Yeni Üyelik
11.
Bölüm

8. Bölüm

@baharpnar

Arka koltukta, Beyza’nın yanında olan bez çantama uyanacağım sırada ne yapacağımı anlamış gibi çantamı eline alıp bana uzatan Beyza’mın yanağına küçüktür öpücük kondurup “Teşekkür ederim, vanilyam.” dedim sevgi dolu bir sesle.

Çantayı omzuma asıp önüme dönerken başımı ablama çevirdim. “Şimdi Hira'yı bulacağım. Sonra muhasebeye gidip çıkış işlemlerini tamamlayacağım ve bu iş burada bitecek.”

Bana gülümseyip destek verircesine elimi tutan ablamla bende gülümsedim.

“Hadi, oyalama beni. Hira beni bekliyor içerde.”

Ablamın eline ufak bir öpücük kondurup elini bıraktım ve sol elimi kulpa atarak kapıyı açtım.

Arabayı park etmeden önce geldiğimi haber verdiğim Hira, şirketin önünde beni bekliyordu. Bu nedenle adımlarımı hızlandırıp hemen yanına gittim.

Kollarını boynuma saran Hira’ya karşılık verip bir süre öyle kaldım. Ardından tutuşumu bollaştırıp ondan ayrıldım.

“Ne var, ne yok?” diye sorarak koluna girdim. Biraz daha sessizce dursaydık ya konuşmaya başlayacaktı ya da ağlayacaktı. Bende hiç riske girmeden konuşup adımlarımızı içeriye doğru atmamızı sağladım.

Sohbet ederek şirkete girip turnikeden geçtik.

Yüzü asık olan arkadaşımı görünce adımlarımı durdurup “Ama yapma böyle.” diye isyan ettim. “İnsanların içinde çalıştığın zamanki gibi ayakçıları olmayacaksın artık. Yeni bir odan olacak ve sen özgür olacaksın. Buna sevinmen lazım. Hatta zılgıt çekip halay bile çekmen lazımdı şimdiye.”

Son cümleme gülümseyip “Ama sen gidiyorsun.” dedi mızmızlanarak.

Sesli bir nefes verip omuz silktim. “Ne yapalım, doğanın kanunu bu. Biri gider, biri gelir. Zaten biliyorsun, tatile ihtiyacım var. İzin almaktansa direkt çıktım. İstanbul beni çok hain yordu. Artık yeter, dinlenmem lazım.”

Gözlerinin dolduğunu görünce “Ama,” diye itiraz ettim. Fakat o seslice burnunu çekip kollarını belime doladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken “Ama,” dedi. “Sen benim buradaki tek arkadaşım, dertdaşımsın.” Hıçkırıklarından cümlesi ara ara bölünse de ne dediğini anlamıştım. “Sen gidersen ben kiminle öğlen araları kaçamak yapıp kafelere gideceğim?”

Son cümlesini söyler söylemez seslice ağlamaya başladı. Sırtında olan elinle sırtını sıvazlayıp “Sen tek başına da gidebilirsin. Hem,” dedim aklıma gelen şeyle. “Emre de burada, İstanbul’da. Onunla buluşursun öğlen aralarında. Bir o gelir, bir sen gidersin mesela.”

Emre’nin ismini duyunca hıçkırıkları kesildi. Hatta kolları gevşedi, bedenini benden ayırıp yüzüme baktı. “Ama yine de senin yerin farklı. Seninle konuştuğum şeyleri onunla konuşamam ki...”

Ellerini tamamen benden ayırıp yüzünde kalan yaşları sildi. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi gözleri parladı. “Onun bir tane bekar abisi varmış. Yirmi altı mı, yirmi yedi mi ne o yaşlarda bir şeymiş. Sende onunla konuşsan, elti olsak?”

Emir’i kastediyordu. Ama o işin olması için ciddi anlamda Emir’i tanımam lazım. Çünkü bana herkese davrandığından daha farklı, daha yumuşak davranıyor çocukluğumuzdan beri. Yani beni hep tolere etti bugüne kadar. Ama ben onunla arkadaşça konuşmayı keseli çok oldu ve o da büyüdü. Beni sevmesi, beni hala tolere edebileceğini göstermiyor.

Başımı iki yana salladım. Bu konuyu düşünmek için cidden çok erken.

“Aşkım sen istersen lavaboya geç, elini yüzünü yıka. Bende sana su alıp geleyim.” Sorarcasına söylediğim cümleye başını sallayıp “Değil mi?” dedi. Ardından gözlerini büyütüp eliyle yüzünü kapattı. “Rimelim akıp bebek gibi, pamuk yüzümü mahvetmiştir şimdi.”

Onun bu haline bıyık altından gülüp “Yardım edeyim mi?” diye sordum güldüğümü belli etmeyecek kadar ciddi bir sesle. “Yoksa gözün kapalı lavaboya kadar gidebilir misin?”

Ani bir şekilde işaret ve orta parmaklarını birbirinden ayırıp gözlerini ortaya çıkardı. Akan rimeli bu küçük görüntüden de gözüküyor ama gözükmediğini düşünmek istiyorsa da kendisi bilir. “Ben kendim giderim aşkım, sağ ol.”

Hira hızlı adımlarla lavaboya doğru yürürken bende mutfağa doğru yürümeye başladım. Gerçi mutfak sayılmazdı ama bütün içecekleri oradan alabildiğimiz için öyle diyoruz.

Dolaptan bir plastik bardak alıp damacanadan bardağa su doldurdum.

Taşıdığım bardaktan suyun dökülmemesi için ekstra çaba sarf ederek, gözlerimi bardaktan ayırmadan, Hira ile buluşmak için sağa döndüm. Döndükten sonra iki adım atmıştım ki tam önümde beyaz gömlek, siyah pantolon ve ceket giyen biri durdu.

Yatırımcılardan birisi olabilir diye hiçbir tepki vermeden sadece sağa doğru bir adım attım. O da benimle birlikte adım attı ve tekrar önümde durdu. “Hanımefendi, konuşabilir miyiz?”

Kaşlarımı çatıp başımı onun yüzüne bakacak şekilde kaldırdım. Ardından bakışlarım kadar sert bir şekilde cevap verdim. “Ne münasebet, beyefendi? Lütfen önümden çekilin.”

“Ama olmuyor böyle keçxal (dayımın kızı). Alınıyorum ama.”

Söylediği kelime, yüzüme soğuk su çarpılmış gibi bir anlık nefesimi kesip irkilmeme neden oldu. Bu yüzden siması bir yerden tanıdık geliyordu demek.

Ondan uzaklaşmak için elimde olmadan birkaç adım geriye gittiğimde elime dökülen suya bakamadım bile. “Senin ne işin var burada? Yürü git. Uzak durun bizden. Bunca yıl yoktunuz, bundan sonra da olmayın.”

Kirli sakallı yüzünde pis bir gülüş belirdi. “Aysun,” dedi alınmış bir sesle. Ama sözüne devam etmesine izin vermeden “Sus!” diye sesimi yükselttim. “Konuşma benimle. Burası bir iş yeri. Bir rezillik çıkarma ve mümkünse beni görmemiş gibi yapıp defol git.”

Bu sefer yüzündeki gülüş silindi. “Evet, burası bir iş yeri. Teyzemin eşinin şirketi. Bugün oğlunun yıl dönümü. Şuan onun yanında. Bu yüzden benden buraya gelmemi rica etti. Prosedür gereği bir şey mi ne varmış onu yapmak için geldim.”

İçimden bildiğim bütün küfürleri sayarken kendime de aptal dedim. Aptal. Bunca yıl emrinde çalıştığın adamı bir kere bile araştırmadın. Tamam, özel hayatı diye bakmamış olabilirim. Ama yani karısının kim olduğuyla vesaire ilgilenseydim, bugün burada böyle bir an yaşanmayacak ve içime korku tohumları atılmayacaktı.

“Öyle ya da böyle. Benim için gelmişsin. Muhasebeye git ve prosedür gereği çıkışım için imza at. Sonra bir daha benimle aynı ortamda bulunma. Asla!”

Başını hafifçe aşağı eğip kaldırdı ve “Öyle olsun.” dedi. “Ne taraftan gidiliyor muhasebeye?”

Elimle ileriyi işaret edip “Düz yürüyorsun. Döneceğin zaman söylerim.” dedim. Ses tonumu ne kadar normal tutmaya çalışsam da sert çıktı. Ama bunu sorun edeceğim son zaman bu sanırım. Çünkü hiç umurumda olmadan muhasebeye doğru yürümeye başladım. O da beni sol çaprazımda yürüyerek beni takip etti.

Kapıyı tıklatmak için elimi kaldırdığımda diğer elimdeki bardağı hatırladım. Hira. Ben sinirden onu unuttum ya. Elimi indirip ona ters bir bakış attım ve elimdeki bardağı dudaklarıma götürüp içinde kalan suyu içtim.

Ben geriye çekildiğimde bir adım öne çıkıp kapıyı bir kere tıkladı. Ardından içeriden bir ses gelmesini beklemeden kapıyı açıp içeri girdi.

İçeriye girmek için kapıdan çekilmesini beklesem de kapının önünde durup kapıyı tutarak başını bana çevirdi. “Were (gel) Aysun.”

Sinirden dilimi alt dudağımla çenem arasındaki boşluğa götürüp gözlerimi kapattım. Ama o bu tepkimi bile hak etmediği için yüzüme sert bir maske taktım. Eğer başımı kaldırmazsam yüzünü görmeyeceğim için çenem dik bir şekilde yürümeye başladım.

O Nida ile konuşurken hiç dinlemedim onları. Beynim en çok ona ve dayısına söverken kendimi de ihmal etmediği için şuan konuştukları şeyle gram ilgilenemiyorum.

Nida’nın önüme koyduğu kağıtla Nida’ya boş bir bakış atıp kağıda döndüm. Çıkışım için gerekli olduğunu bildiğim için bütün kağıdı okuyup imzaladım.

“Tazminatını istersen elden alabilirsin istersen de maaş kartından çekebilirsin.” diyen Nida’ya gülümseyip “Maaş kartımdan çeksem daha iyi olur, Nida Hanım.” diye cevap verdim.

Yüzüne sahte bir üzüntü ekleyip ‘keşke gitmeseydin, çok iyi bir performansın var...’ gibi birçok cümle saydı. Ama ben gururlanmak veya duygulanmak yerine yalnızca sözlerinin bitmesini bekledim bıkmış bir halde. Sözleri biter bitmez de “Teşekkür ederim. İyi günler, kolay gelsin.” diyerek ne ara oturduğumu bilmediğim koltuktan kalktım.

Karşımdaki koltukta oturan adamın yüzüne bakmadan odadan çıktım. Bu bir tesadüf müydü yoksa tehdit gibi bir şey mi? Tehditse misliyle karşılığını veririm. Ama tesadüfse de... Bir şey diyemeyeceğim. Çünkü bu yıllar sonra ilk ve son karşılaşmamız oldu.

Ne kadar kapıyı çarpmak istesem de Nida Hanım’a ayıp olmasın diye sessizce kapatıp sırtımı kapının yanındaki duvara yasladım.

Onu görünce içime dolan negatiflik, derin bir nefes versem de dağılmadı. Siması Kazım Akar’a -sadece biyolojik olarak babama- çok benziyor ve onu görmek, benim o adamı düşünüp geçmişe dönmemi sağladı.

Dolan gözlerimi işaret parmağımın tersiyle silip yaslandığım duvardan ayrıldım.

Adımlarımı çıkışa doğru yönlendirdiğimde fotoselli kapıdan içeri giren Hira’yı gördüm. Ben onu cidden unuttum ya. Çok ayıp oldu kıza da.

Burnumu çekip gözyaşlarımın geri gitmesini umarak yüzüme mahcup bir ifade ekledim. Hira koşarak yanıma gelince hemen kollarını bana sardı. “Yaptın mı çıkışını?”

Hissedip hissetmediğini anlamasam da başımı aşağı yukarı salladım. “Evet, yaptım.”

Sırtımı sıvazlayıp benden ayrılmadan bana destek verircesine uzun uzun bir şeyler söyledi. Benimle konuştuğunu sanıyordu ama aslında kendi kendine konuşuyordu. Çünkü ben ne kadar onu dinlemek istesem de aklımdaki düşünceler buna izin vermediği için onu dinleyemedim.

Ellerimi tuttuğum omuzlarından ayırıp geri çekilirken “Hira,” diye mırıldandım. Hemen bana karşılık “Hı,” diye bir mırıltı çıkardı. “Söyle Aysun’um.”

Sızlayan burnumu çekip “Ben gidiyorum buradan.” dedim. Sesim çocuk gibi çıkmıştı. Bu yüzden boğazımı temizleyip diyeceğim şeylere devam ettim. “Buralar sana emanet.”

Duygularımı daha fazla içimde tutamadığım için dudaklarım titredi. Daha fazla konuşmama kalmadan Hira tekrar kollarını bana sardı. Ama bu sefer öyle sıkı sarıldı ki bana, ilk defa kendimi ona karşı bu kadar samimi hissettim.

Boğazımdaki düğüm yavaş yavaş çözülürken titreşim hissetmemle Hira’dan ayrıldım. Birimizin telefonu çalıyordu ki bu biri çok büyük ihtimalle ben ve arayan kişi de ablam olmalı.

Hemen elimi çantamın içine atarak telefonumu aldım. Doğru tahmin, ablam arıyor.

Aramayı yanıtlayıp konuşmasına müsaade etmeden “Arkadaşlarla vedalaşıyorum, bir-iki dakikaya gelirim.” diye açıklama yaptım.

Bir şey demesini beklerken telefondan gelen ‘Dıt dıt,’ sesini duymak başımı geriye çekip gıdığımı hafifçe çıkarmamı sağlamıştı.

Telefonu kulağımdan çekip ekrana bakınca ablamın cidden aramayı sonlandırdığını gördüm. Aman, kontörü gider hanımefendinin. Lafım bitince hemen kapatsın, cevap vermesin. Ne gerek var ki?

Elini belime atıp arabaya kadar bana eşlik etti.

Ben Hira’yla vedalaşıp şoför koltuğuna oturacağım sırada ablam yolcu koltuğundan kalkıp yanımıza geldi. Kaşlarım çatılırken neden dışarıya çıktığını anlamaya çalıştım. “Sen navigasyonu ayarla, sonrasını bana pirak.”

Ağladığım için...

Ablama gülümseyip Hira’ya döndüm. “Tekrar teşekkür ederim, her şey için.” Daha fazla konuşursam eğer ağlayacağımı bildiğim için susup kollarımı Hira’ya uzattım. Anında bana doğru yarım bir adım atarak ona sarılmama izin verip kollarını sırtıma sardı.

Bizi ayıran şey, ablamın sabırsızlıkla “Hadi hadi,” demesi oldu. “Ne bu veda etmeler? İş çıkışlarında, hafta sonlarında, ne bileyim işte izin günlerinde falan Aysun’u ararsın. Hemen hazirlanup kopa kopa celur.”

Ablamın cümlesi bitince Hira’yla göz göze gelip kıkırdadık. Onun da gözleri dolu doluydu. Vedalaşmaları pek sevmediğim için pek uzatmak istemedim. “Aynen öyle. İstediğin zaman ara. Görüntülü olur, sesli olur fark etmez. Ben hemen açarım. Konuşup dertleşiriz. İstediğin zaman da buluşuruz.”

Hira gülümseyip “Artık beni arama, diye söylenme de.” dedi şakayla karışık bir tonla.

Ona karşılık olarak “Artık her aradığımda açma, diye söylenme de.” dedim gülerek.

Ablam tekrar aramıza girip arka kapıyı açtı. “Gir kız içeri. Sebim heyecandan dakikalari sayayi, siz riv riv riv.”

Haklı olduğu için bir şey diyemeden Hira’ya son kez gülümseyip ablamın açtığı kapıdan içeriye girdim. Ben peşimden kapıyı kapatırken ablamın Hira’ya sarıldığını gördüm.

Kaşlarım hayretle havalanırken “Aaa,” diye çemkirdim. Başımı Beyza’ya çevirirken elimle camdan dışarıyı, ablamla Hira’yı gösterdim. “Görüyor musun, bana böyle sıkı sarılmıyor.”

Beyza benim bu sinirime elini ağzına kapatarak kıkırdadı. Her sinirlendiğimde böyle güler, neden güldüğünü sorduğumda da böyle çok tatlı gözüktüğümü söylerdi. Bu yüzden kıkırdamasına aldırmadan camı açıp “Hop,” diye bağırdım. Zaten ablam da Hira’dan ayrılmış ona arkasını dönüp arabaya doğru yürüyordu.

Benim seslenmemle omzunun üzerinden Hira’ya dönüp “Hayin kıskanç bu paçi.” dedi güleç bir sesle. Ardından ciddileşip “Dikkat et kendine.” diyerek ona el salladı ve önümdeki koltuğun kapısını açıp arabaya bindi.

Ablam kapıyı kapatıp kemerini takınca ben camdan dışarıya çıkardım başımı. Hira’ya baktım. Belki de son kez. El salladım. O da bana karşılık verdi. Araba asfaltta dümdüz gidip Hira gözden kaybolana kadar başımı içeriye sokmadan el salladım.

“Pa!” diye sesini yükseltip irkilmemi sağlayan ablamla başımı içeriye arabadan içeriye soktum. Ablama tam ne olduğunu, neden böyle bağırdığını soracaktım ki “Hasta olcasun, cami kapa.” diyerek cümlesini tamamladı.

Başımı Beyza’ya çevirip masum bakışlarıyla karşılaştım. Ardından camı kapatıp gözlerimi cama sabitledim.

Bugünden itibaren gelecekten geçmişe doğru yaşanan olaylar bir bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

Gözlerim dolarken dudaklarımı büküp ayakkabılarımı çıkardım.

Beyza’nın yüzümü göremeyeceği şekilde başımı cama çevirdiğim için ağladığımı göremiyordu. Ablam zaten yola baktığı için, arada dikiz aynasından bizi kontrol etse de ben oraya baktığında gözükmüyorum, benim halimi görmedi.

Ayaklarımı kendime doğru çekip kolumu kapıya yasladım. Gözlerimden yaşlar sessizce süzülürken sağ yanımda bir ağırlık, hemen ardından da minik bir elin belime sarıldığını hissettim.

Sol elimi yanağıma yasladığım için sağ elimle ilk önce gözyaşlarımı silip sonra Beyza’ya sarıldım. Yolu da böyle birbirimize sarılarak geçirdik.

“Pa, bir bak bakayim. Celduk herhalde. Nereye park edeyim?”

Ablamın sorusuyla başımı hafifçe sağa doğru çevirip ön camdan dışarıya baktım. Ardından başımı eğip Beyza’ya baktım. Uyumuyordu. Hatta ablamın geldik, demesiyle kalkıp benim gibi camdan dışarıya bakmaya başlamıştı.

Başımı tekrar ablama çevirdiğimde dikiz aynasından göz göze geldik. “Sen dörtlüleri yakıp sağa çek. Ben hallederim.”

Tek kaşını kaldırıp ‘Emin misin?’ dercesine bakınca onu başımla onayladım. “Hayde abla. Çek sağa. Önden inip bilet mi kart mı artık neyse alın. Bende arabayı park edip yanınıza gelirim.”

Sesli bir nefes verip dörtlüleri yaktı ablam ve hemen ardından yavaşlayıp arabayı dediğim gibi sağa çekti.

Ablam kemerini çıkarırken ayaklarımı yere indirip hızlıca ayakkabılarımı giymeye başladım. Sağ ayakkabımı ayağıma geçirdiğimde ablam kapısını açtı. Sol ayağımı giydiğimde de Beyza’nın tarafındaki kapıyı açıp bana sorarcasına baktı tekrar.

Yüzüme samimi bir gülümseme ekleyip başımı hafifçe sağa eğdim. Gitsinlerdi. Biraz kafam dağılır ve kendime gelip Beyza’yla daha çok eğlenebilirim.

Beyza annesinin kucağına giderken bende kapımı açıp arabadan indim. Hiç beklemeden de ön kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdum.

Ablamın sora sora bilet yerini bulacağını bildiğim için kemerimi taktığım gibi arabayı çalıştırıp park yeri aramaya başladım.

Neredeyse yarım saatin sonunda sahile yakın bir yerde, aquaparkın sağ çaprazında kalan bir park yeri buldum.

Arabadan inip arabayı kilitledikten sonra kapının kolunu kendime doğru çekerek arabanın kilitlenip kilitlenmediğini kontrol ettim. Kilitlenmiş.

Torpidodan çantama attığım kablolu kulaklığı elime aldım. Buraya birkaç kez Hira’yla geldiğim için on dakika kadar yürüyeceğime bildiğimden hemen kulaklığı kulağıma takıp telefonumdan rastgele bir şarkı açtım.

Kulağıma dolan Tarkan’ın sesiyle gülümseyip yürümeye devam ettim.

Aslanpark’ı geçip lunaparka girişin olduğu kapıda durdum. Ablamlar içeriye girmiş midir acaba?

Müziği durdurup hemen rehbere girdim. Ablamın ismini bulunca hemen o kutucuğu sağa doğru çevirdim.

Telefon çalmaya başlayınca da kulaklığın mikrofonunu ağzıma doğru yaklaştırıp bekledim. Çaldı, çaldı, çaldı. Ben tam umudu kesip aramayı sonlandıracaktım ki karşıdan bir ses geldi. “Kapıdan içeri geç, turnikelerin oriya bekliyruk seni.”

Bir şey demeden aramayı sonlandırdım ve ablamın dediği yere doğru yürüdüm.

Turnikeden beraber geçip içeriye girdiğimizde Beyza sevinçle bir çığlık attı. “Yaşaşın!”

Başım Beyza’ya dönerken ellerini kaldırıp yerinde zıpladığını gördüm. Yüzümdeki gülümsemeyle elimi ona doğru uzattım. “E hadi o zaman, başlayalım.”

Beyza elimi tutup benimle beraber koşmaya başlayınca “Nereye dönelim?” diye sordum. Başını yoldan ayırmadan “Yayi tyen.” diye cevap verdi bana.

Lunapark maceramız mavi trenle başlayıp Beyza’nın yaşının tuttuğu bütün oyuncaklarla devam etti ve en sonunda atlıkarınca ile son buldu.

Midem bulandığı için “Abla biraz duralım mı?” diye sordum.

Ablamın adımları anında dururken kaşları çatıldı. “Ne oldu?” diye sordu merakla. “Miden bulandı değil mi? O kada şeye binerseniz olacağı buydu da.”

O kendi kendine söylenirken ben dizlerimi kırıp Beyza’yla aynı boya geldim. Hemen ellerimi tutunca gülümsedim. O da yorgundu. Hatta ablamdan kucağına almasına istemişti ama ablam bokuni çıkardunuz şimdi da devam edun, diyerek reddetmişti.

Beyza da dizlerini kırıp yere oturunca ona göz kırpıp hala söylenen ablama seslendim. “Ya abla,” Susup başını iki yana sallayan ablamla sözlerime devam ettim. “Beyza’yı kucağına almadın ya,”

Kaşlarımı kaldırıp masum masum baktım. “Beni alsan, olmaz mı?”

Ablam gözlerini devirip “Bende akıllandı da bişe dedi sandum.” dedi. Yine söylenmeye başladı. “Hiç akıllanur mi? Yok. Daha da delirur anca bokiye.”

Sıkıntıyla oflayıp kollarımı göğsümde bağladım.

Abimin sesine benzer bir sesin “Ben seni taşırım prenses.” dediğini duydum. Başımı hemen sesin geldiği yere doğru çevirdiğimde abimi gördüm.

Acaba yorgunluktan hayal mi görüyorum diye düşünürken abim benim yanıma gelip dizlerini kırarak benimle aynı boya gelmeye çalıştı. “Hadi abim, gel.”

Başımı çevirip Beyza’ya baktığımda ablamın da onun yanına gittiğini gördüm. Dudaklarını bükerek bize bakan yeğenimi görünce bende dudağımı büküp ablamın onu kucağına almasını bekledim. Ardından bende abimin sırtına atlayıp “Hadi gidelim!” diye bağırdım hissettiğimin aksine enerjik bir sesle.

Benim bu coşkum Beyza’yı da etkiledi ve “Vuhuu,” diye bağırışıma eşlik etti.

Hava karardığı için etraftaki insanların azalmasını beklesem de aksine, daha çoğalmışlardı. Bunu bahane edip susarak kalmayan enerjimi kendime sakladım.

Sağ elimi sol bileğime sarıp başımı abimin başına yasladım. “Abi,” diye mırıldandım yorgun bir sesle. “Bu akşam konuşmasak? Çok yorgunum.”

Konuşmaktan kaçtığımı düşündüğü için sanırım, sesli bir iç çekti. Ardından istemeyerek de olsa onay mırıltıları çıkardı.

Abim beni arabasının arka koltuğuna bırakınca çantamı omzumdan indirip çantanın içinden arabamın anahtarını çıkardım. Ardından “Abi, ablama uzatır mısın?” diyerek anahtarı abime uzattım.

Dediğimi ikiletmeden elimdeki anahtarı alıp kapımı kapattı. Aslında aynanın camından ona bakıp ablama anahtarı verdiğinden emin olana kadar camdan ayrılmazdım ama yorgunluğum daha ağır bastığı için ağırlığımı sağıma doğru verip koltuğa uzandım.

Belimde hissettiğim ağırlıkla başımı hafifçe eğerek belime doğru baktım. Gördüğüm minik kol, gülümsememi sağladı.

Alıp verdiği nefesler açık olan gerdanıma değerken kaşlarım çatıldı. Üstümde en son dün akşam giydiğim kıyafetler yoktu. Yerine kısa kollu v yaka beyaz bir t-shirt ve beyaz bir şort vardı.

Beyza’nın elini nazikçe tutup uyanmaması için yavaşça belimden ayırdım. Ardından bedenimi hafifçe geriye çekerek elinin tersini yine aynı yavaşlıkla yatağa bıraktım.

Yavaşça yerimde doğrulup yatağın ucuna doğru kaydım. Ardından hiç beklemeden yataktan kalkıp Beyza’yı kontrol ettim. Uykusu derin olduğu için sadece kendisi istediği zaman uyanırdı ki kımıldamadan uyumaya devam etmesi de bunu bir kere daha kanıtladı.

Çıplak ayakla yürümeyi hiç sevmediğim için parmaklarımın üstünde yürüyerek odadan çıktım ve ardımdan sessizce kapıyı kapattım.

Ablamın odasına yürüyecekken vazgeçip mutfağa doğru yürümeye başladım. Dilim damağım kurudu. Hem dişlerimi de fırçalayamadım akşam...

Mutfağın kapısına gelir gelmez ablamı gördüm. Kesme tahtasının üstünde patatesleri ince ince kesiyordu.

Başını kaldırmadan işini yapmaya devam ederken geldiğimi hissetmiş gibi konuştu. “Günaydın.”

Ona aynı şekilde karşılık verip elimi esnediğim için açılan ağzıma kapattım.

Esnemem bittiğinde elimi ağzımdan çekip “Abla,” dedim. Daha fazla ayakta kalmak istemediğim için sandalyelerden gözüme ilk çarpana oturdum. “Bugün İstanbul’da son günümüz. Evi temizleyip valizimi hazırlamam lazım. Akşama da sahile ineriz. Bir şeyler hazırlarsan piknik de yapabiliriz.”

Aslında piknik yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Çünkü abimle kayalıklara oturup konuşacak, dertleşecektik. Ama konuşurken birden aklıma ablamın günlerde yaptığı şeyler geldi ve cümlemin sonu da pikniğe bağlandı.

Ablamdan hiç beklemediğim bir uysal ses “Tamam,” dedi. Bence ablam değildi bu tonda konuşan. Ben tam uyanamadım herhalde.

“Ama evi iyice temizleyip valizini hazırlayacaksın. İşlerun bitince de beni ariyacasun. Sonra hazirlanu çıkacağuk evden.”

Yok. Rüyada falan değilmişim. Gayet de güzel uyanmışım.

Bakışları hala üzerimde olan ablama başımı sallayarak sessizce cevap verdim. “Anlaştuk. O zaman ben bir lavaboya gideyim. Ayılıp salona geçerim. Masayı kurarken de seslenirsun bağa, hemen celurum.”

Duyduğunu bildiğim için bir şey demesini beklemeden ayağa kalkıp lavaboya doğru yürüdüm.

Lavabodan çıkıp salona geçecektim ki ablamın bana seslenmesiyle adımlarımı mutfağa çevirdim. Kesin iki dakikada bir şeyler hazırlamıştır.

Hazırlamamış. Mutfak kapısından içeriye girmemle arkamı dönmem bir oldu. Ama ablam t-shirtün yakasından tutup beni geri içeriye soktu.

Yakalanmanın vermiş olduğu huysuzlukla “Ya abla,” diye mızmızlandım. “Kaç yaşına geldim ben. Hiç yirmi dört yaşındaki genç bir kızın yakasından tutup onu bir yere sürüklemek oluyor mu? Yok. Hiç yani, sana yakışmıyor.”

Elini yakamdan ayırıp “Aynen öyle.” diyerek bana hak verdi. “Senin gibi yirmi dört yaşında genç bir kıza yardımdan kaçmak hiç yakışmıyor.”

Gözlerimi devirip topuğumun üstünde kendimi ablama doğru döndürdüm. “Aşk olsun ama. Ben hangi yardımdan kaçmışım?” Aslında demin tam olarak öyle yapacaktım ama yakalanıp olay yerine tekrar getirildim.

“Tamam,” dedim pes etmiş bir halde. “O zaman ben masayı silmekle başlayayım.”

Tezgahın üstünde duran kuru sarı bezi alıp yıkadım. Ardından masanın üstündeki örtüyü kenara iteleyip masayı sildim. “Masanın hepsini açmıyorum, zaten üç kişiyiz.”

Ablamın bir şey demeyip işine devam etmesini beklemiştim. Ama o “Dört kişiyiz. Masayı hepten aç, işini de düzgün yap.” diyerek beni şaşırttı.

Ben bir, ablam iki, vanilyam üç. Abim işe gitmiştir, gelmesin. Toplam üç kişiyiz. “Abim işe gitmedi mi?” diye sordum merakla. “Nasıl dört oluyor? Biri mi gelecek? Kim?”

“Gelin gelecek.”

Aldığım cevapla ablamın neden beni tutup içeriye çektiğini anladım. Zilan geleceği için iki ayağı bir pabuca girmişti. Bu yüzden benden yanında olmamı istedi.

Ben dolaptan kahvaltılıkları çıkarıp masaya yerleştirirken ablam da kıymalı börek yaptı. “Zilan ne sever, ne etsem?” diye düşünen ablama cevap vermedim. Çünkü bana gidelim, dediğimde beni duymazdan gelmişti. Bende şimdi onu duymuyorum.

Beyza uyuduğu için sessiz olmaya çalışsam da bu sessizliğe daha fazla dayanamadan türkü mırıldanmaya başladım. “Çayeli’nden oteye gidelum yali yali, gidelum yali.”

Ablam da bana eşlik etti. “Sirtundaki sepetun ben olayim hamali, ben olayim hamali, ben olayım ha!”

Tezgahın üstünde duran bulaşıkları sudan geçirip makineye dizdim, ablamın daha kullanmayacağı malzemeleri de güzelce sarıp dolaba koydum.

Sırtımı buzdolabına yaslayarak masaya baktığımda her şeyin tamam olduğunu gördüm. Bir tek çay bardakları ve tabaklar boştu. Çayları gelinimiz gelince ben dolduracağım. Tabakları da herkes kendine göre doldurur artık.

“Ben şimdi bu muhlamayi ettum da ya soğursa? Sıcak sıcak daha cuzel oliyi.”

Elimi havada gelişi güzel sallayarak “Merak etme,” dedim geniş bir şekilde. “Hazırlanıp yola çıkmıştır. Beklemeyi de bekletmeyi de sevmez o. Hatta yaklaşmıştır bile. Dur, bir arayayım.”

Sırtımı buzdolabında ayırıp mutfaktan çıkmıştım ki zil çaldı. “Bak. İyi insan lafının üstüne gelirmiş.”

Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyüp hemen aşağıdaki kapıyı açan düğmeye bastım. Ondan başka kimseyi beklemediğimiz için kapıyı açıp bekledim.

“Teeşe,” diye seslenen Beyza ile kapıdan ayrılıp arkamı döndüm. “Günaydın teyzeciğim. Bir şey mi oldu?”

Bir şey oldu ki kız sana seslendi, değil mi Aysun? Kendi soruma göz devirip Beyza’nın bana cevap vermesini bekledim.

Sorumu başıyla onaylayıp “Elimi yıkayamadım da, yıka mışın?” diye derdini anlattı.

Bende onu başımla onaylayıp dizlerimi kırdım. “Dön bakalım sırtını.”

Beyza hiçbir şey demeden bana sırrını dönünce bir elimi karnına sarıp diğeriyle de bacaklarından tutarak ayağa kalktım. “Ben seni böyle tutayım. Sende elini yıka, tamam mı?”

“Tama,” Yeni uyandığı için sesi o kadar masum çıkmıştı ki... Ben bu kızı yesem doymam ya.

Ellerimizi yıkarken evin kapısı tıklatıldı. Ardından Zilan’ın utangaç sesi doldu kulaklarımıza. “Gelebilir miyim?”

Ablama kalmadan lavabodan “Gelebilirsin tabii, gelin.” diye cevap verdim. Ablamın yanında ona böyle hitap ettiğim için utandığını biliyorum. Ama ne yapayım? Onunla uğraşmak çok zevkli.

Ellerimizin temiz olduğuna kanaat getirdikten sonra “Musluğu kapatabilirsin teyzem.” dedim sıkıca tuttuğum yeğenime.

Beyza hemen musluğa uzanıp suyun kesilmesini sağladı.

Lavabodan çıkınca Beyza’yı yere indirip kulağına fısıldadım. “Zilan yengeye hoş geldin, diyeceğiz. İstersek sarılacağız da. Sonra sohbet ederek kahvaltımızı yapacağız. Önümüzdeki tabağın içinde ne varsa hepsini yiyip bitireceğiz.”

Sözlerimin bitmesini sabırla bekleyen minnağımın yanağına güçlü bir öpücük kondurup “Kahvaltı niyetine yerim seni ha. Bu kada tatli olma, vanilyam.” dedim.

Tekrar Beyza’nın yanağına bir öpücük kondurup ayağa kalktım.

Başımı sağa doğru eğmemle Beyzam anlayacağını anlayıp zıplayarak mutfağa doğru önden yürümeye başladı. Bende gülerek onu takip ettim.

“Jiyan hoş geedin.” deyip ellerini iki yana açan Beyza ile içtenlikle gülümsedim. Zilan, Beyza’nın bu tavrına alışık olmadığı için yüzünde şaşkın bir ifadeyle birkaç saniye öylece kalsa da hemen kendini toparlayıp “Hoş buldum, Beyza’cığım.” dedi ve Beyza’nın boyuna eğilip ona sarıldı.

Sarılmaları bitince Zilan’a yaklaşıp bir tur da ben sarıldım. “Hoş geldin müstakbel gelin.”

Zilan hemen utanıp gözlerini saliselik olarak ablama çevirince hafiften kıkırdadım. İyi ki ablam ona bakmıyordu. Yoksa daha çok utanıp yanımızdan kaçabilirdi.

“Hadi,” dedim ortamdaki sessizliği bozmak için. “Kurt gibi acıktım. Daha fazla böyle dikili durursak düşüp bayilacağum.”

Bilerek cümlemin sonlarına doğru şiveye kaydım ki ablamları ikna etme konusunda etkili olabileyim.

Ablam çaydanlığı eline alınca hiç onu bozmadan Beyza’yı önüme alarak yürümeye başladım.

Arkama baktığımda ablamı görünce “Çabuk bir yere otur teyzeciğim.” dedim saniyeler önce omuzlarını bıraktığım yeğenime. “Annenin elinde haşli çay dolu çaydanlık var, ona göre.”

Beyza hızlıca bir sandalyeye oturunca ablam çay bardaklarımızı doldurdu.

Ben mutfaktan çıktığımda herhalde Beyza’nın bardağına da meyve suyu doldurdu.

Masadaki bütün boşlar tek tek dolup tabağımıza doldurduklarımızı yemeye başladığımızda konuşmaya başladım. “Zilan, biz yarın yola çıkacağız. Sende gelsene bizimle.”

Tam anlayamadığı için sanırım, kaşları çatıldı. Tabii cümleyi eksik söylediğim için böyle bakması normal.

“Rize’ye gideceğiz. Ben kafamı dağıtmaya, ablam da evine.” diye tam bir açıklama yaptım. “Hem sende bu hafta izinliymişsin. Gel işte. Beraber İstanbul’a döneriz.” Döneceğimi pek sanmıyorum ama...

Zilan’ın gözleri parıldadı. Hemen başını ablama çevirdi, onay almak istercesine. Ablam da onu poh pohlamak için “Ay, evet!” diye yükseldi. “Birkaç hafta sonra kına olacak zaten. Kınadan önce gel, nasıl çay toplandığını izle. Karadeniz kızı, çay toplamasını bilir. Sende, Kenan’la kalbiniz bağlandığı an Karadeniz kızı olduğun için senin de bilmen gerek.”

Ben bile ablamın bu sözlerine erirken Zilan’ı düşünemiyorum bile.

Utançtan yerinde iki büklüm olan müstakbel yengemi kurtarmak için araya girdim. “Ama illa çay toplamak zorunda değilsin. Yani benim gibi evde durup toplayıcı ordusuna yemek de hazırlayabilirsin.”

Yüzünde az da olsa rahatlama gördüğüm Zilan kaşlarının ucunu kaldırdı bilmem ki, dercesine. “Çok isterim. Aslında bana da iyi gelir. Ama şimdi bir cevap vermeyeyim. İlk önce abime sormam lazım.”

Başımı geriye doğru çekip “Aaa,” dedim. “Ama yarın sabaha kadar valizini hazırlaman lazım. O sa-” Beyza’nın da masada olduğu aklıma gelince boğazımı temizleyip öyle devam ettim. “Abin sazan gibi atlamasın her şeye. Sen istiyorsan gelirsin. İzin falan da alma, konuşacaksan sadece haber ver.”

Zilan beni başıyla onaylayınca sessizce tabağımdakileri yemeye devam ettim.

Bardaklarımızın boşaldığını gören Zilan, tam sandalyesinden kalkacaktı ki elimle koluna dokunup “Tamam canım gelinim. Bu sefer ben doldururum çayları.” diyerek ayağa kalktım.

Kahvaltımızı yapıp masayı toplamıştık. Aslında çayın suyu da bitmişti ama ben çay içmek için ısrar ettiğim için ablam çay suyunu koymuştu. Tabii o sırada benim onu canından bezdirdiğimle ilgili birkaç önemsiz şey de söyledi ama önemli değil.

Üçümüzün de bardağını doldurduktan sonra çaydanlığı tekrar yanan gözün üstüne koydum.

Rahat bir nefes vererek sandalyeme doğru bir adım atmıştım ki aklıma evi dip köşe temizleyip valiz hazırlamam gerektiği geldi.

Bütün iştahım, hevesiyle birlikte kaçtığı için ocağın altını kapatıp omuzlarımı düşürerek paytak adımlarla yürüdüm. Ardından sandalyeme oturup seslice ofladım.

Beyza hepsinden önce davranıp “Noodu teeje?” diye sorunca dudaklarımı büküp “Teyzeciğim benim bissürü işim var.” dedim. “Şimdi eve gideceğim. Sonra evi dip köşe temizleyeceğim. Bir daha sonra da valizimi hazırlayacağım.” Derin bir iç çekip “Çok işim var yani.” dedim. Ardından tekrar ofladım.

Çaprazımdaki sandalyede oturan ablam, yanağımı elime yaslayıp dirseğimi masaya dayadığım koluma yavaş ama ses çıkaracak şekilde vurdu.

Ben hemen kaşlarımı çatıp kolumu geri çekerken ablam da çatılı kaşlarla “Kız!” diye çemkirdi. “Masada oflanmaz, demiyor muyum ben?”

Ablama omuz silkip hemen çay bardağını elime aldım. Bu olay saniyeler içinde gelişmeseydi eğer ablam bir daha bana vurabilirdi. Elimde çay olduğu için sadece söylenmekle kaldı.

“O kadar dert etme temizlik meselesini ya.” diyen Zilan’a kaşlarımı abartma, dercesine kaldırdım. Tam neresini abartmayayım, diye ona karşı çıkacaktım ki cümlesine devam edince sustum. “Çaylar bitince iner, beraber hallederiz.”

Kendimi tutamayıp “İşte be!” diye yükseldim. Az daha üzerime dökülecek olan çay beni yakmadan bir önlem alıp elimdeki bardağı tabağına üstüne koydum.

“Gel kız, sarılacağım sana.” diyerek Zilan’ı kollarımın arasına aldım. Sözlerimle icraatim zaman olarak uyuşmasa da umursamadım. Temasımdan rahatsız olmadığını bildiğim için alnına bir öpücük kondurup “İşte feraset,” dedim.

Kollarımı Zilan’dan ayırırken “İşte cesaret,” diye devam ettim. Son cümlemi söylemeden önce ellerimle onu işaret ettim. “İşte adam gibi adamlık, budur.”

Şen kahkahaları masaya hakim olunca benim de yüzümde bir tebessüm oluştu. “Hayde, çabuk bitirun çaylarunuzi.”

Ben çayı sıcakken içmeyi sevdiğim için Zilan daha bir yudum alabilmişken bardağımı bitirip çalkalamıştım. “O zaman ben önden aşağıya ineyim. Malzemeleri çıkarayım, ayak altında duran şeyleri kaldırayım, sende rahat rahat çayını iç ama lütfen beş dakikaya yanıma yardıma gel.”

Zilan’a ricamı ettikten sonra Beyza’mın yanına gittim. Annesinin yanındaki sandalyede oturduğu için bana biraz uzaktı. Ama ablam ona sarılacağımı fark ettiği için geri çekilip Beyza’ya sarılmama müsaade etti.

İlk önce sağ yanağını öptüm, sonra sol yanağını. Ardından ona kocaman sarılıp benden ayrılana kadar bekledim.

Benden ayrılınca hemen gözlerine bakıp onu teşvik edecek şekilde “Sende birazdan kıyafetlerini toplayıp annene yardım edersin he, teyzeciğim?” dedim.

Beni başıyla onaylayıp “Tama.” dedi.

Daha fazla diyecek bir şey bulamadığım için “Hadi ben kaçtım.” deyip onlara arkamı dönerek adımlarımı salona doğru atmaya başladım.

Sabah kalktığımda Beyza’nın odasında görememiştim çantamı. Büyük ihtimalle salondadır, diye düşündüm ki düşüncemde yanılmadım.

Çantamı omzuma asıp ablamın evinden çıktım. Terliklerimi ayağıma geçirip iki basamak arasındaki mesafeyi ve bir kattaki toplam basamak sayısını ezberlediğim merdivenlerden inerken çantamı karıştırıp evin anahtarını buldum.

Kapımın önüne gelince hemen anahtarı boşluğuna yerleştirip kapıyı açtım. Terliklerimi düzelttikten sonra içeriye geçip kapıyı kapattım.

Nereden toparlamaya başlayacağımı bilmediğim için salona geçip çantamı koltuğun üstüne koydum. Odama koysam daha iyi olurdu ama şimdi hiç uğraşamam.

Elimi dağılan saçlarımın arasından geçirip lastik tokayı topuz yaptığım ama şekli daha beter bir halde olan saçımdan çıkardım ve böyle yaparak işe koyulmak için ilk adımı atmıştım ki telefonum çalmaya başladı.

Kim arıyordu ki? Acaba yukarıda bir şeyimi mi unuttum? Yok, unutmadım aslında.

Kendi kendime konuşmayı kesip hemen çantama elimi uzattım. Çantamdan telefonumu çıkarınca Emre’nin aradığını gördüm. Allah Allah. Niye arıyor ki şimdi beni bu saatte?

Çatılı kaşlarımı düzeltip aramayı cevapladım. “Sana da günaydın, uşak. Hayırdır bu saatte, bir şey mi oldu?”

Direkt konuya girdiğim için herhalde sesli bir nefes verip “Günaydın.” dedi bezgin bir sesle. “Seni aramam için illa bir şey mi olması gerek?”

Söylediği söze sinirle kıkırdayıp “Bilmem.” dedim. “Genelde Emir için arıyordun beni ama, neyse.”

“Ama şimdi kendim için aradım.” diyerek konuyu anında kapatmasına gülümsedim. “Bugün izinli günüm.” Hemen lafa atlayıp “Sen daha yeni başlamadın mı, ne izni?” diye sordum.

Telefonun ucundan sesli bir nefes sesi geldi. “Bi’ dur da, dinle.” Gözlerim devirip “He, durdum. Dinliyorum, anlat.” diyerek konuşmasını bekledim.

Boğaz temizleme sesinin ardından “Neyse,” dedi. “Detayları buluşunca konuşuruz. Ben sana şey diyecektim. Öğleden sonra buluşalım mı? Hem yarın Rize’ye gidersin sen. Gitmeden görüşelim. Malum, ben İstanbul’a yeni geldiğim için şimdi dönemem Rize’ye. Dönersem bir daha annemler beni bırakmaz.”

Bana dert yanmasını şuan dinlemek istemediğim için “Tamam.” dedim. “Ama benim şimdi ev temizliğine başlamam lazım. Sonra valiz hazırlayacağım. Ancak işlerim bittikten sonra buluşabiliriz yani.”

“İstersen geleyim yardıma.”

Dilimi damağıma vurup cık, sesi çıkardım. “Ben müstakbel gelinimle halledeceğim o işi. Sen sadece oturup,” Neden oturup? Belki benden önce bir yere uğrayacak. “Ya da işte istediğin şekilde benim aramamı bekle.”

Emre yalakalık yapmaya başlayınca “Tamam ha, hayde. İşim var benim. İşlerimi hızlıca halledip bir buluşmaya gitmem lazım. Boş konuşup zamanımdan çalma.” dedim.

“Zaman senin köpeğin olsun be, Aysun. Ama yine de tutmayayim seni. Buluşman gereken kişi seni çok hayin özlemiş.”

Sözlerine gülümseyip “Allah’a emanet.” dedim ve aramayı sonlandırarak telefonu koltuğun üstüne attım.

Şimdi temizliğe başlamak için hiçbir engelim de bahanem de kalmadı. O zaman, haydi bismillah. Kazamız mübarek olsun.

Loading...
0%