Yeni Üyelik
12.
Bölüm

9. Bölüm

@baharpnar

Arkadaşlar maalesef çok fazla hayalet okurum oldu ve bu benim moralimi bozuyor. Tabii ki okuyor olmanız beni mutlu etse de beğenip beğenmediğinize dair sizden bir yorum alamayınca beğenmediğinizi düşünüp moralim bozuluyor. Böüm hakkındaki düşüncelerinizi belirtirseniz çok sevinirim.

(Herhangi bir yorum veya oy alamazsam moralim daha bozulacak ve bölüm maalesef haftaya pazara yetişmeyecek.)

İyi okumalar...

Alnımdan akan teri bileğimin tersiyle silip "Uyh," dedim yorgunlukla. "Allah razı olsun, bacım. Vallahi ben olsam bu kadar yardım edemezdim kimseye. Resmen üç saatte bütün evi köşe, dip, bucak... Evin her yerini silip süpürdük, ha. Vay be! Bence Guiness Dünya Rekorları Kitabı'na girmeliyiz."

Zilan yüzüne bir gülümseme ekledi. Bana karşılık bir şey demesini beklemediğim için tekrar konuşmaya başladım. "İşte, o yüzden bu kahveyle çikolatanın alasını hak ettin."

"Teşekkür ederim."

Tepsiyi elime alıp masaya doğru götürürken "Ay ne demek," diye parladım. "Asıl ben teşekkür ederim, yengelerin en halden anlayanı."

 

 

Boğazımı temizleyip "Buyurun hanımefendi," diyerek gözlerimle tepsinin içindeki kahveyi işaret ettim.

Tepsi boşalınca tepsiyi sudan geçirip geri yerine koydum. Artık çekiştirme zamanı.

Kendimi Zilan’ın çaprazındaki sandalyeye atıp "Mesela," dedim. "Esra yengem, çocuğu Beyza’yla gayet uslu bir şekilde oyun oynarken çocuğunu bahane edip bana yardım etmezdi. Hadi diyelim çocuğu yanında değil, yine bir bahane bulup işten kaçardı. Daha doğrusu benim işimden."

Zilan gözlerini büyütüp "Aysun." diye uyardı beni.

Eğlencemi bozduğu için oflasam da konuyu kapattığımı belli ederek "Neyse." dedim. "Ben şimdi bir duş alayım. Ya da istersen sen al, ben sana kıyafet ayarlayayım." Kız kahve içiyor, Aysun. Bir dur, soluklan.

Lokmalarını boğazına dizmişim gibi olmasın diye “Tabii kahven bittikten sonra.” diye ekledim mahcup bir sesle.

Yüzündeki ifade, beni anladığını belli ediyordu. Ama yine de ben demin o kadar aceleci davrandığım için huzursuz hissettim. Sonuçta kız bana yardım etmişti o kadar saat. Başkası olsa bu kadar yardım etmez, etse de yaptıklarını başıma kakıp dururdu.

“Hiç gerek yok, Aysun’cuğum. Ben kahveyi içtikten sonra kalkacağım zaten. Madem yarın Rize’ye gidiyoruz, kızlarla buluşup son kritikleri yaparız.”

O da plan yaptı demek... O zaman iyi.

Bana anlayış göstermesi, yanaklarını sıkma isteği oluşturdu içimde. Ama onun yerine sadece yanaklarına kısa birer öpücük kondurup “Sen var ya sen...” dedim hayranlıkla. “Sen yenge değil, kardeşsin ya. Bacısın, bacı. Canım bacım.”

Madem gidecekti kahvesini içtikten sonra, bu kısa vakti konuşarak değerlendirelim.

Çaprazındaki sandalyeye oturup “Kızlar nasıl?” diyerek konuşmayı başlattım.

“İyiler.” dedi kısaca. “İlayda memleketine gidecekti, akrabalarını görmek için. Nevra aynı, işleriyle uğraşıyor. Gülbahar da karnındaki bebişiyle uğraşıyor, bir yandan da yeni kitabını yazmaya çalışıyor işte.”

Kaşlarımı kaldırıp “Öyle mi?” diye sordum merakla. “Diğer kitaplarından bahsetmişti nişanda. Hatta yeni bir kurgu üzerinde çalıştığını da söylemişti. Ama neyle ilgili olduğunu söylememişti. Acaba bu seferki kitabının konusu ne? Çok merak ettim.”

Zilan’ın gözlerinde gurur gördüm. “Konusunu sadece bize söyledi bu sefer. Sosyal medyada da paylaşmadı. Ama yanına gidip sorarsan belki sana da söyler.”

Bu yeni kitap hakkında daha fazla konuşmak istemediğini anladığım için konuyu değiştirdim. “İlayda Orduluydu, değil mi?”

“Evet,” derken başıyla da onayladı beni. “Ordulu.”

Gülümseyip “Belki Ordu’dan geçerken karşılaşırız, ha?” dedim ki bu olayın olma ihtimali yüksek. Samsun’a geldiğimizde onu ararsak, buluşabiliriz.

Keşke, dercesine iç çekip kahvesinden bir yudum içti.

Konuşmak istediğim için konuyu tekrar değiştirdim. Ama bu sefer okları tam olarak Zilan’a çevirdim. “Birkaç hafta sonra birilerinin kınası var. Nasıl hissediyormuş bakayım, o birileri?”

Hemen yanakları kızarırken gözlerini kaçırdı. Onun bu utanıklı haline kıkırdayıp hemen kendimi toparladım. Boğazımı temizledikten sonra “Bak,” dedim sanki birazdan çok önemli bir şey diyecekmişim gibi. “Düğünde lütfen çiçeğini bana at da abimi biraz kudurtayım.”

Zilan dudaklarını iki yana kıvırıp gülümsedi. İmalı bir şekilde “Sadece abini sinir etmek için yani, öyle mi?” deyince gözlerimi devirdim. Aslında iması doğruydu ama şuan kimsenin bilmesine gerek yok.

“Başka ne olsun, Zilan? Bu devirde benim-” Cümlemi yarıda kesip düzelttim. Yoksa büyük konuşmuş olacaktım. “Yani büyük konuşmak gibi olacak, ne dersem. O yüzden yok, diyeyim tek. Sadece abimi dellendirmek için istiyorum, o kadar.”

Sözlerime inanıp inanmadığını anlamasam da konuyu tekrar değiştirip kahvesi bitene kadar onunla sohbet ettim.

Terli olduğum için pek sarılmak istemesem de bunu dert etmeyip kollarını bana açan Zilan’a sarıldım. Sağ yanağından öpüp “Çok teşekkür ederim.” dedikten sonra sol yanağını da öptüm. Ardından bir daha sarılarak bu sarılışımızı üçledik.

“Ayaklarına, ellerine, hizmetine sağlık aşkım. Gene gel, beklerim.”

Son cümlemi hafif kıkırdayarak söylesem de elimi belinden ayırırken ciddi bir sesle “Ama bunun gibi temizlik yapmaya değil, kahve içip sohbet etmeye gel.” dedim.

Zilan “Bende seni beklerim, sende gel bize.” dedi. Ama ben onun bu dediğini duymazdan gelip “İnşallah,” diyerek geçiştirdim. “Allah’a emanet ol. Kızlara da selam söyle.”

Beni başıyla onaylayıp “Aleykümselam,” diyerek verdiğim selamı aldı. “Sende Allah’a emanet ol, bacım.”

Ona içtenlikle gülümseyip el salladım. O da bana karşılık verip el salladıktan sonra arkasını dönerek merdivenlere yöneldi.

Zilan merdivenlerden kaybolana kadar kapıdan ona baktım. Ardından kapımı kapatıp koşa koşa balkona çıktım.

Apartmanın kapısının açılma sesini duyunca korkuluğa tutunup aşağıya baktım. Zilan kendi arabasıyla gelmişti. Bu yüzden apartmandan çıkıp arabasına gidene kadar onu izledim. “Yolun açık olsun!”

Başını kaldırınca direkt beni buldu gözleri. Yüzündeki tebessümle “Teşekkür ederim.” dedi narin bir şekilde.

Kıza daha fazla vakit kaybettirmek istemediğim için bir şey demeden sessizce arabasına binip gitmesini izledim.

Terden ıslanmış olan sırtıma değen rüzgar, irkilmemi sağladı. Eğer biraz daha burada durursam ciddi anlamda üşüteceğim. Bu nedenle hızlıca içeriye girip balkonun kapısını kapattım.

Saate bakmak için masanın üstünden telefonumu alıp ekranını açtım. İkiye geliyordu. İyi. Üç olmadan buluşmuş oluruz Emre'nin çağıracağı yerde. Tabii uzak bir yere çağırmazsa.

Giyeceğim kıyafetleri ayarlamak için odama doğru yürürken telefonumdan hava durumuna baktım. Yağmurlu gösteriyordu. Ama büyük ihtimalle çise gibi olur, hemen biter.

Odama geçince telefonumu yatağın üstüne hafifçe atıp dolabıma ilerledim hemen. Kıyafetlerimi karıştırırken pantolonlu kombin yapmak gelmedi içimden çünkü Emre’yi lüks bir yere, yemeğe götürtüp hesabı ona kitlemek geldi aklıma.

Askıya asılı olan elbiselerime bakarken beyaz, mavi çiçek desenleri olan bir elbiseyi seçtim.

Kolumu bükmeden elbiseyi karşımda tutarak nasıl olduğuna baktım. Straplez yaka, ince askılıydı. Bir de dizimin birkaç karış altında biteceğini düşünüyorum. Eğer üst bacağımın yarısından başlayan bir yırtmacı olmasaydı, Rize’ye de götürebilirdim. Ama maalesef. Bu elbiseyi oraya götürürsem ya abim keser ya da nenem sobaya atar.

Çamaşırlarını ayarlayıp yatağın üstüne koyduktan sonra beyaz, hem spor hem şık olan bir çantayı alıp içini doldurdum. Başka bir işim kalmayınca da hemen banyoya girdim.

Dikiz aynasından son kez kendime bakıp saçlarıma dokunduktan sonra yanımdaki koltuktan çantamı alarak kapımı açtım. Kucağıma koyduğum anahtarı elime alarak arabadan indikten sonra kapıyı kapatıp arabayı kilitledim.

Emre attığı konuma gelmeme rağmen görünürde yoktu. Bu duruma kaşlarım çatılsa da hemen yüz ifademi nötrleyip ileriye doğru yürüdüm. Benim şansıma geriye doğru yürümem gerekiyordur kesin.

Biraz yürüdükten sonra çantamdan telefonumu çıkarıp onu aradım. Telefon ikinci çalışta açılınca “Emre!” diye cırladım kısık çıkarmaya çalıştığım bir sesle. Ardından şirin görüntümü bozmadan devam ettim. “Neredesin?”

“Çüş ama yani.” diye abartılı bir tepki verdi ilk önce. Ardından “Biraz daha soluna bak.” diye bir direktif verdi.

Beni görüp ona doğru bakmamı istediğini sanarak başımı biraz daha sola doğru çevirdiğimde başımın sağ kısmıyla beraber bedenim başka bir bedenle çarpıştı.

Hemen kendimi geri çekip içimden Emre’ye söverken boynumu sağa doğru eğip kıtlattım. Biraz daha sert çarpışsaydık, herhalde komalık olacaktım.

Boynumu kıtlattıktan sonra hiç sesini çıkarmayan kişiye baktım. Gitmemişti. Özür dilemesini beklerdim. Hatta belki de kaçmasını. Ama o, sadece telefonu tutan elini sessizce indirip bakışlarını telefona indirdi. Ardından telefonu cebine koyarken bakışlarını yüzüme çevirip gülümsedi.

İçime derin bir nefes çekip gözlerimi kapattım, sakinleşmek adına. Ama olmadı. İçimdeki çingene ortaya çıkıp kimseyi umursamadan “EMRE!” diye bağırmamı sağladı.

Yumruk yaptığım ellerimi ona doğru savunduğumda arkasını dönüp benden kaçmaya başladı. O kaçtıkça ben daha da delirip hızlanmaya çalıştım. Ama giydiğim ayakkabı ve elbisem beni yarı yolda bırakıp duraksamama sebep oldu.

Nefes nefese kalsam da aramızda neredeyse bir dakikalık mesafe olan Emre’ye bakıp konuştum. “Bence kaç,” Nabzım çok yüksek attığı için nefeslenip öyle devam ettim. “Emre. Eğer yanıma gelirsen hiç iyi şeyler olmaz.”

Bir yandan nefesimi düzene sokmaya çalışırken bir yandan da işaret parmağımı Emre’ye doğrultmuş bana doğru veya benden uzağa doğru bir adım atmaması için bekliyorum.

Sonunda nefesim düzene girince kaşlarımı çatarak Emre’ye doğru yürümeye başladım. O da bana doğru yürüyünce işim kolaylaştı.

“Sen niye beni topuklularla, yırtmaçlı elbisemle koşturuyorsun lan?”

Böyle çıkışacağımı tahmin etmemiş olacak ki yüzünde saniyelik bit afallama oluştu. Ardından baştan ayağa baktı bana. Gözleri yüzüme doğru çıkarken “Has...” diye içten bir küfür savurdu. “Ben senin ne giydiğini görmemiştim, yani daha doğrusu dikkat etmemiştim ballisi. Valla özür dilerim.”

Çatık kaşlarımı düzeltip gözlerimi devirdim. Ardından yüzüme gıcık bir sırıtış ekleyip gözlerine baktım. “Hemen, şuan beni yemeğe götürürsen belki özrünü kabul edebilirim.”

Bence çok makul bir teklif yapmıştım ona. Yerinde olsam bir saniye beklemeden kolundan tuttuğum gibi beni yemeğe götürürdüm. Ama o ne yaptı? Aval aval yüzüme baktı. Daha doğrusu yüzüme değil, arkamda kalan bir yere baktı.

Şaşkınlıktan ağzı açılınca beni yemeğe götürmemek için bir bahane bulduğunu sanıp “Yeme beni da.” diye söylendim.

Bakışlarını hala oradan çekmediğini görünce bir adım atıp hemen yanına geçtim ve bedenimi çevirip tam onun baktığı yere baktım.

Gözlerim anında büyürken “Oha!” diye bir tepki verdim gördüğüm manzara karşısında. “Emir mi o? Hani senin abin olan. Yanındaki kız kim?”

Şokla ne dediğimin bilincinde değildim. Ama Emre’nin başının bana dönmesiyle söylediklerim ancak kulaklarıma varıp beynime dank etti.

“Ay, yani bana ne de...” Lafı nasıl kıvıracağımı bilemediğim için başımı tekrar onlara çevirip elimle onları gösterdim. “Bak, abin kıza simit almış en azından. Ben açım, diyorum sen anca şoka gir.”

Attığım trip onu daha da şaşırtırken kaşlarımı çatıp “Ula, yeter!” dedim. “Sinirleniyorum ama ha. Kendine gel da, Emre.”

Başını tekrar Emir’in olduğu yere çevirince tam önüne geçip yanağına çok sert olmayacak şekilde tokat attım. Başı yana düşerken eli de yanağına gitti.

Anında “Lan!” diye yükseldiğinde yüksek sesle destur, der gibi “Şükür!” dedim. “Sonunda şoktan çıkabildiniz, beyefendi.”

Gözlerimin tam içine baktıktan sonra saniyelik olarak arkamda kalan Emir ve yanındaki kıza çevirdi bakışlarını. Bakışları tekrar bana döndüğündeyse elini gözüme kapatıp “Hadi ben seni yemeğe götüreyim.” diyerek yürümeye başladı.

Eliyle gözlerimi sıkıca kapattığından dolayı düşmemek için mecburi bir şekilde onun adımlarına eşlik etmeye başladım.

Gözümü kapattığı elini indirmeye çalışırken “Emre!” diye hafifçe yükselttim sesimi. “Ne oluyor? Emir'i yanındaki kızla görmeyeyim diye mi gözlerimi kapatıp beni zorla adımlarına eşlik ettiriyorsun? Gördüm zaten onları, sen gördükten birkaç saniye sonra.”

Emre’nin adımları duraksarken nihayet sıkıca tuttuğu eli gevşeyip gözlerimden ayrıldı. “Nasıl yani? Gördün mü? Ne gördün?”

Salağa yatmasına göz devirip “Sen ne gördüysen bende aynısını gördüm.” dedim. “Şuan ne düşünüyorsun, aklından ne geçiyor, bilmiyorum ama bence düşündüğün şeyleri bu tepkime göre tekrar bir gözden geçir.”

“Bak,” dedi. Zaten ona bakıyordum, sadece onu dinlemem için öyle demişti. “Göründüğü gibi değil. Abimin yanındaki kız-”

Cümlesini sert bir şekilde kestim. “Bana ne, Emre? Yanında istediği kişi olabilir. O gayet aklı başında bir adam. Hem yaşı da var yani, evle-”

Bu sefer de Emre cümlemi benim ağzıma tıktı. Eğer sözümü kesmeseydi söyleyeceğim cümleler, karar arifesinde olan ben için hiç iyi olmayacaktı. “Evlenecekse, seninle. Onunla veya başka bir kızla değil. O yanındaki kız, Trabzon’dan. Biliyorsun, annemin memleketi.”

Onu başımla onaylayıp sadede gelmesini bekledim. “Abimin sevdalısı. Gerçi biz ona sevda, demiyoruz ama...” Sıkıntıyla bir iç çekip “Neyse.” diyerek devam etti. “Nasıl İstanbul’a geldi de abimi buldu, bilmiyorum. Ama bu işte bir bokluk var.”

Son cümlesini söylerken Emir'e doğru baktı ya da o kıza işte, bilmiyorum.

Ne diyeceğimi bilemediğim için bir süre sessiz kaldım. Biz orada birkaç dakika boyunca ayakta dikili dururken yanımızdan seyrek de olsa geçen insanların kaçamak bakışlarını hiç umursamadık.

Gözlerimi yanımızdan geçen ikili kız grubundan diğerine kıyasla kısa boylu olan kıza dikip kaşlarımı çatmıştım ki Emre coşkulu bir sesle “Ballisi,” deyip yanağımdan makas aldı. “Buldum.”

Emre yanağımdan makas alınca bozulup göz devirerek önüne dönen kıza daha da gıcık oldum. Zaten Emre’yi yiyecekmiş gibi bakmasına tilt olup gözlerimi dikmiştim. Bence şimdi kıza Hira’yı kastederek onun nişanlısı var, demeliyim.

Tam kızın duyacağı şekilde konuşmak için ağzımı aralamıştım ki Emre kolunu omzuma atıp başını başıma doğru eğdi. Ardından kıza dönük olan başımı eliyle kendine doğru döndürüp baktığı yere bakmamı sağladı.

Seslice oflasam da Emre daha demin buldum, dediği şeyi anlatmaya başladığı için sakince onu dinlemeye çalıştım.

“Abimin haline bak. Hiç mutlu değil. Aksine daha rahatsız görünüyor. Aklı sendedir şimdi onun. Seni düşünüyordur. Aranızda karşılıklı bir şey olmasa da seni aldattığını düşünüyordur...”

Zaten gerilen sinirlerim kopma aşamasına gelince kendimi dizginleyerek lafa atladım. “Canım arkadaşım, komşum, kardeşim. Lütfen,” Gözlerimi gözlerine çıkarıp “Bak, lütfen.” dedim üstüne basa basa. “Uzatma da. Sadede gel. Ne bulduysan direkt söyle.”

“Tamam.” diyerek kabullendi. Ardından gözlerini gözlerimden kaçırıp başını benden hafifçe uzaklaştırdı. “Kafa, dirsek, tekme veya tokat atmayacak ve bunlar dışında bana hiçbir şiddet eğiliminde bulunmayacağına söz verirsen sadede geleceğim.”

Söyleyeceği şeyi tahmin edemesem de beni kızdıracak bir şey olduğunu anladım. İçimden kendime söz veremesem de dışımdan maalesef “Söz.” dedim. Maalesef, çünkü bizde verilen söz tutulur.

Boğazını temizleyip “”Seninle iki kişiyi mutlu edecek minik bir oyun oynayalım mı?” diye sordu.

Sağ kaşımı kaldırıp ciddiyetini sorguladım. Ama yüzündeki ifade gayet ciddiydi. Minik bir oyunun beni sinirlendirip ona vurmamı sağlamayacağını bildiğimden dolayı içeriğini öğrenmek amaçla “Nasıl bir oyunmuş bu?” diye sordum hemen.

“Şimdi söyle ki,” Tekrar boğazını temizledi. “Söylemesi, bulmaktan daha zormuş ya.” diye mırıldandı. Ardından benimle bir daha göz göze gelmeden gözlerini onlara dikerek cümlesine devam etti. “Abimi biliyorsun, karşı cinse hiçbir şekilde şiddet göstermez. Bu kız da başka türlü onun yanından ayrılmaz.”

Gözlerim şokla aralanırken kendimi tutamadan lafa atladım. “Oha ama! Bende hemcinsime vurmam, vurdurmam.”

Emre derin bir nefes çekti içine. Gözlerini devirdikten sonra kaşlarını çatıp “Kesme da lafımı.” diye hafif sesini yükseltti.

“İşte, yanlarına gidip Emir’in nişanlısı olduğunu söyleyip ikisini de biraz rencide etsen yeter. Kız zaten abimin nişanlı olduğunu duyunca daha fazla durmaz yanınızda. O gider. Bende abim de mutlu oluruz.”

Planını anlattıktan sonra göz ucuyla bana baktı. Tepkimi ölçmek için herhalde. Ama nasıl bir tepki vereceğimi bende bilmiyorum ki. İçimden kabul etmek geliyor da... Da’sı ma’sı yok, Aysun. Umutsa umut. Sen demiyor muydun Emir’le bir deneyeceğim, diye?

Sesli bir şekilde oflayıp kolunu omzumdan indirerek aramıza biraz mesafe koydum. Ne kadar kararsız kalsam da içimdeki sesi dinleyip “Tamam.” dedim. Sesim sandığımdan daha kuvvetli çıkmıştı. Bu da Emre’nin kaşlarını kaldırıp imalı bir şekilde bana bakmasını sağlamıştı.

Kaşlarımı çatıp “Bakma da öyle imalı imalı.” dedim ters bir şekilde. “Kararımı değiştiririm, ha.”

Hemen yüzündeki ifadeyi değiştirip eliyle ağzına hayali bir fermuar çekti. “O zaman hayde, oyun başlasın.”

Derin bir nefes alıp Emirlere doğru yürümeye başladım. Emre’nin arkamdan geleceğini düşündüğüm için omzumun üzerinden arkama baktığımda onun geri geri yürüyerek ağacın arkasına doğru gittiğini gördüm. Pis satıcı.

Emir’in sırtı bana dönük olduğu için onların yanına doğru gittiğimi görmüyordu. Ama karşısında duran kız, beni görüp Emir’e daha da yaklaşmaya çalıştı.

Sinirle kaşlarımı çatıp adımlarımı daha büyük atmaya başlamıştım ki Emir geri çekilip kızın kapatmaya çalıştığı mesafeyi tekrar açtı. “Müzeyyen, geri bas. Dedun ki açum, yedurdum seni. Şimdi nasi celduysan oyle cidiysun köye. Bir daha da bağa yaklaşmayisun.”

Dudaklarım anlamlandıramadığım şekilde iki yana kıvrıldı. Normalde Emir’e kızıp bağırma kıza, diye bağırırdım. Ama şuan normal bir durum yok ortada.

İsminin Müzeyyen olduğunu demin öğrendiğim kız “Sağa yaklaşmami istemiysan kolyeni aç.” dedi bir umutla. Eli, Emir’in gömleğinin üstünde duran kolyeyi doğru gitti. Emir kolyenin yuvarlak kısmını avcunun içine alıp bir adım geri gitti.

“İçine kim vardu, bileyim. Eğer ben yoksam bir daha yoluna çikmam.”

Kızın bu cümlesi, diğerinin tam aksine umutsuz çıkmıştı. Daha doğrusu kırgın. Emir’in boynundaki kolyede başka kızı taşımanın verdiği acı...

Emir’in göğsünün sertçe kalktığını gördüm. Sonra sesli bir nefes verdi. Tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki tam yanında durup gözlerimi kıza kilitleyerek konuşmaya başladım. “Açmasına gerek yok, orada resmi olan kız tam karşında duruyor şuan.”

Cümlem o kadar kendimden emin çıkmıştı ki bir an ben bile söylediğim şeye inandım. Acaba kolyesinin içinde taşıdığı fotoğraf, benim mi?

Konuşmaya başlamamla bakışları bana dönen Emir’e baktım. Gözlerinde hem şaşkınlık, hem umut, hem de mahcupluk vardı. Biraz da sevinmiş gibiydi. Yani kısacası karmaşık duygular hissediyor sanırım.

Kızın titrek bir sesle “Oyle mi?” diye sorduğunu duyduğumda başımı kıza çevirdim. Son bir umutla, benim sözlerimi yalanlaması için Emir’e bakıyordu. Ama Emir’in gözleri benim üzerimde duruyordu hâlâ.

“Emir...” deyip koluna dokunurken gözlerimle kızı işaret ediyordum.

O, kıza bakmayı reddedip bedenini de bana doğru çevirince sorusuna cevap vermek için gözlerimi kıza doğru çevirmiştim ki kızın bize arkasını dönüp koşarak bizden uzaklaştığını gördüm.

Bir yanım kızın haline üzülürken diğeri bir şekilde kahkaha atıyor. Asıl sorun şu ki ben üzülen tarafıma kızıp kahkaha atan tarafımla aynı düşünüyorum.

Emir’le olan yakınlığımızdan dolayı aramıza biraz mesafe koymak adına bir adım geriye gitmiştim ki elimin hala onun kolunun üstünde olduğunu fark ettim. Ah, salak Aysun!

“Hoş geldin, yanıma.”

Yüzündeki içten gülümsemeyi bozmak istemesem de başımı sola çevirip ağaçların arkasına saklanan Emre’yi aradım. Yoktu. Ciddi ciddi beni satmıştı.

Boğazımı temizleyip gülümsedim. Ardından konu bana dönmesin diye kaşlarımı çatıp role girerek kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Hiç hoş bulmadım.”

Gülümsemesi anında kaybolurken gözlerine bir sis çöktü. Yüzünde oluşan mahcup hal içimi sızlattı.

“Yok.” dedi hemen, hızlıca. “O kız sadece annemin memleketlisi. İstanbul’a gelmiş ailesinden habersiz. Nasıl bilmiyorum ama bir şekilde beni buldu. Açmış, parası da çok yokmuş. E bende yemek yedirdum oğa. O kadar.”

Bana uzunca, çaresiz bir şekilde söylediklerine inanmamı bekleyerek yaptığı açıklama, gülümsememe neden oldu.

Omuz silkip “Neyse,” dedim. Sesim istemsizce tripli gibi çıkmıştı. Kollarımı serbest bırakıp sözüme devam ettim. “Benimde yemek yemem gereken biri var. Ona yetişeyim bari.”

Aslında söylediğim şey bir bakıma doğruydu. Emir’in yanına gelmeden önce Emre’ye beni yemeğe götürmesini söylemiştim. Eğer kaçmasaydı, beraber yiyecektik.

Emir’in yüzünde olan sinirli ifade nedense komiğime gitti. Eskiden de her sinirlendiğinde böyle bakardı. Herkes, Kenan abim bile tırsıp geri basarken ben komiğime gittiği için kıkırdardım. Şimdi de öyle yaptım. Kıkırdadım.

Bakışları yumuşarken siniri biraz silinmişti.

Kendimi toparlayıp “O zaman ben gideyim, sonra-” diyordum ki Emir “Sonra da görüşürüz,” diyerek sözümü tamamladı. “Ama şimdi de görüşebiliriz. Gel, ben seni bırakayım o birinin yanına. Tek yürümemiş oluruz hem.”

Elimi alnıma vurmamak için kendimi sıkıp aklıma gelen ilk bahaneyi söyledim. “Ama arkadaşım buralarda değil, biraz uzakta. O yüzden sen kal, ben tek giderim.”

Kaşlarını kaldırdı, beni onaylamadığını belirtircesine. “Olmaz öyle. Hem sen tek durmayı sevmezsin. Ben eşlik ederim sana.”

Ona karşılık olarak kaşlarımı çatıp “Ama sen tek durmayı seversin.” dedim. “O yüzden gerek yok. Benim yüzümden sevmediğin bir şeyi yapmana gerek yok. Sevdiğin şeyleri yap sen.”

Yüzünde kalbimi sıcacık eden bir tebessüm oluştu. “Sevdiğim şeyi yapacağım zaten.”

Ne kadar onun benimle gelme fikrine ikna olsam da “Yanında kimsenin olmamasını, tek kalmayı seviyordun, hani?” diye sordum. “Hesetten, demiştin. Değil mi?”

“Hesetten.” diye cevapladı beni anında. “Ama unuttuğun bir şey var.”

Başımı ne, dercesine sallayıp ondan bir cevap bekledim. Yüzündeki gülümsemenin sıcaklığı gözlerine de vurdu. “Ben insanların yanında durmaktansa tek takılmayı tercih ederim, evet. Ama seninle beraber tek kalmayı severim. Konu sen olunca...” Seslice iç çekti. Kalbim, kendisine yaklaşmaya çalışan kalbe doğru kaydı.

Eğer Emir daha fazla konuşmaya devam etseydi ben ya kalbimin hızlı atışları yüzünden hastaneye kaldırılacaktım ya da utanıp yanından kaçacaktım ki hastaneye kaldırılmak istemem ama utanıp kaçtığımı görmesini hiç istemem.

“Tamam,” dedim kısık bir sesle. Ardından boğazımı temizleyip gözlerimi onunkilerden ayırdım. “Gidelim. Ama ilk önce onu bir aramam lazım. Nerede olduğunu soracağım. Senin yanına geldiğimi görünce kaçtı da.”

Emir burnundan güler gibi seslice nefes verdi. Gerçi gülmüş de olabilir. Çünkü bende onun yerinde olsam bende benim halime gülerdim yani, haklı.

Düşmemesi için çaprazlamasına taktığım çantamın içinden telefonumu çıkardım. Hemen çantamı kapatıp telefonumu açtım. Rehbere girip Emre’yi aradım. Çaldı, çaldı, çaldı ama açmadı.

Kaşlarımı çatıp aramayı sonlandırdım. Ardından bir daha aradım, bir daha ve bir daha. Tam beşinci aramayı yapacaktım ki yeni gelen mesaj bildirimini gördüm. Emre yazmış, Hira’nın yanına gittiğini ve araba kullandığı için onu aramamam gerektiğini.

Sinirle yerimde tepinmemek için boşta kalan elimi yumruk yaptım. Ulan Emre...

“Arama boşuna o arkadaşını, gelemeyecekmiş.” Telefonumun ekranına kapatıp telefonumu çantama koydum. Başımı Emir’e çevirdiğimde “Demek bize nasipmiş beraber yemek.” dedi.

Sesi de yüzü gibi bir garipti ama tam ne olduğunu seçemedim. Çünkü Emre’yi bulduğumda ona ne yapacağımı düşünüyordum.

Yüzüme öylesine bir gülümseme ekleyip “Ama,” diye itiraz ettim. “Ya abim görürse?”

Emir sesli bir nefes verip yüzüne yine kalbimi sıcak eden gülümsemesini kondurdu İçimdeki telaş anında giderken Emir’in sözleriyle tamamen rahatladım. “Merak etme, burası Rize değil. Abin bizi göremez. Tanıdık gördü diyelim, gidip abine anlatacak değil. Sonuçta benim sana sevdalı olduğumu bilmiyorlar. Keşke herkes bilse de işte...”

Son cümlesini tam gözümün içine bakarak söyledi. Kalbim hızlanırken yanaklarımın kızardığını hissettim.

Hislerimi anlamaması için hemen yürümeye başlayıp “Daha fazla konuşacaksan ben gidiyorum. Çok açım.” dedim.

Sözlerim bitmeden yanımda bitip “Tamam o zaman.” dedi. “Yakınlarda güzel bir yer var mı yoksa arabayla mı gidelim?”

“Güzelden kastın ne, tam olarak?” diye sordum bakışlarımı ona çevirmeden.

Ofladı. Bir şey diyecek gibi oldu ama demedi. Herhalde diyeceği sözü yuttu. Sonrasında yeni bir şey söyledi. “Güzelden kastım, senin sevdiğin yemekleri satan bir yer. Gerçi bana fark etmez. Sonuçta yanımda sen varsın. Ama senin sevdiğin şeyleri yemeni isterim.”

Sus, konuşma, demek istedim ona. Ama diyemedim.

“O zaman sorun yok. Az ileride seyyar satıcı var. Oradan tavuklu pilav, ayran alırız. Gerçi sadece pilav yok. Biraz daha uzakta dönerci var. Ben ikisini de severim. Hangisi sana uyar?”

Başımı ona çevirip sorduğum soruya gülümseyerek cevap verdi. “Yakındaki pilavcıdan alır, yeriz.”

Onu başımla onaylayıp önüme döndüm. Seyyar satıcının önüne gelene kadar da daha hiç konuşmadık.

“Sen, insanlar kapmadan bize bir masa bul istersen. Ben siparişleri hallederim.”

Doğru söylüyordu. Neredeyse bütün masalar kapılmıştı. Sadece üç tane masa vardı, boşta kalan. Ama ben masalara bakarken bir masa daha doldu.

“O zaman sen al, parayı sonra ben hallederim.” diyerek hızlı adımlarla denize bakan masaya doğru yürüdüm.

Başımı sağa çevirince bir kızın gözünü bizim masaya dikip hızlandığını gördüm. Vallahi çirkeflik yaparım ama. Gelmesin benim seçtiğim masaya, öbürüne gitsin.

Ayağımdaki topuklular canımı acıtsa da umursamadan koşmaya başladım. Kız da benimle aynı anda koşmaya başladı. Ama ben onu yolarım.

Kız koştu, ben koştum. Kızın mini olan eteği biraz daha yukarı kalktı, hızlı koştuğu için. Benim eteğinin yırtmacı zorlandı, koştuğum için. Ama yine de durmadım, ki o da durmadı.

Seçtiğim masanın yanındaki kısa, karşılıklı taburelerden birine oturduğumda kız da oturdu. Ya da aynı anda oturduk, tam bilemiyorum.

“Masamdan kalkar mısın, canım?”

Şimdiye kadar çirkeflik yapma konusunda ciddi olmasam da şuan ciddileştim. Gülercesine sesli bir nefes verip “Sen hayırdır kızım ya?” dedim bir umut olayı uzatmaması için. Ama o uzatmayı tercih etti. Kendi bilir.

Beni oturduğu taburede baştan aşağı süzdü. Ardından alay edercesine konuştu. “Sevgilinle tavuk pilavcıyı mı buldunuz ilk buluşma için? Gerçi bu bile sana fazla olmuş da, neyse.”

Ağzım şaşkınlıkla açık kalırken damarım attı. “Bak kızım, beni dellendirme. Ya adabınla otur ya da sessizce git.”

Bana terslenerek kollarını masaya dayadı. “Gidecek biri varsa o da sensin. Ayrıca dellenirsen ne olur? Annenin giydirdiği kıyafetlerle gizleyemediğin varoşluğunu mu ortaya çıkarırsın? Ayol, zaten ortada.”

Kaşlarımı öyle mi, dercesine kaldırıp kıkırdadım. Alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda da kıkırdamaya devam ettim. Herkesin bilmesi gereken bir nokta var. Anneye laf söylenmez, söyletilmez.

Sinirle elimi masaya vurunca daha beş dakika önceye kadar muhatabım olmayan esmer kız, kollarını masadan ayırıp bedenini geriye çekmeye çalışırken oturduğu tabureyi ayağımla sert ve hızlı bir şekilde kendime doğru çektim.

Tabure onun altından kayıp bana doğru gelirken kız yere düştü.

Ayağa kalktım. “Annelere laf söylenmez.” diye bağırdım, kızın avuçları yere değince. Şokunu atlatamadığı için konuşamıyordu. Zaten konuşamaz. Çünkü haksız. Belki haklı olabilirdi, üslubu hariç. Ama anneme laf ettiği an benim için dünyanın en haksız kişisi oldu.

Etraftakilerin bakışları bize dönerken kızın arkasından birinin koşarak buraya doğru geldiğini gördüm. Sanırım erkek arkadaşı veya kardeşiydi gelen kişi. Çünkü kıza bakarken Şerivan, diye bağırmıştı.

“Bir masa için bu kadar tantanaya gerek yoktu, Şerivan.” dedim, elini ona yardıma gelen adamın eline uzatıp ayağa kalkmaya çalışırken.

Kız ayağa kalkar kalkmaz beni tehdit edercesine işaret parmağını bana doğru uzatınca “Yavaş,” dedik biriyle aynı anda. Başımı ilk defa kızın yanındaki adama çevirdiğimde yanındakinin Arjin olduğunu gördüm. Şirkette görüp bir daha gözüme gözükmesini istemediğim kuzenim...

Kaşlarım çatılırken kızın bozulan yüzünü görmezden geldim. “Senin ne işin var burada be? Bir daha karşıma çıkma, demedim mi ben sana?”

Yüzünde nötr bir ifade vardı. Hissettiği duyguyu hiçbir şekilde göstermiyordu. “Ama ben sana bir şey söylemedim, Aysun’cuğum.”

Dilim, çenemle alt dudağım arasındaki boşluğa giderken birkaç dakika önce yanıma gelen Emir konuştu. Daha doğrusu bağırdı. “Aysun’cuğum ne, lan? Ne bu samimiyet, hayırdır sen? Kız senden rahatsız oluyor, bas git. Yoksa ben basıp götüreceğim seni.”

Gözlerini Arjin'e kilitleyip tek bir ters lafına üstüne atlayacakmış gibi duran Emir’in koluna elimi koydum. Bu sefer başını bana çevirmedi. Ama gözlerini sıkıca kapattı.

“Halamın oğlu, sevgilini de al ve bir daha gözüme gözükme. Yoksa ata, mata, kan falan dinlemem vururum seni.”

İlk cümlemde yüzünü ekşitse de son cümlemde komik bir şey söylemişim gibi güldü. Beni takmıyordu hiçbir şekilde. Sinirle başımı kıza çevirip “Alsana şu adamı buradan, götür benden uzağa. İnsan sevdiği adamı tanımadığı kızlarla konuşturur mu hiç?” dedim tek nefeste.

Sesli bir nefes verip “Tamam tamam,” dedi Arjin. “Ne kadar sinirli olduğunu gördüm. Yanındaki adam da sinirli. Bence ben seni eve bırakayım.”

Emir ona doğru bir adım atsa da Arjin konuşmaya devam etti. “Ateşe rüzgar değil, su lazım. Yoksa o ateş kendini de yakar rüzgarın götürdüğü yerleri de yakar.”

Elimi Emir’in koluna sarıp “Tamam,” dedim net bir sesle. “Yaptığın felsefe bittiyse yanındaki kadınla birlikte yanımızdan defolun.”

Arjin sağ kaşını kaldırıp başını hafifçe sağa eğdi. Ardından uzatmadan “Yürü Şerivan.” dedi. “Em niha herin. Bi her awayî ez ê paşê dîsa werim.” (Şimdi gidelim, sonra tekrar geleceğim.)

Al işte. Gel de beni kaşı, diyor. Ama Emir’in yanında onu kaşıyamam. Çünkü Emir beni geri çekerek kendisi olaya karışır ve işleri daha da kızıştırır.

Onlar bize arkasını dönüp bizden uzaklaşmaya başladığında başımı, gözlerini Arjin’e sabitleyen Emir’e çevirdim. “Sen otur, ben tabakları alıp geliyorum.” dedim.

Beni başıyla onaylayınca ben arabaya doğru yürümeye başladım o da daha demin kalktığım tabureye oturup onların gittiğinden emin olmak için onlara bakmaya devam etti.

“Abi,” diye seslendim arabanın arkasında duran adama. Başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Beni görünce tebessüm edip “Söyle kızım.” dedi.

Mahcup bir şekilde başımı hafifçe yere eğip ellerimi birleştirerek baş parmaklarımı kendi arasında döndürmeye başladın. Sağ parmağım sol parmağımın altından geçip üstüne çıktığında “Demin yaşanan tatsızlık için özür dilerim.” dedim. Sesim mahcupluktan biraz kısık çıkmıştı.

Adam elindeki tabağı arabanın üstüne bırakıp gözlerime baktı. “Bir şey olmaz kızım, geçti gitti. Anlayabiliyorum seni. Benim de anneme laf söylense, bende ortalığı birbirine katardım. Yani problem etme.”

İçimin rahatlamasıyla gülümseyip “Teşekkür ederim.” dedim.

“Rica ederim,” diyerek elindeki yeni doldurduğu tabağı bana uzattı. “Ketçap, mayonez, turşu ya da başka bir şey ister misin, kızım?”

Başımı iki yana sallayıp “Yok, teşekkürler.” diyerek elindeki tabağı aldım.

“Afiyet olsun.”

Adama gülümseyip arabanın üstündeki tabağı da alacaktım ki bir el o tabağa uzanıp aldı. Başım ona dönerken “Niye kalktın ya?” diye mızmızlandım.

Kaşlarıyla oturduğumuz yeri işaret edince oraya baktım. Bir aile oturuyordu. Genç bir kadın ile adam, bebek arabasında oturan iki ya da üç yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir bebek.

Benim elimdeki tabağı da eline almak istese de vermeyip sıkıca tuttum. Kendi tabağımı kendim taşıyabilirim.

Emir yürümeye başlayınca bende onu takip ettim. Adımları, ben yanında olduğum için normalinden daha yavaştı ve bu yüzden hiç zorlanmadan normal adımlar atarak onun yanında yürüyebiliyorum.

Pilavcıdan epey uzaklaştıktan sonra Emir konuşmaya başladı. “Çocuk orada pilav yemek istedi. Ama annesiyle babası boş masa yok diye ilerideki dönerciyi teklif ettiler. Çocuk pilav, diye ağlayınca bende dayanamadım, kalktım.”

Yüzümdeki gülümsemeyle ona bakarak “İyi yaptın.” dedim. “Biz şuradaki banklardan birine oturur yeriz.”

Beni başıyla onaylayınca hemen en yakınımızdaki boş banka oturduk.

“Eeee,” diyen Emir’e çevirdim başımı. “Ayranları unuttum. Ben bir koşu gidip alayım. Burada beklersin değil mi beni?”

Onu başımla onaylayıp “Sen git, gel. Ben buradayım.” dedim.

Tabağını benim yanıma bırakıp hızlı adımlarla geriye dönerken bende doldurduğum kaşığı ağzıma götürdüm.

“Ya Emir, yavaş yesene.” dedim kaşlarım çatılırken. Ben daha birinci tabağımı zor yarıladım ama o ikinci tabağa geçmişti bile.

Çiğnediği lokmayı yutup “E kızım yavaş yiyorum zaten.” dedi. “Hızlı yeseydim şimdiye üçüncü tabağa geçmiş olurdum.”

Gözlerimi devirip kaşığımı çok doldurdum.

Emir’e yavaş yemesini söylediğim için pilavını neredeyse benimle beraber bitirdi. Benim iki kaşıklar bir pilavım kaldığında onun tabağı bitmişti.

“Saat kaç oldu?” diye sordum.

Kolunu kaldırıp bileğindeki saate baktı. “Dördü altı geçiyor.”

Dudağımı sola doğru büzüp düşündüm. Şimdi okul çıkış saati, trafik olur. Ama sonrasında da iş çıkışı olacak ve trafik daha da fazla olacak.

“O zaman yavaştan kalkalım.” diyerek hızla ayağa kalktım.

Söylediğimle yaptığım şey uymasa da Emir de bana eşlik ederek ayağa kalktı. “Tabağını ver, ben atarım çöpe.”

Ayran kutusunu da ona kitlediğim için hemen elimdeki tabağı ona uzatıp “Teşekkürler.” dedim.

Emir, elindekileri bulduğu ilk çöp kutusuna attıktan sonra yolu yürümeye devam ettik.

“Benim arabam şurada.” diyerek adımlarımı durdurdum. Ben durduğum an Emir de benimle beraber durup yüzünü bana çevirdi. Eğer bir şey demezsem arabaya binip gözden uzaklaşana kadar beni bekleyeceğini bildiğim için konuşmaya başladım. “Sende arabana geçip hemen eve geç bence.”

Kaşlarını kaldırıp neden, dercesine bakınca kaşlarımı çatıp “Yok ya, geçme eve” dedim ters bir şekilde. “Köpek gibi gez. Yine sevdalilarundan biri çiksun karşına, biraz da onlarla konuş.”

Ona cidden trip attığımı fark edince boğazımı temizleyip “Hadi git, ne fuşki yiyisan ye.” diyerek ona arkamı döndüm ve arabama doğru yürümeye başladım.

Arkamdan geldiğini, kıkırtı seslerinin bana yaklaşmasıyla anladım.

Gözlerimi devirip yürümeye devam ettim. Arabamın yanına gelince çantamdan anahtarımı çıkarıp arabanın kilidini açtım.

Kapımı açmadan önce Emir’e doğru baktığımda arabamın arka kapısına yaslanıp bana baktığını gördüm.

Son sözlerimi söylediğim için ona gözlerimi devirip kapımı açtım. Başımı tekrar arabaya çevirdiğimde Emir sesli bir iç çekip “Ne gönlümde ne de aklımda senden başka kız yok, Ay Kız. Görüşeceğiz tekrar, en yakın zamanda.” dedi.

Sözleri karnımda kelebekler uçuştururken ona hiç belli etmeden arabama bindim. Kemerimi takıp aynadan ona doğru baktığımda kenara çekildiğini gördüm ve hemen arabayı çalıştırdım.

Gaza basıp Emir’in olduğu yerden uzaklaştığımda saniyelik olarak dikiz aynasından ona baktım. Bana el sallıyordu. Sanki baktığım anı hissetmiş gibi bir de göz kırptı.

Kalp atışım hızlanırken önümdeki yola dönüp hızımı biraz daha arttırdım.

Maalesef ki okul çıkışı olduğu için trafik beni epey zorlamıştı. Yirmi dakikalık yolu neredeyse bir saate bitirebildim.

Mahalleye girmeden önce arabamı bir marketin yakınındaki apartmanın önündeki kaldırıma park ettim.

Yan koltuğa koyduğum çantamın içinden telefonumu çıkarıp ablamı aradım. Açmadı. Bir daha arasam açardı büyük ihtimalle ama aramadım. Onun yerine markette olduğumu ve eksik varsa yazması için iki dakikası olduğuna dair bir mesaj attım.

Ablamdan bir dönüş beklerken çantamı omzuma asıp anahtarı çıkararak arabadan indim.

Markete girdiğimde de ablamdan bir dönüş alamayınca namazda olma ihtimali aklıma geldi. Bu yüzden telefonu çantama atıp atıştırmalıkların olduğu bölüme geçtim.

Ablamın sevdiği gofretten iki tane, birkaç farklı marka çikolatadan da beş altı tane aldım. Aldığım şeyler ellerime sığmadığı için sol kolumu spor yapmadığım için hafifçe çıkan göbeğime yaslayıp gofretleri kolumun üstüne koydum. Çikolataları da gafletin üstüne koyup sağ kolumla onları sararak giriş kapısına doğru yürüdüm.

Birbiri ardına geçmiş arabalardan arka sırada olanı sağ elimle kendime doğru çekip diğerlerinden ayırdım. Ardından kolumdaki her şeyi arabanın içine boşalttım.

Yarın uzun yola çıkacağımız için yolda yenilebilecek atıştırmalıklardan aldım sadece. Eksik bir şey olsaydı ablam şimdiye kadar yazardı, diye düşünüp kasaya doğru gittim. Çünkü bayağı dolanmıştım marketin içinde. Bence on dakika falan olmuştur.

Aldıklarımın parasını ödeyip poşeti koluma takarak marketten çıktım. Umarım ekmek eksik değildir. Çünkü çiğköfte bile aldım ama ekmek almadım.

Arabama binip poşetimle çantamı yan koltuğa bıraktım. Ardından anahtarı kontağa takıp arabayı çalıştırdım.

Beş dakika içinde bizim apartmanın önüne gelince gülümsedim. Arabayı her zamanki yerine park edip poşet ve çantamı alarak arabadan indim. Kapıyı kapattıktan sonra elimde kalan anahtarla arabayı kilitleyip anahtarı çantama attım.

Hızla demir kapıdan içeri girip apartmanın kapısını açması için ablamın ziline bastım. Bir daha çantama uzanıp da anahtarı bulmakla uğraşamam. Bugün çok yoruldum.

Apartmanın kapısı açıldığını belli eden bir ses çıkarınca hemen kapıyı itip içeriye girdim. Ardımdan kapının kapanıp kapanmadığını kontrol bile etmeden merdivenlere yönelip basamakları hızla çıkmaya başladım.

Geldiğimin haberini vermek için “Abla!” diye bağırdım. Sonuçta sesimi sadece Beyza ve ablam duyacak. “Ben geldim.”

Bana karşılık bir ses vermedikleri için göz devirsem de hızla basamakları bitirip kapılarının önüne geldim.

Kapının kapalı olmasına kaşlarımı çatıp yumruk yaptığım elimle kapıya vurdum. Ne oldu ki acaba?

Birkaç dakika sonra açılan kapıya tepki olarak ellerimi belime yasladım. “Allah razı olsun ya. Hiç bekletmeden hemen açtın kapıyı yani, ablacığım.”

Ablam da bana gözlerini devirip “Evi temizle, yemek yap, Beyza’yla oyun oyna derken hemen kavramını unutmuşum ballisi, kusura bakma.” dedi imalı bir şekilde.

Alt dudağımı aşağı doğru sarkıtıp “Beyzoşum nerede şimdi, ne yapıyor?” diye sordum. Bu ara onunla hiç ilgilenememişim doğru dürüst. Gerçi Rize’dekilerle de kaç gündür konuşamamıştım da... Neyse. Artık oraya gidince bol bol görüşürüz.

İçeri geçmem için hafif geri çekilip “Mutfakta, bana yardım ediyor.” diye sorumu cevapladı.

Topuklularımı çıkarıp eve girdim ve hemen lavaboya doğru yürüdüm.

Lavabodaki işlerimi hallettikten sonra doğrudan mutfağa gittim. Ablamın masanın üstüne koyduğu kapları piknik sepetine yerleştiren minnağımı görünce gülümseyip karşısındaki boş sandalyeye oturdum. “Vanilyam, ne ediysun?”

Sesimi duyar duymaz elindeki kabı bırakıp başını kaldırdı ve yüzüne içten, sıcak bir gülümseme yerleştirdi. “Hoş geldin, teje.”

Kelimeleri tam söylemek için herhalde, normalinden daha yavaş bir hızda konuştu.

“Hoş buldum, teyzeciğim. Yardım edilecek bir şey kaldı mı?”

Başını iki yana sallayıp daha demin elinde tuttuğu ama sesimi duyunca bıraktığı kabı piknik sepetinin içine koyup ellerini birbirine çarptı. Ardından başını bana çevirip gözlerime bakarak “Bitti.” dedi.

Ona doğru uzanarak burnunu işaret ve orta parmağımın arasına aldım. Parmaklarımı hafifçe sıkıp elimi geri çektim. “Hamarat paçi, aferin sana. Hiç annene çekmemişsin, olduğun gibi teyzene çekmişsin.”

Beyza sözlerime kıkırdarken ablam “İyi ki bana çekmedi de sana çekti. Bana çekse ne yapardık acaba?” diye seslendi. Sanırım, duyduğum kıyafet hışırtısı sesinden anladığım kadarıyla, odada hazırlanıyor.

“Abla!” diye seslendim, aklıma gelen fikirle. Ablam anında bezmiş bir sesle vana cevap verdi. “Yine ne oldi, bok yiyen?”

Bana hitap ediş şekline göz devirip “Biz aşağıdayız.” dedim. “Yani tabii Beyza da isterse, biz olacak. İlk önce evime uğrayıp sonra da piknik sepetini arabaya götüreceğim.”

“Bende.” diyen Beyza’ya havadan öpücük atıp ayağa kalktım. Benim kalkmamla Beyza da sandalyesinden kalkıp yanıma geldi.

Başımı mutfak kapısından dışarı, ablamın odasına doğru uzatıp “O zaman biz kaçıyoruz.” diye seslendim.

Ablamdan cevap gelene kadar piknik sepetini elime alıp boşta kalan elimle Beyza’nın elini tuttum. Eğer kıyafetlerini değiştirmek isteseydi söyleyeceğini bildiğim için hiçbir şey demeden evin kapısına doğru Beyza’nın küçük adımlarına eşlik ederek yürüdüm.

“Zaten adam akılli çikmazsun hiç. Anca uçarsun, kaçarsun.”

Ablamın söylenmesine şen bir kahkaha atıp “Eee,” dedim. “Ne de olsa Kaan Koçal’ın yeğeniyim, olsun o kadar.”

 

 

Loading...
0%