@balsa
|
***
•YAZARINIZDAN; Çok Değerli Okurlarım, İkinci bölüm de sizlerle. İlk on bölümü böyle ikili partlar hâlinde atacağım. Her hafta Cuma günü, sayfama eklemiştim. Haftaya Cuma görüşürüüüz! 🌬️
Bu evrende iki farklı karakterin hayatı anlatılmaktadır. Geçmiş anlatımlar ilâhi bakış açısı ile anlatılacak. Genel olarak da ilâhi bakış açısını kullanmak istedim. Bence karakterleri karakter yapan sizlersiniz ve ben bu kurgudaki karakterlerin içini size bırakıyorum. Bence onları şekillendirecek olanlar da sizlersiniz. İlk bölümler kafanız karışabilir ama okudukça zihninizde şablon oturacaktır. Şimdi sizi değerli kurgumla, kurgumuzla yalnız bırakıyorum. Allah’a emanet olun, her biriniz zihnimdeki trenin uğradığı istasyonlarsınız. 🚂
***
🍂📦🛤️
10.09.2024 “Yaprak sıkılmıştı ağaçtan, bahaneydi sonbahar.”
KURGUNUN GEÇTİĞİ ZAMAN
Hava güneşliydi. Öğle saatleri yaklaşıyordu ki bu daha fazla sıcak demekti. Seranın uçuruma yakın tarafındaki çiçelerle ilgileniyordu Balkız. Uçurum denildiyse de bu gerçek bir uçurum değildi. Dibinde gür bir dere akan yüksek bir alandı sadece. Uçurumun sonu suya mı açılırdı? Balkız’a göre bu öyle değildi. Uçurum demek ölüm demekti. Ve ölüm bir suda değildi. Suyu hissedersen onun seni öldürmeyeceğini, aksine yaşaman için elinden geleni yapacağını bilirdin. Fıskiye sistemini açarak çiçeklerin sıcaktan pörsümüş taç yapraklarına can gelmesini sağladı. Uzun zamandır buradaydı. Çiçekler en yakın dostuydu. Yıllardır aynı düzende ilerliyordu. Sabah kalk, kahvaltını yap, serayı aç, çiçekleri sula… Düzenle dizilmiş çiçek alanlarının orta koridorunda ilerledi. İstese fıskiyeyi açtıktan sonra tekrar eve dönebilirdi ama bu onu hiç yapmamıştı. Çünkü çiçeklerin tek ihtiyacı olan şey su değildi. Sevgiye de ihtiyaçları vardı. Balkız sevgiyle büyümemişti. En azından çocukluğunu sevgiyle geçirmemişti. Belli bir yaşa geldikten sonra verilen sevgi sevgiden sayılır mıydı? Ona göre sayılmazdı. Bir çiçeği var eden henüz bir tohumken verilen su değil miydi? Kendinin sahip olamadığı sevgiyi çiçeklere sunuyordu. Sevilmemişti bir aile tarafından ama sevmeyi iyi bilirdi. Balkız sevmeyi Orkide nineden, Gül anneden öğrenmişti. Parmak uçları en sevdiği çiçeğin üzerinde gezindi. Beyaz Frezya Çiçeği. Aklında buraya yeni geldiğinde Gül anne ile arasında geçen o ilk anılar canlandı. Balkız daha dokuz yaşındaydı. Çekingen adımlarla ilerlerken gözüne ilişen ilk yer de burasıydı. Sera. Gülsera. İsmi buydu: Gülsera. Gül annenin ismiyle oluşan bir sera. Giriş kapısının sol tarafındaki çimlerin üzerine basarak devam etmişti. Ve bu köşke adım attığı ilk günden uyarısını almıştı. “Çimlere basmamalısın.” diyen Gül annenin naif sesiyle duraksamıştı. “Yoksa sana küserler ve bir daha çıkmazlar. Sana küçük bir sır vereceğim.” dediğinde durup Balkız’a dönmüş ve “Aslında sana küçük olan bir sürü sır vereceğim.” diyerek yanlış olduğunu düşündüğü cümlesini düzeltmişti. “İlk sırrını duymak ister misin?” Balkız daha küçücük bir çocuktu. Merak etmişti. Kafasını aynı çekingenlikle aşağı yukarı sallamıştı. Balkız’ın bu tepkisine genişçe bir tebessümle karşılık veren Gül anne, “Pekâlâ,” diye harfleri uzatarak küçük bir çocuğu mutlu edebilmek adına büyük çaba sarf etmişti. Hem o gün hem de o günden sonra. “Sana ilk sırrımızı söylüyorum.” Eğilerek kulağına fısıldamıştı. “Bu köşkteki her bir yer canlıdır.” diyen Gül anne başını kaldırıp söylediklerini savunmak adına gerçekten der gibi kaşlarını kaldırmıştı. “Buradaki her bir alana saygı duyarız biz. Özellikle de çiçeklere. Çiçekler bizim en yakın arkadaşımız. Şu yalnız Dünya’daki tek arkadaşlarımızı da kaybetmek istemeyiz, değil mi?” Bu anının ardından karşısındaki çiçeği daha bir sevgiyle okşadı. Çünkü ilk sırrını aldıktan sonra da ilk arkadaşını edinmişti. Ve o arkadaşı şu an önünde durduğu Beyaz Frezya Çiçeği’ydi. Umudun simgesi olan çiçek. Tüm çiçekleri seviyordu ama şimdi bu ayrıydı. İlk arkadaşını kaybetmişti ama şimdi de ilk çiçek arkadaşını edinmişti. Hayat, ona kaybettiklerinin boşluğunu bir çiçekle doldurarak geri veriyor gibiydi. Bu köşkteki herkesin bir çiçek adı vardı. Ve adını ona veren çiçek de buydu. Frezya. Köşktekilerin ilk isimlerini de sadece Gül anne ve Gül annenin annesi Orkide nine bilirdi. Başlangıçta bu isimlere sürekli gülerdi Balkız ama zamanla alışmış ve özümsemişti. Çünkü kendi de bir çiçekti. Masumiyeti, umudu, sağlığı simgeleyen bir çiçek. Sabah rutinlerinin ardından seradan çıktı. Şimdi yapması gereken şey iş başına geçmekti. Köşkün arka tarafında yer alan büyük ambara doğru ilerledi. Bu ambarda karşılaşacağı şey yine çiçeklerdi. Bu sefer çiçekleri temizliyor, boylarını eşitliyor ve çeşitli şekillerde buketler hazırlıyordu. Toplamda sekiz kişi çalışıyordu. Ama bu sekiz kişi sadece ambarın içindeki işlerden ilgilenen kadınlardan oluşuyordu. Aynı zamanda bu koca köşkte kadın sayısı erkek sayısının beş katı kadardı. Çünkü kadınlar tarafından yönetilen bir alandı. En yetkin olarak gördüğü tek erkek Gül annenin oğlu olan Kalanşo’ydu. Balkız çoğu zaman bu çiçeğin ismiyle dalga geçerdi. Aslında dalga geçtiği şey çiçeğin ismi de değildi, Gül annenin oğluydu. Kayınço diyormuş gibi hissedip her seferinde gülmemek için dudaklarının içini ısırırdı. Ve bu köşkteki en yakın arkadaşı da Kalanşo’ydu. Buraya geldiğinde o da Balkız ile hemen hemen aynı yaşlardaydı. Hoş Balkız doğum gününü bile bilmiyordu. Çünkü onu bıraktıklarında adından başka hiçbir şeyi bilinmez bir çocuktu. Defalarca araştırdı, her fırsattan istifade edip özel alanları karıştırdı ama bulamadı. Dokuz yıl boyunca yaşadığı o toplama kampında en özel bilgileri sadece Selo denilen liderleri bilirdi. Ama o pislik adamı konuşturabilmenin tek yolu paraydı. Henüz dokuz yaşındaki bir çocukta da o denli bir para bulunmadığından her şey hâlâ sırdı. Belki bir gün tekrar karşılaşırlardı. Aslında oraya gidip gerçekleri öğrenmeyi çok istemişti ve buna yeltenmişti de ama Gül anne ve özellikle Orkide nine karşı çıkmıştı. Balkız da onu büyüten bu aileye haksızlık yaptığını düşünerek artık vazgeçmişti. Ama içinde bir yerlerde o intikam duygusunun yeşerdiğinden bihaberdi. Dokuz yıl boyunca yaşadığı yer tam bir cehennemdi. Ve o zamanlarının en özeli sadece arkadaşı Ilgaz’dı. Ki o da avuçlarından kayıp gitmişti. Sahi neredeydi o? Onlarca söz vermişlerdi birbirlerine ve her söz toprağa gömülmüştü. Çünkü ayrı düştüler. Balkız onu bulmak için geldiği yere kaç sefer gittiğini artık saymayı bırakmıştı. Kendi benliğinden çok Ilgaz için savaş vermişti. Her gittiğinde aynı cevabı almıştı. “Neden anlamak istemiyorsun? O evlatlık olarak gitti. Yok artık! Anla şunu!” Nereye gitmişti? Neden ona yerini söylememişti? Bir gün seni mutlaka bulacağım demişti. Şimdi neredeydi? Bir kez… sadece bir kez görse tanırdı oysa. En büyük keşkesi buydu: Ilgaz’ı kaybetmek. Ama hayatını bunu düşünerek geçiremezdi. Yapması gereken işler, yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardı. Sandalyesine yerleşti. Şu an popüler olan şey isim çiçekleriydi. En çok bunun siparişi geliyordu. Ondan sonra ise düğün arabası siparişleri, gelin buketleri ve daha fazlası. Eline aldığı gelincikleri temizlemeye başladı. Aradan yarım saat geçmişti ki ambarın kapısı gürültüyle açıldı. Gelen kişi Kalanşo’ydu. “Frezya!” diye koşarak Balkız’ın yanına geldi. Bu köşkte gerçek ismi bilinen tek kişi Balkız’dı ama kurallara uymak için kimse ona gerçek adıyla seslenmiyordu. Bu en önemli ikinci kuraldı. Gül annenin deyimiyle ikinci sır. “Frezya!” diye tekrar seslenildiğinde Balkız düşüncelerinden sıyrıldı. “Efendim,” dedi ayağa kalkarak. Kalanşo oldukça tedirgin görünüyordu. “Bir şey mi oldu neden bu kadar paniksin?” Koşmuş olmalıydı ki nefeslenmeye başladı. “Ninem…” dedi endişeyle. “Ninem fenalaştı. Bakman lazım.” Balkız’ın elinden tutup peşinden sürüklemeye başladı. Çoğu zaman Orkide nine fenalaşırdı ama hiçbir zaman bu denli bir tepki vermemişti. Kalanşo’nun bu hâline baktı Balkız. “Ne oldu tam olarak? Neyi var? Sabah iyi görünüyordu.” Artık o da panikti. Çünkü her ne kadar gerçek olmasa da burası ona aile olmuştu. Ve bunu en güzel yansıtan, hissettiren kişilerden biri de Orkide nineydi. Onu kaybederse gerçek anlamda üzülürdü. “Bilmiyorum. Nefes alamıyor, titremeye başladı birden. Eli sol göğsünde inliyordu. Çabuk ol Frezya! Ona bir şey olmasın n’olur…” diyerek gözleri dolarken ilerlemeye ve beraberinde Balkız’ı da ilerletmeye devam etti. Kalanşo’nun babası yoktu. Genç yaşta ölmüştü ve onu tanımıyordu. Köşkün en arka sınırındaki ormanda mezarı vardı. Daha doğrusu birçok kişinin mezarı vardı. Şu an için tek bildiği ninesi ve annesiydi. Ek olarak da Balkız. Çocukluğu onunla geçmişti. Birlikte büyümüşlerdi. En çok güvendiği üç kişiden biri de Balkız’dı. Ve Balkız hemşireydi. Mesleğini yapmıyordu, seradaki çiçeklerle ilgilenip bir nevi çiçekçilik ile uğraşıyordu. Ama mesleğini severdi, bu köşkteki revir de Balkız’dı. Kalanşo ile koşarak Orkide ninenin odasına çıktılar. Gerçekten de kötü durumdaydı. Balkız Kalanşo’nun çekiştiren elini bırakıp hızla Orkide ninenin başucuna ilerledi. Şah damarında nabız kontrolü yaparken, “Çabuk 112’yi ara! Kalp krizi geçiriyor.” dedi. Hızla ninenin üstündeki kıyafeti ortadan ikiye parçaladı. Nefes alması gerekiyordu. Odadaki tüm camları sonuna kadar açıp ön müdahalede bulundu. Yatağın başında hüngür hüngür ağlayan Gül anneyi görmezden gelerek var gücüyle Orkide nineyle uğraşıyordu. “Benimle kal Orkide nine. Benimle kal…” derken bir yandan onu ayık tutup moral olmaya çalışıyor, bir yandan da başının altındaki yükseltiyi azaltıp ayaklarını kaldırmakla ilgileniyordu. Kalbe kan akışının daha fazla olması gerekiyordu. “Sakin ol, lütfen. Ben buradayım,” derken elini iki avucunun içine aldı. “Balkız seninle birlikte, bende kal. İyi olacaksın söz veriyorum.” Eli sol göğsünde, kalbinin üstündeyken Balkız’la konuşmaya çalışıyordu. “Kı-kızım…” demişti. Güçlükle konuşmaya çalışıyordu Orkide nine. “Şşh, kendini yorma. Lütfen…” dedi Balkız. Mevcut enerjisini şu an için ayık kalmakta kullanmalıydı. “Al… al bunu.” derken sol yüzük parmağındaki yüzüğü Balkız’ın avucuna bıraktı. “Bana,” dedi zar zor fısıldar gibi. “Bana bir şey olursa, bu emanet senin. Hep senindi. Özür dilerim…” Ve kafası sağ yanına düştü. Ya bayılmıştı ya da ölmüştü. Balkız tüm bu cümlelerin ne anlama geldiğini idrak edememişken avuçlarındaki bu canı kaybetme korkusuyla hemen elinden geleni yapmaya çalıştı. O anda ambulansın siren sesleri odayı doldurdu. Kalanşo ve paramedik ekibi sedyeyle Orkide nineyi araca taşıdılar. Gül anne de hızla aşağıya inip Kalanşo ile özel arabalarına atlayıp köşkten uzaklaştılar. Dakikalar geçti. Odada kalan tek kişi Balkız oldu. Avucundaki yüzük ile birlikte. Üstünde lavanta şekli olan eskitme, altın bir yüzüktü bu. Lavanta. Mor lavanta. Ölümsüz aşkın, sadakatin, gücün sembolü olan çiçek. Peki neden özür dilemişti? Hep senindi demişti. Neden? Eski bir yüzüktü. Yâdigar mı kalmıştı? Tüm bunlar aklından geçerken kontrol edemediği bir hisle yüzüğü sol yüzük parmağına geçirdi. En azından aradığı gücü bu kadarından almaya hakkı vardı. O gücü ona bu çiçek verecekti. Kaybetme duygusu çok küçük yaşta deneyim kazanmıştı. Kaybedebileceği sadece üvey ailesi kalmıştı. Onu da kaybederse ne yapardı? Kimlere sığınırdı? Elbette tek başına da dik duruşla mücadele edebilirdi hayatla ama nereye kadar? Her şeyden habersizce sol parmağına geçirdiği yüzüğe baktı. Bunun hikayesini öğrenebileceği tek kişi Orkide nineydi. Ve şu an için dilemesi gereken şey onun yaşamasıydı. Odadan çıkıp bahçeye indi. Hava almaya ihtiyacı vardı. Göğüskafesini sıkan, burada onu çeken ve tetikleyen bir şeyler var gibiydi. Köşkün arkasında yer alan ormanlığa doğru yürüdü. Kuş seslerini, hafif esen rüzgarın yaprakları aşan uğuldamasını dinledi. Ve kendini beş tane yan yana dizilmiş mezarın önünde buldu. Burada kaldığı yıllarda defalarca kez geldiği o beş isimsiz mezar. Artık ezberlemişti. En soldaki mezarın tahta başlığı en eski olanıydı. O tahta başlığın köşesine mavi bir bebek patiği bağlanmıştı. Yılların getirdiği yağmurdan, çamurdan aşınmış ama hâlâ şeklini koruyan bu patikte varlığını koruyan bir bebek kokusu hâkimdi. En çok da bu görüntü merak uyandırıyor ve kalbini sızlatıyordu Balkız’ın. Belki de bir bebek mezarıydı. Hemen sağ yanındaki ikinci mezarda yine tahta bir başlık vardı. Bu tahta başlık söğüt dallarıyla çevrelenmişti. Hatta bu beş mezarı bedenine saklayan bir söğüt ağacı vardı tam ortada. Her kimse söğüt ağacını seviyor olmalıydı. Balkız’ın da en sevdiği ağaç söğüt ağacıydı. Yere uzanan o dalların arkasına geçip her şeyden soyutlanmayı severdi. O yüzden en sevdiği mezar bu mezardı. Onu kendine çeken bir şeyler varmış gibi hissediyordu. Derin derin aynı noktaya baktı. Bu mezarların neden hiçbirinde isim yazmıyordu? Ve neden her mezar başlığı tahtadandı? Bu köşkte en merak ettiği ikinci yer bu küçük mezarlıktı. Ve merak ettiği alanlar hep sormaması gereken, yasak alanlardı. Başını en sağda kalan üç mezara çevirdi en sonunda. İkisinde mavi, birinde pembe kurdele vardı. Burası çocuk mezarı mıydı? Anlam veremedi. Eğildi ve bu üç mezarın başlığına dokundu. Sır gibi saklanan bu mezarlıkta kimler yatıyordu? Neden kimse net bir cevap vermek istemiyordu? Neden yasaktı? Yine en net cevap Orkide ninede saklıydı. Tüm bu amaçları kendine sakladı yine Balkız. Çöktüğü yerden ayağa kalkıp doğruldu. Cebinden beş tane kardelen çiçeği çıkardı. Tüm zorluklara rağmen ayakta dimdik durmayı başaran bu çiçek ona da iyi geliyordu. Ve bu çiçeği amacı doğrultusundaki bu beş mezara tek tek bıraktı. İnanıyordu. Her şey vaktini beklerdi. Ve gerçekler de ortaya çıkmak için vaktini bekliyordu. Daha fazla burada kalamazdı. Kendini toparladığını hissettiği an köşke tekrar döndü. Çantasını ve gerekli eşyalarını alarak boştaki araçlardan birine atlayıp hastaneye gitmek üzere yola koyuldu. Yarım saat süren bir yolculuğun ardından nihayetinde hastanedeydi. Danışmandan oda numarasını öğrenip asansöre bindi. Bulunduğu kata geldiğinde duvarın dibine çökmüş olan Kalanşo ile sandalyede oturan Gül anneyle karşılaştı. Perişan görünüyorlardı. Temkinli adımlarla yanlarına ilerledi Balkız. Ne kadar korksa da o soruyu sorması gerekiyordu ve sordu da. “Orkide nine nasıl?” Onu burada gördüğüne şaşıran Gül anne, “Sen neden geldin buraya kızım? Evde kalmalıydın.” dedi. “Onun da burada olmaya hakkı var anne.” diyerek Kalanşo Balkız’ı savundu. “İçeride yatan kadın Balkız’ın da ninesi.” “Neden böyle konuşuyorsunuz? Gül anne, Orkide ninem nerede?” diyerek Gül annenin yanında yere çömeldi Balkız. “O artık felçli bir kadın.” Kalanşo’nun bu cümlesiyle Balkız’ın dünyası başına yıkıldı. “Ne?” diyerek eliyle ağzını kapattı. “Ne diyorsun sen Kalanşo? Olamaz… hayır olamaz.” Hayatını dinleyebileceği tek kişiyi de kaybetmişti. Bir amaç doğrultusunda gelmemişti buraya ama bu da bir nedendi. Onu seviyordu. Özmüşçesine seviyordu. “Ben şimdi nereden öğreneceğim,” dedi ve ellerini başına koyarak duvara yaslandı Balkız. Dizlerini göğsüne çekti. Ve yenildiğini hissederek hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Geçmişini bilmeyen bir kız olarak kalacağım. Onu bilen tek kişiyi de kaybettim.” İçindeki o küçük umut kırıntısını da Orkide ninenin bitkisel hayata girmesiyle kaybetmişti. Cümlelerini kendine saklıyormuş gibi söylüyordu. Ama duyuluyordu. Duyuyorlardı. Şu an duymaları çok da umrunda değildi. Kendi derdine yanıyordu sadece. Ağlarken hâlâ kendi kendine söyleniyordu. “Ben doğduğumdan beri talihsiz bir kızım. Ve hep öyle olacağım.” derken içli içli ağlıyordu. “Ben seni çok sevmiştim nine… çok bağlanmıştım.” Solunda Kalanşo, sağında Gül anne duvar kenarına çökmüş hâlde dakikalarca ağladı. Umutsuzluğun, çaresizliğin, bilinmezliğin gözyaşlarına bulandı. Parmağındaki yüzüğü istemsizce ovarak ağlıyordu. Sessiz bir çağrı gibiydi. Jestlerle hissettirilmeye çalışılan bir çağrıydı. Bir kadının zor durumda olduğunda elini beline atıp avucunu açıp kapaması gibi bir çağrıydı. Ama bilinmezliği sandığı kadar sığ değildi. Çünkü sağında kalan Gül annesi elini onun eline çoktan atmıştı. Ve beklemediği bir teselliyle yapmıştı bunu. Onu sindiği köşeden çıkarıp diklenmesini sağlayacak kadar çok. Yanaklarındaki yaşları elinin tersiyle silip gözünde yeni damlaların parlamasıyla Gül annesine baktıracak kadar çok. “Üzülme kızım,” demişti. “Belki de bilen tek kişi Orkide ninen değildi.” O an Balkız’ın iç sesi yüzüğüne dokunuşuydu. O sessiz çağrıydı. Dray oldu Ilgaz… yardım et!
🍂📦🛤️
|
0% |