Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm: Çam

@balsa

 

 

"... yalnızlık müziğin bile seni dinlemesidir..."

 

 

-ÖZDEMİR ASAF-

 

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

 

 

ÇAM KOKUSU:

 

 

Anksiyeteyi hafifletir. Konsantrasyonu arttırır.

 

12.06.2024 - İSTANBUL

 

 

 

"Bade! Kızım hadi seni bekliyoruz." Annemin sesi, geçmişteki anılarımın içinde kaybolmuşken boğuk bir şekilde geliyordu bana. Çoktan hazırlanmış, aşağıda beni bekliyorlardı. Valizlere eşyalarımı yerleştirmek en kolayıydı. Zor olan şey aklımla kalbim arasındaki dengeyi kurmaktı.

 

 

Elimde tuttuğum günlüğümün kapağını kapatıp alnıma yasladım. Gözlerimi kapattım ve kendime duygusal anlamda hazır olduğumu ispatlarcasına "Başaracaksın Bade." dedim fısıldayarak.

 

 

"Geliyorum anne beş dakika daha!" derken, yazın eve girmek istemeyen küçük çocuklar gibi çıkmıştı sesim.

 

 

"Kızım son yarım saati senin beşer dakikalarınla geçirdik zaten." diyen annem de beni camdan çağırmaktan bıkan kadın oluyordu hâliyle.

 

 

Endişeliydim. Anlayamazlardı beni. Bütün duygularımı içimde yaşardım ben. Kolay kolay ağlamazdım kimsenin yanında çünkü her ne kadar duygusal olsam da onların bilmesini istemiyordum. Bu tür şeyleri içsel olarak halletmeyi kendime öğretiyordum aslında.

 

 

Daha fazla bahane uyduramazdım. Günlüğü çantama koyup son kez odama baktım. Camın kenarındaki yatağıma, üniversiteye hazırlanırken günlerce sabahladığım beyaz masama, her gün özenle suladığım pencerenin dış mermerindeki sakız sardunyama, yatağımın sağ ucundaki komodinin üstünde duran dünya haritalı gece lambama...

 

 

Burukluk vardı göğsümde, çok anım vardı burada. Bir daha buraya gelebileceğimi sanmıyordum. Uzun, yorucu ve çok zorlu günlerin beni beklediğini hissediyordum.

 

 

Ayaklarım beni geri çeker gibi indim merdiven basamaklarını. Üç koca valizi kıyafetlerimle, takılarımla, ayakkabılarımla doldurmuştum. Makyaj malzemem çok yoktu, sevmezdim. Doğal ve rahat şeyleri tercih ederdim hayatımda. Eskitme takılara, doğal taşlara ve en önemlisi mumlara bayılırdım. Hatta kendi mumlarımı kendim yapıyordum. Lisede başlayan organik kimya sevgim üniversitede de devam etmişti. Bu ders sayesinde bir hobi edinip mumlarla ilgilenmeye başlamıştım.

Evet.

 

 

En sevdiğim ders kimyaydı.

 

 

"Kızım dur ben alırım. Niye çağırmıyorsun ağır bunlar çok." Her ne kadar benim gitmemi istese de bunu sesli bir şekilde sunmamıştı babam. İki kızı vardı sadece. Ve bilinen bir gerçek ki; babalar kızlarına çok düşkün olurdu. Beni göndermemek için her yolu denedi diyebilirim. Annesini çok severdi babam, ama gitmek istediğimi söylememe rağmen çok diken üstündeydi.

 

 

Bunu, kendimi kötü hissedebileceğimi bildiği için yapıyordu. Biliyordum. Aslında mutlu olmuştu çünkü benim babaanneme çok düşkün olduğumu biliyordu.

 

 

En çok ben kalırdım onunla. Onu çok özlemiştim ama yedi yıl önceki o olay yüzünden babaannemi bile ziyarete gitmeye cesaretim yoktu.

 

 

"Baba o kadar da ağır değillerdi, çocuk değilim ben. Bu vücudum artık ağır şeyler taşıyabilecek kadar güçlü ve dinamik." gözlerimi de gururlu bir şekilde kapatarak sırıttım. Ortama neşe katmalıydım.

 

 

"Yav he!" diyen sesle gözlerimi aniden açtım ve yüzümü buruşturdum. "Daha kol çantanı taşıyamıyorsun sen."

 

 

Küçük kız kardeşler başa belaydı.

 

 

"Boş yapma Efide." diyerek gözlerimi devirdim. Ailenin en küçük çocuğu gerçekten şımarık ve kıskanç oluyordu. Bunu en gıcık haliyle Efide sayesinde öğrendim.

 

 

"Tamam dalaşmayın yine. Çok ararsın sen ablanı Efide. Bakalım o gittiğinde kiminle kıyafet, kitap paylaşamama kavgaları yapacaksın." Bizim kavgalarımıza en çok annem maruz kalıyordu haliyle.

 

 

"O gittiğinde odası benim olacak." diyen Efide bir havalara girmişti. Babam kıkırdadı.

 

 

"Anne odamı bu uyuza vermeyeceksiniz!" Orası benim odamdı ve ne olursa olsun bıraktığım gibi kalmalıydı. Kişisel eşyalarımı ve alanlarımı paylaşmaktan nefret ediyordum.

 

 

"Baba söz vermiştin söylesene büyük kızına emin olmadan konuşmasın." demişti sevgili kız kardeşim.

 

 

"Efide ortalığı karıştırma kızım. Hadi çok oyalandık, vakit erkenken çıkalım." diyerekten valizlerimi alıp dışarı çıktı babam. Annem son kez ocağı, prizleri, odaları kontrol ettikten sonra bana dönmüştü ki, "Anne ben kilitlerim kapıyı sen çık." diyerek gözlerine baktım derin derin.

 

 

Sanki geri dönemeyecekmişim gibi hissediyordum. Ama bu da gereksiz yere kapıldığım olumsuz düşüncelerimden biriydi. Ben burada doğmuştum. Burada okul serüvenlerimi tamamlamış ve yine burada iş hayatına atılmıştım.

 

 

Dedem iki ay önce vefat edince babaannem köyde tek başına kalmıştı. Yaşlı bir kadın olduğu için yanında onunla ilgilenecek birilerinin olması gerekiyordu. İki oğlu vardı babaannemin. Ama birisi İstanbul'da iç mimar olup şirket kurmuş, evlenip düzenini oturtmuştu; diğeri ise Antalya'da otel müdürüydü. Kısacası işlerini ve düzenlerini yarım bırakamazlardı.

 

 

Bakıcı tutmaya karar verdikleri zaman araya girip "Ben babaannemle kalabilirim. Tayin isterim, Trabzon'daki Jandarma Kriminal Müdürlüğü'ne başvuru yaparım." dediğimde şaşırmıştı annem ve babam.

 

 

Ben de nasıl söyledim bilmiyorum, birden ağzımdan çıkıvermişti kelimeler. Babam "Emin misin kızım?" diye günlerce kararımı sorgulayıp durmuştu.

 

 

Adli Bilim Uzmanı olarak iki yıl önce mezun olmuştum üniversiteden. Ve o son iki yıldır Adli Tıp Kurumu'nda çalışıyordum. Olay yeri inceleme ekibiyle çalışmak, kriminal laboratuvarda delillerin raporlarını tutmak, savcılığa o raporları bilirkişi olarak iletmek gibi görevlerim vardı işimde. Küçüklükten beri hayalini kurduğum meslek bir nevi gerçek olmuştu.

 

 

Dedektif Bade Mengü.

 

 

En sevdiğim çizgi film olan Müfettiş Gadget ve okumaya doyamadığım muhteşem üçlü Agatha Christie, Sir Arthur Conan Doyle, Edgar Allan Poe; benim hayallerimin büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Lise ve üniversite zamanlarımda deli gibi kitap okur ve Benedict'imin başrolünde olduğu Sherlock Holmes film serisini izlerdim. Tam öyle olmasa da hayallerimi mesleğimle gerçekleştirmiştim. Çok severek yapıyordum, her gün yoğun tempoyla çalıştığım halde sanki daha fazla enerjiyle eve geliyordum. Efide hep "Ben de seninle bir gün iş yerine gelmek istiyorum. Kaybettiğim yaşam sevincimi geri getirir belki." diye dalga geçerdi benimle.

 

 

Bu ani kararımla birlikte düzenim altüst olmuştu. Sonradan gitmesem mi acaba diye düşünmeme rağmen üstesinden gelmem gereken duygularımı hatırlayıp hemen silmiştim kafamdan bu düşünceleri.

 

 

Hem ne diyordu Şems-i Tebrizi "Düzenim bozulur, hayatım altüst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?"

 

 

En sevdiğim sözlerden biriydi.

 

 

Tam yedi yıldır Trabzon'a gitmiyordum. Kendi öz memleketimiz olan Trabzon'a tam yedi yıldır ayak basmamıştım. Ailem her yaz giderdi. Ben de bundan yedi yıl öncesine kadar giderdim. Ama hayatımın dönüm noktası olan o olaydan sonra yedi yıl boyunca gitmeme kararı aldım.

 

 

Ben çocukluğumun anılarını kaybettim o yerde. Aklıma geldikçe yine gözlerim dolmaya başladı. Babamın elini omzumda hissettim. "Hâlâ gitmekte kararlı mısın?" demişti.

 

 

"Her ne kadar zor olsa da evet, duygularımın üstesinden gelmek için gitmek zorundayım baba." diyerek vazgeçmediğimi ve gitme konusunda kesin kararlı olduğumu gösterdim babama.

 

 

"Canın sıkıldığı an, kendini kötü hissettiğin an hemen buraya geri dönebileceğini biliyorsun. Bunu yapmak zorunda değilsin Bade. Ben her zaman buradayım." diyerek işaret parmağını sol göğsümün üstüne koydu. Babam her anlamda en büyük destekçimdi.

 

 

Ağlamak istemediğim için gözlerimi kapatıp düşüncelerimi kafamdan silmeye çalışarak babama sarıldım. Onun kollarında en savunmasız, en çocuk ruhuma bürünüyordum.

 

 

Çınar ağacı gibiydi, her duyguma dallarını uzatıyordu.

 

 

Sonunda birbirimizden ayrılıp kendimize çekidüzen verdik. Babam şoför koltuğuna geçti. Ben de derin bir nefes alarak, başımı dikleştirip kararlılıkla arabanın arka koltuğundaki yerimi aldım.

 

 

Annem ve Efide çoktan koltuklarına kurulmuşlardı. Artık yolculuk başlamıştı. Son kez arabanın arka camından evime, odamın camına, mahalleye göz gezdirdim.

 

 

Hayatımın kitap olduğunu varsayarsak asıl olaylar işte şimdi başlıyordu.

 

 

~*~

 

 

 

 

Bolu, Çankırı, Çorum, Amasya derken şu an Ordu çıkışındaydık. Az kalmıştı. Arabayla yolculuk yapmak ayrı bir keyifli oluyordu. Uçakla gidecektim normalde ama babam ailecek gideriz diye ısrar etmişti. Hem Mayıs ayındaydık, okulların bitmesine bir ay kadar süre kalmıştı. Dersler de bitmiş sayılırdı o yüzden üç günlüğüne okulu asmıştı Efide.

 

 

"Şu Ordu tünelini geçelim de beraber köfte yemek için mola veririz." Uzun bir aradan sonra sessizliği bölen babam olmuştu.

 

 

Yolculuk boyunca camdan dışarıyı izlemiştim. Kulağımda kısık sesle dinlediğim Sezen Aksu'nun Kurşuni Renkler şarkısını babamın sözleri ile yarıda bırakıp kapatmıştım. Türkiye'nin en uzun ikinci tüneli olan Nefise Akçelik Tüneli'ne giriş yapmak üzereydik. Yolculuk boyunca en sevdiğim şey tünellerdi. Kendimi kar kürelerinin içindeki bankta oturan o minik kız gibi hissediyordum tünellere girince.

 

 

Dertli, hayran ve yorgun.

 

 

Hava Karadeniz'de olduğumuzu belli eder gibi kapatmıştı. Gökyüzü simsiyah bulutlarla kaplanmış, deniz ise hırçın bir şekilde dalgalıydı. Bu manzarayı o kadar özlemiştim ki...

 

 

Tüneli geçtikten sonra yolun sağ tarafında kalan dinlenme tesislerinin birinde ünlü bir Akçaabat köftecisine girdik. Yılın bu aylarında çok da kalabalık olmayan restoranda cam kenarında bir masaya oturduk.

 

 

Masada oturmuş köftelerimizi beklerken annemin bakışları bendeydi. "Bade, annecim?" diyerek sonunda gözleriyle anlatmaya çalıştığı şeyi kelimelere dökmüştü. "Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Eskiden her yaz bu yolları ailecek arabada şarkılar söyleyerek geçerdik. Şimdi bu suskunluğunun sebebi nedir?" derken çok hüzünlü görünüyordu.

 

 

"Şimdiden böyleysen orada ne yapacaksın. Emin mi-" diye haftalardır babamın sorduğu soruyu annem de bana yineleyince daha fazla sabredemedim.

 

 

Cümlesini tamamlamadan ben konuşmaya başladım. "Anne yapma ama böyle. Babam haftalardır tekrar ederken aynı soruyu bir de sen sorma. Lütfen!" dedim usanmış bir ifadeyle. Ve devam ettim. "Bu benim kararımdı. Kararımdan hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Benim her yaz Trabzon'a gitmek için üç nedenim vardı." O üç nedenden birisi vardı ki... Söylemek benim için çok zordu. Ama yine de sürdürdüm cümlemi. "Birisi babaannemlerdi, diğeri doğayı çok sevmem. Oradayken kendim olabiliyordum. Ama ben orada üçüncü nedenim olan Eren'leyken kendim olabiliyordum."

 

 

Eren ismini söylerken kalbime bir şeyler batmış gibiydi. Sustum. Boğazımda bir yumru vardı sanki, yutkunamadım bile. İsmini söylemeyeli uzun zaman olmuştu.

 

 

Elimi havaya kaldırıp daha fazla konuşmalarını istemediğimi belli ederek ayağa kalktım. "Ben bir lavaboya gidip geleceğim." dediğimde, Efide yapma ama der gibi bana seslendi. "Abla!"

 

 

"Efide! Biraz izin verelim kızım. Uzun zamandır yapamadığı şeyi yapıp memlekete gitmeye karar vermiş, bırakalım içindeki duygu karmaşasını kendisi halletsin." Babam her zamanki gibi en büyük destekçimdi. Gözlerimi kırparak teşekkür ettim sessizce.

 

 

Lavabodaki aynanın karşısında kendime bakıyordum. "Acaba yüzleşmeye hazır mısın Bade? Onun yokluğuyla yüzleşmeye hazır mısın?" Yüzüme avuçlarımdaki soğuk suyu değdirdiğimde bir nebze olsun rahatlamıştım.

 

 

Havlu peçeteyle yüzümdeki damlaları silip yüzüme renk gelmesi için çantamdan gri simli rujumu çıkarttım ve hafifçe dolgun olan dudaklarıma sürdüm. Son kez aynadan kendime bakıp içeriye yeni giren kadınların açık bıraktığı kapıdan dışarı çıktım.

 

 

Masaya geldiğimde siparişlerimiz gelmişti. Annemin yanına gidip yanağına kocaman bir öpücük bıraktım.

 

 

"Özür dilerim anne, senin bir suçun yok. Ben fazla gerginim ve sert bir tepki verdim." dedim boynuna sarılıyken. Zaten birbirimizden ayrı yaşayacaktık artık. Kimseyi kırmanın, üzmenin anlamı yoktu.

 

 

Özellikle de annemi.

 

 

Kollarım hâlâ boynundayken devam ettim. "Benim için zor bir karardı. Aslında buna nasıl karar verdim bilmiyorum bile ama bildiğim tek şey geldiğimden pişman olmamam. Bazen korkularını yenebilmek için üstüne gitmek gerekir ve ben bunu yapabilirim. Üstesinden gelebilirim." dedikten sonra annemin yanından ayrılıp sandalyeme otururken masayı işaret ettim. "Hadi yemeklerimizi yiyip yolumuza devam edelim."

 

 

"Kendini suçlama Bade, sen benim evladımsın. İçinde yaşadığın şeyleri dışa vurmayı her ne kadar istemesen de ben seni anlarım. Ve her zaman seni dinlerim. Bunu hatırlatmama bile gerek yok. Seni çok seviyoruz kızım ve daima arkandayız." Kaşlarını havaya kaldırarak o da masayı işaret etti ve "Hadi bakalım afiyet olsun bize!" dedi.

 

 

Şanslıydım. Beni destekleyip her daim sırtımı yaslayabileceğim bir ailem vardı. Rahat bir hayat sürüyordum ben. Ailem hiçbir zaman hiçbir konuda baskı kurmazdı. Ben ayrı eve çıkmaya karar verdim desem bile nasıl istersen deyip her kararıma saygı duyabilecek bir ebeveynlerdi. Çünkü bana güveniyorlardı.

 

 

Ben delidolu bir kızdım ama olgunluğumu her zaman korurdum. Sinirli değildim çok, zor sinirlenirdim yani. O anlarda susmayı tercih ederdim çünkü her şeyi içimde bastırırdım ve bu şeylerin dışarı çıkması büyük bir patlama ile gerçekleşebilirdi. Bu yüzden çılgındım içten içe ama otoriter bir çılgın.

 

 

Mutlak kurallarım vardı içimde. Sorumluluklarımı yerine getirmek için gerekirse yemek bile yemez, o şeyi bitirene kadar canla başla çalışırdım. Çok mükemmeliyetçi bir tarafım vardı. Bir şeyi yapıyorsam en iyi şekilde en muntazam haliyle yapardım. Babam da bu halimi çok severdi o yüzden iş konularını gelir bana anlatır, benim düşüncelerimi dinlerdi. Sonra bana bildiklerini öğretirdi. Her konuda bilgi sahibi olmaya çalışırdım.

 

 

Sonuçta bildiklerimiz ne kadar fazla olsa da okyanusta bir damlaydı.

 

 

Yemekten sonra vakit kaybetmeden yola koyulduk tekrar. Artık Trabzon'daydık. Sahil yolu boyunca ilerledik. Sağ tarafta kalan yerlere bakıp Vakfıkebir, Akçaabat, Ayasofya derken Maçka'ya geldik.

 

 

Babaannemlerin hem Maçka merkezinde evi vardı hem de köyde.

 

 

Babam benim köye gitmediğim o yıllarda büyük bir tadilata sokmuştu evi. Normalde tek katlı olan köydeki evi iki katlı yapmıştı. Görüntülü konuştuğumuzda annem göstermişti bana. Kendi gözlerimle de göreceğim için çok mutluydum.

 

 

Ama şu an değil.

 

 

Maçka merkezindeki evin kapısının önünde durduğumuzda babam valizleri arabadan indirip kaldırıma koydu. Saat akşam beşe geliyordu.

 

 

"Efide sen de ablana yardım et valizleri yukarıya taşıyın kızım. Benim az bir işim var. İki saate kalmaz gelirim." demişti.

 

 

"Baba," diyerek meraklı gözlerle baktım babama. Arabanın kapısını açmış tam binecekken seslendiğimi duyup bir ayağı arabanın içinde, üstten bakışlarını bana çevirdi. "Daha yeni geldik ne işin var ki?" diye sorumu yönelttim.

 

 

"Geleceğim ben, siz geçin Bade." dedikten sonra hızla diğer ayağıyla birlikte bedenini de araba sokup motoru çalıştırdı ve uzaklaştı.

 

 

"Peki." dedim kendi kendime. Daha fazla sorgulamadan Efide ile valizleri taşımaya başladık. Merkezdeki ev dört katlıydı. Babaannem en üst katındaki dubleks dairede kalıyordu. Asansör olması en büyük avantajımızdı.

 

 

Yukarı çıktığımızda en öne ben geçtim ve zile bastım. Tam yedi yıldır babaannemi canlı olarak görmemiştim. Kapının açılmasını beklerken kalbim heyecanla çarpıyordu.

 

 

Adım seslerinin yaklaştığını duydum.

 

 

"Kimsun?" diyen sesi hafiften gülmeme neden oldu. O kadar fazla özlemiştim ki anlatmaya kelimeler yetmezdi.

 

 

"Benim babaanne," dedim ve ekledim. "Parpali." Bu kelimeyi bile yıllar sonra ilk kez söylemiştim. Babaannem bana hep parpali derdi. Lazca kelebek demekmiş. Ben kıpır kıpır bir kızdım o zamanlar, yerimde duramazdım. Koşardım, atlardım, zıplardım, gezerdim. Ormana gider kelebekleri kovalardım, çiçekler toplardım. Bu yüzden parpaliydim.

 

 

Çok şey değişmişti, şimdi de öyle olabilecek miydim?

 

 

"Parpali misun?" Şaşkın şaşkın bu soruyu sorarken usulca kapıyı açmıştı. Beni görünce yüzündeki şaşkınlığı koruyarak "Bade sen misun esehtan gızum?" dedi.

 

 

İnanamamıştı.

 

 

"Benim babaanne. Bade. Çok özledim seni, çok..." sözlerimi tamamlayamadım, boynuna eğilerek sıkıca sarıldım. Onun o toprak kokusunu özlemiştim. Gözlerim buğulandı. Ağlayabileceğim sayılı yerlerden biri babaannemin kollarıydı. O benim için çocukluğumdu, neşemdi, geçmişimin bir zamanlar en iyi tanığıydı.

 

 

"Oy Bade gızum çok özledum seni gizum." dedikten sonra aniden kızmaya başladı. Mutluluktan kızıyordu ama. "Ne fuşki inat variydi sende. Habu kada sene heç mi özlemedin ninenu?"

 

 

"Özlemez olur muyum babaanne? Sen benim canımsın." diyerek yalancı şivemle parpali olan Bade'yi konuşturdum. "Gel biloma öpeyum seni!"

 

 

"Haçan bi da dalga geçeyi benumla." diye yanaklarımı sıkarak güldü.

 

 

Kapıda böyle sarılıp, öpüştükten sonra nihayet eve girebildik. Valizlerimizi kapının girişine bırakıp salona geçtik.

 

 

Küçükken her yaz köye geldiğimde annemler birkaç hafta kalıp dönerdi. Ben Haziran ayında gelir; Ağustos sonu, Eylül başı gibi dönerdim. Her yazım böyle geçerdi. O süreçte bahçe yapardık, fındık toplardık babaannemle. Akşamları yatağıma yattığımda başucuma gelir bana eski yıllarını anlatırdı. Dedemle nasıl evlendiğini, babamın ve amcamın çocukluğunu, kış aylarının ne kadar hoyrat geçtiğini... Eline yumaklarını alır patikler, yelekler örerdi. Her yıl geliştiğim için çabuk küçülürdü giysilerim o yüzden her yaz kışlıklarımı hazır eder öyle gönderirdi beni İstanbul'a.

 

 

Bir kere hiç unutmuyorum bordo mavi ipleriyle bana ve Eren'e patik örerken kırmızı yumağı erken bittiği için yeşil yumakla gerisini örmüştü. Bir patik kırmızı bir patik mavi iki patik de yeşil olmuştu.

 

 

Eren "Ben yeşil patik istemiyorum." diye tutturunca biz de patikleri bölüşmüştük. Bir yeşil bir mavi patiği çift yapıp Eren almıştı diğer kırmızı patikle yeşil patiği de ben çift yapıp almıştım. Kavga edemezdik ki biz... Hemen barışırdık.

 

 

O yıl tüm kış boyunca İstanbul'da evde o patiklerle dolaşmıştım.

 

 

Saatlerdir yolda olduğumuzdan terlemiştim. Yarım saat kadar bir süre oturup özlem giderdikten sonra içeriye geçip valizleri üst kata taşıdım. Banyoya girip duş aldıktan sonra valizden çıkardığım kıyafetlerimle üzerimi değiştirdim. Benden sonra sırasıyla Efide ve annem de duş aldı.

 

 

İşlerimizi hallettikten sonra tekrar mutfakla birleşik olan salona geçtik. Evin en geniş odası burasıydı. Alt katında mutfakla birleşik olan bu salon, banyo, üç tane misafir odası, bir tane yemek masalı ama hiç açılmayan misafir salonu vardı. Üst katında ise köydeki evde olduğu gibi benim odam ve odamla iç içe olan banyom, bir de terasım vardı. Yedi yıl önce nasıl bıraktıysam hala öyleydi odam. Sol köşede ahşap bir kitaplığım ve içinde Dünya Klasikleri serisi vardı.

 

 

Onları gördüğümde kalbimin derinliklerindeki özlem duygusu sızlamaya başladı. Bu kitapların anısı bende ayrıydı. En son geldiğimde köydeki evdeydiler. İstanbul'a dönmeden önce onları çarşıdaki bu eve getirmiştik.

 

 

En güzel romanlarımı köydeki odama götürmüştüm. Orada kitap okumak daha zevkli olurdu. Bir de annemin gösterdiği kadarıyla, babam bana orada cam önü yatak yapmıştı. Yani yatağım direkt camla bitişikti. Babam benim rahat edebilmem için en güzel ve zevkime uygun şeylerle döşemişti evi. Orayı görmek için her ne kadar sabırsızlansam da en acı gerçeğimle yüzleşmeye çalışacağım yerdi orası.

 

 

Babaannem 68 yaşındaydı. Orta boylu, hafif kilolu, saçları pamuk gibi bembeyazdı. Yanakları elma gibi kırmızı kırmızı ve tombuldu. Adı Meryem'di. Ama herkes ona nedense Meyrem derdi. Halil dedem bile Meyrem derdi ona. Dedem vefat ettiğinde 71 yaşındaydı. Ani bir kalp krizi sonucu kaybetmiştik onu. O zamanlar herkes cenaze için buraya gelmişti ama biz Efide ile evde kalmıştık. Ben gelmeye cesaret edememiştim, Efide ise ağır bir grip geçiriyordu. Hasta hasta yola çıkmasını istemediği için babamla annem onu bana emanet ederek buraya gelmişlerdi.

 

 

Babaannem ve dedem birbirlerine çok düşkünlerdi. Onun gidişiyle çok çökmüştü, yıllar önceki o babaannem yoktu karşımda. Bazen bu kadar yıl buraya gelememek hissi canımı o kadar yakardı ki hemen babaannemi arar; bana eski yılları, anılarını anlatmasını isterdim ondan. Telefondan uykum gelene kadar anlatırdı, ben dinlerdim.

 

 

İki tane torunu vardı. Biri Efide biri de ben. Bana ayrı bir düşkündü.

 

 

"Nasılsun Bade kız? Zayıfladun mi sen? Boyun uzadukça incelmişsun sanki. Habu gızu diye aç biraktunuz, tığ kadara kalmiş." diyerek anneme baktı.

 

 

Annem de "Bu torunun eskisi gibi ağzına tıkış tıkış yemek dolduran parpali değil Meryem anne. Belki sen onun iştahını geri getirirsin." demişti.

 

 

Bense halimden memnun bir şekilde, yaşımın verdiği özgüvenle konuştum. "Babaanne aradan kaç yıl geçti. Küçük Bade değilim ben artık. 24 yaşında bir kadınım, büyüyeceğim tabi ufacık mı kalsaydım? Hem benim boyum uzun değil o kadar da. Efide beni geçti."

 

 

1.65 bile yoktu boyum. Kısa ve zayıftım ama o kadar da zayıf değildim. Babaanneme kalsa zafiyet geçiriyorum.

 

 

"Sus bakayim. Kadin olmişimuş. Hağuncacık boyinla kadin mi olacaksun?" diyerek omzuma şakayla tokat attı.

 

 

Efide ve ben kahkaha atarken annem de içten içten kıkırdıyordu.

 

 

"Tahir nereyedur, niye gelmedu hala? Daha yenu ayak bastiydi nerdan çiktu bu iş?" babaannem onu sorarken telefonum çaldı.

 

 

Babam arıyordu.

 

 

"Efendim baba." diye cevapladım.

 

 

"Bade aşağıya gelir misin kızım, elimde poşetler var yardım et bana." Sesi ağır bir şeyler taşımış da yorulmuş gibi geliyordu.

 

 

"Tamam geliyorum baba." dedikten sonra hızla üstüme bir hırka giyip asansöre bindim. Küçük bir asansördü, üç yanı aynalarla kaplıydı. Zemin kata geldiğimde ayağımda sarı terliklerimle binanın çıkışına doğru yürüdüm. Dış kapıyı açınca gördüğüm manzarayla afal afal babama bakakalmıştım.

 

 

"Sürpriz!" diyerek kollarını iki yana açan babamın elinden araba anahtarı sallanıyordu.

 

 

Yeni bir araba anahtarı.

 

 

"Baba..." dedim mutlu bir burukulukla.

 

 

"Artık burada yaşayacağına göre sağa sola rahatça gidebilmen için sana bir araba şarttı."

 

 

"Baba inanamıyorum sana ya! İşin bana araba almak mıydı?" koşarak boynuna sarıldım. Böyleydi işte benim babam. Bu kadar düşünceliydi. Küçük beyaz bir araba almıştı bana. Plakası da BDM'ydi.

 

 

Bade Mengü.

 

 

Anahtarı bana uzattı. Araba anahtarının ucundaki halkada büyük bir B harfi vardı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünerek almıştı arabayı bana babam.

 

 

"Bu araba artık resmi olarak senin. İşe gidip gelirken, gezerken rahat edebilmen için küçük bir sürpriz yapayım dedim ilk göz ağrıma. Beğendin mi nasıl?" Gözleri beklentiyle beni süzüyordu. Ne tepki vereceğimi ne söyleyeceğimi heyecanla bekler gibiydi.

 

 

"Baba beğenmemem mümkün mü sence? Çok mutluyum şu an. En mutlu insan benim. Seni çok seviyorum, çok..." deyip hızla arabanın içine yöneldim. Şoför koltuğuna oturdum.

 

 

Ben 18 yaşıma girdiğim gibi babam bana ehliyet aldırmıştı. Erken yaşta ehliyet aldığım için çok rahat etmiştim, bu konularda da en büyük destekçim hep babam oldu. Araba tam bana göreydi. Küçük ve çok kibar görünüyordu. Tam bir kadın arabasıydı.

 

 

Dikiz aynasında en sevdiğim koku olan çam kokusu asılıyordu. Bu kokunun da anısı bende ayrıydı. Maçka çam ağaçları ile kaplı bir ilçeydi. Köyde gökyüzüne uzanan yemyeşil çam ağaçları vardı. Eren ile ormana girer ve ağaçlardan dökülen kozalakları toplardık.

 

 

Yüzlerce kozalak toplardık. Onları babaannemin evinin çaprazında bulunan serenderde biriktirirdik. Sobada çok güzel yanıyordu çam kozalakları o yüzden babaannem toplayabildiğimiz kadar çok toplamamızı isterdi. Eren ile zaten Allah'tan arardık eğlenceli aktiviteler çıksa da yapsak diye.

 

 

Bu anıları köyden döndüğümde evdekilere hep anlatırdım. Eskiden çam kozalaklarını gördüğümde yazın gelmesini iple çekerdim. Şimdi ise gördüğümde acı bir tebessüm oluşuyor dudaklarımda.

 

 

Ama hala güzel.

 

 

"En küçük ayrıntıya kadar düşünmüşsün baba ya sana inanamıyorum. Teşekkür ederim." dedim tekrar minnet dolu bir yüz ifadesiyle.

 

 

"En iyi şeyleri hak ediyorsun sen. Hadi gel yukarıya çıkalım." Bakışlarını göz devirir gibi yaparak devam etti. "Daha babaannenden bir posta sitem işiteceğim."

 

 

Haklıydı. Gülerek elimi beline sardım ve yapışık ikizler gibi binaya girdik babamla.

 

 

Asansörden indiğimizde kapıda Efide bekliyordu.

 

 

Meraklı Melahat.

 

 

Şaşkın şaşkın kollarımıza baktı. "Ee hani poşetler?" dedi.

 

 

Bakışlarımla içeriyi göstererek kolundan benimle birlikte içeriye yönlendirdim.

 

 

Salona girdiğimizde "Hela şükür gelebildunuz." diye babaannemin sitemleri başlamıştı.

 

 

"Ee kızım poşetleri almaya iniyorum dedin hani poşetler?" Beklenen soru annemden de gelmişti.

 

 

Efide de onu onaylayarak "Ben de aynı soruyu sordum anne. Abla ne çeviriyorsun sen?" dedi.

 

 

Cingöz bu kız ya. Hemen bir şüphe hemen bir suçlu damgası.

 

 

"Yüzlerce poşete değer bir şey aldım." diyerek daha fazla meraklandırmadan elimdeki araba anahtarını ileriye doğru uzatarak salladım.

 

 

"Şaka yapıyorsun." diye şaşkınlıkla elini ileriye uzattı Efide.

 

 

"İnanmıyorsan camdan bakabilirsin tatlım." dedim.

 

 

Şüphelerini giderebilirdi.

 

 

"Tahir! Araba mı aldın Bade'ye?" diyen annemin sesi panikli bir şaşkınlıkla çıkmıştı. Buraya yerleşiyor olmam şokunu atlatamadan, nişanesi olan arabayı görünce daha da inanamıyordu.

 

 

Anneler çocuklarından nasıl ayrı kalabilir ki? Anneniz psikolog olsa dahi, ki benim annem bir psikolog, evlat ayrılığının psikolojisi düzeltilemez. Hep kalbinizde bir iz olarak kalır.

 

 

Ayşe teyzem gibi...

 

 

"Almasa mıydım hayatım?" diyerek vurguyla cevap vermişti babam.

 

 

"Yok almana bir şey demedim canım. Senin iş dediğin şey bu muydu?" dedikten sonra Efide gibi "Zaten bir şeyler karıştırdığın belliydi senin." diye sözlerini tamamladı annem.

 

 

Efide karakter olarak da tip olarak da anneme benziyordu. Bense karakter olarak babama, tip olarak teyzeme benziyordum.

 

 

Perihan teyzeme.

 

 

Tek teyzeme.

 

 

Annem ve babam tatlı tatlı atışırken Efide elinde araba anahtarı ile camdan bakıyordu. Bende babaanneme dönüp "Artık bir arabamız var Meyrem Sultan!" dedim.

 

 

"Ne deyisun?" diye garip bir bakış atarken "Sen araba sürebilir misun?" sorusunu sormuştu.

 

 

"Babaanne ben artık o en son bıraktığın 17 yaşındaki Bade değilim. Ehliyetim var, işim var artık benim." Bunu uzun bir süre üstüne basa basa tekrar edecektim.

 

 

"Sus bakayim. Sen hala o küçik parpalisun benim gözümda." Kocaman öptü beni alnımdan. Her şey o kadar bıraktığım gibiydi ki...

 

 

Tek bıraktığım gibi olmayan Eren'di.

 

 

Günün geri kalanında yemek yedik, bol bol sohbet ettik ve yol yorgunluğunu üzerimizden atmak için erkenden yattık.

 

 

Bugün geçmişti.

 

 

İlerleyen günlerde kim bilir neler olacaktı.

 

 

~*~

 

 

 

 

2 GÜN SONRA

 

 

 

Zikzaklar çizerek engebeli ve taşlı köy yolunu çıkıyorduk. Aslında babamlar gittikten sonra çıkmak istediğimi söylemiştim ama babam "Aradan yedi yıl geçmiş Bade. Yolu bilmiyorsun bile. Sana yolu bir kez kendi arabanla göstereyim de sonra istersen çıkarsın istersen çıkmazsın sana kalmış. Hem ailecek bu yolları çıkmayalı uzun zaman oldu." diye hafiften kızarak mazeret üretmeme fırsat bile vermemişti.

 

 

Kalbimde ince bir sızı, gözlerimde o gün canlı şahit olduğum kareler vardı. Gözlerim buğulanıyordu. Ağlamamalıydım yoksa babam burada kalmama kesinlikle razı gelmezdi. Zaten bugün akşam yola çıkacaklardı. Artık uzun bir süre ailemden uzak, babaannemle, buradayım.

 

 

"Badeciğim?"

 

 

Öylesine derin düşüncelere dalmıştım ki annemin bana dört kez seslendiğini bile duymamıştım.

 

 

"Parpalii?" diyen babaannem, üstünde kahverengi yaşlılık lekeleri olan, pamuk gibi elini dizimin üstüne koymuştu.

 

 

"Hı... Yani şey... Efendim babaanneciğim?" diye kendime geldim onun dokunuşuyla.

 

 

"Belkıs kızum dört defadur sağa sesleniyi duymay misun?"

 

 

O kadar seslenmiş miydi ya?

 

 

"Dalmışım ya. Gece uykumu tam alamadım herhalde." dedikten sonra önde oturan anneme yönelttim bakışlarımı. "Efendim, ne diyecektin annecim?"

 

 

"Şu önümüzden hatırlar mısın bilmiyorum, Mehmet Dede'nin torunu geçti. Ali. Hani Mehmet Dede'nin eşi Halime Nine öldükten sonra haftanın belli günleri yemek yapıyordu ona ablası Asiye. Ali de yemekleri arabayla getirip bırakıyordu eve. Hatırladın mı?"

 

 

"Hangi Ali ya, anımsayamadım."

 

 

"Şehirlerarası otobüs terminali." diyen Efide'ye bakıp boş bulunmuşlukla "Ne?" diye tepki verdim.

 

 

Dalga geçiyordu tabi yine. Öyle de bir ciddiydi ki, arabadaki herkes dönüp önemli bir şey söyleyecek sanıp konuşmasını beklemişti.

 

 

"Ne saçmalıyorsun sen yine ya? Allah'ım kafayı yiyeceğim. Ben de önemli bir söyleyecek diye dinliyorum bunu." dedim sinirle.

 

 

Ben hariç herkes gülüyordu. Cevap vereceksem de vazgeçtim, zaten konuşmaya halim yoktu. İnsan düşündükçe düşünüyordu.

 

 

Peki neden düşünmek bu kadar bitap düşürüyordu?

 

 

Yukarıya çıktıkça göğüs kafesim sıkışıyor, kulaklarımda uğultular çınlıyordu.

 

 

Babam aniden arabayı sağa çekti.

 

 

"Bade?" diye bana seslendi.

 

 

"Efendim baba." Sesim epey keyifsiz çıkmıştı. Eğer kendimi toparlamazsam birkaç saate İstanbul yolunda olurduk.

 

 

"Hadi geç şoför koltuğuna. Yolun geri kalanını sen süreceksin." Otoriter bir şekilde söylediği için reddedemezdim.

 

 

Sessizce ön koltuğa oturup kemerimi taktım. Aynaları düzeltip, ayağımla gaza bastım. Yolun geri kalanında babam navigasyon gibi hangi yola sapacağımı söyleyip durdu.

 

 

Çok geçmeden çocukluğumun anılarına açılan o kapının önünde durdum.

 

 

Artık buradaydım.

 

 

Tam yedi yıl sonra.

 

 

Ağlamamak için o kadar direniyordum ki gözlerim yanıyordu.

 

 

Önce bir silah patladı.

 

 

Sonra bağırış sesleri.

 

 

Geçmiş, film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Gözlerimi sıkı sıkı kapatıp başımı direksiyona yasladım. Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalışıyordum.

 

 

"Kızım iyi misin?" diyen annem endişeli bir şekilde omzumu sıvazlıyordu. "Tahir gelsene! Bade iyi görünmüyor. İçeriye getirelim, uzansın biraz."

 

 

"Ben dedim sana kızım. Ben sana defalarca emin misin diye sordum. Israrla gideceğim diye tutturdun ya." diyerek babam sinirle benim bu hâlimi gösterdi anneme elleriyle.

 

 

"Al işte! Bu böyle olmaz, geri döneceksin bizimle." dediğinde başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki.

 

 

Babamın geri döneceksin demesiyle başımı kaldırıp dolu gözlerimi gözlerine diktim. Başımı olmaz dercesine sağa sola sallayarak "Hayır baba. Yalvarırım beni geri götürme. Evet ciğerim yanıyor, hiç iyi hissetmiyorum. Ama yapamam baba... Eren'i daha fazla burada tek başına bırakamam." demiştim.

 

 

Boşluktaymışım hissi beni tepeden tırnağa sarmıştı. Üç gündür içimde tuttuğum, aman görmesinler diye belli etmemeye çalıştığım tüm o duygular boşalmak üzereydi.

 

 

"Baba? Lütfen çarşıdaki eve geri dönelim. Ben kendimi hazır hissettiğim zaman köye geri gelirim ama şu an değil. Yalvarıyorum şu an değil. İsterseniz siz kalın ama ben burada şu an kalamam. Baba inan ki hiç hazır değilim. Her şey daha dün yaşanmış gibi... Lütfen üstüme gelmeyin. Ben İstanbul'a dönmeyeceğim. Ama köye de kendimi hazır hissedene kadar çıkmak istemiyorum." dediğimde, "Tamam, hadi binin arabaya. Aşağıya geri iniyoruz." diyerek isteğimi yerine getirmişti babam.

 

 

Efide'nin "Ama daha-" diye başlayan cümlesi babamın bakışlarını Efide'ye çevirmesiyle bitmişti.

 

 

Bir bakışı susması için yeterliydi.

 

 

İki arabayla çıkmış olsak ben arabamla aşağıya inerdim. Annemler de zaten akşam gideceği için birkaç saatini köyde geçirir mangal yaparlardı. Ama sadece benim arabamı alarak çıkmıştık. Babam benim kötü olduğumu anlayınca daha fazla üstelemeden çarşıya indik.

 

 

Birkaç saat daha durup yola çıkmak için hazırlanmaya başladı annemler. Üç gün kalacakları için fazla bir şey getirmemişlerdi zaten. En son ben de üstüme bir hırka, elime de bir maşrapa su alıp kapıdan çıktım. Sarı terliklerimle dış kapıya geldiğimde nedense mahcup hissediyordum. Babam ilk defa bana bu kadar sinirlenmişti ve şimdi gidiyorlardı.

 

 

Onun kalbini kırmak istemiyordum ki.

 

 

Bana dönen babam "Biz gidiyoruz Bade. Sana son kez soruyorum, bundan sonra çağırsan da gelmeyeceğim. Burada kalmak istediğine emin misin?" demişti.

 

 

O kadar keskin söylemişti ki birkaç dakika cevap verip vermemek konusunda kalakaldım. En son, kararlılığımla "Baba, benim için çok zor olacak biliyorum. Ve siz benim için her şeysiniz. Ben sizi kaybetmek istemiyorum bu konu yüzünden. Beni anlamanı istiy-" dediğimde lafımı yarıda kesti.

 

 

"Sana bir soru sordum Bade. Evet eminim veya hayır emin değilim diyeceksin. Net ol!" diye vurguyla üsteledi sorusunu.

 

 

"Eminim baba. Ben burada kalacağım." Ben de onun gibi dik ve keskin bir cevap verdim.

 

 

"İyi. Eğer kötü hissedersen veya psikolojik sorunlar yaşarsan bu sefer yanında olmayacağım bilesin. Ben seni yedi yıl boyunca kaybettim Bade. Psikologlarla, ilaçlarla kendine geldin sen. Aynı şeyleri bile isteye yaşamak istiyorsan burada kalmaya devam edebilirsin. Ama arayacağın kişi ben olmayayım sakın." aniden arabaya bindi. Yüzüme bile doğru düzgün bakmadı babam.

 

 

Dik başımla, yanaklarımdan yuvarlanan tek bir damla göz yaşımla arkasından babama bakarken "Kızım sen takma babanı kafana. Senin için üzülüyor sadece. Biz her zaman senin arkandayız, unutma bunu sakın. Bir şey olduğu zaman hemen beni ara. Seni çok seviyorum yavrum." diyerek yanıma gelip kollarının arasına almıştı beni annem.

 

 

"Teşekkür ederim anne. Ben de seni çok seviyorum, iyi ki varsın." dedim elimin tersiyle yanağımdaki yaşı silerken.

 

 

Annem her ortamı böyle yumuşatırdı işte. Babam beni çok sevse de sinirliydi. Ama annem her zaman o sakin sesiyle duygusal anlamda arkamıza destekti.

 

 

Başım annemin omzundayken arka taraftaki Efide ile bakışıyorduk. O da arkadan bize sarıldı ve mesaj atarım diye mimikleriyle işaret etti.

 

 

Başa belaydı ama iyi bir ajandı vesselam.

 

 

Vedalaşıp, Efide ile annem de arabadaki yerini aldı. Yavaş yavaş uzaklaşırlarken elimdeki suyu yola boşalttım. Batıl inançtı belki ama buradaki günlerime de bir hoş geldindi.

 

 

Su gibi git, su gibi gel. Onlar su gibi gitsin; gelecek günlerim bana su gibi saf ve temiz gelsin.

 

 

Elimde boş bir maşrapa, omzumda babaannemin yumuşacık elleri ve ruhumda derin bir hüzünle buradaki ilk yalnız günüme başlamıştım.

 

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

🔏 Asıl olaylar şimdi başlıyor. Bir sonraki bölüm benim favori bölümlerimden birisi.

Sağlıcakla kalın! 🍃

Loading...
0%