Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. BÖLÜM | ŞÜPHE BİR DİĞER ŞÜPHEYİ DOĞURUR

@balllyazar

 

--

 

"Bu gece yıldızlardan atlayıp ölmeyi düşledim."

 

--

 

Bakışlarım karşımda duran adama kilitlenmişti. Bu kadar aptal olmayı kimden öğrenmiştim böyle? Beni tabiî ki de bir otele bırakmayacaktı. Gecenin bir yarısı aniden çıkan bir adamın bana yardım edeceğini tahmin etmem, benim insanlara olan güvenimdendi. Bu gerçekten aptallıktan başka bir şey değildi. Kitlenmiş şekilde orada öylece kaldım. Sadece şaşkın bir şekilde karşımdaki adama bakıyordum. Korku bütün damarlarıma yayılıyor, kalbime akıyor ve korkunun geçtiği bütün damarlar aniden tıkanıyordu. Kalbim sıkışıyor ve daha önce böyle bir şeyin başıma gelmemesinden dolayı olan ne yapacağını bilememe duygusu etrafımı sarıp sarmalıyordu.

 

Sokağı yol boyunca üç büyük adım açıklıkla sokak lambaları aydınlatıyordu. Karşı yol sırayla lambalarla çevrilmişti. Benim bulunduğum kaldırımda ise yol girişi nedeniyle birkaç sokak lambası eksikti. Bu yüzden adamın yüzüne gölge düşüyordu. Bana yaklaşmaya başladıkça git gide yüzü aydınlanıyordu. Benim tepemdeki patlak lambadan cızırtılar geliyordu ve ses beynime işliyordu. Lambaya kelebekler üşüşmüştü ve gözüme son derece korkutucu görünüyordu. Burası bana tamamen korkutucu görünüyordu. Beni hırsızlardan koruyan bu adam bile... bana yaklaşırken her şeyden daha korkutucuydu.

 

Adımlarımı geriye doğru atmaya başardığımda kendimi tebrik ettim. Bir an oradan hiç ayrılamayacağımı düşünmüştüm. Yanıma gelmesine neredeyse iki adım kala elimi yukarı kaldırıp durmasını işaret ettim. Bakışlarımda endişeyi gördüğünü biliyordum ki bu zaten hareketlerimden de belli olabilirdi. Endişemden beslendiğine emindim.

 

"Oraya girmeyeceğim!" dedim cesaretimi topladığımda. Evet, bunu yapmam gerekiyordu ama buraya gelene kadar başım hiç büyük belaya girmemişti ve ben daha önce cesur bir kız olmamıştım. Nasıl davranmam ve ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Korku sanki vücuduma yayılırken beynimdeki damarları da tıkamıştı ve düşünmemi engelliyordu. Ne söylersem sinirlenir ya da nasıl davranırsam çileden çıkar, bunu kestirmek mümkün değildi.

 

Elini bana doğru uzattığında ellerindeki siyah deri eldivenleri gördüm ve o zamana kadar onların varlığından hiç haberim yoktu. Ne zaman giymişti? Ellerini bana doğru uzatmaya ve bana yaklaşmaya devam ederken söylediklerimi duymamış olacağını varsayarak tekrar ettim.

 

"Sana söylüyorum! Oraya girmeyeceğim."

 

"Bu kadar emin olma!" dedi karanlık bir ses tonuyla. Kısık, uğultulu ve kaba. Onunla ilk konuştuğum anki halinden eser yoktu. Filmlerdeki cadılar gibiydi. Sizi kandırana kadar iyi tavrı sergilerlerdi ama ağına düştüğünüzde en kötü halini ve bir o kadar da gerçek kimliğini görürdünüz. İşte şu an aynı şeyi yaşıyorduk. Beni ilk gördüğünde gayet kibardı ama şimdi Tiazza'ya girmem için gerçek karakterini sergiliyordu. Ben düşüncelerimle boğuşurken koluma yapıştığı anda yerimde sıçradım. Beni sürüklerken bağırmak adına hiçbir şey yapamadım. Sadece içimden bağırıyordum ve bunu dışa vuramıyordum. Yaşadığım şok bütün davranışlarımı ele geçirmişti.

 

Tiazza hakkında çok şey duymuştum. Burada ilginç bir düzen vardı. Çoğu pis olay duyuluyordu ama hiçbir şey tam olarak kanıtlanmıyordu. Her ne oluyorsa burayla bağlantısı vardı ama aynı zaman da yok gibiydi. Burası lanet olası bir bölgeydi. Öğrencilerimin aileleri, endişeleri hakkında benimle konuşurlardı. Çocuk kaçırma olaylarının çok olduğu ve o çocukların Tiazza'ya götürüldüğünü söylerlerdi. Şehirdeki tüm pis olayları, insanlar Tiazza'ya bağlardı ama orada kimsesiz insanlara yardım edildiği haberlerini de çok duymuştum. Hangisine inanacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu ama buranın kötü bir yer olduğuna emindim.

 

Beni sürüklemeye devam ederken ona karşı koymaya çalıştım. Kolumu tuttuğu yer başta olduğu kadar acıtmıyordu hatta hissizleşmişti. Kollarımı hareket etmeye ve aynı zamanda ayaklarımla onu tekmeleye başladım. O ise gayet profesyonel bir şekilde beni yerime sabitliyordu. Buraya kim bilir kaç kurban getirmişti. Bir kez daha tekmemi savurdum ve onu itip kurtulmaya çalıştım. Elinden kurtulsam da nereye kaçabilirdim? Buraları avucunun içi gibi bildiğine emindim. Hayır, bu kadar umutsuz olmayacaktım. Babam bana her zaman bir şeylerin üstesinden gelebileceğimi söylerdi ama şu an için, Tiazza'ya girmekten başka çaremin olmadığı kesindi. Benden güçlü olduğu için 1-0 öndeydi. Hareket etmem neredeyse imkansızlaşıyordu ve zorla hareket etmek beni yoruyordu. Bedenimin direnci hiç kalmamıştı. Şimdilik çırpınmayı bıraktım ve kaderime yenildim.

 

Bölgenin içine ilerlediğimizde tamamen demirden olan -belki de kurşun geçirmezdi- kutu gibi bir binanın önünde durduk. Bina çatısızdı. Yine aynı şekilde demirden bir kapısı, kapının yanında da sadece bir kafanın görüneceği büyüklükte bir pencere vardı. Yanımdaki adam küçük pencereyi tıklattı. Pencere ani bir hareketle açıldı ve içeriden bir adam kendisini gösterdi. Genç biriydi ve sanıyorum ki güvenlik görevlisiydi.

 

"Kapıyı açar mısın Volkan?"

 

Adam saygılıyla başını salladı ve kapıyı bizim için açtı. Demir yine beni çekiştirdiğinde sendeledim fakat hemen toparladım.

 

Tiazza ürkütücü derecede sessiz ve ıssızdı. Bölge de sis olması daha ürkütücü olmasını sağlıyordu. Benim zihnimde olan Tiazza yıkık dökük bir bölgeydi. Başlangıçta sadece bir cadde görüntüsü vardı. Yollar, kaldırımlar ve sokak lambaları ama ilerledikçe bir şehir gibiydi. Buranın amacı neydi gerçekten merak etmeye başlamıştım.

 

Ben etrafı inceleme fırsatı bulamadan beni daha hızlı çekiştirdi. Bu sefer daha karanlık bir bölgeye girdik. Bir binanın kapısını açtı ve beni önüne alıp merdivenlerden çıkmamı işaret etti. Tereddüt edip kollarımı vücuduma sardım ve orada öylece bekledim. Sabrının kalmadığını belli ederek nefes alıp bileğime yapıştı ve beni yine çekiştirdi. O kadar kaba hareket ediyordu ki merdivenleri tökezleyerek yukarı çıkmıştım. Binada değişik bir koku vardı. Böyle bir kokuyu daha önce hiç almadığım için nasıl bir şey olduğunu anlayamamıştım ama anlayabildiğim keskin ve nefes aldığımda boğazımı yakan değişik bir kokuydu. Üst kata ulaştığımda bir grup genci alkol içerken gördüm. Bizi gördüklerinde toparlandılar ve hepsi birden ayağa kalktı.

 

"Burada içmek yasak değil miydi?" diye sordu beni getiren adam.

 

Bir çocuk boğazını temizleyip "Öyle evet ama buradan ayrılamadan nasıl içeceğim?" diye sordu. Yanımdaki adam sert bakışlarını çocuğa yolluyor, belki de içinden onu yumruklamayı düşünüyordu. O bakışlara kendim maruz kalsaydım bir köşeye sinip sinmeyeceğimi düşünmeye başladım.

 

"Hemen dağılın," dedi yanımdaki adam sert bir sesle. Çocuklar hemen etrafı toparlamaya başlamışlardı.

 

"Bilge, birazdan kuaföre geleceğiz. Orada bizi bekle."

 

Esmer bir kadın kafasını sallayıp "Tamam Demir Bey," dedikten sonra yanımdan hızlıca koşup bulunduğumuz ortamdan ayrıldı. Yanımdaki adamın hakkında yeni bir bilgi öğrenmemle birlikte bakışlarımı ona çevirdim. Davranışları, görüntüsü, bakışları ismiyle o kadar uyumluydu ki... demir gibi soğuk, ağır,keskin...

 

Ona bakmaya devam ederken bakışları benim gözlerimde durdu. Ona bakmam onu rahatsız ediyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı yüzünde. Yine soğuk ve katı. Tamam, zaten yeni tanıştığınız bir insanla çokta samimi olmazdınız, bunu ben de istemiyordum ama ondaki bu soğukluk çok başkaydı. Belki yakın olduğu insanlar bir elin beş parmağını geçmiyordu. Ben ise ondan farklıydım. Şu zamana kadar İnsanlara güvenmemek adına bir şey yaşamamıştım. Arkadaşım çoktu, herkesle iyi anlaşırdım ve güler yüzlüydüm ama şimdi gülümsememi engelleyen şey; evlatlık olduğumu öğrenmem, Tiazza'da olmam ve yanımdaki bu garip adamdı. Bundan sonra kimseye güvenmemek için de bir sebebim vardı. Kendi benliğimi git gide kaybedecek gibi duruyordum.

 

Etrafımızdaki hareketlilikten dolayı bakışlarımızı birbirimizden çektik. Diğer çocuklar apar topar binayı terk etmişti. Demir'in o keskin bakışlarını tekrar üzerimde hissettiğimde yerimde huzursuzca kıpırdandım. Benim hakkımdaki planlarını düşündükçe kalbim yerinde tekliyordu.

 

"Neden buradayız?" diye sordum beni bir koltuğa iterken. O sırada etrafı inceledim ve buranın bir dövmeci olduğunu anladım. Bakışlarım sadece bir noktaya odaklanırken o sırada Demir'in söylediği sözleri duyamadım.

 

Panikle ayağa kalktım. "Bana aklındaki şeyi yaptırtamazsın." diye direttim. Ani çıkışım karşısında sakinliğini korudu. Dövmeci çocukta ikimiz arasında bakışlarını gezdiriyordu.

 

"Tiazza' da yaşayan herkeste bu dövme olmak zorunda," diyerek karşı çıktı Demir denen adam.

 

"Bu benim seçimim değil, beni buraya getirirken bana sormadın! Kolumdan sürükleyerek beni çekiştirdin."

 

"Sen de nereye gitmek istediğini söylemedin?"

 

Ağzım açık şekilde ona bakmayı sürdürdüm. Dövmeci çocuğa döndü ve "Yapalım şu işi," dedi. Dövmeci bana yaklaşırken ben birkaç adım geriledim.

 

"O dövmeyi yaptırmayacağım. Burada kalmak istemiyorum. Madem öyle geri götür beni!"

 

"Tiazza tabelasından adımını içeri attığın an geri çıkamazsın Kaçak. Kurallar böyle, şimdi sana denileni yap ve otur şu koltuğa!" Sesi sertti. Sesi fazlasıyla sertti. Bu yaşıma kadar babamdan böyle yüksek tonda bir ses işitmemiştim. Benimle her zaman kibar konuşurdu ve benden de öyle konuşmamı isterdi.Ben kendi isteklerimi yapacak ve istemediğim şeyleri yapmayacak kadar da özgür biriydim. Benim üstümde bu kadar söz hakkına sahip değildi. Kendini ne sanıyordu ki?

 

"Bunu yapmak istemiyorum." Sesim bir mırıltı gibi çıkmıştı. Duyup duymadığından emin değildim ama tepkisini ölçmek için yüzüne baktım.

 

"Bak," dedi bir adım bana yaklaşıp işaret parmağını bana savururken. "Burada sana söylenene, 'bunu yapmak istemiyorum' diye karşı çıkamazsın anlıyor musun? Seni bayıltıp o dövmeyi yapmamızı istemiyorsan otur ve sesini kes."

 

Konuşmayı kestim. Tanrım gerçekten korkuyordum. Bir katil miydi? Dolandırıcı, hırsız ya da insan taciri? Bunları düşündükçe cesaretim kırılıyor ve evimi daha çok özlüyordum. Umutla kapıya baktım. Babamın içeri girip beni eve götürmesini bekliyordum ve bir daha bunu yapma demesini istiyordum.

 

Dövmeci çocuk - adı her neyse bilmiyordum umurumda da değildi- yanıma yaklaştı ve üzerimdeki kazağı çıkarmamı istedi.

 

Öfkemi kontrol etmeye çalışırken "Dövmeyi nereye yapacaksın?" diye sordum mırıldanarak.

 

"Sağ veya sol koluna. Sen seç," diye cevap verdiğinde kazağımın sağ kolunu çıkarttım. Altımda atletimin olmasına sevinmiştim.

 

Koluma beyaz bir sıvı sürdükten sonra hilal şeklinde bir yapışkanı koluma yapıştırdı. Yapışkanı çıkardıktan sonra kolumda mavi renkte çizgisi olan bir hilal oluştu. Ardından kalem gibi bir aleti çalıştırdı ve yüzüme baktı. Hazır olup olmadığıma dair attığı bir bakıştı. Kafamı başka yöne çevirdim.

 

"Şimdi kıpırdamaman gerek."

 

Aleti koluma değdirdiği an kolumu ondan kurtarmak istedim. İğne derimin içine girdikçe bana eziyet ettiklerini düşünmeye başlıyordum. Onların kolunu açıp bu dövmeden var mı diye bakmak istiyordum çünkü gerçekten bunu bilerek, canımı acıtmak istediği için yaptığını düşünmeye başlamıştım. Dövmecinin bu işi nasıl yaptığına bakmak istesemde başım ondan hep ters taraftaydı. Bakamıyordum çünkü canım çok yanıyor ve bakarsam daha çok korkacağımı düşünüyordum. Aynı zamanda Demir de o taraftaydı ve onu görmek istemiyordum. Liseden ve üniversiteden nefret ettiğim birkaç kızı saymazsak son zamanlarda en nefret ettiğim insan listesinin başında geliyordu. Zaten diğer isimlerin artık bir önemi yoktu. Buradan ayrıldığım gün listeyi baştan yapardım. Şu an da sadece Demir vardı.

 

Bana asırlar geçmiş gibi gelen bir zamandan sonra "Bitti." dedi. Bakışlarımı dövmeme çevirdim. Kolumda içi dolu bir hilal taşıyordum artık. İnsanlar dövmeleriyle bağ kurarlardı. Ya hayatında önemli birinin ismini yazdırırlar ya sevdiği bir arkadaşıyla aynı sembolü taşırlar ya da hayatlarının dönüm noktasını vücutlarına kazıtırlardı. Benim ki ise bir isim ya da sevdiğim bir arkadaşımla paylaştığım bir işaret değildi. Bir dönüm noktası mıydı? Hayatımdaki önemli bir olay mıydı Tiazza'ya gelmek? Hiçbiri. Sadece bir hilaldi işte. Sıradan bir hilal. Bana kazandırdığı tek şey ise nefretti.

 

Dövmemin üstüne şeffaf bir şey yapıştırdı.

 

"2-3 saat boyunca yapışkanı çıkartma. Eve gidince yapman gereken birkaç işlem var. Onları Demir Bey biliyor sana söyler. Senin bilmen gereken şeyler; dövmeni kaşıma, iyileşirken kabuk tutacak onları koparma, duşa girerken jelatinle dövmeni kapat yeter. Kış ayında olduğumuz için güneşle ya da denizle ilgili bir şey söylememe gerek yok zaten," dedikten sonra Demir denen adama döndü.

 

"Evde bakımını sen söylersin değil mi ?"

 

Demir kafasını salladı ve yanıma yaklaşıp tepemde durdu. "Kazağını giy, gidiyoruz." Yine bana bir emir vermişti. Emir vermeden ne kadar durabilirdi acaba? İnsan analizinde iyi değildim. Başta onun iyi biri olduğunu sanmam ve yanılmam gibi fakat "Buralarda sözüm geçer," deyişinden ve etraftaki insanların ona saygı duyuşundan kaynaklı, Tiazza yönetiminde olduğunu anladığımdan tavırlarının sert olduğunu düşünüyordum. Her kötü insanın bile içinde bir iyilik kırıntısı olduğuna inanırdım.

 

Kazağımı yavaşça giyip ayağa kalktım. Demir dövmeci çocuğa ne bir teşekkür etti ne de herhangi bir söz söyledi. Öylece yanından geçip alt kata indi. Kabaydı ve nezaket kuralları adına hiçbir halt bilmiyordu.

 

Merdivenlerden indikten sonra açılmakta zorlanan kapıyı ittirdim ve dışarı çıktım. Karşı kaldırımda, ışığın altında oturmuş sigarasının son dumanını çekiyordu. Orada otururken her şeyden daha korkutucu görünüyordu.

 

Bana herhangi bir şey söylemeden yürümeye devam etti ama el işaretini son anda görebilmiştim. İşaret ve orta parmağını yavaşça yola uzattı. Yorgun bir nefes alıp bıraktım ve tekrar onun peşinden ilerledim. Ayaklarımın altları ağrımaya başlamıştı. Bu kadar geç saatlerde hiç dışarıda kalmamış ve yürümemiştim. Hem de uykusuz kalmamıştım.

 

Kuaföre girdiğimizde az önce adının Bilge olduğunu öğrendiğim kız bizi karşıladı.

 

Demir denen adam "Kızın saçlarını koyu bir renge çevirebilir misin?" diye sorduğunda Bilge "Tabii," derken ben "Ne?" diye bir tepki vermiştim.

 

İkisinin bakışları da bana döndü. "Saçımdan ne istiyorsunuz?"

 

Amaçları beni tamamen değiştirmek ise birkaç saatte bunu neredeyse başarıyorlardı.

 

Demir bana doğru yürürken Bilge'ye "Bilge sen git malzemeleri hazırla," dedi. Bu bir nevi bizi yalnız bırak demekti. Tam önümde durduğunda korkusuzca ona baktım ama başarısız oldum. Bakışları tıpkı gözlerime tutulmuş beyaz bir ışık gibi beni rahatsız ediyordu.

 

"Sürekli benim söylediklerime ters çıkıp durmasan olmaz mı?"

 

"Üzerimde konuşmaya söz hakkın var mı?" diye çıkıştım. Tiazza'dan ve bu adamdan şimdiden sıkılmıştım. Buradaki düzenden bir halt anlamamıştım. Beni bıraksalar ne olacaktı ki? Kıymetli Tiazza'larını gidip bir yerde anlatmayacaktım...

 

Cevabı netti. "Burada olduğun sürece EVET!"

 

Gözlerimi devirip kollarımı vücuduma doladım. Ardından ona bir adım yaklaştım. "Bak, sana tekrar söylüyorum. Ben buraya kendi isteğimle gelmedim. O yüzden bana sürekli bunu söyleyip durmazsan memnun olacağım."

 

Cesaretime hayran kalmıştım. Hem de fazlasıyla. Ama o hiç etkilenmişe benzemiyor, korkusuzca gözlerime bakıyordu.

 

"Hem neden saçlarımın rengini değiştirmek zorundayım?"

 

"İçeri girenin dış görünüşünde farklılık yapılır. Düzen böyle," diye cevap verdiğinde saçlarımı sinirle çekiştirdim ve arkamı dönüp birkaç adım yürüdüm. Tekrar ona döndüğümde kendi öfkemden korkmaya başlamıştım ve hiç bu kadar çileden çıktığımı hatırlamıyordum.

 

"Düzen, düzen, düzen!" diye bağırdım. Tepkim karşısında kılını bile kıpırdatmadı ve beni öylece dinledi. "Aptal kurallar! Beni değiştirmeye mi çalışıyorsun? Burada ne haltlar dönüyor? Beni şu an bıraksanız, yoluma gitsem ne değişecek? Lanet Tiazza da tsunami ya da volkanik patlama mı oluşacak?"

 

Sustuğumda göğüs kafesim hızlıca inip kalkıyordu. Sinirle arkamı döndüm ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim. İstediğim sadece bu lanet olası yerden gitmekti.

 

Demir'in hareket ettiğini hissettim. Sanırım konuşmak için benim sakin olmamı falan bekliyordu ama bir kızın çaresizliğine tanık olduysanız bunun nasıl yıkık bir durum olduğunu anlardınız.

 

"Bak, buraya bazı insanlar isteyerek geliyor bazıları ise senin gibi zorla getiriliyor," dedi ve bekledi. Onu dinleyip dinlemediğimi ölçüyordu. Ben ise tek bir söylediğini bile kaçırmamak için kulaklarımı son derece açmıştım. Konuşmasına devam etti. "Senin gibi zorla getirilenler; ilk zamanlar burayı sorguluyorlar, hayata küsüyorlar ama zamanla alışıyorlar."

 

Sözlerini bitirdiğinde hızlıca ona döndüm ve kaşlarımı çatarak ona ilerledim. Bu sefer onun önüne korkusuzca dikilmiştim.

 

"Burası hakkında fazlaca kötü şey duydum," dedim kendimden emin bir şekilde. Gözlerini kırpmadan beni dinliyordu. "Ben sadece evime geri dönmek istiyorum. Lütfen beni geri gönder."

 

"Evinden kaçan sen değil miydin?" diye soru yöneltti. Bakışlarımı ona çevirdim. Alayla bana bakıyor, sözleriyle beni mağlup ettiğini düşünüyordu.

 

"Pişman oldum ve şimdi de geri dönmek istiyorum."

 

Derince bir nefes aldı ve etrafta birkaç adım attı. "Bak Kaçak, seninle karşılaşana kadar ne yaşadığını bilmiyorum ama gidecek bir yerinin olmadığını biliyorum. Buranın o kadar da kötü bir yer olmadığını kendi gözlerinle göreceksin. Geçmişini özleyip üzüleceksin ama burada eğleneceksin. Ne yaşadıysan unut ve keyfine bak," derken sanki bir abi edasıyla konuştu benimle ama sözleri beni boş yere teselli ediyordu. Sadece beni sakinleştirmek ve düzene uymam için samimi olmayan bir teselli gibi gelmişti. Duygu yükü sıfırdı.

 

"Beni geri gönder," dedim sadece sözlerini kulak arkası ederek.

 

Orada öylece dururken kafasını iki yana salladı. "Bu mümkün değil, üzgünüm."

 

Suratımı buruşturdum ve ona iğrenç biriymiş gibi baktım. İğrençti. Kendisi buraya zorla insanları getirdiğini söylüyordu.

 

"Üzgünsün..." dedim ona arkamı dönerek. Kahkaha attım ve sonra sustum. Tekrar ağladım ve kendimi yanımdaki koltuğa bıraktım. Dirseklerimi bacaklarıma yaslayıp kafamı ellerimin arasına aldım. "Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim." dedim kendi kendime. Öylece kaldım ve sessizce ağladım. Ağlamaktan utanmadım. İçimdeki öfkeyi bir şeyleri kırarak değil ağlayarak atabiliyordum. Bir şeyleri kırmak benim hiçbir zaman öfkemi dindirmezdi. Ağlamak arınmaktı ve bu iyi geliyordu.

 

Odadaki sessizliği Bilge denen kız bozdu. "Hazırsan seni alabilir miyim?" diye sordu tereddütle. Başımı ellerimin arasından çekip ayağa kalktım. Bilge ağladığımı görüyor ve bana üzülerek bakıyordu. Demir'in yanından geçerken ona bakmadım ve onu orada tek başına bıraktık.

 

 

**

 

 

Tam olarak üç saat sonra işimiz bitmişti. Koyu kahveye dönmek için tam olarak üç renk boya kullanmıştık. Açıktan koyuya doğru boyaları uygulayarak istediği renge ulaşabilmiştik. Bilge, işinde oldukça iyiydi. Onunla bayağı sohbet etme fırsatım olmuştu. Tiazza'ya gelmeden önce de bir kuaför dükkanına sahip olduğunu söyledi. İşini kurmak isteyen herkese Demir fırsat sağlıyormuş. Onun yine iyi biri olma ihtimalini düşünürken hemen bundan vazgeçtim. Sonuçta beni buraya zorla getirmişti.

 

Bilge'nin ise geliş hikayesi biraz acıydı. Kocasından şiddet gören bir kadınmış. Çocuğu hiç olmamış ve kocası elinden dükkanını aldığında ortada hiçbir şeyi kalmamış. Birkaç gün sokakta yattıktan sonra Demir onu Tiazza'ya getirmiş. Kimsesiz insanları barındırdıkları gibi başka zengin ailelerle de iş birliği içindeydiler ama tam olarak ne yaptıklarını hâlâ anlamamıştım. Bilge'ye bunu sormak için konuyu açtığımda tamamen farklı bir yöne çekmişti. Eninde sonunda ben de öğrenecektim.

 

Aynaya bakıp saçlarımı tekrar inceledim. Saçlarımın boyu olduğu gibi duruyordu sadece rengi değişmişti. Gözlerim buna alışmakta zorlanacaktı çünkü uzun zamandır sarı saçlarım vardı şimdi ise koyu kahveydi.

 

Demir'in yanına gittiğimizde saçlarımı inceledi ve Bilge'ye onay verdi. Ardından ücret ödedi. Şaşırmıştım. Gerçekten garip bir düzen vardı. Bilge'yle ayaküstü vedalaşıp teşekkür ettim. Demir dövmecide olduğu gibi yine teşekkür etmemişti. Onun kaba davrandığı her insana ben bunun zıttı olarak iyi davranmak istiyordum.

 

Demir kuaförden çıktıktan sonra ben de onu takip ettim. Artık herhangi bir yere gitmek istemiyordum çünkü saat 07:30'u gösteriyordu ve vücudumun direnci kalmamıştı. O ise bunu düşünemeyecek kadar düşüncesizdi.

 

"Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordum düz bir sesle. Cevap vermesini umuyordum çünkü uykusuzluktan bayılacağımı düşünüyordum.

 

"Birkaç işimiz kaldı." diye cevap verdi sadece. Hemen yolunu kesip onu durdurdum. Bakışlarını yüzümde gezdirdi. 'Ne oldu?' der gibi bakıyordu. Belki de birkaç saat önce olan öfke patlamamın kalmamasına şaşırmıştı.

 

"Yorgunum ve kıpırdayacak halim kalmadı!" tam olarak durumuma isyan etmiştim.

 

Bir süre hiç konuşmadı. Ardından bana acımış olmalı ki kafasını salladı. Bir an unutup neredeyse ona teşekkür edecektim. Eminim ki bu adam bir teşekkürü bile hak etmezdi.

 

"Tamam, beni takip et." dediğinde başka yöne doğru ilerledi. Ben de koşarak ona yetiştim ve onu takip etmeye devam ettim.

 

 

**

 

 

Evi, bir bekar evine göre gayet temiz ve düzenliydi. Beni kendi evine getirdiğine göre bekardı herhalde. Evli olsa da umurumda değildi.

 

Dış kapıyı açıp içeri girdiğinizde sizi küçük bir koridor karşılıyordu. Eve girdikten sonra hemen sağda bir portmanto , yer de ise beyaz ve siyah çizgileri olan bir halı vardı. Koridorun sonunda evin üst katına çıkan beyaz merdivenler, merdivenin çaprazında bir kapı vardı. Orasının banyo olduğunu düşünüyordum. Benim bulunduğum yerin sağ tarafında ,üç kişinin aynı anda rahatlıkla girebileceği genişlikte bir giriş vardı. Sanırım orası da salondu.

 

Salona doğru ilerlerken onun arkasından gittim. Salon evin koridoruyla aynı renkti. Grinin orta bir renk tonuydu. Salon da düzenli ve sadeydi. Birkaç koltuk ve televizyon vardı. Koltukların biraz uzağında sekiz kişilik beyaz bir masa yer alıyordu. Koltuklar beyaz ve siyahtı. Pencerelerde stor perdeler ve yere kadar uzanan beyaz tüller vardı. Mutfakta amerikandı. Yemek masasının hemen arkasında kalıyordu. Ev gözüme bir an çok güzel görünmüştü. Sanırım sebebi Tiazza'nın korkutucu sokaklarında olmamamdı. Sanırım o sokaklarda tek başıma asla dolaşamazdım .

 

Demir kendini koltuğa bıraktı ve gözlerini kapatıp kafasını koltuğa yasladı. O sırada onu izleme imkanım oldu. Saçları dağınık ama bir o kadar da hoş görünüyordu. Teni kumraldı. Normal de sarışın erkekleri beğenirdim ama bu benim için bir istisnaydı. Adam ne kadar pisliğin teki olsa da yakışıklı olduğunu söylememek ayıp olurdu. Bunu ona değil de ancak kendime itiraf edebilirdim. Onu neden izlediğimi bilmiyordum. Sanırım bana bu kötülüğü yapan adamın yüzünü hafızama kazımak istiyordum. Gözleri kapalıyken daha az korkutucu görünüyordu. Belki de masum kelimesi uygun olurdu. Fakat gözleri açıkken ve acımasızca bana bakarken bilincimi kaybedecek gibi oluyordum. Bakışları endişemi tetikliyordu. Yakışıklı suratı benim endişemi gidermek için bir fayda etmiyordu.

 

Gözlerini bir anda açıp bana baktığında yerimde sıçramamak için kendimi zor tutmuştum.

 

"Ne diye orada dikiliyorsun? Yorgun olduğunu söyledin, gidip uyusana!"

 

"Şey...ben nerede uyuyacağımı soracaktım?"

 

Tek kaşını kaldırıp bana baktı, ardından bıkkınlıkla dışarıya nefesini verdi. Onu böyle sık boğaz etsem beni bırakır mıydı acaba? Uykusuzluk sanırım saçmalamama neden oluyordu.Psikopat bir katil olmadığını nerden bilecektim? Onu sinirlendirirsem beni öldürüp Tiazza'nın bir köşesine gömme ihtimali bile vardı. O zaman sonsuza dek Tiazza da kalırdım. Düşüncesi bile korkunçtu. Silkelenip kendime geldim.

 

"Üst katta, sağdaki ikinci kapı. Gidip dinlensen iyi olur. Daha sonra kalan işleri halletmem gerekecek."

 

Kafamı salladım. Herhangi bir şey söylemeden merdivenlere yönelip üst kata çıktım. Dövmenin bakımını bilerek hatırlatmadım. Vücuduma dokunmasını asla istemiyordum. Söylediği odaya girip üzerimdekileri çıkarmadan kendimi yatağa bıraktım. Düşüncelerimi şimdilik bir köşeye bırakacaktım çünkü her yerim yorgunluktan dolayı ağrıyordu. Gözlerimi kapattım ve yumuşacık yatağın tadını çıkardım. Sanırım buraya geldiğimden beri en güzel şey uyumak olacaktı. Çok yorgundum...

 

 

**

 

"Biri beni sertçe yere itiyor, üzerime oturuyor. Ağırlığı, vücudumun hafif olmasına rağmen daha ağır olduğumu hissettiriyor. Çığlık çığlığa bağırıyorum ama beni kimse duymuyor. Etrafıma bakıyorum ve sağımda duran başka bir Eliz'in, kulaklarını kapatmış ve cenin pozisyonunda yatmış hâlde çığlık attığını görüyorum. Çığlığı en başından beri onun attığını anlıyorum. Başımı bu kez sola çevirdiğimde ayakta olan başka bir Eliz görüyorum ve kafasını sağa sola sallarken "evden kaçmamalıydın!" dediğini işitiyorum. Tüm bu sesler başımın ağrımasına neden oluyor. Çırpınıyorum ama bir faydası olmuyor. Gözlerimin önüne siyah eldivenli bir el ilişiyor. Elinde keskin sivri uçlu bir bıçak nefes almamı zorlaştırıyor. O sırada beni kimin tuttuğunu merak ederken ellerimin masanın bacağına bağlı olduğunu görüyorum. Keskin bıçak boğazıma yaklaşıp bıçağın parlaklığı bana göz kırptıkça aldığım derin nefeslerin hiçbir faydası olmuyor. Boğulacakmış gibi çıkardığım iniltileri durduramıyorum ve bu sesler delirmeme neden oluyor. Üzerimdeki adam bıçağı son hamleyle yukarı kaldırıp hızlıca boğazıma geçiriyor ve o anda tüm sesler kesiliyor. Sadece... sadece Demir'in o hiç duymadığım kahkahası odayı dolduruyor.

 

Sıçrayarak uyandığımda ellerimi boğazıma götürdüm ve hızlıca yataktan kalktım. Ani hareketim yüzünden başım dönmüştü ama boğazıma bakmalıydım. Nefes nefeseydim. Gördüğüm rüyâ o kadar gerçekçiydi ki sanki boğazımdaki bıçağı hissetmiştim ve hâlâ kulağımda Demir'in kahkahası çınlıyordu. Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Ellerim titriyordu ve yere yığılmamak için tekrar yatağa oturmam gerekti. Tam o sırada evin zili çaldığında yerimde sıçradım. Kendime gelmek için oturduğum yatakta kendime biraz süre verdim. Rüyadan dolayı ince bir ter tabakası vücudumu ele geçirmişti. Önce bir duş almalı ve daha sonra eve kimin geldiğini öğrenmek için salona inmeliydim. Belki konuşmaları dinler birkaç bilgi öğrenirdim.

 

Odadaki banyoya ilerlerken burayı incelemek ilk defa aklıma gelmişti. Yatağımda çiçekli bir nevresim vardı. Dolaplar beyazdı. Halı pudra pembesi ve krem rengindeydi. Köşede ayaklı bir boy aynası, başka bir köşede giyinmem için bir paravan vardı. Odanın duvarları ise pudra pembesiydi...Burası resmen bir kız için düzenlenmişti. Şaşkın bir şekilde kafamı kaşıdım. Sanki geleceğimi önceden biliyormuş gibi... bir şeye hazırlık yapıyormuş gibi...

 

Silkelenip kendime geldim ve banyoya girdim. Hızlıca bir duş aldığımda kendime biraz olsun gelebilmiştim. Havluyla kendimi sardıktan sonra aynanın karşısına geçtim. Gözlerim gece ağladığım için şişmişti. Kendimi uzun zamandır ilk defa böyle görüyordum. En son birkaç ay öncesinde bu kadar ağlamıştım. O olayı hatırlayınca kalbimde koca bir sızı hissettim. Bütün yıkımlarım üst üste gelmişti. Ağlamamak için kendimi sıktım. Odaya geri döndükten sonra çıkardığım kıyafetleri geri giydim çünkü yanımda başka kıyafetim yoktu.

 

Odadan çıktıktan sonra minik adımlarla merdivenlerden inip salonun kapı duvarına sırtımı yasladım ve kulak kabarttım.

 

"Odası sağdan ikinci kapı. Gidip sen çağır, şimdi onun mızmızlıklarıyla uğraşamam. Yemeyeceğini söylerse, sen de uzatma. Bırak o zaman açlıktan ölsün." Gözlerimi devirdim. Kafamı iki yana sallarken konuşmalarını dinlemeye devam ettim.

 

"Çok kaba bir adamsın," İçeriden bir kız sesi geldi. Yumuşak bir ses tonu vardı. İçimden bir ses bu kızı seveceğimi söylüyordu. Umarım yanılmazdım. "Kızı getiren sensin ve açlıktan ölsün diyorsun."

 

"Deniz, çok yorgunum ve başım ağrıyor. Lütfen sen de başlama. Kızı çağırır mısın?"

 

Bir müddet ses gelmedi. Herhangi bir ayak sesi de duymadım.

 

"Tamam, çağırıyorum."

 

Koridorla salonun arasındaki mesafe kısaydı ve bulunduğum yerden üst kata kaçmam mümkün olmadığı için toparlanıp yavaşça salona adımımı attım. Deniz denen kız, birkaç adım ileride duruyordu. Saçları omuzlarından biraz aşağıdaydı. Dalgalı ve kahverengi saçlara sahipti. Gayet bakımlı görünüyorlardı. Üzerinde beyaz bir yün kazak, kazağının üstünde de deri bir ceket giymişti. Altında koyu kotu, ikinci bir deri gibi duruyordu. Ayaklarında ise siyah postalları vardı. Kız çok güzeldi. Kaşları hafif kavisli ve gözleriyle uyum içerisindeydi. Gözleri maviydi. Sanırım maviydi çünkü uzaktan renkli görünüyordu. Fiziği çok güzeldi. Zayıftı ve kıvrımlı hatları vardı. Boyu ise uzundu. Sanırım ben onun omuzlarına geliyordum. Bana yaklaşırken yüzü daha da netleşti. Tiazza da olmasına rağmen enerjik ve mutlu görünüyordu. Tiazza da hayat dolu olmak bana mantıksız geliyordu ama belki de onun için burada olmak mükemmel bir şeydi. Ne yaşayıp yaşamadığını bilemezdim.

 

Bana bakarken gülümsediğinde parlak beyaz dişleri ortaya çıktı. Gülüşünü sevimli yapan şey, ön dişinin tekinin diğerinin üstünde olmasıydı. Kusur gibi görünebilirdi ama onda harika duruyordu. Gülüşü bir erkeği etkileyebilecek nitelikteydi.

 

"İşte buradasın," derken gülümsedi ve bana elini uzattı. "Merhaba Deniz ben."

 

Elini kibarca tuttum ama gülümsemiyordum. "Eliz," dedim sadece. Soğuk tavrımı umursamayıp koluma yapıştı.

 

"Acıkmışsındır, biz de tam kahvaltı yapacaktık. Seni uyandırmaya gelecektim."

 

Hiçbir şey söylemedim ve beni yönlendirmesine izin verdim. Alışmam ve de gülümsemem için yaptığını biliyordum ama bunun için boşuna uğraşıyordu.

 

Masaya oturduğumuzda Demir de arkamızdan gelip yerine oturdu. Hemen benim sağımda duruyordu. Deniz ise karşımdaydı. Ben çekinirim diye kahvaltı tabağımı yiyeceklerle doldurup önüme koydu ve ardından herkese çaylarını verdi.

 

Acıktığımı, yiyecekleri görünce daha da iyi anlamıştım ve en son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyordum. Tek bildiğim midemin isyan etmesiydi fakat yemek yiyip burayı kabullendiğimi de göstermek istemiyordum. Fakat yemezsem bünyem bunu kaldırmayacak ve güçsüzleşecektim. Tabağımdan bir parça peyniri alıp ağzıma attığımda Deniz bana gülümseyerek bakıyordu.

 

Ben yemeğimi sessizce yemeye devam ederken Demir ve Deniz sohbet ediyordu

 

"Bugün herhangi bir işin var mı?" diye sordu Deniz.

 

"Eliz'e Tiazza için kayıt çıkartacağım, Anıl ile görüşecek ve bir de alışveriş yapması lazım. Giyecek kıyafeti yok," diye cevap verdi Demir.

 

"Nerede kalacak?" diye sordu merakla. "Burada mı?"

 

Demir 'evet' der gibi kafasını salladı. "Bir sakıncası mı var?"

 

Deniz omuz silkti. "İkiniz aynı evde rahat edemezsiniz diye söyledim. Sıkıntı olacaksa benimle kalabilir."

 

Bakışlarım ikisinin arasında gidip geliyordu. Garip bir ilişkileri vardı. Sanki birbirlerinden hoşlanıyor ve bunu dile getiremiyor gibiydiler. Aynı zamanda sanki hoşlanan taraf sadece Deniz gibiymiş ve bunu Demir biliyormuş gibi davranıyorlardı. Silkelenip kendime geldim ve tekrar konuşmalarını dinledim.

 

"Buna gerek yok. Benim gözümün önünde olması gerek," diye söze atladı Demir. Bu cümle biraz garipti. Neden gözünün önünde olacaktım ki?

 

"Neden?" diye söze girdim hemen. Deniz'in Demir'e olan bakışlarında gizli bir imâ vardı. Sanki 'Buyur, cevap ver bakalım' der gibiydi.

 

Demir direkt gözlerimin içine baktı. "Çünkü böyle olmak zorunda," dedi ve bakışlarını benden kaçırdı. Ses tonu başka bir soru istemediğini kastediyordu ama tabiî ben yinede soru soracaktım. Cevaplara ihtiyacım vardı. Meraklı biri değildim ve çok soru sormazdım ama buraya geldiğimden beri karakterime ters düşüyordum. Yaşadığımız her şeyin bir nedeni vardı. Benim dün sahile gidip orada yaşadıklarımdan sonra, onun bir anda çıkagelmesi pek olanaklı görünmüyordu.

 

"Çünkü böyle olmak zorunda..." diye tekrar ettim. "Bu bir neden değil."

 

"Sana herhangi bir açıklama yapmam gerektiğini düşünmüyorum." derken yemeğiyle ilgileniyordu. Bütün iştahım kaçmıştı. Avuç içlerimi masaya bastırarak ayağa kalktım.

 

"Buraya beni zorla getirip öylece susamazsın!" Ses tonum gereğinden fazla yüksek çıkmıştı. Ben bile ses tonuma şaşırmıştım. Bakışları beni bulduğunda sert ve öfkeden kuduran, çatık kaşlı bir adamla karşılaştım. Deniz, Demir'in bakışlarını gördüğünde ayağa kalkıp benim önüme geldi ve Demir'e döndü.

 

"Demir sakin ol," dedi kibarca. "Düşün...böyle davranmaman gerektiğini sen de ben de çok iyi biliyoruz. Sakinleş."

 

Demir'in bakışları hâlâ benim gözlerimdeydi ve sinirle nefes alıyordu. Sanırım ona kimse bu şekilde bağırmıyordu. Deniz'in cümlelerini duyduğunda bakışlarını ona çevirdi. Deniz kafasını sağa doğru eğdi. Onu sakinleştirmek adına her şeyi yapıyordu ve başarıyordu da. Deniz'in Demir'e iyi geldiği apaçık ortadaydı ama benim şu an tek düşünebildiğim Deniz'in son sözleriydi. 'Böyle davranmaman gerektiğini sen de ben de çok iyi biliyoruz.' Ne demek istiyordu? Herkese istediği gibi davranırken bana neden bir sınırı olmalıydı. Allh aşkına neler oluyordu? Her kelimeden bir imâ çıkarmam normal miydi yoksa ben bir gece de paranoyak mı olmuştum?

 

"Hazırlan çıkacağız," dedi. Hiçbir şey söylemeye gerek duymadan koridorun sonundaki tuvalete gittim. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra lavaboya ilerledim ve yüzümü yıkadım. Yanaklarım yanıyordu. Öfkeliydim. Normalde sakin ve güler yüzlü biriydim ama artık öfkeden başka hiçbir duygu hissedemiyordum. Delirecek gibiydim. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydım. Hayatım buradayken tehlikedeydi.

 

Burada ne kadar kaldığımı düşünürken derin bir nefes aldıktan sonra dışarı çıktım. Dış kapıya yaslanmış beni bekliyordu. Geldiğimi gördüğünde kapıyı açtı ve "beni takip et," dedi otoriter bir sesle.

 

Kafamı salladıktan sonra "Deniz nerede?" diye sordum. Dış kapıya yönelirken onu takip ettim. Kapıyı kitlerken cevap verdi. "Bir işi var onu hallettikten sonra seninle buluşacak."

 

Kaşlarımı çatıp onu takip etmeye devam ettim. "Neden?" diye sordum. Sanki az önceki kavgamız hiç olmamış gibi sakindik. Çok garipti.

 

Kısa ve net bir cevap verdi. "Alışveriş."

 

Gözlerimi devirdim. "Alışveriş yapmama gerek yok."

 

Vücudunu bana döndürdüğünde karşı karşıyaydık. Anlamsızca suratıma bakıyordu.

 

"Anlamadım?" diye sorduğunda yanından geçip nereye gideceğimi bilmeden yürümeye devam ettim.

 

"Burada o kadar fazla kalmayacağım," diye açıklama yaptığımda bileğimden tuttu ve beni kendisine döndürdü.

 

"Kaçmayı mı planlıyorsun?" diye sordu. Sesinde alaycı bir ton vardı.

 

"İnan elimden geleni yapacak kadar inatçıyımdır ve bu huyumu sonuna kadar kullanırım."

 

Bileğimi fazla tuttuğunu fark etmiş olacak ki teması bıraktı. "Böyle bir şey olmayacağı için konuyu konuşmaya değer bulmuyorum."

 

Ona ters ters baktım. Çok emin konuşuyordu. Ona yanıldığını kanıtlayacaktım.

 

"Kalan son işimizi halletsek iyi olur." dedikten sonra önden yürümeye devam etti. Ben de konuşmadan onu takip ettim.

 

Neredeyse 15 dakika sonra bir binanın önüne gelmiştik. Dış cephesi bordoya boyanmıştı ve kapılarla pencereler ahşaptandı. Binanın kapısının üzerinde küçük bir tabela vardı. TİAZZA KAYIT BÜROSU...

 

Bu lanet yerde neler dönüyordu?

 

"Beni takip et," dedi Demir. Ben ise orada öylece durmuş tabelayı inceliyordum. Gelmediğimi gördüğünde arkasına dönüp yüzüme baktı. "Orada neden bekliyorsun?"

 

Yüzüne bakıp omuz silktim. "Sadece tedirginim."

 

"Ne?" diye bir tepki verdi.

 

Onun önüne geçip yürümeye başladım. Sağ tarafımda yürümeye başladığında bana baktığını görebiliyordum. Konuşmadığımı görünce pes edip kendisi konuşurken beni kolumdan çekip durdurdu.

 

"Tedirgin olacak bir şey yok, Kaçak." Ardından yola bakıp bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Sadece keyfini çıkar. Burada sana kimse zarar veremez çünkü benimle olduğunu biliyorlar. Ayrıca zaten evden kaçmıştın. Başın mutlaka belaya girecekti. Öyle düşün," derken bana acımış gibi bakıyordu. Böyle bakmasından hiç hoşlanmamıştım. Gözlerimi devirdim.

 

"Seninle olmak ayrıcalık mı? Hem burası daha belalı!"

 

Demir'in bıkkınlıkla nefes aldığını gördüm. "Gerçekten sana kibar bile olunmuyor." Öne geçip yürümeye devam etti ve bir kapının önüne geldikten sonra tıklatıp içeri girdi. Ben de her zaman olduğu gibi onu takip ettim. İçerisi biraz kalabalıktı. Bir grup genç odadaydı ve bir kağıda imza atıyorlardı.

 

Masanın arkasında oturan genç adam Demir'i görünce masanın etrafından dolaşıp Demir'e sarıldı. "Hoş geldin kardeşim!" dedi içten bir şekilde. Demir de ona sıkıca sarılıyordu.

 

"Kimlik için geldiniz değil mi?" diye sordu Demir'in arkadaşı. Demir kafasını salladı "Ama acelem var Çağatay. En kısa sürede istiyorum çünkü kimliksiz dolaşamaz sokaklarda biliyorsun," dedikten sonra Çağatay denen adam ilk defa benimle göz teması kurmuştu.

 

"Resmin var mı?" diye sordu bana bakarken. Ayrıca tebessüm ediyordu. Buradaki herkes Demir dışında kibardı herhalde.

 

Çantama uzanırken "Bir tane olması lazım," diye cevap verdim. Çantamı karıştırdığımda ucu birazcık kıvrılmış bir resmimi buldum. Çağatay'a resmi uzatırken "İşte. Sadece bu var," dedim.

 

Fotoğrafı tam uzatacaktım ki kendimi hemen geri çektim. Bir anlığına adamın kibar oluşuna aldanmış ve ne yaptığımı unutmuştum. Demir anlamsızca bana bakarken tedirginliğimin farkına da vardığına emindim.

 

"Neler oluyor yine kaçak?" diye sordu Demir. Yüzünde anlamsız bir ifade vardı. Ayrıca bana deliymişim gibi bakıyordu. Konuşmaya devam etti. "Akıl sağlığından şüphe etmeye başlıyorum."

 

Yutkundum. "Ben buraya ait değilim!" dedim kekeleyerek.

 

Demir elleriyle yüzünü kapattı ve derin bir nefes aldı. "Ver şu lanet olası fotoğrafı!"

 

Öyle bir bağırmıştı ki, ben dahil odadaki herkes yerinde sıçramıştı. Gözlerimden yaşlar akmaya başlarken Çağatay denen adam diğerlerini odadan çıkarmıştı. Elimde tuttuğum fotoğrafı çekiştirip aldı ve arkadaşına uzattı.

 

"Gereken işlemi yap." dedi Demir net bir şekilde.

 

Çağatay "Tamam siz bekleyin," dedikten sonra odadan çıkıp gözden kayboldu.

 

Yarım saate yakın bir zaman sonra ağlamıyordum ve sakinleşmiştim. Konuşacak kimsemin olmaması beni daha da içe kapanık biri yapacaktı. Demir ile konuşmak istemesemde ondan başka konuşacak kimsemin olmayışı ne kadar da ezik bir durumdu. Onunda sakinleştiğini umarak kafamı ona doğru çevirdim. Kafamda bir sürü soru olmasına rağmen soruları bir türlü toparlayamıyordum.

 

İçimdeki meraktan dolayı dudaklarımı dişledim ve en sonunda "Demir?" dedim. Bana bakmadan "Efendim?" diye cevap verdi. Elindeki telefonuyla meşguldü.

 

"Neden bu bölgedeki insanların kimlikleri var? Bu bana pek mantıklı gelmiyor. Zaten bizim bir kimliğimiz var."

 

Sıkılmış gibi bir ses çıkardı ama yine de cevap verdi. "Sayımızı bilmek için. Düşmanları bu şekilde ayırt ediyoruz."

 

Kaşlarımı hayretle kaldırdım. "Kim sizden ne istiyor ki?"

 

Bakışlarını bana çevirdiğinde sertti. Soruma cevap vermedi.

 

O sırada Demir'in arkadaşı Çağatay odaya geldi. "İşte geldim," dedi ciddiyetle. "Kusura bakmayın, beklettim. Bu ara gerçekten çok yoğunum."

 

Demir anlayışla kafasını salladı. "Sorun değil, kardeşim."

 

Çağatay masasına geçtikten sonra bana bir dosya uzattı.

 

"Şuraya imza attıktan sonra işin bitiyor Eliz," dedi kibar bir şekilde. Kafamı salladım ve bir sürü isim ve imzanın olduğu kağıda baktım. Belli ki Tiazza'ya gelenlerin ismiydi. En alt sıraya ismimi ve soy ismimi yazıp imzamı attım. Az önceki gergin ortamdan sonra buna itiraz edemedim.

 

"İşte bu kadar!" dedikten sonra zarfı Demir'e uzattı.

 

Demir ile vedalaştıktan sonra odadan çıktık. Demir yine önden yürüyordu. Koşarak ona yetiştim ve sağından yürüdüm. Durduğunda zarfı açmaya başlamıştı ve ben de merakla onu seyrediyordum.

 

İçinden kredi kartı büyüklüğünde bir kart çıkartıp bana uzattı.

 

"Al bakalım," dedi ciddi bir şekilde. "Artık Tiazza'lısın."

 

Nefesimi tutup karta baktım ve şaşkınlığımı gizleyemedim. Dudaklarım şaşkınlıktan dolayı aralanmıştı. Sebebi Tiazza'lı olmak değildi. Kimlikte soyadımın yazmasıydı. Aldinç... Eliz Aldinç.

 

Dosyaya imzamı atana kadar soyadımı onlara söylememiştim...

 

 

 

--

Loading...
0%