Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.Bölüm: Kokpit

@balsa

 

 

 

 

“Gökyüzü diyorum.

 

Akraban filan mı?”

 

 

-ATİLLÂ İLHAN-

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

 

KOKPİT KOKUSU:

 

Tüyleri diken diken eder.

 

Gururlu ve özgür hissettirir.

 

20.06.2024

 

“Boa 1, Kule. Duyuyor musun? Tamam.”

“Boa 1 dinlemede. Tamam.”

“7 metreye 28-83 ruloya serbestsiniz.”

“Anlaşıldı Kule.”

Dört saatlik nöbetin ardından üsse geri dönüyordum. İniş takımlarını açıp, kilitledim. Tekerleklerin zemine temas ettiğindeki o anda, başka bir jetin tekerlekleri çoktan pistten metrelerce yükseğe çıkmıştı.

2016 yılındaki darbe girişiminden sonra güvenlikler daha bir hat safhadaydı. Dört saatte bir devrediyorduk. Ben ve Onur iniş yaptığımızda, ekipteki diğer üç kişi nöbet için göklerdeydi.

Saha görevlileri kanopiyi açtığında saatlerdir hareketsiz kalmanın etkisiyle tutulan boynumu sağa sola hareket ettirerek esnetmeye çalıştım. Ayaklarım yere bastığında ileriden Yarbay Güneli’nin bu tarafa doğru geldiğini gördüm.

“Yüzbaşı Alparslan Balatürk!” diye gür sesiyle bana seslenirken güneş gözlüğünü sağ eliyle burnunun üstüne indirmişti.

“Emredin komutanım!” diyerek hazır ol duruşuna geçtim.

“G-Suit’ini çıkartıp odama gel.” Burnuna indirdiği gözlüklerinin üstünden bana bakarken sözlerini tamamlayarak adımlarını tekrar filoya çevirdi.

“Emredersiniz komutanım.”

Komutanımın arkasını döndüğünden emin olduktan sonra omuzlarımı esnetmek için düşürmüştüm ki tekrar bana dönüp, “Konu acil. Çabuk gel, odamda seni bekliyorum.” diyerek vurguyla devam etti. “Beş dakikan var!” diye de gür sesiyle bağırdı.

Emirle birlikte esneme işlemine odama geçtiğimde devam ederim düşüncesiyle peşine takıldım Yarbay Güneli’nin.

Asker selamı verip hızlıca filoya döndüm. Üstümdeki uçuş takım kıyafetlerini çıkartıp Yarbay’ın odasına doğru koridorda yürümeye başladım.

Odaya girdiğimde Komutan Güneli’nin daha önce görmediğim değişik bakışlarını üzerimde hissettim.

“Geç bakalım Balatürk.” diyerek önündeki sandalyeyi işaret etti.

Oturduktan sonra merak ettiğim soruyu dile getirdim. “Komutanım bu kadar acil olan nedir?”

“Elimde büyüdün sen benim Balatürk. Elimde büyüdün ve uzun zamandır benim filomdasın.” Derin nefes aldı ve kederli bir şekilde aldığı nefesi geri verdi. “Çok değer verdiğim bir meslektaşım vardır, bilir misin?”

“Daha önce sıkça bahsettiğiniz Komutan Asil Tuna var bir tek aklımda komutanım.”

Albay Asil Tuna’yı bilmeyen yoktu. Sert, aşırı otoriter ve aldığı görevi asla başarısızlıkla teslim etmeyen bir komutandı. Asil Tuna isminin geçtiği yerde herkes saygı duruşuna geçerdi.

“Ta kendisi. Görevinde oldukça başarılı ve titizlikle çalışan bir komutandır.” diyerek tahminimin doğruluğunu onayladı.

“Konumuzun Albay Asil Tuna ile ne ilgisi var komutanım?”

İsmi az geçerdi bu adamın. Bana odasında ondan bahsedilecek kadar önemli ne söyleyebilirdi ki?

“Elimdeki en değerli taşımı istedi Balatürk. Benim için en değerli taş sendin ve şu andan itibaren Albay Tuna’nınsın.” dediğinde anlamayan bakışlarımı belli etmeden göz temasını sürdürdüm.

Bakışımı kesmeden “Nasıl yani komutanım?” dedim.

“Albay Tuna’nın komutanı olduğu yeni bir filo kuruluyor. 116. Kayı Filo. Ve sen artık o filonun bir pilotusun. Yeni görevin hayırlı olsun Balatürk! Çok iyi başarılara imza atacağından eminim.” diye hâlâ idrak edemediğim filo haberinden sonra bir de başarı dilemeye başlamıştı.

Yeni bir filoya transferimin olacağını söylüyordu.

“Sağ olun komutanım. Sizin elinizde büyüyüp, tecrübelerinizden yararlanmak benim için paha biçilemezdi. Yeni yerimde de size gurur yaşatacağımdan şüpheniz olmasın.” diyerekten yüz ifademin donukluğunu koruyarak ayağa kalktım.

Kalkmamla birlikte komutanım tekrar konuşmaya başladı. “Bugün saat 17.30’da uçağın var. Amasya’daki Merzifon 5. Ana Jet Üssü Komutanlığı’na gideceksin. Yeni filonun yeri artık orası. Başarı göklerde her daim seninle olsun. Şimdi git ve hazırlanmaya başla.”

“Emredersiniz komutanım!” diye sözlerimi baskın bir sesle söylerken göğsümü kabarttım. Ben yıllardır buradaydım. Yani İncirlik 10. Ana Jet Üssü’nde. Ve şimdi yeni yerim Amasya’ydı. Şu ana kadar Akdeniz’in korumasını yapıyordum ama şimdi Karadeniz beni bekliyordu.

Alnımdaki selam verdiğim elimi yanıma indirdim ve Komutan Yarbay Güneli’ye baktım. “Her şey için teşekkürler komutanım. Size çok şey borçluyum.” Dönüp kapıdan çıkıyorken komutanım bana seslendi.

“Alparslan! Benden Tuna’ya selam söyle.”

Baş üstüne der gibi başımı aşağı yukarı salladım ve odadan çıktım. Yeni görev yerim beni bekliyordu. Odama çıkıp eşyalarımı toparladım. Ilık bir duş alıp hazırlandım. Saat dörde geliyordu.

Son kez bu üsse baktım.

Anılarım, deneyimlerim, görevlerim...

Bu vatanın askeri, pilotu olmak böyleydi. Görev ne zaman, nerede, nasıl gelirdi belli olmazdı. Her an her yere taşınabilirdiniz. Ama benim şans mı yoksa şanssızlık mı bilemem; bir ailem, karım, çocuğum yoktu arkada bıraktığım. Ya da “Anne yeni görev yerim açıklandı. Taşınıyoruz.” diyebileceğim bir evim de yoktu. Ben vatanımın yetiştirdiği kökten bir evlattım.

Arkadaşlarımla tek tek vedalaştıktan sonra yola koyuldum.

Varış noktası Kayı Filo’ydu.

 

 

~*~

 

 

Havaalanında check-in işlemlerini hallettim. Uçuş saatime 15 dakika kalmıştı. Bilette yazan A-212 giriş kapısını bulmaya çalışıyordum. Güvenliğe sorup kapının önüne geldiğimde uçağa alım başlamıştı.

Yolcu taşıyan pist servislerine binip uçağıma geçtim. Savaş uçağı pilotunun yolcu uçağına binip uçuş yapması çok farklı hissettiriyordu. Kabine geçip “N’aber devrem?” diyesi geliyordu insanın.

Çocuk zırıltıları ve bir amcanın içine gergedan kaçmış gibi horultuları eşliğinde geçen yolculuğum sonunda bitmek üzereydi. Sinir uçlarım yeterince uyarılmış ve her an birine sataşacak kadar patlamaya hazırdı.

Kafam ambalaj oldu gürültüden.

Arkamda bıraktığım hayatımdan sadece bir tane valiz vardı şu an yanımda. Hayatımda olan tek şey bu valizdi. Yeni görevlendirme alan çoğu pilot ev taşımakla uğraşırken, benim yeni görev yerime gitmek için hazırlanmam sadece 1 saatimi almıştı.

Valizimi bagaj teslim noktasından alıp taksiye binmek üzere dışarıya çıktım. Adana’nın havasından sonra burası cennet gibiydi. Karadeniz olduğunu her yerden belli ediyordu.

Yol kenarından bir taksiyi çevirip üsse gitmek üzere yola koyuldum. Çok uzun sürmeyen bu taksi yolculuğunun sonunda yeni evim olan 5. Ana Jet Üssü Komutanlığı binasının önünde inip taksi parasını ödedikten sonra valizimin kolunu uzatarak peşimden sürüklemeye başladım.

Üsse yeni giriyordum. İçeriye girdiğimde görevli bir asker bana komutanın odasına kadar eşlik edip kapının önünde beklemem gerektiğini söyleyip gitmişti. Beklerken yanımda duran uzun boylu, yapılı ve koyu kumral saçları olan yaklaşık 26-27 yaşlarında diyebileceğim bir asker konuşmaya başlamıştı.

“Seni de mi buraya Asil Albay getirtti?”

“Sen de mi Kayı Filo’su için buradasın?” diye karşılık verdim.

“Soruya soruyla karşılık mı?” diye saçma bir çıkış yaptı.

“Evet.” Diyerek üstelemeden devam ederken karşımdaki adını bile bilmediğim şahıs çokbilmiş edasıyla bakıyordu bana.

“Bu nasıl bir diyalog.” dedikten sonra “Evet Kayı Filo’su için buradayım.” diye devam etmişti.

Yorgundum. Cevap vermekle uğraşacak halim yoktu. “İyi.” diyerek geçiştirdim.

“Merhaba beyler!” diye selam vererek başka bir üniformalı asker ortama dahil olmuştu.

“Yeni biri daha geldi.” dediğinde, gelen askere dönerek “Sen de mi yeni kurulan filo için buradasın?” diye milli sorusunu yine sormuştu bu geveze çocuk.

“Albay Asil Tuna komutanın oluşturduğu yeni Kayı Filo’sunu kastediyorsan evet, onun için buradayım.” Sorusunun cevabını net bir şekilde alabildiği için mutlu olmuştu.

“Siz nereden geliyorsunuz?” diye hararetle konuşan bu sefer yeni gelen asker oldu. Yorgun olduğum hâlde ilk çocuğa cevap vermediğim hâlde nedense bu soruyu üstüne alınıp cevaplayan ilk bendim.

“Yüzbaşı Alparslan Balatürk. İncirlik’teki 10. Ana Jet Üssü Komutanlığı’na bağlı Boa Filo’sundan geliyorum.” Az önceki boşvermişlik hissinden farklı bir şekilde cevap vermiştim. Ben sormadan içimdeki merakı kendi giderdi.

“Pek de uzak sayılmazmışız devrem. Diyarbakır 8. Ana Jet Üssü Komutanlığı’ndaki Timsah Filo’dan geliyorum. Adım Tuğrul. Yüzbaşı Tuğrul Acar.” Elini uzatarak tamamlamıştı cümlesini. Karşılıksız bırakmadım.

Bir sonraki hedefi şu gevezeyeydi. Ona dönerek sorusunu yöneltecekken, bu çocuk şaşkınca bana bakıp Tuğrul’dan önce davranarak konuşmaya başladı. “Se-sen Alparslan Balatürk müsün? Şu bildiğimiz Alparslan Balatürk?” hayran hayran suratıma bakıyordu.

Niye bu kadar şaşırmıştı ki?

“Kaç tane Alparslan Balatürk tanıdığına bağlı.” dedim ciddi bir suratla.

“2017, Kars-Ermenistan dağlık alanda, alçak uçuş yaparak vadinin ortasındaki bir sığınağı bombalamış olan Alparslan.” dedi. “Evet.” dediğimde hızla tekrar konuşmaya başladı.

“2019, Irak’ta esir tutulan çok başarılı bir bordo bere olan Yusuf Mergen’i, yine alçak uçuş yaparak, esir tutan ve kırmızı listede aranan Azad İjlal’i vuran Alparslan.” demişti ve buna da “Evet.” dedim.

Tam “2021-“ demişti ki, “Lan oğlum tamam bütün özgeçmişimi mi döneceksin buraya.”

“Komutanım!” dedi büyük bir mutlulukla ve devam etti. “Komutanım ben sizin büyük hayranınızım. Allah’ım inanamıyorum. Sizinle aynı filoda yer alıyorum ben ya. Alparslan Balatürk ile filoda.” diyerek bana sarıldı.

Hevesini kırmamak adına “Eyvallah koçum.” dedim. Ve bunu söylerken yavaşça onu kendimden ayırmaya çalışıyordum.

Çok fazla tepki verdiğinin farkına varınca kendiliğinden uzaklaştı ve üstünü başını düzeltti. Az önceki hâlinden eser kalmazken, ciddiyetle kendini tanıtmaya başladı.

“Üsteğmen Yalım Korel. İzmir 9. Ana Jet Üssü Komutanlığı Sancaklı Filo.” dediğinde önce bana sonra Tuğrul’a elini uzatıp tokalaştı.

Tuğrul bir ona bir bana bakarken susmayı tercih etmişti. Aradan dakikalar geçtikten sonra suskunluğunu bırakıp konuşmaya başladı.

“Bundan sonra böyle bir grubuz biz de demek ki. Hayırlı olsun diyelim o zaman. Bana bakın, ilk üçte olmazsam bozuşuruz ona göre.” Uçuş zamanlarında sözünün geçmesini seviyordu belli ki.

Ama benim kadar olamazdı.

“Benden önce gelme de hangi sırada olursan ol.” diyerek önceliğin bende olduğunu anlayacağı şekilde belirtmiştim.

“İlkte gözüm yok ama ikiyi alırım Balatürk!” diye göz kırptı.

“Eyvallah!” diyerek durması gerektiği yerde duruşunu onayladım. Dudaklarında hafif bir sırıtış belirdi Tuğrul’un.

Sevdim bu adamı.

Tuğrul sert bir karakteri yansıtan olgun birine benziyordu. Sohbetleri bile net, sivri uçluydu. Ama ortamın nabzına göre de şerbet veren biriydi belli ki. Biz sohbet ederken Komutan Asil Tuna heybetli yürüyüşü ile koridorları inleterek bize doğru geldi.

“Balatürk, Korel, Acar. Hoş geldiniz. Odama geçin!” diye seslenmişti.

Bize soyadlarımızla seslenmişti. Demek ki detaylı bir araştırma yapmıştı hakkımızda. Oldukça otoriter birine benziyordu. Zaten onun ne kadar dik başlı ve sert birisi olduğunu duymayan kalmamıştır. Namı tüm üslerde ün salmıştır ki herkes Asil Tuna denilen yerde hazır ola geçerdi.

Odaya geçtiğimizde yan yana dizilmiş hazır olda bekliyorduk.

“Saat henüz sekiz olmadı. Diğer arkadaşlarınız da gelirler.” diyerek önündeki dosyaları karıştırırken aceleci bir tavırla konuşmaya başladı. “Sizi çok bekletmeyeceğim zaten saat geç. Eşyalarınızı yerleştirip dinlenirsiniz. Hepiniz uzun yollardan buraya geldiniz. Şimdi rahat ol!” tam o sırada bana odanın önüne kadar eşlik eden görevli, kapıyı çalarak içeriye girdi.

“Komutanım, Üsteğmen Korkut Ata ve Sabiha Gürbüz geldiler.”

“İçeriye gelsinler Ümit Şef. Sağ ol.” Derken başını saygı duyar gibi aşağıya eğdi.

İçeriye orta boylarda olan büyük ihtimalle Korkut asker ve uzun boylu, uzun karamel rengi saçları olan Sabiha asker girdi. Üsteğmen Sabiha Gürbüz keskin yüz hatları olan güzel bir kadındı. Üsteğmen Korkut ise komik bir tipe sahipti. Ortamın goygoy çocuğuna benziyordu.

“Geçin çocuklar, siz de hoş geldiniz.” Asil komutan bizim yanımızı göstererek onları da selamla karşıladı.

“Hoş bulduk komutanım.” dedi Sabiha. Sonra da Korkut ekledi “Hoş bulduk komutanım.”

“Çocuklar lafı uzatmayı sevmiyorum. Kısacası yeni oluşturulan Kayı Filo’nun komutanı benim.” derken koltuğundan kalkıp masanın ön tarafına geçti. Kalçasını masaya yaslayarak devam etti. “Bundan böyle benimle birlikte görevlere icra edeceksiniz. Göklerdeki gözümüz siz olacaksınız. Yerlerdeki özel kuvvetlerle gerektiğinde görevlere gideceksiniz. Savaşta, barışta, darbede, suikastlarda kısacası her yerde bulunacaksınız. Amacımız güvenlik. Gerektiğinde en tehlikeli görevlerde gerektiğindeyse kesintisiz güvenlik için göklerde nöbette olacaksınız. Hepiniz en seçkin komutanların elinden geçmiş askerlersiniz. Bundan böyle benim emirlerimde ve benim himayemde bulunup hareket edeceksiniz.” diye nefesine doyabilmek için ara verdiğinde her kelimesini bastıra bastıra söylemişti.

Tekrar kararlılık ve vurguyla konuşmaya başladı. “Zor günler sizi bekliyor. Şimdi odalarınıza geçin, birbirinizle tanışın kaynaşın. Birlikte olmaya alışın. Yarın saat 05.45’te filo ambarının önünde tek sıra halinde beni bekliyor vaziyette bulunun. Gidebilirsiniz.” dedikten sonra masanın önünden tekrar koltuğuna kuruldu.

Hep bir ağızdan “Emredersiniz komutanım!” diyerek teker teker odadan çıktık. Ümit Şef bizi odalarımıza götürürken ortamın sessizliğini tanışmak için Sabiha bozdu.

“Yeni filo ve grubumuz için heyecanlıyım. Tanışalım. Ben Üsteğmen Sabiha Gürbüz.” diyerek elini ilk bana uzattı. Sonra sırasıyla Tuğrul, Korkut ve Yalım’a. Kendi aramızda tokalaşarak birbirimizle tanıştık sırasıyla.

Ümit Şef bize dönüp, “Sabiha Komutanım bu oda sizin. Sağdaki odada Yalım Komutanım siz, soldakinde ise Korkut Komutanım kalacak. Yüzbaşı Balatürk ve Acar karşıdaki oda ikinizin.” diye odalarımızı bize gösterdikten sonra kendisini bize tanıttı. “Ben Ümit Şef’inizim. Jetlerinizin son kontrollerini, temizlik ve bakımlarını ben yapıyorum. Bir sorununuz, isteğiniz olursa beni bulun. Zaten buralarda olurum. Hadi Allah rahatlık versin.” diyerek koridorda gözden kayboldu.

Ümit Şef hafif göbekli, kısa boylu, beyaz saçlı bir adamdı. Çok özenli ve bakımlı görünüyordu. Sevimli yüz hatlarına sahip olsa da donuk biriydi.

Vakit kaybetmeden odama geçtim. Eşyalarımı özenle dolaba yerleştirmeyi bitirince Tuğrul bana seslendi.

“Alparslan ben aşağıya kahve almaya iniyorum. Eşlik etmek ister misin?”

“Sen in ben 5-10 dakikaya gelirim.” Kısa bir duş almam gerekiyordu. Yolculuk boyunca yine terden göl olmuştum.

Başıyla tamam deyip odadan çıktı. Adana’daki üssümüz çok sıcak olurdu. Her boş vaktimizde duş alırdık. Ama burası oraya oranla kat be kat daha serindi.

Duştan sonra üstüme lacivert bir tişört, altıma da gri eşofman giyip aşağıya inmek üzere odadan çıktım. Kapının önündeyken Yalım da odasından çıkmış tam kapıyı kapatırken benimle göz göze gelmişti. Hafif sırıtıp yanıma doğru yürümeye başladı.

“Nereye gidiyorsunuz komutanım?” diye hesap sorar gibi, konuşmaya başladı yine.

“Kahve içmeye.” deyip koca adımlarımla koridorun sonundaki merdivenlere doğru yürümeye başladım. O da arkamdan söylenerek hızlı adımlarla bana yetişmeye çalışıyordu.

“Biz artık aynı filodayız. Ben sizin tarzınızı çok sevdim komutanım.” diye gevezeliğini sürdürüyordu.

Anında durup arkamı döndüğümde göğsüme çarpmamak için kendini frenlemişti. “Beynimi siktin oğlum! Susmasını bilmez misin sen?” diye sakin bir kızgınlıkla konuştum.

“Pardon komutanım.” diyerek hazır ola geçti. Ben de bu haline üstten bir bakış atarak “Ben şimdi kahve içmeye iniyorum. Daha fazla kafamı şişirmeyeceksen gel.” dedim ve kısa keserek ilerlemeye devam ettim. Giriş kattaki küçük salona geldiğimizde Tuğrul ortada bulunan oval masanın başında oturmuş, parmaklarıyla şakaklarına masaj yapıyordu. “Başın mı ağrıyor?” deyip kahve makinesine doğru yöneldim.

“Evet. Bu aralar çok sık ağrımaya başladı. Çok ilaç içtim daha fazla istemiyorum ama zorluyor.” diyerek başını ovmaya devam etti.

“Ne kadar inanırsın bilmiyorum ama ben ilaç yerine doğal taşları tercih ederim. Odamda var veririm.” dediğimde dolan bardağımı alıp ben de masadaki boş sandalyeye kurulmuştum.

“İlacın kesemediğini taş mı kesecek?”

“Çakıl taşı değil herhalde oğlum. Naneli mentol taşı.”

“Nane taşı mı? Dalga mı geçiyon sen lan! Varsa dolorex molorex falan verirsin.”

Ben ona sağlıklı seçenekler sunarken onun dolorex diye tutturması sinirlendirmişti beni. “Sen en iyisi ne yap biliyor musun Tuğrul, git şu dışarıya, kayaya çak kafayı o zaman bir şeyin kalmaz.” dedim bu hâline.

Yarın erken kalkacağımız için günün yorgunluğunu üstümden atmak için erkenden yatmak üzere masadan kalktım. “Ben odama çıkıyorum. Taşı masanın üstüne bırakırım ister kullan ister kullanma ne halt yiyorsan ye. Hadi iyi geceler.” dedikten sonra kafe kapısından çıktım.

Başlarıyla onaylamışlardı beni. Odalarımız ikinci kattaydı. Basamakları çıkıp kapıya geldim. Odama girdiğimde masamın en üst çekmecesine koyduğum mentol taşını çekmeceden çıkartıp masanın üstüne koydum.

Geçip kendimi yatağa serdim. Kollarımı ensemde birleştirip gözlerimi kapattım. Tuhaf hissediyordum. Sanki bu yer benim dönüm noktam olacak gibiydi.

Samimi olarak iletişim kurmuyordum kimseyle. Bir ailem yoktu benim. Ve bu duyguyu başında tatmadıysam sonradan öğrenmeme gerek yoktu. Yalnızdım ben, tamamen yalnızdım.

Depresif düşüncelerimi bir yana ayırıp telefonumdan alarm kurdum. Rehberimde bile birkaç komutanım dışında kimsenin numarası yoktu. Lambaları kapatıp uyumaya çalıştım. Yarın bu filodaki ilk günüm.

Güzel bir başlangıç gerek şu hayatıma.

 

 

 

~*~

 

 

Saat beşi kırk geçiyordu. Tek sıra halinde dizilmiş Asil Komutanı bekliyorduk. Biz böyle beklerken üstünde 116. Filo işareti olan bir araç ambarın önünde durdu. İçinden Ümit Şef ve Asil Komutan indi.

Ümit Şef jet hazırlıkları için sahaya geçerken Asil Komutan bizim yanımıza geldi.

“Günaydın!” dediğinde hep bir ağızdan karşılık verdik. Sonra devam etti. “İlk göreviniz halihazırda sizi bekliyor. Bugün uçuş hazırlıklarını tamamlayıp yarın bilgiler elimize geçtiğinde harekete geçeceğiz.”

Korkut hepimizin aklındaki soruyu soran kişi oldu. “Komutanım görevimiz hazır mı? Ne görevine gideceğiz?”

“Ben de ondan bahsedeceğim. İçeriye geçin!”

İçerideki toplantı salonuna geçtiğimizde duvarda kocaman bir mantar pano vardı. Panoya renkli raptiyelerle tutturulmuş bir sürü fotoğraf bulunuyordu ama asıl dikkat çeken ortada bulunan ve bütün okların ona çıktığını gösteren daire içindeki fotoğraftı.

Üstünde büyük harflerle Tepegöz yazılıydı. Bir sürü kırmızı ipin bağlandığı bu fotoğraftaki kişi büyük ihtimalle kırmızı listede adı geçen bir haindi. Dallanıp budaklanmış onlarca hedef vardı.

Hepimiz sandalyelere oturduğumuzda Asil Komutan konuşmaya başladı.

“Panoda gördüğünüz Tepegöz isimli terörist tüm bağlantıların odak noktası. 2017 Trabzon Maçka baskınını kimler hatırlıyor?” dediğinde ilk atılan ben oldum.

Bunu unutmam mümkün değildi. “Ben biliyorum komutanım. O zamanlar Kars-Ermenistan sınırında görevdeydik.”

“Siz sınırda onları püskürtürken onlar içeride karın tokluğu peşindelerdi Alparslan. 2017’de masum bir çocuğun ve genç bir astsubayımızın şehit olmasına neden olan kişi işte,” ellerini uzatarak panoyu işaret etti “Gördüğünüz bu şerefsizdi.”

O gün biz sınırdayken bu bahsedilen baskının haberini bize Uğuralp Komutanım vermişti. Ama beklenmedik bir şekilde geliştiği için olay yerine gidildiğinde çoktan iki şehit vermiştik.

Şu zamana kadar arka planda takip edilen bir meseleydi bu. Yıllardır bilgisi toplanılan ve istihbarat araştırmalarında izi sürülen kansız, puşt demek ki buydu.

“Yeni aldığımız istihbarata göre yine aynı civarda bir sığınakta olabilecekleri bilgisi elimize ulaştı. İHA görüntüleri mevcut. Hareketlenmeler kayıt altında tutuluyor. Kurulan filomuzla birlikte kara ve hava güçlerinin birleştirilmesi önderliğinde büyük bir operasyona başlayacağız.” dediğinde mantar panodan bir yeri işaret etti.

“Zaten mevcut olan bir operasyondu bu ama bilgiler toplanıp sıfır hata ile köklerini kazımak için pusudaydık. Tepegöz denilen bu teröristi, bu görevde, mümkünse canlı bir şekilde ele geçirmemiz isteniyor.” diyerek bundan sonra sayacağı maddeler için parmaklarını açmıştı.

“Bu süreçte sınır ötesine de müdahalelerde bulunacağız. Kaynakları yok ederken, içimizde dallanan bu yapının sonunu getireceğiz.” Biz pürdikkat Albay’ı dinlerken, o eline bir çubuk alıp mantar tablonun sağ tarafındaki Türkiye haritasının önünde durdu. Çubuğun ucuyla bölgeleri gösterirken tekrar konuşmaya başladı.

“Bugün uçuş eğitimlerinden geçeceksiniz. İlerleyen günlerde Korkut ve Tuğrul sınırda; Yalım ve Sabiha Atak helikopterleri ile teyakkuz ve baskında; Alparslan ise yedi yıl önceki olayın gerçekleştiği yerin yakınlarında nöbette olacak. Her an her şey için hazırda olun. Şimdi herkes uçuş takımlarını alsın ve jetlerine geçsin. Güvenli uçuşlar!” diyerek uçuş sahasına geçti.

Konuşmanın ardından Ümit Şef salona girdi ve elinde tuttuğu, üzerinde 116. Kayı Filo yazan peçleri teker teker bize uzattı. G-Suitlerimizi giymek üzere içeriye geçtik.

İsimlerimizin yazılı olduğu kasklarımızı alıp jete gitmek üzere servise bindik.

“Acaba kim 1 numara olacak?” diyen kişi Korkut’tu. Bu soruya göz deviren kişi Yalım’dı.

“Sorduğun soru mu şimdi?” diye göz devirirken devam etti. “Ya Alparslan komutanım olur ya da Tuğrul.”

“Belki ben olurum.” dedi Sabiha. Güzel kadındı. Alımlıydı. Ve her şeyden önce bir savaş uçağı pilotuydu.

“Burcun ne senin?” diyerek birden tuhaf bir soru sordu Korkut.

“Ne?” diye şaşkınca bakış atan Sabiha için tekrarladı. “Burcun ne burcun?”

“Bilmiyorum ki. 29 Temmuz’da doğdum. Ama burcumu bilmiyorum. İlgili değilim bu konuda.” diye cevap verdi Sabiha, Korkut’un bu beklenmedik sorusuna.

“Hah!” dedi Korkut. “Tam da aslan burcu kadını gibisin zaten.” Parmaklarını açarak saymaya başladı. “Bakımlı, özgüvenli, lider ruhlu...”

Korkut konuşurken Sabiha ağzı açık şekilde onu dinliyordu.

Bu ortama Tuğrul el attı. “Lan sen de astrolog mu kesildin başımıza. Bi sus da kafamız dinlensin.” dedikten sonra Korkut’a yaklaşıp, ona göre sessizce bir şeyler gevelemeye başladı. “Lan ben 20 Aralık’ta doğdum. Ne oluyorum?”

Korkut bu duruma hafifçe sırıtıp yorumunu yapmaya başladı. “Komutanım siz şimdi yay burcu oluyorsunuz. Eğlenceli, sosyal, hayatı dolu dolu yaşar yaylar.” diye özelliklerini saymaya başlayınca, göğsünü her güzel özelliğinde kabartarak dinlemişti Tuğrul.

Kötü özelliklerini saymaya başladı Korkut. “Ama sabırsız, sorumsuz ve kaprisli de pis tarafları vardır.” dediğinde, Tuğrul ensesine bir tane patlattı Korkut’un. “Ne diyon lan sen!”

“Komutanım ben de gezegenlerin konumunun yalancısıyım bana niye kızıyorsun ya!” diyerek kendini savunmaya geçmişti Korkut.

Ortamın goygoy çocuğu olduğunu söylemiştim ben bunun.

Sabiha kahkaha atarak bunları dinlerken benim kafam şişmişti.

Yalım bir, Korkut iki. Ama bir filoya iki tane fazlaydı be.

Daha fazla dayanamadan konuştum. “Lan çenenize sıçsın köpek! Ne ağız varmış sizde be! Bi susun da motorunuz soğusun.”

“Emredersiniz komutanım!” diyerek önüne döndü Korkut.

Tuğrul beni Korkut’a göstererek “Sen asıl bunun burcunun analizini çıkart. Bu huysuz, sinirli, aksi şey hangi uğursuz burç olabilir?” dedi.

“Size doğum tarihimi söylemeyeceğim.” diye kestirip attım.

Ortam böyle dönerken çoktan jetlerin yanına gelmiştik.

Sahaya geçtiğimizde jetlerimiz Ümit Şef’in kontrolünden geçmiş şekilde bizi bekliyordu. Asil Komutan da özel araçtan inip karşımıza geçti. “Balatürk 1 numarasın. Tuğrul 2. Korkut 3. Sabiha 4 ve Yalım 5.” diyerek sıralarımızı bize söyledi tek tek.

Tuğrul bana göz kırptı. Yalım Korkut’a dönerek beni işaret etmişti. Sabiha ise tırnaklarına bakarak kendi içinden bir şeyler söylüyordu.

Asil Komutan son bilgileri paylaşmak için konuşmaya başlayınca herkes tekrar ciddiyetini kuşanıp önüne döndü. “Kuleden bilgi alırken veya kuleye bilgi verirken kod adınız Kuzgun olacak. Şimdilik bu kadar. Uçuşa geçebilirsiniz.”

Selamımızı verip herkes kendi jetine geçti. Yalım Sabiha ile aynı jette yer alacağı için onun yanında gitmişti. Korkut bağımsızca kendi jetine geçerken, Tuğrul ve ben de en son ayrılıp kontrol için piste doğru yol aldık.

Ben de jetime geçtim ve etrafında dolanıp son bir kontrolde bulundum. Benim jetimin önünde dünya haritası deseni vardı. Merdivenle kokpitime geçip kaskımı, hava maskemi taktım. Son olarak saha görevlisi genç asker kanopiyi kapattı ve Tuğrul’un kalkış yapmasını beklemeye başladım. O kalkış yaptığında ben de pistten ayrıldım. Sırasıyla gökyüzü ile buluştuk hepimiz.

 

 

 

 

~*~

 

 

5 saatlik nöbet ve deneme uçuşu ardından inişe geçmiştik. Odalarımıza ayrılıp dinlenme izni verirdi bize Asil Komutan, muhtemel olarak. Yarın istihbarat bilgileri paylaşılacak ve sonucunda görevlerimize tayin edilecektik.

“Kuzgun 1, kule duyuyor musun? Tamam.”

“Kuzgun 1 dinlemede. Tamam.”

“Kuzgun 1, iki dakikaya 34-62 ruloya serbestsin. Tamam.”

Ortak telsizden konuşulduğu için herkes birbirini duyabiliyordu.

“Kuzgun 2, Kuzgun 1 iniş yaptıktan bir dakika sonra 35-62 ruloya serbestsin. Tamam.”

Benim ardımdan Tuğrul ruloya inişini tamamlayıp saha görevlileriyle birlikte şeritlere geçiş yapmıştı. Tamamlanan görev sonrası bakım için Ümit Şef yerimizi alırken biz odalarımıza dağıldık.

Duş alıp üstümü giydikten sonra yatağıma uzandım. Tam o sırada kapım çaldı. “Gir.” diye seslendim. Kilitlememiştim kapıyı.

Gelen Tuğrul’du. Kapıyı tam açmadan içeriye doğru kafasını uzattı. “İstihbarat bilgileri ve koordinatlar gelmiş. Asil Komutan filo ambarında bizi bekliyor. Beş dakikaya hazırlanıp in.”

“Tamam, geliyorum.” diyerek yataktan kalktım.

“Ha bu arada, telefonunu versene kaydedeyim. Telefon önemli!” demişti son dakika odadan çıkmadan önce.

Rehberimin bir elin parmaklarını geçmeyen numaraları arasına Tuğrul da katıldı.

“Eyvallah Tuğrul.” dediğimde başını eğip gözlerini kapattı Müslüm Baba gibi. Harbi adamdı Tuğrul.

Ambara geldiğimizde Asil Komutan ile birlikte genç bir kadın vardı. Yerlerimize oturduğumuzda genç kadın konuşmaya başladı.

“Arkadaşlar merhaba! Ben Züleyha. Bu filonun koordinasyon sorumlusu bundan sonra benim. Görev düzeninizi, yapacaklarınızın planlarını, nöbetlerinizi ve bütün programlı işlerinizin rehberi ben olacağım.” derken aramızda dolanıyordu. Aynı zamanda konuşmaya devam ediyordu.

“Bir yerde bir terslik fark ettiğinizde, önerilerinizi sunmak istediğinizde ve yönlendirmelerinizde bana danışacaksınız. Bugünkü toplantımızın sebebi Köstebek Operasyonu isimli 7 yıllık sürece yayılmış bir görevi faaliyete geçirmek.”

Parmaklarıyla bizi göstererek “Elimizde tutulan dosyaların ve bilgilerin önderliğinde yarından itibaren üniformanızın içinde yeni yerlerinizde olacaksınız. Şimdi sorumluluklarınızı paylaşmaya başlayalım.” demişti.

Gri, bol, kumaş bir pantolon üzerine gri blazer yelek ve altına da beyaz bir spor ayakkabı giymişti. Saçları omuzlarında, katlı ve karamel rengiydi. Alımlı ve oldukça otoriter görünümlüydü.

Bugün, toplantıda söylenilenleri tekrar etmişti bir nevi.

Asil Komutan’ın da dediği gibi Tuğrul ve Korkut yarın sınıra gideceklerdi. Sabiha ve Yalım Atak helikopterleri ile kalkış yapıp, karada Piton Timi ile koordineli, eş zamanlı baskınlar düzenleyecek ve teyakkuzda bekleyeceklerdi.

Ben ise yarın Trabzon’a, Maçka’ya gidecek ve karada savunma hattında görev alacaktım.

Yayılmış JÖH ile birlikte ben de kendime ait bölgemdeki korumayı sağlamalıydım.

Herkesin talimatları açıklandıktan sonra yarın için hazırlıklara başladık.

Yeni filomda ilk görevim yarın başlıyordu.

 

 

 

~*~

 

 

23.06.2024

 

On günden fazladır Trabzon’daydım. Babamların gidişinden sonra jandarma askeriyesinin yanındaki kriminal araştırma laboratuvarında çalışmaya başlamıştım.

Hafta sonları çalışmıyordum ve bugün Pazar’dı. Babaannem ile birlikte nefis bir kahvaltı yapmış, şimdi de yorgunluk kahvesi içiyorduk. Kahvaltıdan sonra evde temizlik yapmıştık çünkü.

Geldiğimden beri köye hiç çıkmamıştım. Sadece babamların gideceği gün çıkmıştım. Ama arabadan inmeden gerisin geriye aşağıya inmiştik zaten. Babam bana epey bir sinirlenmişti. O günden sonra beni hiç aramadı. Ben de aramamıştım.

Kin tuttuğumdan veya sinirli olduğumdan değildi aramama sebebim.

Bence onun biraz yalnız kalıp sakinleşmeye ihtiyacı vardı.

Annemle hemen hemen her gün konuşuyorduk. Efide Balıkesir’e gitmişti. Perihan teyzemde yirmi günlük bir tatil yapacaktı. Ağustos ortalarında dershanesi başlayacağı için tatilinin planını çok iyi yapmıştı.

Perihan teyzem Balıkesir’de müstakil, iki katlı tam bir hayal evinde yaşıyordu. Eniştemin sahil kenarında küçük ama oldukça popüler bir restoranı vardı. Teyzem de kendi mali müşavirlik bürosunda çalışıp böylece geçimlerini sağlıyorlardı ki durumları iyiydi.

Annemden sekiz yaş büyüktü bu yüzden çocuklarının da yaşı epey fazlaydı teyzemin.

Üç çocuğu vardı.

Mihri, Efide ile yaşıttı. Bu yazdan itibaren üniversite hazırlıklarına başlayacaklardı. Zaten kuzen olarak sadece teyze çocukları vardı bizim ailede. Efide ile birbirlerine çok düşkünlerdi. Benim için Eren neyse, Efide için de Mihri öyle özel bir insandı.

Eren...

Ulaş benden bir yaş büyüktü. Uçak bakım bölümünde çalışıyordu. Şu an Eskişehir’deydi, yanılmıyorsam. Küçükken çok eğlenirdik onunla. Ama şimdilerde pek iletişim hâlinde olduğumuz söylenemezdi. Arada mesajlaşıp, konuşurduk ama bu dediğim çok seyrek gerçekleşen şeylerdi.

Teyzemin en büyük kızı olan Çilde savcıydı. Ben çalışma hayatım boyunca hep onu örnek alarak bir adım attım. Benim için azim, başarı, hırstı o. Bu yüzden ailede en takdiri toplayan çocuk da oydu. Şu anda Balıkesir Edremit Adliye Sarayı’nda savcılık yapıyordu. Sanıyorsam 29 yaşındaydı. Hayatını tamamen kariyere odaklamıştı bu yüzden sevgilisi bile yoktu, olmamıştı.

Tam bir oğlak kadını.

Kahve keyfimizin ardından üstümü değiştirmek için odama geçtim. Bugün bir kabir ziyaretinde bulunacağıma dair kendime söz vermiştim. Artık yavaş yavaş alışmaya başlamıştım buraya. İlk günkü gerginliğim yoktu üstümde. Zaten kabir ziyaretinden sonra köye çıkmayı düşünüyordum. Babaannem benim yüzümden köydeki evinden mahrum kalmıştı. Daha fazla onu da düzeninden alıkoyamazdım.

Uzun pıtı pıtı çiçekleri olan mor bir elbise giydim. Saçlarım çenemin hizasında ve kaküllü olduğu için sadece beyaz bir toka taktım sağ tarafına. Örtünmek için bir şal da alıp aşağıya indim.

“Babaanneciğim ben mezarlığa gidiyorum. Ziyaret etmem gereken birisi var. Döndüğümde beraber köye çıkarız. Sen götüreceğin şeyleri ayarlarsın ben gelene kadar, olur mu?” demiştim neşeyle.

“Emun misun köye çikmaya parpali?” diyerek asıl benim için endişe duyuyordu.

“Beni bekleyen şeyden daha fazla kaçamam. Ben de özledim babaanne. Olmayan şeyleri daha fazla özlemiş olsam da, ben o köydeki her şeyi fazla özledim.” diyerek evden çıktım.

Kapının önüne park ettiğim babamı bana hatırlatan arabama binip mezarlığa doğru yol aldım. Mezarlık askeriyenin arka tarafında yer alıyordu. Küçük bir alanın içinde, kısa boylu limon çamları ile kaplıydı.

Hafta içi her gün buradaydım zaten. Arabamı yandaki askeriyenin önündeki küçük park alanına park ederdim. Şimdi de oraya park edip başıma şalımı örttüm. Mezarlığa girip ziyaret etmeyi amaçladığım kişiyi aramaya başladım.

Küçükken annemle birlikte anneannemin ve dedemin mezarına gittiğimizde bana hep “Mezar taşlarını okuma, unutkanlık olur sende.” derdi. Teker teker bütün taşları okurdum, merak ederdim. Değişik isimler olurdu bazen, onları gösterirdim.

En çok da bebek mezarlarına bakardım. Onların minik bir alana gömülü olduğu gerçeğiyle hüzün kaplardı göğsümü.

Aradığım ismi bulduğumda önünde biri daha vardı. Yavaşça yaklaştım. “Merhaba!” dediğimde bana dönüp başını hafifçe aşağıya eğerek gözlerini parmak uçlarıyla sildi. Ağlamıştı belli ki.

“Merhaba, siz kimsiniz?” dedi temkinli yaklaşarak.

“Ben Bade. Sizin adınız nedir?” dedim ben de aynı tavırla.

“Efe.” Kısa bir cevap vermişti. Üzgün olduğu için konuşmak istemiyordu büyük ihtimalle.

“Jandarma Özel Harekat’tan mısınız?” diyerek üstündeki üniformanın peçini gösterdim.

“Evet. Yıllar önce şehit düşen görev arkadaşımı ziyarete gelmiştim.” dedi. Daha fazla açıklama yapmıştı en azından.

“Siz Astsubay Ferdi Cidar’ın arkadaşı mıydınız?” diye şaşkınca bir adım yaklaştım.

“Evet? Onu tanıyor muydunuz?” Merakla gözlerime bakıyordu. Bu ismi ziyarete geldiğimi düşünmemiş olmalıydı.

“Siz 7 yıl önceki Maçka baskınında görev almış mıydınız?” Sorusuna sorumla karşılık vermiştim.

“Evet ama olay yaşandıktan dakikalar sonra varmıştık bölgeye. Zaten olay yerine geldiğimizde devrem ve yanındaki çocuk ağır yaralıydı. Siz nereden tanıyorsunuz ki?” Sabırsızlıkla merakını gidermeye çalışıyordu.

“Yanındaki çocuk... Eren. Benim kardeşim sayılırdı. Ben de o gün oradaydım ama hatırlamıyorsunuzdur.” diyerek ilk açıklamamı yaptım.

“Sizin de başınız sağ olsun. İnsan en yakın arkadaşını, kardeşim diye bildiklerini kaybedince-“ dediğinde tekrar gözleri yaşlarla kaplanmaya başlamıştı. Bu şekilde devam etmesini istemediğinden lafını bölerek ben devam ettim.

“Sizi anlıyorum. Çok zor. Benim buraya gelebilmem 7 yılımı aldı. İlk defa geliyorum o günden beri buraya. Ferdi Komutan olmasa daha kötü şeyler olabilirdi. Belki köylüye bile saldırabilirlerdi. Eren ve Ferdi Komutana çok şey borçluyuz.”

Gözlerim soğuk mermerde yazan isimle buluştuğunda yanaklarımda hissettiğim sıcaklıkla başımı eğdim. Sessizce ağlamaya başlamıştım ben de. Burada ailemden ayrı kaldığım süreçte ilk defa ağlıyordum. Ve beni ağlatan şey sadece bir isim ve iki tarih arasına sığdırılmış ömürdü.

 

Astsubay Ferdi Cidar

Doğum Tarihi : 12.04.1976

Ölüm Tarihi : 05.08.2017

 

 

~*~

 

 

Ziyaretimin ardından Efe Komutan arabama kadar bana eşlik etmişti. “Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim komutanım. Tanıştığıma çok memnun oldum.” Elimi öne doğru uzattım.

O da karşılık verirken “Ben de çok memnun oldum Bade Hanım. Daha önce nasıl karşılaşmamışız? Hemen yan tarafımızdaki binada görevliymişsiniz. Hayat tesadüflerle dolu. Yan yana yerlerde çalışıp da karşılaşmamışız ama bizi bir şehitlik bir araya getirdi.” diyerek şaşkınlığını belli ediyordu.

“Tevâfuk diyelim.” Tebessüm edip arabamın kapısını açtım. “Vatan size emanet komutanım.”

“Baş üstüne.” diyerek karşılık vermişti. Gülüyordu.

Sözlerim onu güldürmüştü.

Elini başının üstüne koyup hazır ol komutunda selam verdi. Hoş çocuktu.

Arabayı çalıştırmak için anahtarı çevirdim ama çalışmadı. Ses geliyordu ama motor çalışmıyordu. Benim gitmemi bekleyen Efe Komutan, uzunca bir süre arabanın içinde oyalandığımı görünce “Bir sorun mu var Bade Hanım?” demişti hâliyle.

“Arabam çalışmıyor, anlamadım ki.”

“Allah Allah... Ne oldu ki niye çalışmıyor acaba. Ben de anlamam arabalardan çok.”

“Biraz daha deneyeyim belki çalışır.” Tekrar ayağımı sonuna kadar frene bastırıp anahtarı çevirdim ama yine ses geliyor ama motor çalışmıyordu.

“İsterseniz içeriden Bahadır Komutanımı çağırayım. O iyi anlar motorlardan, mekanik işlerden.” diye yardım teklifi sundu.

“Yok, ben size zahmet vermeyeyim. Bir kere daha deneyeyim ondan sonra bakarız.”

Biz burada arabamla uğraşırken önümüzde bir taksi durdu. İçinden uzun boylu, açık kumral saçları ve sakalları olan yapılı bir adam indi. Bagajdan valizini indirip taksi gittikten sonra askeriyeye ilerlemeye başladı.

Efe Komutan onu görünce “Aa bu Yüzbaşı Alparslan olmalı. Ben hemen geliyorum Bade Hanım.” diye şaşkınlığını belirtip gitti.

Çok uzakta değillerdi o yüzden sohbetlerini duyabiliyordum. Biraz kulak kabarttım.

“Yüzbaşı Alparslan, siz misiniz?”

“Buyur.”

“Ben Efe. Hoş geldiniz komutanım.”

“Eyvallah sağ olasın.”

“Bir hanımefendinin aracı bozulmuş da ona yardım ediyordum. Siz Sanlı Albay’ımın odasına geçin ben birazdan gelirim komutanım.”

“Kimin arabası bozulmuş? Şu ilerideki bize bakan bayanın mı?”

“Şey, evet onun komutanım.”

“Bakalım nesi varmış.”

“Komutanım siz geçin biz hallederiz. Yeni geldiniz zaten.”

Bu tarafa gelmeye başladılar. Efe Komutan geri çekmeye çalıştıkça daha bir kararlılıkla yürüyordu yanındaki adam.

“Sizin mi arabanız çalışmıyor bayan?” diyerek ilgiyle arabama yaklaştı.

“Bayan değil kadın.” dedim sorusuna cevaben. Bayan değil. Kadındı çünkü. Bu kelimeyi doğru kullanmalıydı.

“Ne?” diyerek şaşkınlıkla suratıma baktı.

“Bayan değil kadın dedim. Evet benim arabam çalışmıyor.” Üsteleyerek devam etmiştim.

“Neyse. Bakalım.” İlk söylediklerimi pek takmadan kaputu açtı.

“Frene basıp anahtarı çeviriyorum ama motor çalışmıyor.” diyerek şoför koltuğuna oturdum. Anahtarı bir kez daha çevirdim, çalışmadı.

Tam o sırada açık olan kapıdan içeriye bedenini uzatıp epey yakından “Siz anahtarı çevirmeye devam edin.” dedi. Ben garip bir heyecan duygusuyla dediğini yaparken kolunu direksiyonun sol alt tarafında, ayaklarıma yakın bir yerde bulunan dikdörtgen şeklindeki LPG göstergesine uzatıp üstündeki düğmeye bastı.

Normalde ben böyle bir insan değildim ama değmediği halde, ayaklarıma epey yakın olan kolu benim derin nefes almama ve göğüs kafesimin sıkışmaya başlamasına sebep olmuştu. Bunu belli etmeden denileni yapmıştım.

“Böyle olduğu zamanlar buradaki küçük düğmeye basarsanız araba çalışır işte.” derken o küçük tuşu gösteriyordu.

“Ama bu her zaman başvuracağınız bir yol olmamalı. Bunun için aracı bir muayene ettirmenizde fayda var.” dediğinde hala içeride ve yüzü haylice yakındı.

Bolca rimel sürdüğüm uzun kirpiklerimin arasından tam odaklı ve şaşkın bir şekilde ne yapacağımı bilmez halde gözlerimle onaylamıştım bu adamı. Niye böyle oldu bilmiyorum ama şüpheliymiş gibi bir mimikle uzun süre gözlerimin içine baktı.

“Senin,” dedi aynı yüz ifadesiyle. “Sağ gözünün neden yarısı kahve yarısı yeşil?”

“Hı?” söyledikleri ile saçma bir tepki vermiştim. Farkına varıp kendimi toparladım. “Yani şey… Böyle doğmuşum ben de. Her zaman böyleydi. Doğum lekem herhalde.”

“Değişik.” derken hızlıca arabadan çekmişti koca cüssesini. Ben de koltuktan kalkıp dışarı çıktım. “Sensin değişik.” Sesim sert çıkmıştı. Arkasını dönüp baştan ayağa bir süzdü beni.

“Rica ederim.” diye kabalığımı örterken, ben de ona ayak uydurdum. “Teşekkür ederim.”

Yanaklarım kesin kızarmıştır.

“Şey... Teşekkürden sonra rica gelmez mi?” Efe Komutan bizim bu saçma diyaloğumuza anlamaz bakışlar atıyordu.

“Haydi aslanım. Yeni geldim yorgunum. Biraz toparlanıp göreve geçmem gerekiyor. Gidelim.”

Arkalarından onlara baktıktan kısa bir süre sonra arabama binip babaannemi almak için eve geçtim.

Gittiğimde babaannem hazır bir şekilde beni bekliyordu. Uzun zamandır gitmeyi istediği için bu konuda çok hızlı davranıyordu.

Evden, yarın iş için gerekli olan kıyafetlerim ve belgelerimi aldım. Çantaları arabaya yerleştirip köy yoluna koyulduk.

Babamla çıkarken yolu bana tarif etmişti. Babaannem de biliyordu zaten. Her yer yeşilin tonlarına bürünmüş, ağaçların arasından kuşlar cıvıl cıvıl ötüyordu.

“Şimdu dutlar olmiştur. Bostan diktiydum onlar da döktürmiştur kendini. Sen seversun bostani. Morelerden da diktum bayirlamaya.” diyerek sessizliği bozmuştu babaannem.

“Ben hepsini severim babaanne. Ben buradaki her şeyi severim.” dedim hem sessiz hem kendime bir şeyleri kanıtlamak ister gibi.

Evin önüne çıkan bayırlamayı da geçip kapının önünde durdum. İşte aradan on günden fazla bir süre geçmişti ama ben yine buradaydım.

Bagajdaki eşyaları indirmeye başladım. Kapının önüne geldiğimde eşiğin sağ yanındaki tuğlayı dışarıya doğru çektim. Aradığım şey yıllar önce, çocukluğumda olduğu gibi yine aynı yerinde duruyordu.

Anahtarı alıp tuğlayı yerine yerleştirdim. Eski, paslanmış demirden bir anahtardı bu. Büyük, tarihlik bir anahtardı. Kilit boşluğuna yerleştirip kapıyı açtım.

Evi epey değiştirmişti babam. İçeriye girdiğimde eskiden tek katlı bıraktığım ev şimdi iki katlı, gri renkli, oldukça zengin görünümlü bir eve dönüşmüştü. Değişmeyen en güzel ayrıntı kapıydı. Evin içi villa dışı serender kapısı gibi görünüyordu. Ama ben kapının değişmemesine mutlu olmuştum. Çünkü tarihî şeyler beni çekerdi ve bu kapı Rumlar’dan kalmaydı. Anahtar da öyle.

İçeriye ilk adımımı attığımda kendimi 2017 senesinde bulmuştum.

İçeriden sesler geliyordu.

“Eeren beeni yakalayamaz kiii!” diyerek koşuyordum.

“Parpali, otur azicuk götünün üstüne da. Yorulmadin mi?”

“Babaanne sussana yerimi bulacak yoksa Eren.” demiştim endişeyle babaanneme.

İşte şimdi film kopmuştu. Elimdeki poşetleri yere bırakıp dizlerimin üstüne yere çöktüm. Omuzlarım sarsılarak hüngür hüngür ağlamaya başladım.

Yine bir anı belirdi gözümün önünde.

“Neden ağlayisun Badem?” diyordu Eren.

“Parmağımı arı soktu. Çok acıyor Eren.”

“Niye söylemeyisun, gel çabuk. Soğan sürelum iyi gelur.”

“Ben soğanı sevmiyorum. Çok kötü kokuyor.” demiştim. Hiçbir zaman soğanı sevmemiştim.

“Ben de sürerum beraber kötü kokaruz. Hadi gel da. Sende de Tonyali inadı var ha.” diyerek beni çekiştirmişti.

Aklıma gelen anılarla hem gülüyor hem ağlıyordum. Psikolojik olarak pek de iyi durumda olduğum söylenemezdi.

“Bade, eyi misun kizum?” diyen kişi bu halime hem endişelenen hem de korkan babaanneme aitti.

“Babaanne beraber uyuyalım mı? Saçlarımı okşarsın. O zaman iyi hissederim.” Islak kirpiklerimin arasından bakıyordum. Eşyaları içeriye koyduktan sonra evi dolaşmadan, eskiden kalan bu alt kattaki salona geçtik.

Babaannemin kucağına başımı koyup içli hıçkırıkların ardından gözlerimi kapadım. O da üzülüyordu her şeye ama belli edemiyordu.

Saçlarımda parmakları gezinirken eskilerden mâni söylemeye başladı.

 

 

“Bahçada doli gazel,

Kardeş gurbette gezer;

Şapkasuni yan eğmiş,

Gurbetta melul gezer.

 

 

Bu dağlar olmasaydi,

Çiçeğu solmasaydi,

Ölum Allah’un emri,

Ayrilik olmasaydi.”

 

 

 

 

~*~

 

 

Ezan sesiyle birlikte gözlerimi ovuşturarak esnemeye başladım. Kaç saattir uyuyordum?

Doğrulup saate baktım.

16.29

Çekyattan kalkıp içeriye geçtim. Babaannem evde değildi. Evi dolaşmaya başladım. Salonda pek bir değişiklik yoktu. Çaprazında mutfak vardı. Üç tane yatak odası ve bir banyo bulunuyordu. Mutfağın içinden üst kata merdiven çıkıyordu. Basamakları teker teker çıkıp en az alt kat kadar büyük olan üst katı keşfetmeye başladım. Alt kata göre kat be kat daha yeniydi. Sarı bir oda kapısı vardı ve üstünde de Bade’nin Odası yazısı yazıyordu. Babam bana özel olarak tasarlamıştı.

Onu aramalıydım.

Kapıyı yavaşça açarak içeriye girdim. İlk göze çarpan detay, tam karşıdaki oval camın önündeki yataktı. Cam önü yatakları oldum olası çok sevmişimdir. Yatağın iki tarafında duvarın içine oymalı kitaplıklar vardı. İçinde benim en son bıraktığım polisiye romanlarım vardı.

Yerdeki mor, elips şeklindeki tüylü halı çok hoş görünüyordu. Bunu kesin annem almıştı. Lambam aşağıya doğru sarkan küçük küçük yıldızlardan oluşuyordu. Benim Pinterest görselleriyle kaplı hayalî evrenimi en iyi Efide biliyordu ve bunu odamda iyice görüyordum.

Yatağımın üstüne çıkıp camdan aşağıya baktım. Babaannem bahçede salatalık topluyordu.

Bahçesine hayran bir kadındı.

Valizimi alt kattan yukarıya taşıdım ve eşyalarımı dolabıma tek tek yerleştirdim. Üstüme v yaka bir tişört ve lacivert kotumu giyip aşağıya indim. Bahçeye girip kocaman dikenli salatalıktan iki tane kopardım. En sevdiğim şeylerden biriydi köy salatalığı. Kütür kütür yemeye başladım.

“Özledun mi benim bostanlarumi?” dedi babaannem doğrularak.

“Özlödöm tabö...” derken boğazıma kaçan salatalıkla birlikte öksürmeye başladım.

“Ağzunda yemek varken niye konuşiysun. Ander da beydamal da!” diyerek bana kızmıştı babaannem.

Boğazıma kaçan salatalıkla mücadele verirken babaannemin kelimeleri beni güldürmüştü. Sinirlenince çok tatlı oluyordu.

“İyiyim, iyiyim.” diyerek gülmeye devam ettim.

“Haçan da hale güliysin ya!” diyen babaanneme kocaman sarıldım. Yanaklarını şapur şupur öptüm.

“Babaanne ben Vazelon’a gidebilir miyim sen buradayken, yemek yedikten sonra?” diye sordum.

“Yemeğuni ye da gidersun. Hayde içeriye geçelum.”

Yeni geldiğimiz için yemek yapmamıştık. Bahçedeki sebzelerden salata hazırladım. Babaannem de fasulye tavası yaptı. Yemeğimizi yedikten sonra ben dolaşmak için dışarıya çıktım.

Evin üst tarafındaki değişmemiş patika yola doğru ilerledim. Patika yola girip yürümeye başladığımda anılarım yine etrafımı sarmalamaya başladı.

“Badem bak ne buldum. Karahindiba. Hadi üfle.” diyordu Eren.

“Aa ben bunları çok seviyorum. Ama sen buldun sen üflemelisin.” demiştim o bana karahindibayı uzatırken.

“O zaman birlikte üfleyelum. Hadi bir dilek tut ben de tutayim.”

Şimdi yolun iki yanında da bir sürü karahindiba vardı ama bu sefer üfleyecek kimse kalmamıştı.

Elime iki tane aldım. Ve içimden dileğimi tutup ikimizin yerine de üfledim. Elimde kalan sapları yere bırakıp ilerlemeye devam ettim.

Eskiden biz buralarda çok dolaştığımız için Hasan amcam ile Halil dedem otları hep budardı. Ama şimdi belime kadar otlarla kaplanmıştı.

Yavaş yavaş Vazelon’un eski taşları görünmeye başlamıştı. Gözlerim buğulanıyordu. Tırmanıp üst kattaki taşın üstüne çıktım. Biz Eren ile en üst kata çıkıp oradaki eski cam önünden ayaklarımızı sarkıtıp etrafı izlerdik. Yine aynı yere çıktım.

Manzara o kadar güzeldi ki.

Uzun uçsuz bucaksız çam ağaçları vardı. Güneş yavaş yavaş batmaya hazırlanıyordu. Çiçekler kapatmış, akşamsefası taç yapraklarını aralamıştı. Yanımda onun varlığını hissettim.

“Sen İstanbul’dayken hep buraya gelirum biliy misun Badem. Burada oturip günlüğüme seneye neler yapabileceğimizu yazarum.”

“Biliyorum Eren.” dedim sessizce. Ben onu duyuyordum. O beni duyamazdı ama. Biliyordum.

Yıllardır gelmediğim köyümdeki bu Vazelon’un taşlarına dokunmak tuhaftı. En son Eren ile birlikte oturup sohbet etmiştik burada.

Her dokunuşum farklı bir anıyı canlandırıyordu gözlerimde. Bu boşluğun içimde bıraktığı tarifsiz sızıyla birlikte en son oturduğumuz o yere kendimi bıraktım.

Ayaklarımı aşağıya sarkıtıp karşımdaki, gecenin o dipsiz gölgesini üstüne çekmiş çam ağaçlarını izlemeye başladım. Gökyüzünde sayısız yıldız vardı. Teyzem hep “Gökyüzünde ne kadar yıldız varsa bir sonraki gün o kadar sıcak bir hava seni bekliyor demektir.” derdi bana.

Sözleri kulaklarımda çınlarken arkamdan bir çıtırtı sesi geldi. Aniden dönüp baktığımda bir şey göremedim. Baykuş sesleri gelmeye başladı. Büyük ihtimalle kanat seslerinden ürkmüştüm.

Güneş yeni batmıştı. Vazelon evimize çok uzak olmadığı için gecenin başlangıcında burada olmak beni korkutmuyordu. Önüme dönüp gözlerimi kapatarak cırcır böceklerinin seslerinin sardığı doğanın ruhunu dinlemeye başladım.

Mental olarak kendimi dinginlemişken aniden birinin elini dudaklarımın üzerinde hissedince gözlerimi fal taşı gibi açıp çıkmayan sesimle çığlık atmaya çalıştım.

Her kimse öyle sert bir şekilde sıkıyordu ki ağzımı, nefes alamamaya başladım. O andaki adrenalinle burnumdan aldığım nefes bile yetmiyordu.

Bir eli karnımın üstünde bir eli ağzımdayken beni vücuduyla kolları arasına sıkıştırmıştı. Ona göre ince ve güçsüz parmaklarımla kollarını tutup ayırmaya çalıştım ama nafile. Kaslarla dolgun ve taş gibi olan kollarını vücudumdan ayırmak zordu.

Son anda aklıma gelen bacak arası taktiğiyle ayağımın topuğunu geriye doğru attım. O “Ahh!” diyerek geri çekilirken ben bu harabe cam önünün sınırında durduğumu fark etmeden bir adım arkaya atmıştım ki refleks olarak ileriye uzattığım sağ elimden “Dur!” diyerek bilek güreşi yapar gibi tutması son anda benim uçurum sayabileceğim yükseklikteki bu yerden düşmemi önlemişti.

Sadece gözlerini görebileceğim şekilde askeri kamuflaj bandanası vardı yüzünde.

Tam olarak taşların ucundaydım.

Elimi bıraktığı an eğik şekilde durduğum bu yerden sert kayalık zemine çakılırdım.

“Sana iki seçenek sunuyorum.” diyen sesi oldukça kalın ve toktu. “Ya sessiz olup sakince benimle gelirsin ya da teninin değdiği son kişi ve aynı zamanda gördüğün de son kişi ben olurum.”

Bu adam ne diyordu?

 

 

 

 

 

 

 

🕯️​🗝️

 

 

​​🔏 Alparslan Balatürk... Görünenden fazlası var geçmişinde. İlerleyen zamanlarda göreceğiz. Bölümü nasıl buldunuz? Yorumlarda buluşalım.

Sağlıcakla kalın! 🍃​​

Loading...
0%