmaz, değil mi?

Bilgisayar açılınca hemen şarjına baktım. Yüzde doksan. Gayet de yeter bana. Haydi bismillah, kolay gelir inşallah.

Flaş belleği bilgisayardan ayırmadan önce sevinçle “Aktarıldı!” diye bağırdım. Ardından flaşı çıkarıp ucunu kapattım. İşte şimdi tam olarak o şirketteki görevim bitti. Artık pazartesi bilgisayarı onlara iade eder, bir bahane üretmelerine fırsat vermemek için flaşı da önlerine koyar ve bunca yıl nama ait olan odada eşyam kalmış mı diye son kez teyit edip artık bir daha gelmemek üzere şirketten çıkarım.

Ayy. Çok havalı olacak ya.

Bilgisayarı kapatmak için şarjı dolmuş mu diye baktığımda %100 dolu olduğunu gördüm. Tabii yanındaki 15.39 yazan saati de görmüş oldum.

Yanımda sırtüstü duran telefonumu elime alıp kilidini açtım. Panelde biriken bildirimler umurumda olmazken sanki telefonu elime aldığımı hissetmiş gibi beni görüntülü arayan anneannem bir anda panik yapmama neden oldu.

Hemen aramayı yanıtlayan telefonu dizime koydum. “Oy Gülbeyaz Sultan, sen nereleresun? Hiç arayup sormayisun. Yoksa beni özlemiyi misun?”

Saçlarımı açıp tekrar toplarken biraz zaman kazanmak için bana sarmasına müsaade etmeden onun görevini ben üstlendim.

“Kız, zilli. Bak bakayım bağa.” diyen anneannemin sözü bitmeden telefonu elime alıp kadraja kendimi aldım. “He, baktum sağa. Ne oldi?”

Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gördüm. Ama hemen ifadesini toplayıp telefonu kendine daha da yaklaştırdı. Ardından hemen kaşlarını çattı. “Gözüne gözlük var ama koruyamayi gözuni. Kizarmış cene cözlerunun içi.”

Ona ayak uydurarak bende telefonu kendime yaklaştırdım. Ardından kaşlarımı çattım. “Vu,” diye bağırmamla anneannemin benden daha sesli “Vu!” diye bağırıp geriye sıçraması bir oldu.

Tepkisi komiğime gittiği için kendimi tutamadan bir kahkaha patlattım. Ama Gülbeyaz Sultan’ın bakışlarını görünce hemen kendimi topladım. “Allah heyiruni versun. Bende bir şey oldi sandum.”

Yüzümdeki ifadeyi sabit tutmaya çalışarak “Daha ne olcaydi ya nenem? Gözümun beyazlari olmuş kırmızi.” dedim.

Balık oltaya takılmadan aldı yemi, gitti ailesinin yanına. “Bağa bak. Sen beni mi kafaliysun?”

Dudaklarımı büzüp omuzlarımı masum bir şekilde havaya kaldırdım. Ama anneannemin keyifsiz bakışlarıyla hemen kendimi toparlayıp konuşmasını bekledim. O da benim toparlanmamla söze başladı. “Ha bu bizum Doganlar var ya,” Onay almak ister gibi bana baktığında başımla onu onayladım. “He nenem, var.” O da bana başını sallayarak “He,” dedi. “Emir tutturmuş, ille seni istiyi.”

Bir anlık ağzımdan sinirle sessiz bir küfür çıktı. Ama dilimi ısırıp anneannemin konuşmasına devam etmesini bekledim. Bakışları, bunun daha hiçbir şey olduğunu söylerken ben kendime telkinler vermeye başladım.

Anneannen var karşında Aysun. O yok. Sakin ol, ağzını açma. O olsaydı yumar gözünü, sayıp dökerdin. Ama o yok. Anneanne var. Gülbeyaz Sultan var.

“Anasına hep ‘Okulu da bitti, hevestur diye çalışmasina da bir şey demedum ama bu kada yeter. Ben daha fazla hasretluk çekemem. Ya İstanbul’a cidu istiycoğum oni ya da çay içun gelduğunde.’ diyimiş. Bok yiyen uşak.”

Sağ gözümün altındaki damar sinirden atarken dişlerimi altdudağıma geçirdim. Kendime verdiğim telkinler yetmedi. “Nenem, sen şimdi kapat. Hayde.” dedim onun karşısında kötü bir şey yapmamak için. Ama o her zamanki gibi “Yok, kapatma.” deyip diretti.

Dişlerimi dudağımdan çekip sesli bir nefes aldım. “Niye? Cevap mi bekliysun? Cevabi biliysun da.” Sonlara doğru yükselen sesim için pişman oldum. Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. “De ki o uşağa: Benum kizum sağa sevdalı değil. Kalbine başkasi var.”

Anneannemin eli ağzına kapanırken gözleri şaşkınlıkla açıldı. Yanlış anlamaması için “Kalbime yokdu biri. Ama o var bilsun. Beni artık sevmesun.” diye kısa bir açıklama yaptım. “Bezdum da ondan. Kaç yıldur ayni. Bir birakmadi yakami hesetten bok yiyen uşak ya.”

Çalan zil sesiyle bakışlarım odanın kapısını buldu. Ben tekrar başımı telefona çevirirken anneannem “Kim geldi bakayim?” diye sordu.

Kapıyı açmak için ayağa kalkarken “Bana daha o özellik gelmedi.” dedim. Anneannem neyden bahsettiğimi bilmediği için kaşlarını çattı. “Ne dersun?”

Duygularım birbiri ardına geldiği için kıkırdadım. “Hani kalku da bakmam lazım ya kapıya. Oturduğum yerden kimin geldiğini göremem. O özellik bana gelmedi daha.”

“Neyse sultanım, yarın konuşuruz. Ben şimdi kapıya bakayım. Hadi öptüm.” diye kelimeleri hızlı hızlı sıralayıp aramayı sonlandırdım. Daha hal hatır soramamıştım ama ne yapayım? Olaylar öyle gelişti.

Kapının gözünden bakmaktansa direkt kapıyı açıp gelen kişiye baktım. Bu sefer karşımda gördüğüm kişi, abimdi. Şükür.

Ellerini suçlu gibi önünde birleştirip bana yavru kedi bakışları atan abime göz devirdim. Sonunda onu karşımda görebildim ama maalesef yanlış zamanda. “Abi, şimdi konuşmayalım. Canım sıkkın. Salona geçiyorum. İstiyorsan gel. İstemiyorsan da evi bekle. Akşama gelirim.”

Anında ifadesini değiştirip ellerini yumruk şekline getirdi. “Kim sıktı ula senin canını?”

Başımı iki yana sallayıp ona arkamı dönerek odama doğru yürümeye başladım. Birkaç adım attıktan sonra arkamdan sertçe kapanan kapı ve hemen sonrasında gelen söylenme sesleri, abimin de içeriye girdiğini gösteriyor.

Odamdan içeriye girip kapıya yaslanarak abimi bekledim. Söylenerek buraya geldiği için seslensem de duymayacak. Bu nedenle “Hop, sen salonda bekle. Ben üstümü başımı değiştirecoğum.” demek için tam karşımda dikilmesine beklemek zorunda kaldım.

Çatık olan kaşları, mümkünmüş gibi daha da çatıldı. “Söylemek için buraya gelmemi mi bekledun yani? Bravo!”

Sinirli olup ona çalması gereken ben, ama benim canımın sıkılmasına üzülüp benden daha çok sinirlenen o. Bu nasıl denklem? Koçal denklemi. Herkes çözemez.

Kapıyı abimin yüzüne kapattıktan sonra hemen dolabımın karşısına geçip kapağını açtım. Dolabın altındaki köşede bekleyen şortlardan bol, dizimin bir karış üstünde biten gri şortu ve sıfır kollu beyaz bir t-shirt alıp dolabın kapağını kapattım. Ardından daha rahat hissetmem için çekmeceden sporcu sutyeni alıp hiç vakit kaybetmeden üstümü değiştirmeye başladım.

Üzerimi giyindikten hemen sonra içini doldurduğum küçük siyah sırt çantamı sırtıma takıp telefonumu cebime attım.

Artık evden çıkmak için yapmam gereken iki şey kaldı. Birincisi abime seslenmek. İkincisi de evin anahtarını almak. Bütün sorunlar; odadan çıkar çıkmaz evin kapısına yaslanmış, elinde çevirdiği anahtarlığımla beni bekleyen abimi görmemle çözüldü.

Odadan dışarıya bir adım atmamla bakışları bana dönen abim de hiç vakit kaybetmek istemiyor olacak ki hemen kapıya yaslanmayı bırakıp bana saniyelik olarak sırtını döndü ve kapıyı açtı. Ardından eliyle dışarıyı göstererek “Buyurun hanımefendi.” dedi ve benim kapıdan geçmemi bekledi.

Neyse ki crocslarımı dışarıya koymuş. Yoksa bir daha onları almakla uğraşacaktım.

“Erkeklerden nefret ediyorum. Ama bir tek seni seviyrum uşak.” Anında gözlerinde bir parıltı belirdi. Kollarımı ona sararken aklıma gelen diğer abimle ek bir cümle ekledim. “Tabii Kadir abimi de seviyorum.” E ama sadece abilerimi değil ki. “Emre’yi de.” diye ekledim.

Başımı kaldırıp abimin yüzüne baktığımda kaşlarını çattığını gördüm. Başımı göğsüne yaslayıp “Ama en çok seni. Çünkü sen beni anlıyorsun. Hem değer verdiğini söylüyor hem de gösteriyorsun. En çok da bu yüzden sen.” dedim.

Güzel güzel sırtımı sıvazlayıp ardından kulağıma eğilip “Ha bir de ağla.” diye fısıldayan abimi duymamla hemen kollarımı ondan çekip crocslarımı giydim ve onu beklemeden merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenleri ikişer üçer atlayarak inerken arkamdan seslendiğini duydum ama ona dönmeden yoluma devam ettim.

Yok. Ben vazgeçtim ya. Ondan da şuan nefret ediyorum. Ne kadar duygusallığımı dağıtmaya çalışsa da beni kendi halime bırakmaması bence bunun için yeterli bir sebep.

Apartman kapısını açtığımda merdivenlerden hayvan gibi inen abimin adım seslerini duydum. On saniye sonra da önümden geçip demir kapıya doğru yürümeye başladı. Bende kapının önünden çekilip abimin peşinden yürümeye başladım.

Ben arabanın yanına gelene kadar abim şoför koltuğuna oturup kurulduğu için hızla yolcu koltuğuna oturup emniyet kemerimi taktım.

Yol boyunca ikimizden de tek bir kelime çıkmadı.

Aynı anda spor salonundan içeriye girdiğimizde “Ben tek başıma antrenman yaparım. Senin birazdan öğrencilerin gelir, sen onlarla ilgilen.” diyerek abimi arkamda bırakacak şekilde hızlı adımlarla merdivenlere doğru yürüdüm.

Abim peşimden geleceği sırada birisinin ona seslenmesiyle fırsat bu fırsat, diyerek bütün hızımla basamakları üçer atlayıp merdivenleri çıktım. Üçüncü kata geldiğimde durdum. Buraya öğrenciler veya sporcular uğramadığı için kum torbasıyla tek başıma rahat rahat antrenman yapabileceğim.

Odadan içeriye girip içerideki ekipmanlara kısaca göz gezdirdim. Çoğunu kullanmayacağım zaten. Belki birkaç barfiks çeker, ağırlık kaldırırım. Ama işim en çok kum torbasıyla olacak. Ya da Can görünümlü kum torbasına...

Odanın içinde on tur koşup ısınma hareketlerini yaptım. Keşke aşağıda çalan şarkının sesi buraya da gelseydi. Ne güzel olurdu.

Isınmam bitince gard alıp boşa yumruk savunmaya başladım. Ardından gardımı bozmadan hedefime kum torbasını alıp yumruklarımı kum torbasına atmaya başladım.

Alnımda biriken terleri elimin tersiyle silip elimdeki terin gitmesi için elimi silkeledim.

Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum ama adımlarımı durdurup alnım ve yanaklarıma yapışan saçlarımı geriye doğru atarken odanın kapısı açıldı. Abimin geldiğini bildiğim için hiç istifimi bozmadım.

Başımın tepesinde at kuyruğu topladığım saçlarım antrenman esnasında enseme düştüğü için saçımdan tokayı çıkarıp öne doğru eğildim. Yere doğru salınan saçlarımı tekrar at kuyruğu yaparken “Sahile gidelim.” diyerek doğruldum.

Lastik tokamı son kez çevirip sıkıca tuttuğum saçlarımı topladım. Ardından ellerini arkasında birleştirmiş beni izleyen abime çevirdim bakışlarımı.

Sırt çantamı attığım yerden alıp üzerinde terin t’si olmayan abime uzattım. Uzattığım çantayı alıp omzuna asarken “Önce bir duş al, sonra ineriz sahile.” dedi.

Oflayarak “Bir daha eve gidemem.” diye karşı çıktım. Ama abim de benim gibi bana karşı çıktı. “Eve gidip yıkan, diyen kim?” Burada yıkan, diyecekti. Tam ağzımı açıp itiraz edecektim ki elini havaya kaldırarak beni susturdu. “Çantana yedek kıyafet koyduğunu biliyorum. Ki koymasan da benim odadaki dolapta bir çift kıyafetin var. Onları giyersin.”

Canıma minnet. Onu başımla onaylayıp “Tamam.” dedim. “Ben yanıma şort, crop aldım. Sen bana senin dolaptan bir takım getir, sana zahmet. Akşam akşam üşüyüp hasta olmayayım şimdi.”

Abim beni başıyla onaylayıp odanın kapısını açtı. Ardından eliyle dışarıyı işaret ederek “Önden buyurun, küçük hanım.” dedi.

Birlikte bir kat aşağı indiğimizde çantamı elinden alıp “Bekliyorum,” diyerek kızların soyunma odasının önüne geçtim.

Beş, altı dakika sonra merdivenlerden ikişer üçer çıkan abimi elinde havluyla gördüm. Merdiven basamaklarını bitirince hızlı adımlarla yanıma gelip havluyu elime tutuşturdu. “Havlunun içinde şampuan, lif bezin ve eşofman takımı var. Dikkat et ha, havluyu açarken.”

Parmak ucumda yükselip abimin yanağına ufak bir öpücük kondurdum. Geri çekilirken “Eyvallah abim.” diyerek hızlıca soyunma odasına girdim ve kapıyı yavaşça ardımdan çekip kapattım.

Soyunma odasında kimsenin olmaması içimi rahatlatırken elimdeki havluyu ahşap oturağın üstüne bıraktım. Şuan kimsenin olmaması, ben duştan çıkana kadar da olmayacağı anlamına gelmediği için havlunun içindeki eşofman takımını da çantamın içine tıktım ve havlunun içindekilere dikkat ederek havluyu elime alarak kabinlerden birine girdim.

Çantamı askılığa, havluyu da -havlunun içindekileri elime alıp- kapıya astım. Ardından suyu açtım. Buz gibi soğuk su zaten ıslak olan kıyafetlerimi ıslatırken başımı geriye doğru atıp elimle yüzümü kapattım.

Mayıs ayındaki çaya gideceğim. Yani birkaç gün sonra Rize’de olacağım. O da orada olursa... Artık yoruldum. Onun sevgisi değil beni yoran, vazgeçmeyişi. Neredeyse birlikte büyüdük ve ben onu hiçbir zaman abimden öte görmedim. Göremedim yani. Olmadı. Hiç denedin mi ki olmadı, Aysun? Lisede başladın aşkı hissetmeye. Onda da gönlünü Can’a verdin. Yıllardır onda kaldı gönlün. Evlenecek yaşa geldin. Ondan bir adım beklerken dün bir balyoz yedin. O beni hiç görmedi. Yıllarca bissürü kızla konuştu, flörtleşti, belki de daha fazlası...

Suyu aniden kapatıp düşüncelerime bir ‘Dur!’ dedim. Yeter. Yetmez. Yetecek.

Fayansın üzerine bıraktığım kıyafetlerimin suyunu sıkmadan önce bedenimi havluya sarıp kendimi oradan çıkmadan önce kuruttum.

Yerde duran sular giderden aşağı giderken hemen eğilip kıyafetlerimin suyunu sıktım. Fayansın üzerindeki suların tamamen kaybolmasını bekledikten sonra havluyu fayansın üstüne atıp ayaklarımı kuruladım ve hızlıca üstümü değiştirdim.

Çantama ne olur ne olmaz diye koyduğum poşetin içine az önce suyunu sıktığım kıyafetlerimi koydum. Havluyu da koyacaktım ama sığmadığı için havluyu elime aldım.

Üzerimdeki yünlü, gri eşofman takımı çok yumuşak olduğu için mayışmamı sağladı. Ama kendime gelmem lazım. Çünkü birazdan abimle sahile inip dertleşeceğim.

Saçlarım ıslak, dışarısı soğuk estiği için sweatshirtün şapkasını başıma geçirdim.

Çantamı sırtıma takıp kabinden çıktım. Kimse gelmemiş. Odadan çıktım. Abim koridorda yoktu. Aşağı indim. Etrafa bakındım ama yine abimi göremedim. En sonunda çıkışa doğru yürüdüğümde birisi bana seslendi “Aysun,” diye. Ama ben o birisiyle konuşmak istemediğim için duymamış gibi yapıp adımlarımı atmaya devam ettim.

Can’ın ismimi tekrar söylemesiyle arkama dönüp “Ne var?” diye sordum asi bir sesle. “Aysun, Aysun. Adımı mı ezberlicesun? Yeter da.”

Arkamı dönmemle Can’ın boğazıyla göz göze gelmiştim. Çünkü dibimde duruyordu. Ama bir adım geri atarak aramıza mesafe koydum ve sözlerimi bitirdim.

Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Gözlerinde beliren ışıltı, kalbimi tekletti. Ama bunu ona yansıtmamak için kaşlarımı çatıp yüzüme sinirli bir ifade yerleştirdim.

“Senin ismin zaten ezberimde, Aysun. Ezberleri unutmamak için ara ara tekrar etmek gerekir ama ben sık sık ismini söylediğim için...” Derin bir nefes aldı. Ben ise nefes almayı unuttum.

Göğüs kafesime baskı yapan kalbim, tekrar nefes almamı sağlarken Can boğazını temizleyerek tekrar konuşmaya başladı. “Sen onu bunu boşver. Dün sorduğum sorunun cevabını verecek misin, onu söyle.”

Gözlerimi devirdim. “Neden soruyorsun?” diye sordum bezmiş bir sesle. Aldığım cevap ise göğsüme oturdu, yutkunmamı sağladı. “Abin yokken ben varım.” Bana açık açık ben senin abinim, dedi yani.

“Rize’den, daha bebekken tanıştığım ve yıllardır konuştuğum bir arkadaşım. Merak etme, abim görseydi sorun olmazdı. Akşam olanlar yüzünden abime söyleyemedim ama bu akşam söyleyeceğim. İstersen gel, birlikte söyleyelim.”

Sesim öyle soğuk çıktı ki bu soğukluk, kalbimde çıkan yangına değip kalbimi cıs ettirdi.

Bende ona sormak istedim. Peki senin yanındaki kız kimdi, diye. Ama soramadım. Sustum. Çünkü ben onun neyinim ki? Arkadaşının kardeşi, kız kardeşinin görümcesi, lisede tanışıp bugüne kadar uğraştığı kız... Resmen her türlü sıfatım var onun için. Ama bir tek benim hislerime yaklaşacak bir sıfat yok.

Rahatlayan yüzüne eklediği gülümsemeyle “Gerek yok.” dedi. Sanki cevabımdan sonra her şey düzelmiş gibi. “İyi akşamlar, Aysuncuğum. Abin dışarda herhalde. Benim acelem var, sen selam söylersin. ”

Hiçbir şey demeden boş gözlerle ona bakmama aldırmadan sağ yanağımdan başımı çevirmeme rağmen makas aldı.

Bir şey demememi bir kabul olarak saymış olacak ki bana arkasını dönüp gitti. Nereye gittiğini söylemese de tabii ki tahmin edebiliyorum. Sıktığı parfüm, giydiği şık takım... Tabii ki kızların olduğu bir ortama ya da bir kızla buluşmaya gidecek.

Arkasından öylece bakmak yerine başımı hayal kırıklığıyla iki yana salladım. Ardından söyleyemediğim onlarca sözün boğazıma bir yumru misali dizilmesiyle yutkundum.

Salonun girişinde görevli olan Orhun abinin “Aysun!” diye seslenmesiyle olduğum yerde irkilip sesini duyduğum yöne doğru çevirdim bedenimi.

Bana neden seslendiğini anladığım için dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsedim. Ama o, hızlıca yanıma gelip telaşla “Neyin var abiciğim?” diye sordu.

Son kelimesi aklıma Can’ı getirdiği için sinir bozukluğuyla gülmeye başladım. Gözlerimin dolduğunu hissederken altdudağımı dişlerimin arasına alıp gülmemi durdurdum.

Orhun abi bir sıkıntı olduğunu anlayıp tamamen saf bir ağabey içgüdüsüyle “Kim üzdü seni? Sen söyle bir bana, bende onu üzeyim.” dedi.

Yüzüme zoraki bir gülümseme ekleyip gözyaşlarımı geri gönderdim. “Sağ ol Orhun abi, eksik olma. Ama üzülecek kişi hıyar ya da marul değil. Sadece,” Yutkundum. “Onu biraz fazla yanlış anladım. Yanlışın doğrusunu öğrenince,” Omuz silkip cümleme sonlandırdım. “Üzüldüm işte.”

Çatılan kaşları gevşerken gözlerine merhamet kırıntıları yerleşti. Kollarını iki yana açıp sarılmak için ilk adımı benden bekledi, her zamanki gibi.

Yüzümde, deminkinin aksine gerçek bir gülümseme belirdi. Kollarımı açıp ona doğru bir adım atmamla kollarını bir abi edasıyla belime doladı.

Geri gönderdiğim yaşlar gözlerimi tekrar buğulandırdığında kollarımı gevşetip ondan ayrıldım. Gözlerimi yüzüne değdirmeden benim için anlamı çok büyük olduğunu belirtecek şekilde küçük bir teşekkür mırıldandım.

Orhun abinin yüzüne bakmadığım için ne tepki verdiğini göremedim. Ama az buçuk tahmin ettiğim için burnumu sessizce çekmeye çalışarak çıkışa doğru yürüdüm.

Salondan çıkınca abimin arabasının kapının tam önünde olduğunu gördüm. Açmış olduğu camdan beni görünce önüne dönüp arabayı çalıştırdı. Bende hızlı adımlarla yürüyüp yolcu koltuğuna oturdum.

Abim yavaş yavaş gaza basarken bende elimdeki poşeti, havluyu ve çantayı arka koltuğa koydum.

Arabada geçen sessiz yolculuk, kayalıklara oturana kadar devam etti. Bu sessizliğin bozulmasını istemediğim için başımı abimin göğsüne yaslayıp gözlerimi kapattım. Eli hemen saçlarımı bulunca okşamaya başladı.

Önümüzden gemiler, tekneler, yelkenliler geçti. Biz suskunluğumuzu koruduk.

“Abi,” diye söze başladım. “Dün...” Boğazımı temizledim. “Doganların Emresini gördüm.”

Abimin tepkisini görmek için başımı kaldırıp ona baktığımda kaşlarını çattığını gördüm. Omzumdaki kolu gevşerken kendini biraz geriye çekip “Onun ne işi var buralara?” diye sordu şiveyle.

Omuz silkip abime cevap verdim. “Çalışmaya gelmiş.” Abimin bir şey demesine izin vermeden devam ettim. “Evdekilerin dırdırını çekmektense her gün, onlardan uzağa kaçmış işte çocuk.”

Çatılan kaşları bir anlığına gevşedi ama hemen geri çatıldı. Ağzını açtı, kapattı. Bir şey söylemek istiyor ama çekiniyordu. Sanırım Emir ile ilgili bir şey diyecek ama diyemiyor.

Ondan önce davranıp “Emir’in işi değilmiş, merak etme.” dedim.

Abim kolunu hepten benden ayırıp kaşlarını daha da çattı. “Ula sen nerden biliysun?”

Gözlerimi devirip bıkkınca sesli bir nefes verdim denize doğru. Ardından başımı abime çevirip abime cevap verdim. “Emre’yi gördüm dedim ya abi. Bende şüphelendim, gidip konuştum. İçimi rahatlattım.”

Kaşları havalanırken sağ kaşını kaldırdı. “Yalan söylemediği ne malum?”

“Ay!” diye bağırıp seslice üfledim. “Emre bana yalan söylemez. Doganlardan sadece Emreyle konuşurum ve onun dediklerine inanırım.” Bir de Emir’in yıllandıkça bitmeyen sevgisine...

Üstüme gelmek yerine “Tamam da Ay parçam, özür dilerim. Sen anlat, ben bu akşam dinleyiciyim.” deyip kolunu omzuma attı. Ardından -beni konuşmaya teşvik etmek için sanırım- başıma küçük bir öpücük bıraktı.

Başımı kaldırıp abimin yüzüne baktım. “Ama anlatacaklarım bitti.”

Abim beni taklit ederek “Ama içindeki dertler bitmedi.” dedi. Ardından alnını alnıma yaslayıp başını hafifçe iki yana salladı. “Hadi, dökül.”

Direkt aklıma Can geldiği için asıl mevzuyu anlatmayı unuttum. Anlatmam gereken şey aklıma gelince başımı abimin omzuma bıraktım.

Yaşım 24. Üniversite diplomam, bankada yüklü miktarda param, bir arabam bir de İstanbul’daki aile apartmanımızda bir dairem var.

Yirmili yaşlarımda hayatımı biriyle birleştirmek istediğim için de hayatıma birini almam lazım. Bu yaşıma kadar kalbim dolu olduğu için hiç kimseye göz ucuyla bile bakmadım. Ama artık bakmamın zamanı geldi sanırım. Çünkü kalbimdeki adam, beni kardeşiyle bir tutuyor ve bu yıllarca böyle sürdü. Bugünden sonra ondaki yerim değişmez. Ama onun bendeki yeri değişecek. Değişmeli.

Kimsenin duygularıyla oynamak değil amacım. İlk olarak arkadaş olarak konuşurum. Sonra kafa yapımız uyarsa belki ilerisi olur.

Kalbimde birtakım değişiklikler yapmam lazım. Bu değişikliklere birkaç arkadaş ekleyecek, birinin de yerini değiştireceğim.

Hazır böyle bir karar vermişken beni yıllardır seven Emir’e bir şans vereceğim. Ama bu, onu anlamayacak. Ben, onun beni mi yoksa inatlaşıp benim sinir olmamı mı sevdiğini ölçerken; o, onunla iki medeni insan gibi konuşup sadece arkadaş olduğumu düşünecek. Belki hayallerine giden merdivende bir veya birkaç basamak atladığını düşünecek...

“Mayıs’taki çaya Rize’ye gideceğim ya.” diye cümleye başladım. Abimin bir delilik yapmaması için ellerini ona fark ettirmeden sıkıca tutup devam ettim. “Emir beni istemeye gelecekmiş.”

Tam tahmin ettiğim gibi abim sinirlenip ayağa kalkacaktı ki elini sıkıca tutup ağırlığımı ona verdim. O da “Sikerim onun istemesini ha.” diye yükseldi.

Abim sayıp sövmeye devam ederken en sonunda dayanamayıp “Bir dur da ya.” diye söylendim. “Ben oraya gideceğim. Emirle konuşacağım.” Son cümlemde abime kal gelmiş gibi bir süre öylece kaldı. Umursamadan devam ettim. “Diyeceğim, böyle böyle. Adam akıllı konuşacağım. Bir daha istemedir, odur budur demeyecek.”

Ellerim boşluğa düştü. Abim endişeyle elini alnıma koydu. Ardından “Ay parçam, iyi misin?” diye sordu. Eliyle bakınca tam emin olamamış gibi dudaklarını bastırdı alnıma. “Allah Allah, ateşin de yok.”

Yüzünde garip bir ifade olan abimi göğsünden ittirip “Ateşim yok, hasta da değilim.” diye tersledim. “O da benim bebeklik arkadaşım. Rizedeyken hep birlikteydik. Abim, ablam, Eren abi, sen, ben, Emir, Emre. Dağbaşı’nda hep beraber gezerdik. Sadece Dağbaşı mı? Bütün Rize’yi gezerdik. Laflara laf atıp kaçar, rastgele çaylıklara gidip insanlara yardım ederdik.”

Bakışlarımı yumuşatıp abimin tam gözlerinin içine bakmaya başladım. Gözlerine bir sis bulutu yansıdı. Sanırım onun aklı da eski günlerimize gitti.

Elimi abimin yanağına yaslayıp başımı hafifçe sağa, denize doğru eğdim. “Seninde için rahat olsun, tamam mı?”

Abim başını sallayarak beni onayladı. Ardından dolan gözlerini benden gizlemek için başını yol tarafına doğru çevirip başımı göğsüne yasladı.

Sarılmamız demin bana şifa olurken şimdi de ona şifa oluyor. Bunu bildiğim için bu sarılmayı onun bozmasını bekledim.

Akan burnumu çekene kadar bana sıkıca dolanan abimin kolları benden ayrıldı. “Aha, ıslak saçla gelip oturduk bu esintide. Hasta oldun. Hadi kalk, gidiyoruz.”

Ayağa kalkıp elimden tuttuğu gibi beni de peşinden kaldıran abimle kısa süreli gözlerim karardı. Gözlerimi kapatıp elimin tersini alnıma koyunca abim hemen korkuyla “Aysun!” diye bağırdı. Bağırması başıma saplanan sızıyı daha da artırırken gözlerimi açmaya çalıştım. Ama açamadım.

“Doktor yok mu?” diye bağırıp beni kucağına alan abimi durdurmak için kolunu sıktım. Aceleci adımları yavaşlarken “Tamam, bir şey yok. Doktora gidiyoruz.” diye beni teselli etmeye çalıştı. Sesi aceleci, endişeli olmasına rağmen her şey yolundaymış gibi de hissettirdi.

Ağzımı açıp abime sakin olmasını, bir şey olmadığını söylemek istedim ama göz kapaklarım gibi açılmamak için direndi. Ama ben ondan daha inatçı olduğum için biraz zaman geçse de gözlerimi -yarım yamalak da olsa- açıp “Ne telaş ettun ya? İyiyim. Uyuyunca geçer.” dedim.

Abim söylediklerimi duymazdan gelerek torpidodan çıkardığı su şişesini bana doğru uzattı. Ardından arabayı ani bir şekilde kenara çekip dörtlüleri yaktıktan sonra durdu.

Ben, bana uzattığı şişeyi elime alamadan o şişenin kapağını açıp bana biraz da olsa su içirdi. Onun hareketi kendimi küçük, hiçbir işini yapamayan bebekler gibi hissetmeme neden olduğu için kaşlarımı çattım. Bu hareketimi de umursamadı.

Araba tekrar çalışınca “ABİ!” dedim sert bir sesle. Bunu beni sevdiği, düşündüğü için yapıyordu ama biraz olsun beni de dinlemeli yani. Bana kaçamak bir bakış atıp “Neren ağrıdı bir tanem? Söyle.” dedi ilgili bir sesle.

“Ben küçük bebek değilim. Ağrımın şiddetini ve büyüklüğünü hissedebiliyorum. Yani şuan doktorluk bir durum yok,” Düşen yüzü daha da bozulunca viteste duran elini tuttum. Ardından “İnan bana. Beni düşündüğün için yapıyorsun, biliyorum. Bende senin yerinde olsam aynısını yapardım,” dedim uysal bir sesle. “Ama senin ağrını ve önerini de dinlerdim yahu. Sende dinle da uşak.”

Keyfimizin yerine gelmesi için bizim oraların ağzına kayıp şiveyle, şarkı mırıldanır gibi konuştum. “Habu başum islaktur, kurutmamiz lazimdur. Deme bağa, nedendur? Sonuci hastaluktur.”

Abim kararsız bakışlarla bana baksa da fazla diretmedi. “O zaman ablama bir görüneceksin eve gidince.”

Sesi hem sorar gibi hem de emir verir gibi çıkmıştı. Yol boş olduğu için bakışlarını rahatça bana çevirip cevabımı bekledi. Bende geçiştirmek için başımı aşağı yukarı salladım.

Başımı cama yaslayıp gözlerimi kapattım. Araba sarsılmasın, başım cama çarpmasın diye abim arabayı yavaş sürdü.

Apartmanın önüne geldiğimizde başımı camdan ayırıp emniyet kemerimi çıkardım. Abim her ne kadar yürümemem için ısrar etse de ona arka koltuğa attığım poşet ve havluyu almasını söyleyip çantamı alarak arabadan indim. Ardından bana yetişememesi için koşaradım basamakları çıkıp açtığım kapıyı kapattım. O, arabayı kilitleyip basamakları hızla çıktığında ben bizim kata gelmiştim.

“Aysun! Ablama çıkıyorsun. Neyin var, yok bir söylesin. Benimde içim rahat etsin.” diye bağırıp aşağıdaki kapıyı açan abimi bana yetişemeden kapımın ardında bıraktım. Oh be! Rahatladım.

Çantamdan telefonumu çıkarıp abime SMS yazmaya başladım.


Canım abim, öncelikle teşekkürler.

Sen poşetin içindekileri makineye at.

Yarın sabah ben senden alırım.

Ben şimdi saçlarımı kurutup uyuyacağım.

Lütfen beni rahatsız etme.


Abimden bir cevap gelmesini beklemeden hemen kapıyı kilitleyip odama geçtim.

Çantamı masamın hemen altındaki boşluğa bırakıp telefonumu da sessize alarak masanın üstüne koydum.

Banyoya yürüyüp kurutma makinesini aldıktan sonra hala ıslak duran saçlarımı kurutmaya başladım. Umarım sinüzitim tutmaz.

Saçlarımı kurutup taradıktan sonra üzerimdeki takımı, dolaptan çıkardığım gecelikte değiştirip katlayarak masamın üstüne koydum. Eğer dışarda giymeseydim dolaba koyardım. Ama şimdi dışı pis ve bir kere daha dışarı çıkılabilir halde olduğu için masanın üstü en iyi yerdi onu koymam için.

Uyumadan önce bir kitap mı okusam acaba? Masamın üstüne eklediğim kitaplıktan kafamın içindeki sesleri susturmak için komedi içeren bir kitap aldım.

Beynim, okuduğum cümleleri algılayamamaya; gözlerim buğulanmaya, başım aşağı doğru düşmeye başladığında kucağıma koyduğum ayracı kitabın arasına koyup yataktan kalktım ve kitabı telefonumun yanına koydum.

Elim telefona uzandı. O bir hikaye attı mı veya haber alabileceğim bir gelişme oldu mu, diye. Ama ekranı açmadan elimi geri çektim. Çünkü o, benim sevgimi hak etmiyor. Ama... Sus. Uykun geldi, saçmalıyorsun. Bunun ama’sı olmaz.

Kendi içimde bir savaş başlatıp iç sesime söverek yatağa yattım. Yorganı çekip yatmak için hazırlanırken içimdeki bir ses, son kez telefona bakmam gerektiğini söyledi. Yataktan kalkıp telefona gitmek zor gelirdi eğer içimdeki merak hissi ağır basmasaydı.

Yataktan aşağı atladığım gibi iki büyük adım atarak masanın üstündeki telefonuma doğru eğilip telefonu elime aldım. Ekranı kaydırıp kilidi açtıktan sonra abimin ev internetine bağlanıp telefonu tekrar kapattım.

Düşündüm. Telefonu tekrar açıp sosyal medya hesaplarımdan birine girdiğimde Can’ı bir kızla görürsem ondan ciddi anlamda soğurum. Bırak arkadaş olarak kalmayı, yengemin abisi olarak bile bir değeri olmaz gözümde.

Madem pazartesi işten istifa edip birkaç gün sonra da memlekete gideceğim, o zaman aldığım yeni kararı da yaşayacağım yeni hayata dahil etmemin zamanı geldi. Hem belki sadece erkek erkeğe eğlenmeye gitmişlerdir, hiç kız olmadan.

Karar verdim. Telefonumu açtım. En çok kullandığı sosyal medya uygulamasına tıklayıp açılmasını bekledim. Ardından hemen arama kısmına onun ismini yazıp bir şey paylaşmış mı, diye baktım.

Profil fotoğrafının etrafını çeviren pembe halka, hikaye attığını gösterirken ekstra olarak bir gönderi attığını gördüm. Hikayesine gitmeye korktuğum için gönderisine baktım. Gönderisinde üç tane fotoğraf vardı. Hepsini tek tek inceledim.

Birinci fotoğrafta grafiti çizilmiş olan duvarı arkasına almış, sandalyeyi ters çevirip oturarak elini saçlarına geçirmişti. Başı hafif yana dönük olduğu için serseri gülümsemesi yapmasına rağmen küçük gamzesi belli olmuş.

İkinci fotoğrafta ellerini saçlarından çekip sandalyeyi düzeltmiş ve daha düzgün bakmıştı.

Üçüncü ve son fotoğrafaysa sandalyesi yine ters çevrilmişti. Sağ dirseğini sandalyenin baş kısmına yaslayıp başını da yumruk yaptığı elinin üstüne koymuş ve başını birinci resimde çevirdiği tarafa doğru çevirip yüzüne hafif bir tebessüm eklemişti. Fotoğrafı büyüttüm. Gözleri parlıyordu. Boğazıma bir yumru oturdu, yutkunamadım bile. Bu bakışı biliyorum ben. Lisede bir kızdan hoşlandığını bize itiraf ettikten sonra bizim yanımızda ona bu şekilde bakıyordu...

Kalbim bu sefer çok kırıldı. Ama kırıkların arasında atmaya devam etti, her bir kırığın onun olduğu odacığa saplanmasını umursamadan.

Senden bu kadar kolay mı vazgeçmemi istiyorsun? Beni sadece kardeşin olarak mı görüp konuşacaksın benimle? Yine mi görmeyeceksin sana olan sevgimi?

Gözümden akan damlaları umursamadan aklımdaki seslerle birlikte hikayesine girdim. Attığı fotoğrafta sadece bir kız aradım. Ama yoktu. Onun yerine gelin de belamı verin, der gibi konum bırakmıştı fotoğrafın sağ üst kısmına.

Bir anda aklımdaki bütün sesler durdu. Sadece bir fikir yanıp sönmeye başladı zihnimin dört duvarı arasında. O konuma gidip kendi gözlerinle gör. Kızlara mı dalıp gitmiş yoksa hoşlandığı, sevdiği kız aklına geldi de onu mu düşündü?

İkincisinin olmasını istemediğimden daha çok birinciyi istemiyorum. Ama maalesef bu iki seçenekten biri gerçek ve ben gidip kendi gözlerimle görmediğim sürece kalbime atılan şüphe kancasıyla beraber günlerimi geçireceğim. Buna hiç gerek yok.

Telefonumu elime alıp bir hışımla odamın kapısına gelmiştim ki üstümde gecelik olduğunu anca fark edebildim. Elimi alnıma vurup kendi kendime söylenerek masama doğru yürümeye başladım. Ulan neredeyse her akşam pijama giyen sen, bugün niye gecelik giydin acaba? Eline geçen fırsatı kaçır diye mi?

Masanın üstündeki eşofman takımını alarak hemen üstümü değiştirdim. Geceliğim temiz olduğu için onu yorganını bozduğum yatağımın üzerine atıp telefonumu ve arabamın anahtarını alarak evden çıktım.

Kitap okurken kapanan gözlerim, şimdi yaşlardan dolayı buğuluydu. Bu saatlerde dışarda çok araba, insan olmasa da yine de biraz vardı. Bu nedenle gözyaşlarımı silip hedefime odaklandım.

Aparata astığım telefonuma göz ucuyla baktığımda girdiğim konumun tam solumda kaldığını gördüm. Bununla eş zamanlı olarak telefondan “Hedefiniz solda kalmıştır.” diye bir ses geldi.

Navigasyonu kapatıp el frenini çekmiş olduğum arabadan indim. Hemen o kafenin önünden bir adam yanıma doğru gelirken elimdeki anahtarı cebime koyup “Arkadaşıma bir şey verip hemen çıkacağım.” diyerek adamın adımlarının durmasını sağladım.

Adam “Ama-“ diye başlayacaktı ki sözlerine, “Arabaların geçişini bozuyorsa, ki bozmuyor, ceza yazarsın, bende öderim.” diyerek lafını böldüm ve hızlı adımlarla içeriye girdim. Burası hayatımda daha önce hiç gelmediğim bir yerdi, bugüne kadar. Bu iğrenç, ter kokusunun başka kokularla karıştığı atmosfere daha önce girmediğim için kendimi tebrik ettim ve bir daha böyle bir yere her ne olursa olsun gelmeyeceğime dair kendime söz verdim.

Birbirinin neredeyse içine girecek kadar yakınlıkta dans edip gülüşen insanlar şarkının ritmine hiç uymuyordu. Ayrıca sadece o değil, Can’ın gönderisindeki fotoğraflarla buradaki dekorlar da uymuyor.

Yolun ortasından çekilip kenara geçtiğimde yanlış gelmiş olabileceğimi düşündüm. Ama hayır. Can konumda ne paylaştıysa tam olarak oraya geldim. Şarkının hızı artarken insanlar zıplamaya başladı. Ben öylece etrafa bakınırken bu olayın yaşanması hiç hoş olmadı. Çünkü aniden zıplamaya başlayan insanlardan birisi bana çarpıp geriye doğru sendelememi ve birisine çarpmama neden oldu.

“Pardon,” diyerek arkamı döndüğümde bir erkeğe çarptığımı anca idrak edebildim. Kime çarptığımı öğrenmek istemediğim, öğrensem de bir daha görmeyeceğim için başımı kaldırmadan çıkışa yöneldim. Ama çarptığım şahısa benimle beraber çıkışa doğru yürümeye başladı.

İçimden sabır çekerek dışarıya çıkmayı bekledim. Vale, arabamın tam yanında, kolundaki saate bakarak bekliyordu. Bir saniyeliğine başını kaldırıp yola da bakmıştı. Şükür(!)

Arabama doğru yürümeden önce peşime takılan adamı halletmem lazımdı. Bu birlikte oradan çıkışımızın bir tesadüf olarak mı yoksa kasıtlı bir şekilde mi olduğunu öğrenmekle hiç vakit kaybetmeden suni zan yaptım.

Bugün çok fazla antrenman yaptığım için bütün kaslarım ağrıyor. Ama yine de arkamda olduğunu hissettiğim şahısın kasıtlı yaptığını düşündüğüm ve bunu kanıtlamak istediğim için sağ dizimi kırarak bacağımı hızla arkaya doğru ittim.

Adamdan bir ses gelmesini umdum. Ama bir ses gelmeyince yoluma devam etmeye karar verdim. Demek ki arkamda değilmiş. İçimden bir oh çekip arabama doğru bir adım atmıştım ki birinin “Ay kiz,” diye seslendiğini duydum. Ses, çok yakından geldi. Bu ses, bana çok tanıdık geldi.

Deminkinin aksine küçük sayılacak bir adım attım. “Bir dur da paçi.”

Kaşlarım çatılırken bir hışımla arkamı döndüm ve tahmin ettiğim gibi Emir’i gördüm. Yüzümü görmesiyle kaşlarının çatılması bir oldu. Bende onun bu halini görüp gülümsedim. Kaşlarım gevşerken güler gibi bir sesle “Ne oldu Emir Dogan? Başka birini mi arıyordun?” diye sordum.

Bana doğru birkaç adım atıp aramızdaki mesafeyi kapatınca kaşlarım tekrar çatıldı. ‘Hop, geri bas.’ dememe gerek kalmadan duracağı yeri bilip durdu.

Yüzümde gezinen gözleri içi acımış gibi en sonunda gözlerimi bulunca “Neden ağladın?” diye sordu.

“Sana ne?” diye tersledim onu. Ama o yine de vazgeçmeden sordu. “Evde mi bir şey oldu? Yoksa...” O yoksa, demesi benim de kalbime oturdu. Sende mi sevdaluk acısı çekiyorsun, diyecek gibiydi.

Gözlerimin dolduğunu hissedip başımı yana çevirdim. Konuşursam sesim titreyecekti ama susarsam onun kalbi titreyecekti.

Burnumu çekip “Yok,” dedim. “İçim bunaldı.” Başımı onun yüzüne çevirmeden yalan söyledim. “Arkadaşım buradaymış, beni de çağırdı. Geldim ama pek benlik değil.”

Rahatlamış gibi sesli bir nefes verdi. Konunun benden uzaklaşması için başımı ona çevirip “Senin burada ne işin var?” diye sordum. “Hazır İstanbul’a gelmişken gecelere akayim mi dedun?”

Bu söylediklerime kaşlarını çattı. Başını hafif sağa eğip gözlerini kıstı. Ardından gözlerime bakarak beni teessüf ettiğini belirtti. “Bunu dedin mi cidden?”

Omuzlarımı silkip kaşlarımı kaldırdım. Yüzündeki ifade yumuşarken yüzünde bir gülümseme oluştu. Sesli bir iç çekip başını iki yana salladı. “Şimdi sana desem ki böyle böyle, beni hain haşlicasun. Ama demesem saçma sapan düşüncesun.”

Başım ağrıdığı için kaşlarımı çatmak istemedim. Bu yüzden “Deme bir şey.” dedim. “Şimdi haşlayamam seni, çok yorgunum.”

Bakışlarından, sözlerinden anladım diyeceği şeyi. Beni takip etmiş. Ama bunu onu ağzından duyarsam, onunla kavga ederim ve şuan bu en son isteyeceğim şey bile değil. Ertelediğim uykum, yaşadığım üzüntüyle tekrar gün yüzüne çıktığı için şuan sadece sağ salim eve dönmek istiyorum.

“Neyse,” dedim. Elimi ağzıma götürüp esnedikten sonra “Ben gidiyorum, görüşürüz.” diyerek ona arkamı döndüm. Bu ani dönüşüm, gözlerimin kararmasına sebep olduğu için tutunacak bir yer arayarak kollarımı iki yana açtım.

Başım zonklamaya başlarken belimde bir el hissettim. Kahretsin! Sinüzit artık bir rahat bırak beni ya. Hemen tutma da. Ağlamak istedim ama başımın ağrısı daha da arttığı için kendimi tuttum. Ya Emir olmasaydı? Anlık bir kararla tek başıma, kimseye haber vermeden zifiri karanlıkta evden çıktım. Yanımda kimliğim yok. Arabamda ehliyetim var sadece. Yakınım olarak arayacakları ilk kişi babam olacaktı. Ben bu ihtimalleri düşünmeden nasıl hareket ettim?


Loading...
0%