Yeni Üyelik
10.
Bölüm

7. Bölüm

@baharpnar

Gözlerimin bilincimle birlikte açılmasıyla gözlerimi kapatıp elimin tersiyle ovuşturdum.

Kulağıma hiçbir ses ulaşmadığı için şüphelenip hemen yüzüstü yatağa uzanıp elimi aşağıya uzattım. Elime değen telefonu hemen yerden kaldırıp elime aldım.

Yüz seksen derece dönerek sırtüstü uzandım. Ardından telefonun güç tuşuna basarak ekranın açılmasını sağladım.

Ekranda yazan sayılarla gözlerimi kırpıştırdım. Telefonu yüzüme doğru yaklaştırırken gözlerimi kocaman açtım, yanlış görmüş olmayayım diye. Ama hayır. Doğru görmüşüm. Saat yerinde 07.48 yazıyor ve ekranın sağ üstünde alarmın kurulu olduğu ama çalmak için zamanı gelmediğini gösteren saat şeklinde küçük bir işaret vardı.

Daha yataktan kalkmak için çok erkendi benim için. Bu yüzden Spotify’e girip Kenan Doğulu’nun Çakkıdı şarkısını açıp alarm çalana kadar telefonla oyalandım.

Alarmla birlikte şarkıyı da kapatıp telefonu yatağın üstüne bıraktım.

“Güneşi bilmez, ayı bilmez.” diye aklıma gelen şarkıyı mırıldanmaya başladım. Hiç yatağı toplayacak bir havada olmadığım için direkt mutfağa gidip ketıla su koydum.

Çaydanlığın yıkarken bu sabah da çay içemezsem günüm çok kötü geçecekmiş gibi bir his doğdu içime.

Seslice derin bir nefes alıp yavaşça verdim. Ardından elimi masanın üstünde duran havluyla kurulayıp odama geçtim.

Dolabımdan bol paça bej kargo pantolon ve kısa kollu beyaz bir t-shirt alarak lavaboya geçtim.

Üzerimi giyindikten sonra hızlıca mutfağa geçtim. Kulaklarıma dolan fokurdama sesi, tam zamanında geldiğimi belirtmişti ki ketıldan ‘tık,’ diye bir ses çıktı. Bu da katılın kapandığını gösteriyordu.

Demliğin üstüne kaynar suyu boca ettikten sonra büyük olan suyun da kaynadığını gördüm. Demliği büyük olanın üstüne koyduktan sonra demliğin içine iki buçuk kaşık çay koydum.

Çayın dinlenmesini beklerken de odama gidip bez çantamı aldım. İçine, şirketin bütün yazılımları sadece bana vermiş olduğu bilgisayara yapmam için bana verdikleri ve benim bugün onlara geri vereceğim dizüstü bilgisayarı, flaşı, boş olduğu için içini doldurduğum cüzdanımı ve anahtarlığımı koydum.

Arabamın anahtarını da telefonum gibi yatağın üstüne atıp çalışma masamın üstünde duran cam şişeyi elime alarak çantayı koluma taktığım gibi odadan çıktım.

Çantamı mutfak masasının üstüne koyduktan sonra elimdeki şişeyi güzelce yıkayıp doldurdum. Şişeyi tezgahın üstüne koyup raftan çay tabağı ve bardak aldım.

Tabağın üstüne koyduğum bardağı ocağa doğru yaklaştırıp öyle doldurdum.

Bugün içim ne kadar buruk olsa da günün güzel geçeceğini hissediyorum. Umarım öyle de olur. Çünkü buna cidden çok ihtiyacım var.

Kahvaltı hazırlamaya üşendiğim için dolaptan bir çikolata çıkarıp çayımı keyifle içtim. İkinci bardağımın yarısında dolaptan bir başka çikolata aldım. Üçüncü bardağımı doldurduğumda ocağın altını kapatıp ketılın fişini çektim.

Çayımı bitirir bitirmez şişemi tezgahın üstünden alıp çantamı koluma taktım ve odama doğru yürümeye başladım.

Bahar ayında kısa kollu t-shirtle dışarıya çıkarsam havanın soğuyup beni üşüteceğini bildiğim için odamın kapısının arkasındaki askılıktan uzun kollu, kapüşonlu, kahverengi hırkamı alıp ilk önce sağ kolumdan geçirdim. Sonra çantamı sol kolumdan sağ koluma geçirerek hırkamı kolay bir şekilde giymiş oldum.

Yatağımın üstündeki telefon ve arabamın anahtarını alarak odamdan çıktım.

Kapıyı çekip çıkmadan önce ayakkabılıktan beyaz spor ayakkabılarımı alarak kapının önüne koydum.

Saatin kaç olduğuna bakma gereği duymasam da merdivenleri parmaklarımın ucunda hızlı hızlı inerek apartmandan çıktım.

Bende acele etmeden rahatça yürümek isterdim ama maalesef ablam dün ne olduğunu bana soracağı ve şuan hesap vermeye hiç niyetim olmadığı için aceleyle arabama binip apartmana doğru hiç bakmadan arabayı çalıştırdım.

Apartman, dikiz aynasından görülmeyecek kadar uzakta kalınca sesli bir nefes verdim. Oh be, rahatladım. Gençleştim resmen, bu kadar mı fark eder? Aklıma gelen replikle kıkırdayıp radyoyu açtım.

Şarkılar geçti, yol su gibi akıp bitti. Kullandığım ara yolda bile pazartesi trafiği olmasına rağmen saat tam 08.55'te şirketin önüne gelmeyi başarabildim. Bence büyük bir aferin hak ettim.

İçeride çok bir işim olmadığı için şirketin önündeki kaldırımın biraz gerisine park ettim. Buraya park etmiyordu kimse arabasını ama çekiciyle uğraşma derdinden değil, şirketten gelen uyarı yüzünden.

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak stresle ısırdım. Ama bende bu şirketin bir çalışanıyım. Her ne kadar içeriye girdiğimde istifam kabul edilmiş ve çıkışım yapılmış olacak olsa da çıkana kadar da idare edebilirler bence arabamı. Ne de olsa yıllardır bu şirket için çalışıyorum. Bütün çalışanlar beni de arabamı da tanıyor. Bir kere arabamı buraya park ettim diye de uyarılacaksam, ohoo...

Saate bakmak için sürekli telefona bakmak pek benlik bir şey olmadığı için torpidoyu karıştırdım. Maşallah, orada zaten bir ben yokum.

Şirkete geç kalmadan girmek için zamanım azalsa da umursamadan torpidonun içine iyice baktım. Sonunda beyaz, çocuk saati gibi dursa da spor gözüken bir saat bulup sağ bileğime taktım.

Çantamı, içindeki bilgisayara dikkat ederek kucağıma alıp anahtarı kontaktan çıkardım. Kapımı açarak sol ayağımı dışarıya attım. Ayağım direkt kaldırıma değerken başıma dikkat ederek arabadan indim.

Kapıyı sert olmamasına özen gösterecek şekilde kapatıp anahtarla kilitledim. Kapanıp kapanmadığını kontrol etmeden şirkete doğru yürümeye başladım.

Turnike kartımı yanıma almayı unuttuğum, içeriye girince dank etse de bunu pek sorun etmeden telefonumu çıkardım. Turnikenin önüne gelince telefondan uygulamayı açıp kart basılan yerin QR kodunu okutarak giriş yaptım.

Hiçbir yere uğramadan direkt odama geçtim. Daha doğrusu, yarından itibaren Hira’nın olacak odaya...

Derin bir nefes alarak çantamı masanın üstüne düzgünce koydum. Ardından çekmeceleri karıştırıp bana ait olan birkaç parça eşyayı masanın üstüne bıraktım.

Aklıma dolan anılarla başımı iki yana sallayıp onları def ettim. Çok işim var ya benim. Bir de onları düşünerek oyalanamam.

Çantamdan ilk önce bilgisayarı çıkarıp ardından flaşı çıkardım ve etrafın biraz daha düzenli durması için flaşı bilgisayarın üstüne koydum. Sonra bana emanet edilen, odadaki bazı çekmecelerin anahtarlarını anahtarlığımdan çıkarıp bilgisayarın önüne bıraktım.

Bana ait eşyaları çantama doldurup çantayı omzuma astığımda o kadar hafif geldi ki çanta, içimde çok güçlü bir ağlama isteği oluştu.

Derin bir nefes aldım, biraz bekledim ve seslice nefesimi dışarıya üfledim.

Odada yapmam gereken başka bir iş kalmadığı için direkt muhasebe bölümüne gittim.

Nida Hanım’ın kapalı kapısının önüne geldiğimde omzumda asılı duran çantamın ucuyla kayışı arasındaki yeri tuttum.

Sakin ol Aysun. Bir şey yok. Müdür istifana imza attı çoktan. Sadece çıkış işlerini yapıp onun yanına gideceksin ve bu iş burada bitecek.

Buraya gelmeden önce müdürün yanına gitmem gerektiğini bildiğim için içime bir sıkıntı çöktü. Ama boğazımı temizleyerek o sıkıntıyı görmezden geldim ve yumruk yaptığım elimle kapıyı hızlı bir şekilde üç kere tıklattım.

İçeriden “Gel,” diye bir ses duyduğumda hızlıca kulpu aşağı indirip kapıyı iterek odadan içeriye girdim.

Yerinde oturan Nida Hanım’ı görünce yüzüme bir gülümseme ekleyip “Merhaba,” dedim. Sırtımı ona dönmeden yavaşça kapıyı çekip kapattım.

“Merhaba Aysun, hoş geldin.”

Adımlarımın yavaş olmamasına dikkat ederek kendimden emin bir şekilde yürüyüp Nida Hanım’ın tam karşısında durdum. Eliyle masanın her iki yanında duran sandalyelerden sağdaki sandalyeyi gösterip “Buyur,” dedi. Bende başımı hafifçe eğerek demin gösterdiği sandalyeye oturdum.

Önünde açık bir şekilde tuttuğu bilgisayarı bana “Bir saniye,” diyerek kapatıp ekranı klavyenin üzerine indirdi. Bende bu sürede kendimi konuşmaya hazırladım.

Nida Hanım’ın bakışlarını üzerimde hissettiğimde ondan önce konuşmaya başladım. “Biliyorsunuz ki ben geçen hafta Efendi Bey’e istifamı vermiştim. O da şart koymuştu, istifamı işleme koymak için. Bende bugün o şartı tamamladım. Yani şimdi...” Boğazıma dizilen düğünlerde yutkunup devam ettim. “Çıkış işlemlerim için geldim.”

Her yeni bir sözümde yüzü düşen Nida, son söylediğim cümleyle sesli bir nefes verdi. “Peki Efendi Bey’i gördün mü gelirken?”

Başımı, görmediğimi belirtmek için iki yana sallayıp sözlerimle onayladım. “Göremedim. Sanırım bir işi var.” Yalan. Hiç bakmadım ki ona.

“Hm,” diye bir mırıltı çıkardı, Nida. “Bugün ayın kaçı?”

Neden sorduğunu pek anlamasam da kaşlarımı sabit tutmaya çalışarak “29’u,” diye cevap verdim.

Aklına bir şey gelmiş gibi “Tabii ya,” dedi. Ama bunu bana değil de kendine söylüyormuş gibiydi. Birden bakışlarını gözlerime çıkarıp “Her 29 Nisan’da Efendi Bey, öğleden sonra uğruyor şirkete. Bazen de hiç uğramıyor.” diye açıkladı.

Son birkaç haftadır Efendi Bey’le pek bir işim olmadığı için hangi gün geliyor, hangi gün gelmiyor diye hiç takip etmemiştim onu.

“Yani,” dedim tereddütle. “Çıkışım olmayacak mı?”

Nida Hanım başını iki yana sallayıp “Sizin olayınızı biliyorum. Yani sözleşmenizi.” dedi. “Ama Efendi Bey'in de sizi ve o yazılımı görmesi lazım.”

Kaşlarımın çatılmasına engel olamayarak söze başlayacaktım ki Nida konuşmaya başlayınca ağzımı kapatıp bekledim. “Senin yaptığın işten şüphem yok. Staj zamanlarında da harika işler çıkarıyordun. Şimdi çok daha iyisini yapmışsındır ama prosedür böyle, maalesef.”

Sıkıntıyla sesli bir nefes verip “Pekii,” dedim. Oturduğum sandalyeden ayağa kalkarken Nida Hanım da bana eşlik etti. “İyi günler.”

Nida Hanım bana gülümseyip “İyi günler.” diyerek bana karşılık verince ona yalancı bir gülüşle bakıp hemen arkamı döndüm.

Bir tepki vermemek için kendimi sıkarak odadan çıktım. Kapıyı ardımdan kapattığım an ellerimi yumruk yaparak sıktım. Benim yarın, en geç de sonraki sabah yola çıkmam lazım. Ama şimdi stresle Efendi Bey’in gelmesini bekleyip ona göre plan yapmam lazım. Offf.

Çığlık atmamak için kendimi tutup şirketten çıktım. Ama arabaya geçtiğimde kendimi tutamadan kapıları kilitleyip direksiyona vurarak çığlık attım. Yetmedi, boğazımı acıtıp kulaklarımı tırmalayacak desibele çıkarak tekrar ve tekrar çığlık attım.

Ne zaman telefonumun zil sesi kulaklarıma doldu, işte o zaman çığlıklarımı susturup titreyen ellerimi direksiyonun üzerinden ayırabildim.

Çantamın içinden telefonumu çıkardığımda ekranda beliren yazı, başımı tavana doğru kaldırıp bir çocuk gibi huysuzlanmamı sağladı. Ah anneanne. Canım anneannem.

Telefonu bilerek açmadım, arama sonlandı.

Bir süre soluklanıp arabanın camını açtıktan sonra çantamdaki şişeyi çıkarıp birkaç yudum su içtim. Neyse ki iyi gelmişti bu halime.

Anneannemden önce Efendi Bey’i arayıp bu işi bugün halletmeye çalışmam gerektiği için şişemi çantanın üstüne koyup telefonumu elime aldım. Hiç vakit kaybetmeden rehbere girip Efendi Bey’i aradım.

Stresle aramamı açması için beklerken elimi, farkında olmadan salladığın sağ bacağımın üstüne koyarak bacağımın durmasını sağladım. Ama her çalışta bacağım stresten daha çok sallandı.

Son çalışta da açmayınca aramayı sonlandırıp sinirle direksiyona vurdum. Sanki her gün, keyfimizden arıyoruz ya!

Kendimi sakinleştirmekte pek başarılı olamadığım için arabamı çalıştırdım. Rotamı sahil olarak belirlerken telefonumu arabaya bağlayıp yola çıktım.

Arabamı bir kaldırım kenarına çekip park etmeden önce, yolda ablamı arayıp sahile gelmesini söylemiştim. Nedenini sormadan “Tamam,” diyerek kabul etmiş ve yarım saate yanımda olacaklarını söylemişti.

Çantamı arabada bırakıp sadece telefonum ve arabamın anahtarını alarak arabadan indim. Kapıyı kilitleyerek hızlı adımlarla deniz tarafına doğru yürüdüm.

Denizi banklardan birine oturup izlemek yerine kayalıklarda izlemeyi tercih ettim. Düz kayaların üstüne dikkatle basarak aşağıya indim.

Oturduğum kayayla denizin arasında sadece bir tane büyük kaya vardı. Aslında o kayaya otururdum ama üstüm ıslanırsa ablam gezmek yerine beni direkt eve götürür ve buna hiç gerek yok.

Derin bir nefes alarak denizin kokusunu içime çektim.

Bir süre sadece denizi izleyip denizin kokusunu içime çekerek sakinleştim.

Kayanın üstüne oturduğumda kurmaya başladığım planı kendi içimde tekrar ettim. İlk önce anlamlar gelmeden önce anneannemi arayıp onunla konuşacağım. Ablamlar gelince günün geri kalan saatlerini Beyza ve ablam ile geçireceğim. Belki bir parka, belki lunaparka, belki de alışveriş merkezine gideriz, daha karar vermedim. Onlar gelince gideceğimiz yeri kararlaştırırız. Yarın da sabahın erken saatlerinde tekrar -son olmasını umarak- şirkete gideceğim ve bu sefer direkt çıkışımı alıp işi bitireceğim. Sonrasında da valizimi hazırlayıp köyüme, memleketime, aileme gideceğim.

Cebime sıkıştırdığım telefonumu elime alarak rehbere girdim. Ama sonrasında görüntülü aramanın daha iyi olacağına karar verip WhatsApp’a girdim. Anneannemin isminin üzerine tıklayıp sohbeti açtım. Mesaj gönderemediği için sadece ses kayıtları duruyordu ekranda.

Yüzümdeki gülümsemeyi söndürmeden hemen sağ üstteki kamera sembolüne tıklayıp anneannemi görüntülü aramış oldum.

Profil fotoğrafını, benim çektiğim deniz manzarası koyması beni bir tık duygusallaştırırken telefonun açılıp ekranda sarışın, bebek yüzlü bir adamın görünmesi bütün duygusallığımı bozup yüzümü buruşturmama neden oldu.

Oscarlık bir numarayla dilimi dışarı çıkarıp “Öğk,” dedim kusarcasına. Ardından hemen kendimi toparlayıp “Ben nenemi aradım, Sekreter Bey.” dedim. “Telefonu hemen Gülbeyaz Hanım’a veriniz, lütfen.”

Son kelimeyi gıcık bir şekilde söylemiştim. Çünkü o da bana göz devirip konuşmam boyunca beni dinlemediğini gösteren işaretler yapmış, başını öylesine sallamaya başlamıştı.

Sözlerim bitmesine rağmen başını sağ sola sallayıp asla bana bakmayan dayımla “Ula!” diye bağırdım. Onun bakışları bana dönerken sahilde olduğumu ve nadiren de olsa insanların buradan geçtiğini hatırlayıp utandım. Ama bu utanmam dayımın konuşmasıyla kaçtı, gitti.

“Bağırma da kulağımın dibine!” Bana bağırıp diklenmesine değildi öfkelenmem. Sonrasında söylediklerineydi. “Ayrica ben bile buldum birini, yakinda evlenecoğum. Sen hala dut sapi cibi yalağuz kaldun. Canumun içi, kıskanma. Kıskanıp da bağa çatma.”

Benim sesimi duyanların onun sesini de duyduğunu bildiğim için pis pis sırıttım. Gülmemek için boğazımı temizledim. Ardından ciddi kalmaya çalışarak şiveyle “Peki o paçinun bundan haberi var mi, dayicum?” diye sordum.

Dayımın yüzünde oluşan sırıtış hiç hayra alamet olmadığı için daha ağzını açamadan konuyu değiştirdim. “Neyse. Ben nenemi özledim ya. Onunla konuşmak istiyorum. Seninle konuşmak istesem seni arardım. Hadi, götür telefonu.”

Başını kaldırıp dilini damağına vurarak cıkladı. Kaşlarım çatılırken “O niyeymiş?” diye sordum.

“Çünkü anam namaz kılıyor. Sonra da Cinlilerin Ahmet’i için Yasin okuyacak.” Kaşlarım hayretle havaya kalkarken soracağım şeyi anlamış gibi hemen cevap verdi. “Bu sabah, kalp krizinden vefat etmiş.”

Sıkıntıyla bir nefes vererek konuşmaya devam etti. “Öğlen de camiye cenaze namazına gideceğiz. Etleri, baklavaları sipariş vermişler. Annem de biz ne güne buradayız, diyerek pilav yapacak. Ayranları da biz alacağız. Yani bugün işimiz çok.”

Kaşlarımın uçları havaya kalkarken “Allah rahmet eylesin.” dedim üzüntüyle. Dayım “Amin,” diye araya girdikten sonra üzüntüyle devam ettim. “Adam daha altmışına girmemişti. İyiler hep erkenden gidiyor. Bu Dünya da hep kötülere kalıyor.”

Gözlerimin dolduğunu gören dayım hemen konuyu değiştirdi. “Kız, bari beni ara da karinun internetuni yeme. Ya da dur, ben ararım. Ben aramazsam sen beni aramaysun. Mazallah yine aramazsın falan...”

Hafif kıkırdayıp “Ya dayı, ya.” dedim. “Abimi bile aramadım kaç gündür. Gerçi anneannemi de aramadım. O da senin gibi tripli de işte... Ne yapayım? Bu ara çok yoğundu işler.”

Bu konuyu da beğenmemiş olacak ki “Hadi kapat. Sonra anam bana kızayi kontörümü bitirdun, diye.” diyerek konuyu değiştirdi.

Ben anneannemin taklidini yapmasına kahkaha atıp telefonu dizlerimin üstüne bırakırken onun da gülümsediğini görmüştüm.

Telefonumun çalmasıyla dediği gibi kendi telefonuyla aradığını gördüm. Zorla da olsa kahkahamı durdurup aramasını cevapladım. Bu sefer görüntülü değil, normalden görüşüyoruz.

“Evet, Aysun Koçal ile görüşüyorsunuz. Siz kimdiniz?” diyerek telefonu açtım.

Kulağıma dolan değişik sesler, dayımın gülmemek için yaptığı sese çok benzediği için görmeyeceğini bilsem de ona göz devirip “Çok mu komik?” diye çıkıştım.

Bu dediğimde sesler kesildi. Ciddi çıkarmaya çalıştığı bir sesle “Aysun!” dedi. “Dayıyla öyle konuşulur mu hiç? Çok ayıp. Bu gençlerde de ne saygı kalmış ne de terbiye.”

Kendi kendine söylendiği kısımlarda telefonu kulağımdan çekip bekledim. Telefondan beni ayıpladığına dair cık cık sesleri gelmesiyle telefonu tekrar kulağıma yaslayıp “Haklısın dayı,” dedim pişman bir şekilde. “Çok,” dedim abartılı bir şekilde. “Özür dilerim.”

Her ne kadar aramızda dört yaş olduğu için dayı-yeğen gibi değil de abi-kardeş gibi konuşsak da ben bazen onu arkadaşım olarak görüp öyle konuşuyorum. Bu nedenle geriye bastım.

“Özrün kabul edildi. Ama bir daha olmasın.”

Hafifçe kıkırdayıp “Tamam,” diyerek onu onayladım.

Nefes sesi doldu kulaklarıma. Ya dayı, kulağımın dibine niye üflüyorsun? Telefonu az geride tutup da öyle konuşsana.

Bütün söylenmelerimi kendime saklayıp dayımın konuşmasını bekledim ki bu bekleme çok uzun sürmedi. “Ay parçası,” dedi dertli bir şekilde. “Sen niye indin sahile? Onu anlat bakayim.”

Bizim ailenin çocukları ya darlandığı ya da dara düştüğü vakit çoğunlukla kendine denize atar. Yani deniz kenarı, sahil, kumsal... Denizi görebileceği her yere gideriz biz. İçimizdeki dertleri ona anlatır, onu da derdimize ortak ederiz.

Bu istifa işimi de yeni kararlar aldığımı da kimse bilmiyor. Bir abime söyleyecektim akşam, o da nasip olmadı. Şimdi de dayıma söyleyeceğim.

Boğazımı temizleyip omuzlarımı dikleştirdim.

“Dayı,” dedim dertli bir şekilde. “Kimsenin bizi duymayacağı bir yere geçsene. Sana bir şeyden bahsedeceğim. Daha Kenan abim bile bilmiyor. Ona da bu akşam nasip olursa söyleyeceğim.”

Dayımın beni onayladığını dair çıkardığı mırıltıları duyunca gülümsedim.

Sessizliğimizin üçüncü dakikası ya doldu ya dolmadı, emin değilim. Telefonun ucundan dayım nefes nefese bir şekilde “Evet dayım, anlat.” diyerek soluklanmaya devam etti. Ama bu sefer telefonu kulağından uzaklaştırdı sanırım. Çünkü deminki kadar yakından gelmedi nefes sesleri.

Anahtar şıngırtısı sonrasında kapı açılma sesi duydum. Hemen ardından kapı kapandı. Ya da tam tersi de olabilir, bilmiyorum.

Düşüncelerime netlik getiren, dayımın konuşması oldu. “Şimdi aşağı eve indum. Rahat rahat konuşabiliriz.”

Cümleye nasıl başlayacağımı bilemediğim için gergin bir şekilde hızlı konuşarak “Sen önce bir oturup soluklan da sonra başlarım anlatmaya.” dedim.

Kontörü boşa gitmesin diye ona verdiğim süre boyunca havadan sudan konuştum. O da nefeslerini düzene sokmaya çalışırken sessizce beni dinledi.

“Dayı? Orada mısın? Bir ses ver da.”

Ses derken nefes sesinden bahsetmemiştim, ama olsun. Bu da bir ses sonuçta. “Kızım daha ne kadar beklicoğum? Darlandum da buriya.”

“Hazır mısın?” diye sordum. Sesimi bilerek tereddütlü çıkardım ki söyleyeceklerimi daha dikkatli, analizci bir şekilde dinlesin ve ona göre yorum yapsın.

Telefondan bir ses gelmedi ama olduğu yerde dikleşip başını aşağı yukarı salladığına eminim.

“Ben çok yeni ve riskli bir karar veriyorum. Yani vereceğim, iki gün içinde.” Sıkıntılı bir nefes verip devam ettim. “Artık istifa edip çıkışımı almak için önümde hiçbir engel kalmadı. Bugün müdür olmadığı için çıkışımı yapamadım ama yarın kesin çıkışım yapılır şirketten.”

Sevinçle “Oha! Hesetten mi?” diye bağıran dayımla yüzümü kapattım. “Allaah! Yeğe-” Yalandan öksürmek onu durdurmadığı için “Dayı!” diye sesimi yükseltmek zorunda kaldım. “İyi ki sadece aramızda, dedim ya. Git camiye, minareye çık. Al eline megafon, bağır tüm Rize’ye de tam olsun.”

Dilimi damağıma vurup onu cık cıkladım. Olayı her zamanki gibi hemen çözmesine de sevincine de mutlu olsam da bunun sadece aramızda kalmasını istiyorum. Yani, şimdilik.

Havadan, sudan, gelişmelerden, oradan, buradan derken dedikodunun dibine vurup zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Yani ben anlamadım. O da anlamamıştır.

Konuşmamız, ablamın yanıma gelmesiyle son buldu. Çünkü hem onun ayranları ayarlaması lazımdı hem de başka işleri vardı. Onları yapması ve benim de Beyza ile ilgilenmem gerekiyordu.

Ablam Beyza'nın buraya kadar inmesine izin vermediği için kayalıkların başladığı alanda durmuş, bize yukarıdan bakıyordu.

Minik yeğenime gülümseyip ablamla birlikte kayaların üstüne basarak yukarıya çıktık.

“Aç mısınız?” diye sordum harekete geçmeden hemen önce, bakışlarımı ikili arasında gezdirerek.

Beyza başını aşağı yukarı sallayıp beni onaylarken ablam sesli bir cevap verdi. “Yani, çok aç değiliz. Kahvaltı yaptık en son.”

Doğru ya, ben kahvaltı bile yapmadım...

Nereye gidebileceğimizi düşünürken birden aklıma sıkça gittiğim ve sandviçleri favorim olan Galaktos geldi. Galata Kulesi’ne de yakın. Bence gayet güzel bir yer.

Aklımdaki düşünceleri onlara da kısaca aktardım. “Hepimizin yemek için karnında boşluk varsa eğer sizi çok güzel bir mekana götüreceğim. Sonra Galata Kulesi’ne gideriz, resim çekeriz. Ondan sonraa,” dedim son cümlemi Beyza’ya dönüp heyecanlı bit şekilde söyledim. “Hira’nın bana bahsettiği Tuzla Marina’ya gider ve oradaki lunaparka gideriz.”

Sevinçle ellerini birbirine çarpıp sevincini yaşayan Beyza’ya gülümseyip başımı ablama çevirdim. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa hiçbir sorun yoktu.

“Ne duruyoruz? Hadi arabaya.” dememle Beyza’nın elimi tutup yürürken heyecanını konuşarak atmaya çalışması bir oldu.

Arabanın önüne geldiğimizde kilidi açması için anahtarı Beyza’ya uzatıp “Bak, şuraya basacaksın.” diye basacağı yeri gösterdim.

Normalde bu halime trip atar gibi saçını savurur ve ‘Biliyorum,’ derdi. Ama lunaparka gideceği için o kadar heyecanlı ve mutluydu ki hiçbir şey söylemeden dediğim yere basarak kilidi açtı.

Ablam Beyza’nın oturması için arka kapıyı açtığında bende kendi kapımı açıyordum. “Öne gelmek için ısrar etmek yok. Kemerini takıp uslu uslu oturacaksın burada, tamam mı?”

Beyza başını sallayıp hızlıca kendi başına arabaya bindi. Ablam ağzı açık, şok içinde kaldığını görünce kendi yaşadığım şoku unutarak dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. Yüz ifadesi o kadar komikti ki anlatılmaz, yaşanır.

Gideceğimiz yerin adresini bildiğim için ablam yanıma oturup kapısını kapatınca hemen arabayı çalıştırıp yola çıktım.

Galaktos’a yaklaştığımızda dikiz aynasından kendi kendine konuşan Beyza’ya bakıp “Duyduğuma göre,” dedim. Dudaklarını kıpırdatmayı bırakınca dikkatini bana verdiğini görüp bakışlarımı yola çevirerek devam ettim. “Lunapark buradan çok uzaktaymış. Oraya sadece karnını iyice doyuranlar gidebiliyormuş sadece.”

Beyza bir şeyler mırıldandı. Ama ne dediğini tam olarak duyamadım.

Arabayı müşterilerimize aittir, yazan ve üstünde Galaktos’un ismi bulunan tabelanın olduğu boş yere park ettim.

Ablam ve Beyza önden inerken ben ablama güvenip cüzdanımı almadan arabadan indim. Yani kayalıklara gittiğim gibi üstüme sadece telefonumu ve arabamın anahtarını aldım.

Arabadan inip dışarıdaki masalardan birine doğru yürüyen ablamların yanına hızlı adımlarla ulaşıp rastgele bir masaya oturdum. Onlar da beni takip edip karşımdaki sandalyelere yan yana oturdular.

Bizim oturmamızla içeriden bir garsonun çıkıp yanımıza gelmesi bir oldu. Hemen “Menü alabilir miyiz?” diye sorarak masaya iki tane menü gelmesini sağladım.

Benim sipariş vereceğim şey aklımda olduğu için önümde duran menüyü Beyza’nın önüne ittim. Her ne kadar onun yemeğini de ablan seçecek olsa da onun da bakmasını istediğim için “Teyzeciğim istediğini söyle. Sonuçta annen ödeyecek hesabı.”

Aslında son cümleyi söylemeyecek, ablama sürpriz yapacaktım ama öyle bir anda söylemiş oldum.

Menünün kapağını kapatan ablama kızı da eşlik edip önündeki menüyü kapattı.

Bakışlarını bana çeviren ablam, sipariş vereceğini belirterek başını hafifçe aşağı eğip garsona döndü. “Bize iki çay, bir şeftalili meyve suyu, bir Roast Beef sandviç bir de kaşarlı sandviç.”

Ablamın siparişini alan garson bakışlarını elinde tuttuğu şeyden ayırıp bana çevirince direkt “Gurme sandviç.” diyerek siparişimi verdim.

“Başka istediğiniz bir şey var mı?” diye soran garsona “Çayların biri demli olsun.” dedim.

Garson başını eğip "Tamamdır," diyerek yanımızdan uzaklaştı.

Siparişle gelene kadar gözümü birleştirip kucağıma koyduğum ellerimden ayırmadım.

Beyza, buradan sonra lunaparka gideceğimiz için cici kız rolüne girip sessizce bekledi. Ablam da el mecbur bizim sessizliğimize eşlik etmek zorunda kaldı.

İçeceklerle birlikte sandviçler de gelince masada bir hareketlilik oldu. Hep bir ağızdan garsona teşekkür ettikten sonra masada oluşan hareketlilik duruldu ve yerini daha deminki sessizliğe bıraktı.

Önümde duran tabağın içinden peçeteye sarılı sandviçimi alırken Beyza'nın sandviçe öylece baktığını gördüm. Normalde yediği ekmek arasının neredeyse iki, üç katı olduğu için muhtemelen onu nasıl yiyeceğini düşünüyordu.

Dudaklarımdan dökülen kıkırtıların kahkahaya dönüşmesine izin vermeden bakışları masumca bana dönen Beyza'yla konuşmaya başladım. "Ne oldu teyzeciğim?"

Derince iç çekip "Biççek mi?" diye sordu elleriyle tabağı işaret ederek.

Başımı aşağı eğip yukarı kaldırırken "Evet teyzeciğim." diye cevap verdim. "İstersen yavaş yavaş ye, istersen hızlı hızlı. Ama onu yiyene kadar buradayız. Ekmeğin hepsi midene gidince kalkıp yola çıkarız."

Beyza oflayıp besmele çekerek sandviçi eline alırken ablama döndüm. Elindeki sandviçten bir ısırık alırken bakışları bana döndü. Hemen sandviçini indirirken bakışlarına merak yerleşti.

Hiç uzatmadan direkt “Çıkışım yapılmadı.” dedim.

Ablamın kaşları çatılırken bardağı elime alıp çayımdan bir yudum içtim. Bardak sıcak olmasına rağmen bırakmadan “Ne oyle bakayisun?” diye sordum ablama.

Ağzındaki lokmayı zorla yutuşunu izlerken çayımdan birkaç yudum daha aldım. “Ula madem çıkışın olmadi, niye işe değilsun?”

Sıkıntıyla oflayıp elimdeki bardağı tabağına bırakırken omuz silktim. Ablamın kaşları daha da çatılırken konuşmaya başladım. “Çünkü anlaşmada bugün teslim ettiğim iş için son işim yazıyordu. İşim bittiği için orada durmamın da bir anlamı yok diye atup vurdum kendimi yollara.”

Son işim, deyince ablam rahatlamış sonrasında sandviçinden bir ısırık daha almıştı. “İyi ettun. Biraz gez, dolaş. Dönmeden önce ilk kafanı dağıt, sonra topla öyle gel. Yoksa kafani toplayip dağitur nenen.”

Bir de onunla konuşacağım değil mi? Of. İşim cidden çok zor benim.

Tabağın üstüne koyduğum bardağı alıp birkaç yudum içtim. Bugün temelli olarak gideceğimi kesinleştirip ilk önce dayıma söyledim. Akşam da abime söyleyeceğim. Sonra belki sabah belki de Rize’de de ablama söylerim. Aslında söylemek için şimdi çok iyi bir fırsat ama kardeşlerim arasında, en küçükleri benim ama olsun, önceliğim Kenan abim.

Yemeğin geri kalanını sessizce geçirdik. Ben sandviçimi bitirip beşinci çayımı yarılamışken ablam ikinci çayını anca bitiriyordu. Ayıp olmasın diye üçüncüde sonrasını bende yavaş içmiştim ama ablamın yavaşlığı beni benden aldı.

Ablama bulaşmak istedim. Ama şuan doğru bir zaman olmadığı için başımı Beyza’ya çevirip elindeki peçeteye sarılı sandviçe baktım.

Sandviç eline sığmadığı için ablam bıçakla ikiye ayırmıştı sandviçini. Birkaç dakika önce bir yarısını bitirmişti. Şimdi de elinde tuttuğu sandviçten birkaç ısırık almıştı.

“Teyzeciğim, doydun mu?”

Ablam son zamanlarda pek yemek yemediğini söylemişti. Ama şimdi o söylediğine kıyasla çok bile yemişti. O yüzden eğer doyduysa elindeki yarım sandviçi yanımıza alıp kalkabiliriz.

Kararsız bakışlarına rağmen yalan söylemek yerine gerçeği söyledi. “Ama yunapaaka gideyim. Soya yeyim bunu.”

Yüzündeki masum ifadeye dayanamayıp dudaklarımı büktüm. “Ama ben seni yerim.” deyip oturduğum sandalyeden hafifçe doğrularak Beyza’nın yanağından makas aldım.

Beyza kıkırdarken bakışlarımı ablama çevirip sandalyeden tamamen kalktım. “Yiyip içmesi bizden, hesaplar eniştemin cebinden.”

Benim küçük kopyamın kıkırtıları daha da artarken ayağa kalkıp yanıma geldi. Bakışlarımı yeğenime indirerek yeğenimin elini tuttum.

“Burada mı ödüyoruz, içeride mi?”

Ablamın sorusuna “İstediğin yerde ödeyebilirsin.” diye cevap verdim. Cevabımdan sonra ablam ayağa kalkıp masada duran çantasını eline aldı ve bakışlarını ikimizin arasında gezdirip benim üzerimde tuttu. “Tuvaletiniz varsa gidin, yolda durmayalım.”

Hemen bakışlarımı Beyza’ya çevirdim. “Teyzeciğim, yolumuz biraz çok uzun. Bence şimdi tuvaletimizi yapalım.”

Ablam içeriye geçmek için bizim önden yürümemizi bekleyerek peşimizden bizi takip etti. Ben hemen “Biz aşağıdayız,” diyerek Beyza’yı kucağıma aldım ve merdivenlerden inmeye başladım.

Merdivenleri bitirip düz yolda yürümeye başlayınca başımı Beyza'ya çevirip "Hazır mısın?" diye sordum.

Beyza kaşlarını çatıp "Yeye?" diye sorunca hafifçe gülümseyip "Lavaboyu görmeye." dedim coşkulu bir sesle.

Sanırım her zamanki gibi deli olduğumu düşünüp bu halime kıkırdadı. Ama lavabonun kapısını açıp içeriye girdiğimizde "Aaaa," dedi şaşkınlıkla. Bende onu taklit ederek "Aaaa," dedim, hayranlıkla. Ama fazla uzatmadım.

Kapısı kapalı olan ilk kabinin kapısına vurdum. İçeriden bir ses gelmeyince de etrafındaki aynaları inceleyen Beyza'ya "Teyzeciğim," diye seslendim.

Kapıyı itip açtıktan sonra bana doğru yürüyen yeğenime "Hadi sende gel. Klozete oturmadan önce birlikte üstünü temiz yapalım.” dedim. Hemen başını aşağı yukarı sallayıp kabinden içeriye girdi.

Kapının önünden çekilip kapanmasını sağlarken Beyza’nın peçeteliğe baktığını gördüm. “Teyzeciğim, bana klozeti silmem için biraz peçete koparabilir misin?”

Deminki soruma verdiği tepkinin aynısını bu sorum için de yapıp başını salladı, onayladığını belirtircesine. “Veyiyim.”

Beyza’nın bana uzattığı kağıtla ilk önce klozetin üstünü temizledim. Sonra peçeteyi çöpe atıp ondan biraz daha büyük bir peçete koparmasını istedim ve bu sefer kopardığı peçeteyi klozetin üstüne yerleştirip oraya oturmasına yardım ettikten sonra kollarının altından tutmaya devam edip başımı yukarıya kaldırdım.

“Teje, bitti.”

Sesini duymamla Beyza’yı yere indirmem bir oldu. Hemen poposuna yapışan peçeteyi alıp çöpe attıktan sonra ablamın sesini duydum. “Paçiler, neresunuz?”

Hemen “İlk kabin,” diye ablama karşılık verip kilidi açtım. Kapıyı hafif araladığımda ablam içeriye girdi, ben dışarıya çıktım.

Buranın aynaları çok güzel. Hatta burası çok güzel. Dizayn eden kişi cidden çok zevkli olmalı.

Elimi sabunla yıkadıktan sonra cebimden telefonumu çıkarıp ablamlar çıkmadan birkaç fotoğraf çektim.

İlk fotoğrafta boydan çektim kendimi, telefon yüzümü kapatıyordu. Diğer fotoğrafta ise sol elim pantolonumun cebinde, sağ ayağımın üstüne yüklenip başımı yana çevirerek telefona doğru bakıyordum.

Ablamlar çıkmadan önce bir tane de selfie çektim.

Yanıma gelen ablama “Ben arabaya geçiyorum,” diyerek bakışlarımı Beyza’ya çevirdim. Yanağından bir makas alıp “Güzelce ellerimizi yıkayıp dikkatlice merdivenleri çıkıyoruz.” diyerek birkaç küçük direktif verdim.

Lavabodan çıkıp merdivenleri ikişer ikişer atlayarak yukarıya çıktım. Ardından dışarıya çıkıp hemen arabaya bindim. Ablamlar gelmeden önce telefonumu arabaya bağlayıp YouTube’a girdim.

Tam açacağım şarkıyı seçmek için ana sayfayı yukarı doğru kaydırıyordum ki arabanın içinde yankılanan ses, yerimde hafifçe olsa zıplamamı sağladı.

Hemen ekranda yazan isme bakıp aramayı cevapladım. “Tünaydın, Hira.”

Cıvıl cıvıl sesiyle, neşesiyle “Tünaydın,” diyerek bana karşılık verdi. “Sabah şirkete gelmişsin. Müdür yok diye çıkışını yapamayıp dönmüşsün.” Sesli bir nefes verdi bezgince, ardından devam etti. “Şimdi sinirlisindir. İstersen gel, işini halledelim. Yarın bir daha buraya gelmekle uğraşma, valizini hazırla rahat rahat.”

Lafı uzatmadan direkt konuya girmesi, işime geldiği için “Olur.” dedim hemen. “Beş, on dakikaya gelirim. Muhasebenin orada buluşuruz.”

Birileri ona seslendiği için fazla konuşamadan vedalaştık. Bu sıralar pek kimseyle konuşmak istemediğimden bir bakıma iyi oldu deminki hızlı konuşma.

Ablamlar gelip arabaya yerleşince ablama bakarak “Şirketten aradılar, zaten yolumuzun üstü. İki dakika uğrar, işimi hallederim.” dedim. Ardından arkamı dönerek Beyza’ya baktım. “Sonra istediğimiz saate kadar lunaparkta oynarız, olur mu?”

Beyza beni başıyla onaylayıp sağ işaret parmağını kaldırdı. “Ama çok kaacaj.”

Sunduğu şarta gülümseyip “Akşama kadar da kalırız.” dedim.

Kulaklarıma dolan kıkırtı sesleriyle önüme dönüp arabayı çalıştırdım. Şimdi şirkete gidip kalan son işimi halledecek ve bu işi burada bitireceğim. Ardından lunaparka gidip Beyza’yla birlikte eğlenerek kafamı dağıtacağım. Yani, umarım...

 

Loading...
0%