Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.Bölüm: Mandalina

@balsa

 

"Hep geçer diyorlar ya Olric.

 

Sence geçer mi?

 

Geçer elbet efendim;

 

bazısı teğet geçer,

 

bazısı deler geçer,

 

bazısı deşer geçer,

 

bazısı parçalar geçer.

 

Ama mutlaka geçer."

 

 

-OĞUZ ATAY-

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

 

MANDALİNA KOKUSU:

 

Korkunun üzerine yayılan

 

güveni temsil eder.

 

Vazelon'un tarihi taşlarının üstünde oturup ayaklarımı aşağıya sarkıtmış manzarayı izliyordum. Anıların tozları etrafımı çevrelemişken aniden birinin ağzımı kapatıp fısıltılarla konuşması tüm tozları yere düşürmüştü.

Refleks gereği kendimi savunurken şimdi ellerimiz sıkıca birbirine bağlı, metrelerce yüksek bu yerde bedenim aşağıya sarkık şekilde duruyordum.

Siyah bir bandana taktığı için sadece gözleri görünüyordu karşımdaki adamın.

Üstünde askeri üniforma, sağ kolunun omzuna yakın kısmında ise Piton Timi yazılı bir peçi vardı.

Boğazına kadar çıkan yakalarının üst kısmından boynu görünüyordu. Düşmeyeyim diye beni tutan kolunun tarafındaki boyun kasları ve belirgin şah damarı dikkat çekiyordu.

"Sana iki seçenek sunuyorum." derken başını sola doğru hafifçe eğmiş ve kaşlarını havaya kaldırmıştı. "Ya sessiz olup sakince benimle gelirsin ya da teninin değdiği son kişi ve aynı zamanda gördüğün de son kişi ben olurum." diyerek sözlerini tamamlamıştı.

Gecenin ilk saatlerinde burada birden karşıma çıkmıştı.

Korkmuştum.

Çok korkmuştum.

"NE?" diyerek şiddetle şaşkınlığımı sunarken, "NE SAÇMALIYORSUN SEN BE?! ÇABUK ÇEK BENİ!" diye düşecek olmanın endişesiyle de bağırmaya başladım. Hem ne yaşadığımı idrak edemiyor hem de korkudan titriyordum.

"Tekrar etmeyeceğim." Net konuşuyordu. Oldukça keskin bakıyordu gözleri.

Kahverengi gözleri...

"Ya psikopat mısın sen? Nasıl bir askersin sen ya çek beni şuradan!" derken gözlerim omzundaki peçiyle onun gözleri arasında gidip gelmişti. Sonra sözlerime devam ettim. "Senin görevin benim gibileri korumak! Uçurum kenarından sarkıtmak değil!"

"Sen kimsin de seni koruyacağım? Terörist olmadığını nereden bileyim?"

Ben kim terörist olmak kim? Teröriste benzer bir halim mi vardı benim?

"Manyak mısın sen be adam? Ne teröristi? Ne işi var teröristin burada? Yıllar önce temizlendi burası." Yedi yıl önce yaşanan baskının ardından burada kolay kolay terörist gezemezdi. Artık bilinen ve koruma altına alınan bir bölgeydi burası. Bu askerin burada ne işi vardı? Terörist mi arıyordu? Ama neden?

"Görevimi bana öğretme gece kuşu!" Hafifçe yüksek olan sesi, kalın ve tok oluşuyla Vazelon'un bu tarihi duvarlarında yankılanıyordu.

"Sen de görevinin gereklerinden olan sivil halkı koru o zaman!" Benim tehlikeli bir görüntüm de yoktu ki. Hangi teröristin böyle benim gibi şirin kakülleri olurdu?

"Korumasam zaten şimdiye tahtalıköydeydin!"

Allah korusun! Ne tahtalıköyü ya... Daha 24 yaşındayım ben!

"Tövbe de hadsiz! Daha çok gencim ben!" kayıplara ve ölümlere yeterince doymuştum. Bana ölüm dememeliydi.

"Düzgün konuş benimle!"

"Sayın asker bey, rica etsem beni yukarıya çeker misiniz?" sakince konuşurken bir anda çirkefleşerek, "DALGA MI GEÇİYORSUN!" diyerek devam ettim, sinirlerimi bozmuştu. Gözlerim dolarak, ağlamaklı ses tonumla konuşmaya devam ettim. "Korkuyorum. Lütfen çek beni..."

"Ne geveze bir şeysin sen be!" oldukça kararlı ve inatçıydı.

İçimden bildiğim tüm duaları okuyarak, "Eğer ölürsem babaanneme onu çok sevdiğimi ve Sevde ablama da ondan Eren'e selam ileteceğimi söyler misin?" dediğimde merakla sorusunu yöneltmişti.

"Eren mi? Hangi Eren?"

"Eren Hezar." derken burnumu çekiyordum. Korkudan salağa bağlamıştım.

"Bir dakika! Sen onun nesi oluyorsun?" dedi ve ciddi bakışları bocalamış bir şekilde cevap vermemi beklemeye başladı.

"Şey..." burnumu çekerek devam ettim. "Biz Eren ile kardeş sayılırız. Arkadaşımdı o benim. Ama Bade denildiğinde herkes benim kim olduğumu ve Eren ile olan yakınlığımızı bilir."

Cümlemi tamamladığım an aniden beni kendine çekti ve bir adım uzaklaştı. "Bir dakika, bir dakika!" dedi bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi. "Sen bugün gördüğüm şu jandarma binasının önündeki bayansın. Değil mi?"

Bunu şimdi mi anımsardı insan?

Ne? 

Bu adam o adamdı.

Jandarma önünde arabamı çalıştırmama yardım eden o adamdı. Şimdi fark ediyordum. Ses tonundan anlamalıydım.

Orada bana yardım ederken gayet nazik davranmıştı. Zaten atlatamadığım bir travmam vardı, ne diye bu kadar üstüme gelmişti? Vücudum benden bağımsızmış gibi kasılıyor ve gözle görülür bir şekilde titriyordu.

Hiç olmadığım kadar köpüren benliğimle suratına bir tane yapıştırdım. Daha önce kimseye vurmamıştım. Ama daha önce hiç böyle hissetmemiştim de. Hem korkudan titriyordum hem de sinirden.

Psikolojim yeni yeni düzelmeye başlıyordu zaten.

Yankı yapan tokat sesiyle kendime geldim. Ona tokat attığım titreyen kolumu yanıma indirip dolan gözlerimle yüzüne bakmaya başladım. Sağa eğilen başını yavaşça bana döndürürken göz bebeklerinin vahşi görünüşü daha fazla titrememe neden olmuştu.

"Sen ne yaptığının farkında mısın?" derken bandanasını hızlıca çenesine indirmişti. İki taraftan, dişlerini sıkmasıyla kasılan çene kasları net bir şekilde dikkat çekiyordu. En az benim kadar sinirliydi artık. Hatta daha fazla.

"Üstüme çok geldin ne yapabilirim? Korktum." diye açıklama yaparken empati kurması konusunda onu bilinçlendirmeye başladım. "Gecenin karanlığında birisi arkadan gelip ağzını kapatsa sen ne yapardın? Manyak mısın sen be!"

"Bağırma bana! Görevim bu benim!" diye öyle bir bağırdı ki gözlerimi kapatıp sıkı sıkı yumdum. Kapattığım gibi zaten dökülmeyi bekleyen yaşlar yanaklarımdan yuvarlanmaya başlamıştı. Kesik kesik aldığım nefeslerim ve zangır zangır titreyen vücudumu kontrol altında tutamıyordum.

Böylesine titreyen bedenim ve gözlerimi kapatışımla az önce geriye attığı bir adımını eski haline geri getirmiş olmalıydı. Çünkü sesi daha yakından geliyordu.

"Aç gözlerini!" dedi usulca.

Açmadım.

"Sana aç gözlerini dedim!" bu sefer sesini hafifçe yükseltti.

Ama yine açmadım.

"Kadın..." diye derinden ve üstüne basarak tekrar seslendi. "Gözlerini aç!" derken de iki omzumu tutmuştu.

Dokunuşuyla birlikte açtım gözlerimi. Yaşlarla dolmaya devam ediyordu. Görüşüm puslandıkça yanaklarımdan akıyordu göz yaşlarım. Konuşmaya başladım hala sendelerken.

"Se-sen..." dedim ve devam ettim. "Benim hayatımdan alınan ve bana arta kalan kabus gibi duyguları bilmiyorsun." Titrek bir nefes aldım. "Ko-korkuyordum ben..." kekeleyerek kurduğum cümlelerin ağzımdan nasıl çıktığını bile algılayamayacak kadar çok korkmuştum.

Hala omuzlarımdan tutuyorken dizlerimin üstüne yere yığıldım. Yıllardır biriken o dipsiz duygunun dışarıya çıkmasına bu adam şahit oluyordu. İstemiyordum ama tutamadım kendimi. Tüm vücudum uyuşmuştu.

"Ko-korkuyorum." Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya devam ettim. İnsanın ruhunu sızlatan, tarifsiz bir duyguydu.

Yere yığılmamla birlikte o da dizlerini bükmüş hâlâ elleri omuzlarımda, tuhaf bir duyguyla bakıyordu gözleri.

İstemsizce boşalan bu duyguyla birlikte alnımı göğsüne yasladım. Vücudumu ayakta tutacak gücüm, kendimi savunacak tek damla cesaretim kalmamıştı.

Hem askerdi o. Bana zarar veremezdi ki... Bu güvenle birlikte alnımı yaslamıştım.

Mandalina kokuyordu.

Mandalina kolonyası...

Kokularla aram çok iyi olduğu için hemen fark etmiştim. Çünkü her tarzda koku esansını denerdim. Çünkü mum yapıyordum. En son galiba çikolata kokulu mum yapmıştım ve en sevdiğim de buydu.

Farklı kokuları denedikçe özel bir defterime tik atıyordum. Şu ana kadar yüze yakın koku denemiştim.

Mandalina kokusu ise bana her zaman tanıdık gelirdi. Çünkü üniversite sınavına hazırlanırken matematik hocam hep mandalina kolonyası sıkardı. Öyle güzel kokardı ki her seferinde bunu ona söylemekten usanmazdım.

En sevdiğim kokulardan biri.

"Ma-mandalina kokuyor." İç içli ağlayarak konuşmaya devam ediyordum.

"Ne? Mandalina mi?" Adam da benim bu şeklime şaşırıp kalmıştı. Saçmalıyordum.

"Mandalina kokuyorsun." derken burnumu bir kere daha sesli bir şekilde çekmiştim. Mandalina kolonyasını herkesin bildiğini sanmıyordum. Ya gerçekten kullanmıştı ya da canımın mandalina çektiğini düşünmüştür.

Başımı göğsüne koyup saçma sapan konuşmaya başlamamla birlikte ellerini omuzlarımdan çekmişti. Büyük ihtimalle deli olduğumu düşünüyordu. Öylece bekledi sadece. Hiçbir şey yapmadı. Sadece bekledi.

"Özür dilerim bayan. Amacım sizi korkutmak değildi. Görevimi yapıyordum." Haklıydı. İşini yapıyordu, suçlayamazdım. Ayrıca başka bir asker olsa daha farklı davranabilirdi. Çeker silahı vururdu mesela.

Gecenin bu vakti bu harabe yerde, hangi salak benim gibi gelirdi ki buraya.

Her ne kadar beni uçurumun kıyısından dakikalarca çekmemiş olsa da şu anda oldukça anlayışlıydı. Hem ben korkmuştum.

"Bayan değil, kadın." Ağlamam biraz durulmuştu ama yine prensiplerimi dile getiriyordum.

"Bütün derdin bu mu gerçekten? Şaka gibisin." diyerek prensiplerimi eleştirirken aynı zamanda attığım tokat için huysuz huysuz söylenmeye başladı. "Hayır, elin de ne ağırmış ya." Yanağını ovuşturarak üstten ters ters bana bakıyordu. Yapılıydı. Benim vurduğum tokadın, onda sinek ısırığı etkisi bile olamazdı. Benim rahatlamam için böyle konuşuyordu kesin.

"Benim şakalık bir halim mi kalmış Allah aşkına." Sözlerimle birlikte adamın göğsüne yaslı olduğumu fark ettim. Yavaş yavaş kendime geliyordum. İçimdekileri gözyaşlarımla boşaltmıştım ne de olsa.

Hem de bu adamın göğsüne, alnını yaslayarak.

Ciddi olamazsın Bade!

Aniden kendimi geri çekip üstümü başımı düzeltmeye başladım. "Kusura bakmayın ben anlık duygu ile şey ettim-..."

"Yok sorun değil Bade Hanım. İsminiz buydu değil mi?" Şimdi temkinli yaklaşıyordu bana.

"Evet de siz nereden biliyorsunuz?" dedim anlık alıklıkla.

"Siz söylediniz."

Ben mi söyledim? Ağzımdan çıkan kelimeleri bile unutmuştum.

"Ben mi söyledim? Ne zaman?" diyerek devam ettim şaşkın şaşkın.

"Az önce dediniz ya Bade denildiğinde herkesin sizi tanıyacağını ve Eren ile olan yakınlığınızı bileceklerini?"

"Haa, doğru." diyerek utançla başımı eğdim. Fazlasıyla rezil olmuştum. Ciddi anlamda deli damgası yemiş olmalıydım. "Bir anlık duygu boşalması yaşadım ben. Zaten iyi hissetmiyordum. Üstüne bir de siz-..." Tamamlamadım sözlerimi. Çünkü o anlamış ve hemen kesmişti.

"Sorun değil. Ben de aniden, ses çıkmasın diye öyle yaklaşınca tabii korkmuş olmalısınız. Neyse... Şu sizli konuşmaları bırakalım. Ben Alparslan. Kusura bakmayın, görevimi yerine getiriyordum. Temkinli olmak zorundaydım." diye kendini savunurken siyah eldiven taktığı elini bana doğru uzattı.

"Sen bir askersin. Bunun kusuru olamaz. Gerekeni yaptın." derken yavaş yavaş kendime geliyordum. Ardından ben de elimi uzatarak onun havada kalan eliyle nazikçe tokalaştım. Ve baştan başlayarak ismimi bilmiyormuş gibi normal bir tanışma yaptık.

"Ben de Bade. Tanıştığıma memnun oldum Alparslan." dediğimde "Eyvallah." diyerek o da kendince onayladı.

Kendine gelen benliğimle, aklıma takılan soruları sormaya başladım. "Sen ne görevindesin burada?"

"Özel bir görevdeyiz, içerik veremem. Ama burada olmamalısın, tehlikeli. Sen gece geç saatlerde buralara çok gelme." Otoriter sesinin yankısıyla ürkmüştüm. Söyledikleri ürkütücü yapıyordu bu sesi.

Tehlikeli mi?

Olmamalıydı. Burada iki can verilmişti. Yeteri kadar koruma altında değil miydi? Ne tehlikesinden bahsediyordu?

Neden böyle söylemişti ki..? Uzun zaman önce burası temizlenmiş olmalıydı. Maçka'nın arka tarafı Gümüşhane'ye düşüyordu. Sınır olarak da Kars-Ermenistan sınırına yakındı. Belli ki yedi yılın ardından birtakım olaylar olmuştu. Olmamalıydı ama olmuştu.

Yoksa bu adamın burada ne işi vardı ki. Görevinin başındaydı hâliyle. Bir de ben bu adama tokat atmıştım ya. Acımıştı da. Yani acımamıştır ama ben vicdanen acıdım.

"Özür dilerim Alparslan." dedim aklımda korku dolu senaryolar, bağrımda acıyan vicdanımla.

"Niye özür diliyorsun?"

"Tokat attım sana o yüzden özür dilerim. Anlık korku ile yaptım. Ama hak ettin de yani."

Dudakları iki yana kıvrıldı. Söylediklerime gülmüştü. "Hem özür diliyorsun hem de hak ettin diyorsun bu ne tutarlılık?" yine haklıydı.

"Uf akıl mı bıraktın! Ödümü kopardın gece gece. Az daha kalp krizi geçirecektim şurada. Korkuttuğun yetmiyormuş gibi bir de bağırıyorsun bana."

"Ne bileyim ben kızım. Gecenin bu saatinde ıssız bir harabede birini görmüşüm. Terörist demeyeyim de ne diyeyim yani?"

Kızım mı?

Terörist mi?

"Ayrıca ne tehlikesi bu böyle? Bunca yılın ardından buranın koruma altında olması gerekmiyor mu? Aradan yedi yıl geçmiş ve hâlâ tehlike olduğunu mu söylüyorsun?" Sinirlenmiştim. Basit miydi bu duygular? İki şehit vermişken amaçları neydi?

"Terör örgüt yapısı var olduğu sürece tehlike hep vardır. Köstebek gibi dolanıyorlar. İHA'lar 7/24 görüntülerini alıyor. Görüldükleri yerde bombayı kafalarına yerler. Öyle kolay kolay dışarı çıkıp da sağa sola salça olamazlar artık. Ama olayların yaşandığı yerler her zaman bir tık daha tehlikelidir."

Ne yani, söyledikleri sözler etrafta olabileceklerini mi söylüyordu? Hâlâ? Gözlem altında tutuluyorduk ama tehlike hâlâ vardı demek ki.

"Bak Alparslan, burada ne dönüyor ne bitiyor bilmiyorum. Ama bildiğim tek bir şey varsa o da şu ki, ne benim daha fazla canımı kaybetmeye tahammülüm kaldı ne de bu köyün korkusu henüz dindi." Yaklaşıp, sözlerimi vurgulayarak devam ettim. "Her ne görevindeysen, bitirin artık şu işi. Burada şehadet kanı döküldü, daha fazlasını toprak kaldırmaz."

O sırada telefonum çalmaya başladı. Cebimden telefonumu çıkarttım. Babaannem arıyordu. Kadın meraktan çatlamıştır. Alparslan'a bakarken, daha fazla bekletmeden hemen telefonu açtım. "Alo?"

"Nereyesun parpali kaç saat oldi?"

"Babaanne geliyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım."

"Hayde çabuk ol gece gece dışarida ayilara mı yem olacaksun!"

"Tamam hadi görüşürüz." diyerek kapattım. Ben de olsam endişelenirdim. Ayı da vardır kurt da çakal da bu saatte burada.

"Benim gitmem gerekiyor saat geç oldu." dedim endişeli bir netlikle.

"Bence de gitmelisin zaten. Bir daha da bu saatte gelme buraya."

"Emredersiniz!" Emir vermeyi seviyordu belli ki. Başka zaman olsa karşılık verirdim ama zaten yeni bir duygu boşalması yaşamıştım. Bitkindim. "Yüzbaşı mıydı rütben?" dedim hafif bir umursamazlıkla.

"F16 Pilotu Yüzbaşı Alparslan Balatürk." diyerek benim umarsızca sorduğum soruyu, belli etmemeye çalıştığı gururlu tavrıyla cevaplamıştı.

Bir dakika.

Ne?

"Sa-savaş uçağı pilotu mu?" Bugün idrak seviyem yerlerdeydi. O yüzden köşeli jetonum şimdi düşmüş ve cevabını salakça bakışlarımla dinlemiştim.

"Ne oldu pek bir şaşırdınız sanki?" işte şimdi duygularını örtmeden konuşmuştu.

"Yok canım ne şaşıracağım. Yani bordo bereli falan neyse de... Pilot olmanı beklemiyordum." dediğimde gözlerimi kaçırdım ve daha fazla babaannemi bekletmek istemediğimden lafı değiştirip "Eğer bir şeye ihtiyacın olursa-" demiştim ki, kendisi önce davrandı.

"Numaranı alabilir miyim? Eğer tuhaf bir şeyler görürsen veya duyarsan bana haber verebilir misin?"

"Tuhaf bir şeylerden kastın nedir bilmiyorum ama tabii, vereyim." dedim ve ben de onunkini kaydettim.

F16 Pilotu

Rehberimde F16 pilotu da yok demezdim.

"Şu aşağıdaki gri boyalı ev bizim. Bir şeye ihtiyacın olursa çekinme lütfen. Tekrardan tanıştığıma memnun oldum. İyi nöbetler komutanım!"

"Teşekkürler Bade Hanım." Hafifçe eğilip selam verdi. Değişik biriydi.

Tarihi taşları tutarak aşağıya inmeye başladım. Kendime gelmiş olsam da, vücudum hâlâ içten içe titriyordu.

Telefonumun fenerini açarak patika yoldan eve yürümeye başladım. Gündüzleri ne kadar büyüleyici olsa da, geceleri bir hayli korkutucuydu orman. Buranın tarihi yapısı diğer yerlere göre kat be kat daha fazlaydı. Ormanlık alanı, çam ormanları bakımından da zengin olduğu için vahşi hayvanlar bu bölgede epey vardı.

Patika yolu geçip eve geldim. Tuğladan, anahtarı alıp kapıyı açtım. Babaannem salonda örgü örüyordu. "Parpali sen misun?"

"Evet benim babaanne." Ayakkabılarımı içeriye alıp, kapıyı kilitledim. Kapının önündeki lambayı kapatmadım. Ne olur ne olmaz.

"Saat kaç oldi nereyesun habu saate kada?" çok endişelenmişti. Haklıydı kadın. "Dolaşa dolaşa gitmiştim. Bizim patika yoldan çiçek falan topladım. Sonra Vazelon'a gittim. Zaten güneş batmak üzereydi. Bayağı bir oturdum orada babaanne. Etrafı izledim. Yıllar oldu, hasret giderdim diyelim. Sonra da..." olanları anlatamazdım. Onun yerine ufak yalanlara başvurmak zorunda kaldım. Zaten benim için endişeliydi. Ona göre emanettim ben. Burada kalma süremi riske atmak istemediğim için gerçekleri söylemedim.

"Sonra da işte geldim. Boş ver beni, sen neler yaptın? Yine örgülere başlamışsın."

"İşlerumi hallettum, yemek yaptum. Dedim oturmişken bir yelek örmeya başlayayum kizuma." tebessüm ederek şişlerde uzattığı ilmekleri üzerime doğru tuttu. "Rengi da açtu benum Bade'mi."

Güldüm.

Ne zaman bize yelek örse, her seferinde böyle yapardı. Yine aklıma Eren geldi.

"Eren uşağum gel habuyana bakayim." Eren pıtı pıtı yanına gitti. Babaannem üstüne yeleği tuttu.

"Ooh rengu da açti uşağumi." Sonra bana dönüp beni de çağırdı. "Parpali gel habuyana."

Benim de üstüme tuttu şişlerdeki yeleği. Eren babaannemden önce konuşmaya başladı. "Iı-ıh! Rengi senu kapadi. Sana yakışmayi böyle renkler. Bana daha çok yakişti." diyerek kaşlarını havaya kaldırdı gururla.

Hep beraber gülmeye başlamıştık sözlerine.

Ellerimde tuttuğum örgüye bakarken hayallere dalmıştım. "Bade!" diyen sesle kendime gelmiştim." Dalmışım babaanne. Aklıma Eren geldi. Hatırlıyor musun, onunla da böyle sohbet ederdik. Yumakların renklerini tartışırdık."

"Hatirlamaz mıyım. Aradan elli yil da geçse bu aci unutulmaz. Üç beş gün adi geçer televizyonda, asil aci anasunun yüreğundedur. Çok zoridi. Ayşe çok aci çektu." başını aşağıya eğerek kederle konuşuyordu babaannem. Kaybetmenin ne demek olduğunu en iyi o bilirdi. Dedemi de kaybetmişti birkaç ay önce.

"Babaanne," diyerek buruşmuş ellerini avuçlarımın arasına aldım. "Dedemi kaybettiğinde çok canın yanmıştır biliyorum, ben seninleyim babaanne. Ben seni bırakmam."

"Herkes bir gun birakmak zorundadur parpali." Bu yaşlı kadının ruhu, bir çocuğunki kadar rengarenk evrenlerle doluydu. İnsanları dışarıdan yargılamak çok kolaydı.

Bu kadına bakan birisi eski kafalı olduğunu söylerdi. Yüreğine bakarsanız doğru çıkarımı yapabilirdiniz. Herkesin içinde bastırılmış da olsa bir çocuk ruhu kalırdı.

"Ben çok zorlandım babaanne. Gerçekten kolay değildi. Gözlerimin önünde, kendi gözlerimle görerek kaybettim. Hâlâ dimdik ayaktayım. Metanetliydim. Ama bazen öyle bir an geliyor ki... Şöyle dönüp bakınca, her şeyde o var. Her şeyde..." dudaklarımı büzerek dolan gözlerimi tavana kaldırdım. Ağlamak istemiyordum ama istemsizce doluyordu işte.

"Ben sana boşina parpali demiyrum. Bir söz vardur lazca. "Guri-şk'imi, ar parpalişi msva şuk'u tutxu on." diya. Yani kalbum bir kelebeğun kanadi kada hassas demektur. Sen de öylesun Bade. Çok hassassun ama güçli duruyisun."

Bu kadın böyleydi işte. Beni hassaslığımla kelebek yapmıştı. Bu sefer gözyaşlarımın taşmasını engellemedim. Gözlerine bakarken sağ yanağıma bir damla yuvarlandı. Boynuna sarıldım, kokusunu çektim içime. Yanaklarını kocaman öptüm. "Seni çok seviyorum, çok."

Elleri toprak kokuyordu. Yaşlıları ve çocukları her zaman bir tık fazla sevmiştim. Babaannem de benim için değerliydi, hem de çok. Ellerinin üstü minik kahverengi yaşlılık benleriyle doluydu ve gerçekten toprak kokuyordu. Seviyordum çok onu. Hem de çok.

Babaannemle sohbet ettikten sonra üst kata çıktım. Üzerimi değiştirip günlerdir konuşmadığım babamı görüntülü aradım. Efide Balıkesir'de olduğu için onu da ayrı olarak ekledim.

Gittiğinden beri konuşmamıştık babamla. Ona teşekkür etmeliydim.

Efide anında açmıştı telefonu. Ama telefona Ulaş çıkmıştı.

Evet kuzenim Ulaş.

Sarı saçları ve ela gözleri ile tam karşımdaydı. Yakışıklıydı. Hele mimikleri ve konuştuğu zaman yanağında beliren iki küçük çukuruyla daha bir sempatik oluyordu.

"Ooo Badee!" diyerek konuşmaya başladı. "Nerelerdesin sen ya? Uzun zamandır konuşamıyoruz."

"Öyle oldu valla Ulaş Bey. Siz de hiç tenezzül edip bir mesaj atmıyorsunuz bakıyorum da."

"Doğruyu söyle! Profilimden çıkmıyorsun değil mi?" diye dalgasını sürdürdü.

"Ayıpsın Ulaş! Seni takip ediyorum tabii ki de. Başka kimi gece gündüz çevrimiçi olması için beklerim..?"

Sesli gülmüştü Ulaş.

Biz sohbet ederken babam uzun uzun çalmasına rağmen telefonu açmamıştı. Tekrar ekledim onu.

O sırada Efide geçti ekrana. "Ablaaam!" diye geldiğini belli etmişti zaten. Benim, onun çakma ilgili sesiyle beni çağırışına gülmemle devam etti. "Kurban olduğuuuum ne guzel gülüyon öyle!"

"Ya Efide aptal aptal konuşma milletin içinde!"

"Seviyoruz işte kızım seni." diyerek de atarlı giderli Adanalı gibi konuşmuştu.

Biz konuşurken arka fonda gelen bir ses şimdi daha yakından geliyordu. "Badee, kızıım! Nasılsın yavrum?" teyzemdi bu. Ekrana yaklaşıp bana uzun uzun baktı. "Oyy ne güzel görünüyorsun teyzem. Toparlamışsın sanki. Ne zaman geleceksin Edremit'e?"

"Teyzeem! İyiyim çok şükür ya. Daha Trabzon'a yeni geldim teyze, hemen gelemem Edremit'e. Siz buraya gelirsiniz." demiştim.

"İnşaAllah kızım bakalım hayırlısı. Sen kuzenlerinle konuş kuzum ben içeriye geçiyorum. Selam söyle babaannene." diyerek ekrandan kayboldu. Tekrar Efide sahalara çıkmıştı.

Babam ikinci kez de açmadı telefonu.

Belki bir işi vardır.

Bende annemi aradım onun yerine. Üçüncü çalışında açtı.

Haşır huşur seslerin içerisinden "Bade?" diyerek bana seslendi.

"Anne o ses ned-..." demişken birden şarkı çalmaya başladı.

 

"Biten sevgilerin ardından

Ağlayamam ben böyle yas tutamam

Her sözde her gözde şefkat aramam

Kırıyor kalbimi sonunda nasıl olsa"

 

Bu bizim eski pikaptı.

O cızırtılı ses buydu demek ki.

Ses giderek kısıldı. "Kızım özel bir akşam yemeğindeydik de..." biraz mahcup biraz utangaç bir şekilde konuşuyordu. "Bugün babanızla evlilik yıl dönümümüz."

23 Haziran.

Doğru ya bugün onların günüydü.

Annem hep anlatırdı bana çok güzel bir yaz günü akşamında evlendik diye.

Efide ile aynı anda "Ooooo!" tepkisini de vermiştik.

Annem telefonu bir yere doğru yaslamıştı. Ayakta durarak konuşuyordu bizimle. O sırada babam gelip bir elini beline bir elini de eliyle birleştirmişti annemin. Karşımızda dans etmeye başladılar gülerek.

"Ne kadar romantiiiiik!" diye yaz dizilerindeki sakar kız etkisiyle konuştu sevgili kız kardeşim.

"Sen köye mi çıktın?" aniden durup sormuştu sorusunu babam.

Bu kadar yılın ardından gelmiştim Maçka'ya. Belki dışarıdan biri için basit bir mesele olarak görülebilirdi. Ama benim için oldukça zor bir karar olmuştu. O kadar zorlu bir süreç geçirmiştim ki, belli bir dönem boyunca her gün psikolog terapisindeydim.

 

"Evet bugün geldim." derken buruk bir tebessümle konuşuyordum. "Hatta birkaç saat önce Vazelon'daydım."

 

"Bade seninle gurur duyuyorum kızım. Oraya tekrar gidip korkularınla yüzleşme cesaretini göstereceğini biliyordum." diyen annem parlayan gözlerle bakıyordu.

 

İkisi de beni her konuda desteklerlerdi. Babam daha sinirli ve fevri davranıyordu tabi. Laz damarı vardı. Ama annem temkinli ve daha ince düşünceli yaklaşırdı durumlara. Sonuçta psikologdu.

 

Bir de terzi kendi söküğünü dikemez derlerdi.

 

Hadi ordan!

 

"İyi ki varsın anne..." deyip babama seslendim.

 

"Baba... Özür dilerim. Ve te-teşekkür ederim. Odam çok güzel olmuş."

 

Ne kadar kırgın kalabilirdi ki bana...

 

"Benden özür dileme Bade. Sen yapacağın şeyi en iyi şekilde bilirsin. Sana her konuda güveniyorum." diyerek devam etti. "Ayrıca odana gelirsek... Hiçbir zaman gitmeyeceğini söylediğin hâlde, her gün ordaymışçasına hazırladım sana orayı."

 

Minnet ve gözyaşı dolu gözlerimle baktım ekrana. Keşke yanımda olsaydı da kocaman sarılsaydım.

 

Yarım saat daha konuştuktan sonra annemleri şarap, yemek ve müzik dolu masalarıyla baş başa bıraktım. Efide'ye de yarın iş olduğu için yatacağımı söyleyip kapattım.

 

Dudaklarıma minnet dolu tebessümümü kondurup, iyi geceler dileklerinden sonra telefonu kapattık. Arabayla ilgili sorunu babama söylemedim. Sonra aklı kalacaktı. Ben bir oto tamirci bulurdum.

 

Yarın sabah altıda kalkmam gerekiyordu. Çarşıdaki evde yedide kalkıyordum ama burada aşağıya inmek için ekstra vakit kaybedecektim. Aşağıya inip babaanneme yatacağımı söyledim. Mutfağa geçip bir bardak su aldım.

 

Odama geçtiğimde yarın giyeceğim kıyafetlerimi, takılarımı ayarladım. Cam önü yatağıma geçtim. Yattığımda gördüğüm tek şey yıldızlardı.

 

Tuhaf bir gün geçirmiştim. Aklıma Alparslan geldi. Numaramı istemişti benden. Neden buradaydı ki? Tek başına bu koca ormanda korkmuyor muydu?

 

Cam önündeki, Vazelon tarafına bakan orman manzaralı yatağıma geçip kuruldum. Yukarıya doğru itilerek açılan penceremi sonuna kadar zorlayarak açtım.

 

Ellerimi pervazda bağdaştırıp cırcır böcekleri ve baykuşların sesiyle şenlenen bu uzun çamlara baktım.

 

Etrafı seyre dalmışken Minik Serçe'nin bir şarkısını mırıldanmaya başladım.

 

 

"Unuttun mu beni, her şeyimi?

 

Sildin mi bütün izlerimi?

 

Hiç düşmedim mi aklına?

 

Hiç çalmadı mı o şar-..."

 

 

Camın altındaki bir hışırtıyla durdum. "Kim var orda?"

 

Eğilip aşağıya bakmaya başladım. Bayağı bir sarkmıştım.

 

"Kim var orda dedim!"

 

Aniden "Benim! Alparslan." diyen sesle korkudan olduğum yerde geriye atıldım.

 

Alparslan mı?

 

Ne işi vardı burada?

 

Temkinli bir şekilde tekrar pencereye yaklaştım. Göz ucuyla aşağıya baktım. "Alparslan?" dedim emin olmak istercesine. "Sen misin?"

 

"Evet." diye onayladı beni.

 

"Ne işin var burada?"

 

"Su arıyordum." dedi normal bir şekilde.

 

"Su mu? Ne suyu?"

 

"Zemzem suyu."

Ne?

 

"Düzgün cevap ver! Bir de dalga mı geçiyorsun benimle? Aynı gün içinde kaç defa daha korkutacaksın beni?" dedim kısık sesle.

 

"Susadım." Küçük bir çocuk gibi sudan bahsediyordu ama ses tonu oldukça sert ve kalındı.

 

"Sen asker değil misin? Hani matara taşımıyor muydunuz siz ya. Filmlerde hep öyle." Sorgulamadan edemedim. Özel görevde olan bir askerin komşudan su istediği nerede görülmüş?

 

"Bitti. Bu sıcakta sıkıysa sen dur bakalım durabiliyor musun." diyerek savunmasını da yapmıştı. Haklıydı yine. Hava şehre göre daha serin olsa da sıcaktı. Üstüne üstlük kalın kat kat üniforma giyiyordu bu asker adam.

 

"Bekle. Babaannem yeni uyudu duymasın seni. Ön tarafa geç ben sana veririm su."

 

Mutfaktan plastik bir şişeye soğuk su koyup kapıya çıktım sessizce. Evin köşesinde bekliyordu.

 

"Alparslan!" diye kısık sesle seslendim. Bana doğru yürümeye başladı. Üstümde askılı mor bir atlet, altımda gri bir şort vardı.

 

"Al yanında dursun. Soğuk su koydum içine." Şişeyi alırken, elindeki eldivenleri çıkartmıştı. O da neydi? Elinin üstü kabarıp, kızarmıştı.

 

"Eline ne oldu senin?" avuçlarımın içine alarak parmak uçlarımla kabaran yerlere dokundum.

 

"Bilmiyorum. Bir ot vardı yerde ona dokununca oldu. Yandı ve kaşınmaya başladı. Ne kadar keskin gözlerin var, nasıl gördün hemen."

 

"İşim bu benim. Her bulduğun şeye niye dokunuyorsun ki anlamıyorum." Bu kızarıklıkları iyi tanıyordum.

 

Isırgan otu tahriş etmişti elini.

 

"Çocuk mu azarlıyorsun bu ne ifade? Senin işin ne, dermatolog musun?"

 

"Hayır değilim," Güldürmüştü beni. "Bir nevi dedektif sayılırım yüzbaşı! Adımlarına dikkat et."

 

Şaşırmıştı.

 

"Dedektif mi?"

 

"Adli Bilim Uzmanıyım. Olay yeri inceleme, delil incelemeleri yapıyorum." diye kısa kesip eline odaklandım. "Buna ebegümeci gerekiyor. Dün pazardan aldıklarımı buraya getirmiştim. Şanslısın. Bir dakika bekle geliyorum."

 

İçeriye geçip buzdolabından ebegümecinden bir demet aldım. Kapıya geldiğimde bıraktığım gibi sorgulayıcı bir ifade ile beni bekliyordu. Elini tekrar avuçlarımın içine alıp ebegümecini üstünde ovalayarak gezdirdim.

 

"Bitkilerle aran iyi görünüyor. Gerçekten de acısı geçti."

 

"Hem işim gereği hem de hobi gereği ilgileniyorum bitkilerle. Merak ettiğim her şeyi mikroskop ile incelemeyi seviyorum." Bitkilerden edindiğim bilgilerle dolu bir defterim bile vardı. Ama ona bundan bahsetmedim.

 

"Doğada her şey panzehiri ile birlikte bulunur. Isırgan otunun verdiği tahrişi ve kızarıklığı ebegümeci sönümler. Aklında bulunsun bir daha dokunma bilmediğin otlara."

 

"Emredersiniz dedektif hanım! Neyse ben gideyim. Teşekkür ederim su için." Şişeyi havaya kaldırarak söylemişti. Aklına gelen yeni bir şeyle tekrar konuştu. "Bunun için de teşekkür ederim." Bu sefer de elini kaldırdı.

 

"Dikkatli ol! Böyle kızmama bakma sen, bir şey olursa falan yazabilirsin." Her zaman böyleydim ben. Ne kadar kızsam da içimdeki merhamet ve empati duygusu hep ağır basıyordu.

 

Asker olmak da zordu.

 

"Teşekkürler Bade. Rahatsızlık verdim bu saatte de kusura bakma. İyi geceler." diyerek gözden kayboldu.

 

O an aklıma bir soru takıldı. Bu adam F16 pilotuyum demişti. Peki bir pilotun karada ne işi vardı? Kendi sorunlarım ile öyle meşguldüm ki bunu bile sorgulamamışım o an.

 

"Neyse ne! Beni ne ilgilendirir." Eve geçtim. Saat çok geç olmuştu. Daha fazla vakit kaybetmeden uyudum.

 

Yarın özel bir gündü.

 

 

~*~

 

 

24.06.2024

İstihbarat bilgileri paylaşılır paylaşılmaz görev yerlerimize tayin edilmiş ve aynı gün göreve başlamıştık. Yalım ile Sabiha sınırda savunma hattındaydılar. Tuğrul ile Korkut da sınıra gitmiş ama savaş anında müdahalede bulunacakları için şu an yüksek uçuşta İHA onayını bekliyorlardı.

Geceyi ormanda, nöbette geçirmiştim. Askeriyeye birkaç saat önce geldim ve dinlenmek için odama geçtim. Bugün Piton timi nöbet tutacaktı.

Katıldığım JTAC görevinde ilk gün tek başımaydım. Bu bir proje göreviydi. Uzun soluklu bir beraberlik bizi bekliyordu. Asıl eğlence keşiflerden sonra başlayacaktı.

Yatağa uzanıp bedenimi dinlendiriyorken telefonum çalmaya başladı. Zaten sayılı kişi olan rehberimden beni kim arayabilirdi ki?

Tuğrul arıyordu. Ona numaramı verdiğimi bile unutmuştum. Daha fazla bekletmeden açtım.

"N'aber Balatürk!" Arka fondan gelen gürültüler bir yana, bağırarak konuşuyordu.

"O ses nedir lan! Arkadaki ses yetmiyormuş gibi bir de götünü yırtarak konuşuyorsun. Yeni geldim, yorgunum kısa kes." diyerek telefonu hoparlöre aldım.

"Ne yaptın sanki oğlum. Benim gibi uçak mı uçurdun? Hem de Korkut ile!"

Korkut ile göklerde astrolojik tahminler yapmışlardır.

"Allah yardımcın olsun kardeş. İyi kafa ütülemiştir." dedim ona acıdığımı belli eden bir ses tonuyla.

"Ben böyleysem Sabiha'yı tahmin edemiyorum. Umarım kendini helikopterden atmamıştır. Var mı hareketlilik ne yaptın?" hâl hatır sormak için aramıştı belli ki. Görevi de merak ediyordu.

"Şu anlık yok gibi duruyor. Eski bir manastır vardı harabe şeklinde. Orayı inceledim biraz. Oğlum karacılık zor be. Mis gibi ferah gökyüzü varken... Boşuna havacılarla karacılar ters düşmüyormuş."

"Ne sandın Balatürk. Her şey senin havadan bir tuşa basıp ortalığı ateşe vermen kadar kolay mı? Sürün biraz." Bunun da götü rahattaydı tabi dalgasını geçiyordu.

"Seni de görürüz Tuğrul, seni de görürüz." diye mânâlı bir şekilde konuşup, "Hadi kapatıyorum ben." diyerek de sohbeti sonlandırmak adına devam ettim.

"Tamamdır Alparslan. Hadi kolay gelsin!"

"Eyvallah." Telefonu kapattıktan sonra ellerimi ensemde bağdaştırıp göz kapaklarımı dinlendirmeye başladım.

Tuğrul iyi çocuktu. Arayıp soruyordu sağ olsun.

Dinlenirken aklıma Bade geldi. Kızı manastırda çok korkutmuştum. Üstüne de Osmanlı tokadını yemiştim. Tuhaf kadındı. Çok acı çekmişe benziyordu. Yoksa bir insan bu kadar fazla tepki vermezdi bence. Hem ne demişti;

"Se-sen... benim hayatımdan alınan ve bana arta kalan kabus gibi duyguları bilmiyorsun. Ko-korkuyordum ben..." bu kızı bu kadar korkutan şey neydi acaba?

Neyse ki bir kaza olmadan geceyi geçirmiştim. Elim çok feci kaşınıyordu şu siktiğimin otu yüzünden, bir de eldiven takmak zorundaydım. Ama o kadın beni bu sıkıntıdan kurtarmıştı. Üstüne azar da çekmişti.

Düşüncelerimin içinde kaybolurken dalıp gittiğimi anlamamıştım.

Sözde gözlerimi dinlendirecektim ama üç saat kesintisiz uyuyakalmıştım.

Odamın kapısının sert bir şekilde çalınışıyla yataktan doğruldum. "Gir!"

"Komutanım, Sanlı Albay'ım sizi odasına çağırıyor."

"Tamam geliyorum." Dolabımdan üniformamı alıp hızla giydim. Aynadan saçlarımı düzeltip odadan çıktım. Koridorda yürürken askerlerin gözü hep üzerimdeydi. Havacılar karacılarla anlaşamaz diyorlardı, ben içlerinde kalıyordum. Düşüncelerimin tezatlığına güldüm.

Umarım deli damgası yemezdim.

Kapının önüne geldiğimde üstüme son bir çeki düzen verdim. Boğazımı temizleyip kapıyı üç kere tıkladım. İçeriden Sanlı Albay'ın "Gir." diyen sesini duyunca kapıyı yavaşça açarak odaya geçtim.

"Komutanım beni çağırmışsınız."

"Evet Alparslan. Geç otur." Masanın önündeki deri koltuğa oturdum. "Bir sorun mu var komutanım?"

"Az önce İHA görüntüleri geldi. Nöbet tuttuğun bölgede hareketlenmeler olduğundan emindik zaten. Şu harabe manastırın olduğu yerden çıktığı görüntülendi Tepegöz'ün. Kapıya çıkıp etrafta dolanmış. Sonra tekrar içeriye geçmiş ve o zamandan beri görünmüyor." dedikten sonra önündeki bilgisayar ekranını bana doğru çevirdi. Ve devam etti.

"En son oradaymışlar. Bugün Piton timi ile oraya gideceksiniz. Sığınağın girişini bulup içeride herhangi bir delil bırakmışlar mı öğreneceksiniz. Etrafı kapatıp, çevrenin güvenlik önlemlerini sağlaması için Efe Ergin'in başında olduğu bir grup jandarma ekibini oraya sevk edeceğiz."

Bu geceyi Vazelon'da geçirmiştim zaten. Giriş katında otların arasında birkaç sigara izmariti görmüştüm. Daha da iç kısma geçip etrafı inceleyecekken yukarıdan gelen bir sesle adımlarımı geri çevirmiştim. Aşağıdan yukarıya baktığımda taşların üstünde oturmuş, ayaklarını aşağıya sarkıtan bir kadın vardı.

Sessizce geri dönüp üst kata çıkmaya başlamıştım. Arkasından yaklaşıp, ses çıkarmasın diye ağzını kapattığımda kendini savunmak için ayağıyla malum yerime vurunca istemsizce ben bağırmıştım.

Bade ile kötü bir başlangıç yapmış olsak da, sonrasında anlam veremediğim bir his ona güvenebileceğimi düşündürmüştü.

Bu kız anlık korkusuyla gelen savunmasızlıkla alnını göğsüme yaslayarak hüngür hüngür ağlamıştı.

İHA görüntülerinden yerdeki karıncayı bile görebiliyor olsak da manastırın iç kısmını göremezdik. Tarihi eser olduğu için en az zarar ile inceleme yapmalıydık. Ama zorda kalırsak mecburen önceliğimiz tarihi eser değil, vatanı bir hainden korumak olmalıydı.

"Saat kaçta başlayacağız komutanım?"

"İki saate hazır ol."

"Tamamdır komutanım." Asker selamı verip odadan çıktım.

Tepegöz denen o it, aynı yere yedi yıl sonra tekrar gelmişti. Köylünün arasına, Vazelon'a sığınak kurmuşlardı. Tehlikeliydi.

Bade'ye oraya geç saatte gitmemesi gerektiğini söylemiştim ama gündüz gelme diye bir açıklama yapmamıştım. Aklıma direkt o gelmişti.

Arayıp bu konu hakkında bilgilendirmeliydim.

Askeriyedeki odama geçtiğimde masanın üstündeki telefonumu alıp isminin üstüne dokundum.

Dedektif

Birkaç saniye sonra hemen telefon açıldı.

"Alo?" diyen sesi oldukça sakin ve kısıktı.

"Kusura bakma rahatsız ettim. Müsait misin?"

"Alparslan sen misin?" beni kaydetmemiş miydi bu kadın?

"Dün telefonumu almamış mıydın?"

"Yok düşündüğün gibi değil. Kaydettim numaranı. Balistik bir inceleme yapıyordum, kimin aradığına bakmadan açtım o yüzden."

"Kısa bir şey soraca-..." derken o konuşmaya başladı.

"Ben de seni arayacaktım. Dün arabam bir arıza vermişti ya, onun için oto tamirci arıyorum. Ben bilmediğim için sana soracaktım. Bildiğin, güvendiğin bir tamirci var mı?"

Ben de burada yaşamıyordum ki. Nereden bilebilirdim? Ama bu kadın gecenin yarısı bana sıcak yatağından kalkıp su vermişti. Üstüne de eldivenin içinde kaşıntıdan kabaran elimi iyileştirmişti. Bildiğim bir tamirci olmasa da yalan söyledim.

"Evet var. Yardımcı olurum. Çok vaktim yok kısa bir şey söyleyeceğim. Sadece sana söylüyorum. Dikkatli ol diye." diyerek vurguyla devam ettim. "Şu Vazelon ve çevresine çok fazla gitme. Tehlike var demiştim ama ciddi bir tehlike var artık. Panik yapma ama. Ayrıca etraftaki kişilere çok fazla dillendirme bu konuyu. Tanıdığın falan varsa, sadece uyar yeter."

Umarım yanlış anlamazdı. Tanışalı şurada bir gün olmuştu. Kadından yılışık damgası yememeliydim.

"Ta-tamam da... ne tehlikesi bu böyle?" Sesi titremişti.

"Sen söylediklerime dikkat et yeter." Tam kapatacakken "Ha bir de şu arabayı, müsait olunca ben sana haber veririm götürürüz tamirciye. Şimdi göreve gitmem gerekiyor iyi günler." diyerek telefonu kapattım.

Bu kadınla konuşmak niye böyle boğucu bir his veriyordu ki?

Zaten birkaç güne görevin buradaki kısmı biter, sınıra geçerdik. Kısa süreli buradaydım. O yüzden fazla kurcalamadan hazırlanmaya başladım.

 

 

~*~

 

 

 

Jandarma Kriminal Binası'ndaki laboratuvarımda balistik incelemesi yaparken aramıştı Alparslan. Şu an hemen yan bahçede yer alan askeriyede olmalıydı. Tanıştığımızdan ve buraya yerleştiğimden beri bana en çok yardımcı olan kişi oydu.

 

Şimdi de aracımın şu sıkıntısını gidermek için yardım edeceğini söylemişti.

 

Bir Adli Bilim uzmanı olarak jandarmadaki askeri incelemelerde görev alıyordum. Bugün de baş komutan, bizim evin üstündeki arazide özel bir timin inceleme yapacaklarını ve bunun için bir olay yeri inceleme ekibine ihtiyaç duyduklarını söylemişti.

 

İşimde başarılı bir uzman olduğum için beni de ekibe katmıştı İbrahim Komutan. Ekip önden gidecekti. Benim uğramam gereken birkaç yer vardı o yüzden üç saat kadar sonra oraya gidecektim.

 

Ekip hazırlanmış, özel araca binerken ben kendi arabama binip Uzun Sokak'a gitmek için yola koyuldum. Almam gereken birkaç malzeme vardı.

 

Uzun Sokak'a vardığımda gürültülü ve iğne atsan yere düşmez adlı deyimin cuk diye oturduğu bu sokakta, zorlukla pasaja girip parafin satan dükkanı aramaya başladım. İş yerindeki yakın arkadaşım olan Kübra, ancak burada aradığım şeyi bulabileceğimi söylemişti bana. Benim aksime o uzun yıllardır bu memlekette çalıştığı için daha iyi biliyordu her yeri.

 

Pasajı tavaf edip hemen hemen her dükkana kendimi atarak sorumu sormuştum. Uzunca bir süre dolandıktan sonra, umutsuz ve yorgun halimle son dükkana da girdim. "Kolay gelsin amca!" diyerek adımlarımı tezgahın önünde sabitledim. "Buyur kizim, ne aradun?" diyen sesi çok tonton çıkmıştı.

 

"Her yeri dolaştım ama bir türlü bulamadım amca. Parafin kalıp arıyorum." derken içimdeki nefesi tükenmişlikle vermiştim. "Son dükkan burası. Var de n'olur?"

 

Amca bu halime bakıp sesli bir şekilde güldü. "Vardur vardur. Bekleyesun beni." diyerek tezgahın yanındaki başka bir kapıdan içeri geçip gözden kayboldu. Oradan bakınca Allah bilir nasıl görünüyordum.

 

Birkaç dakika sonra elinde, yaklaşık bir buçuk saattir aradığım parafin kalıpları görünce "Oh çok şükür ya. Çok sağ ol amca." diyerek kavuşmuş olmanın rahatlığıyla gülümseyerek ellerimi kalıplara uzattım. "Amca sen bana biraz fazla ver. Ben her zaman buraya gidip gelemem, uzak kalıyor bu taraf bana." dediğimde, amca "Tamamdur, biraz daha bekleyecesun o vakit." diyerek tekrar içeriye geçmişti.

 

Köyde kaldığım süreçte canım sıkıldığı için İstanbul'da yaptığım gibi hobilerimle ilgilenmeye karar vermiştim. Tabi İstanbul gibi bir yerden malzeme bulmak çok daha kolaydı. Zaten buradaki malzemeler de İstanbul'dan geliyordu.

 

İstanbul'dan gelen malzemeler burada, üstüne yol parası eklenerek daha da pahalı satılıyordu. Yıllardır aldığım şeyleri burada daha fazla para vererek almak kötü hissettiriyordu.

 

Parafinlerin parasını ödeyip dükkandan çıktığımda, bu hobi malzemelerini bir dahakine annemler İstanbul'dan gelirken onlara getirmesini söyleyecektim.

 

Bu tonton amcanın dükkanından çıktıktan sonra, son olarak aktara gidip doğal esanslardan birkaç tane aldım. Bir tane çikolatalı, bir tane güllü ve bir tane de vanilyalı.

 

Pasajdan çıkıp etraftaki değişik vitrinlerle bakışırken gözüme bir kitapçı çarptı. Ve raflarda gördüğüm bir kitap...

 

Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanı.

 

O sene birbirimize söz vermiştik. Eğer İstanbul'a gidersek, bir sonraki yaza kadar olan süreçte bu kitabı okuyacaktık. Sonraki yazda da bu kitap hakkında tartışmalar, yorumlar yapıp sohbetler edecektik.

 

Ama olmadı.

 

Edemedik.

 

Kitapçıya girip kitabı satın aldım. Sonra arabama binerek navigasyonu Maçka rotasında ayarladım.

 

Geç saatte uğrayamayacağım için ilk olarak Eren'in mezarına gittim. Köyde, bizim evimizin az yukarısındaydı Erenler'in evi. Ve mezarı da evlerinin önündeydi.

 

Arabamı yolun kenarına park edip Ayşe teyzemlerin kapısına doğru yürümeye başladım. Ne çok oyun oynamıştık burada. Ne çok sohbet etmiştik.

 

Kapıyı çaldım. "Kimsun?" diyen sesle birlikte içim cızladı. "Bade..." dedim sessizce.

 

Hemen açıldı bu tahta, menteşeleri paslanmış kapı. Karşımdaki Ayşe teyzem kesinlikle ilk bıraktığım gibi olmayan, omuzları çökmüş, o zamanlara göre haylice zayıflamış bir kadına dönüşmüştü.

 

"Bade?" Çok şaşırmıştı. Boyu benden kısa olmasına rağmen uzanıp, buruşmuş elleriyle yüzüme dokunmaya başladı. İnanamamış gibiydi.

 

"Benim Ayşe teyze. Ben geldim. Çok uzun zaman oldu ama geldim." diyerek ellerini öptüm ve boynuna sarıldım.

 

"Oy... Eren'imun bir tanecuk arkadaşi gelmuş. Bade kizum gelmuş." Ağlamaya başladı. Bu kadın oğlunu kaybetmişti. Bu kadın 15 yaşındaki canını, oğlunu kaybetmişti.

 

Gencecik bir delikanlıydı Eren. Sapsarı saçları vardı. Daha okuyordu. 15 yaşındaydı ya. Bir şerefsizin, bir vatan haininin, bir kansızın tek bir kurşunuyla sönmüştü bu çocuğun hayatı.

 

Ben bile böylesine acı çekmişken, dile kolay yedi yıl boyunca buraya ayak basmaya cesaret edememişken, bu kadın nasıl dayanıyordu? Her gün bu kapıya çıktığında gözlerinin önüne gelmiyor muydu o an?

 

"Ayşe teyzem... Canım... Özür dilerim, çok özür dilerim. Gelemedim. Gelmeye cesaret edemedim. Ama artık, bundan sonra hep buradayım. Belki Eren'in açtığı o boşluğu dolduramam, ama elimden ne geliyorsa yapacağım." Teselliye ihtiyacı vardı bu kadının.

 

"Hoş geldun kizum. Ne kada büyümişsun. MaşaAllah." diyerek avuç içleriyle yanağındaki yaşları silip devam etti. "Burada mi kaliyisun kizum. Ne zaman geldun?"

 

"Bayağı oldu geleli Ayşe teyze. Hafta sonları buradayım. Hafta içi de genelde burada kalıyorum. Sık sık gelirim artık. Sevde ablam nerede?"

 

"Sevde hastanededur, fizyoterapist okiydi bilirsun sen. Otur çay demleyelum, hasret giderelum kizum."

 

"Yok Ayşe teyze." Vazelon'da araştırma yapıldığını kadına söyleyemezdim. Zaten oğlunu kaybetmişti. Hâlâ tehlikenin sürdüğünü bilirse kötü olabilirdi. "Eve geçeceğim ben şimdi. Eren'in mezarına da bir uğrayayım. Sonra yine geleceğim tamam mı Ayşe teyzem?"

 

"Bir dahakine daha iyi oturup sohbet ederuz."

 

"Ben şimdi kalkayım. Kendine çok iyi bak olur mu? Yine geleceğim dediğim gibi."

 

"Tamamdur kizum. Haber edersun yine. Hayde Allah'a emanet olasun." Son kez sarıldım ve Eren'in mezarına geçtim.

 

Mermer kabirin taşına oturdum. Mezarının üstü al bayrağımızla örtülüydü. Şehitti o. Mermerin etrafı anı eşyalarıyla doluydu. İsminin yazılı olduğu taşa Eren'in çocukluk resmi yaslıydı. Parmak uçlarımı resminin üzerinde gezdirdim.

 

“Erenciğim... Benim, Bade.” Onunla böyle konuşmak çok, çok can yakıcıydı. “Hatırlıyor musun beni? Bademini?” Gözümden kayıp dudağıma akan yaşı elimin tersiyle sildim. “Eğer hatırlamazsan kırılmam. 7 yıl... 7 yıl boyunca gelememek, seni yalnız bırakmak benim hatam. Özür dilerim.” Kendimi dinginlemem gerekiyordu. Metanetimi kuşanmaya çalıştım. “Ama sakın merak etme, artık buradayım. Bir yere gitmeyeceğim. Söz veriyorum.”

 

Son kez gözlerimden akan yaşlar toprağın üstüne düşüyordu. Kalbim çok acıyordu.

 

“Eren... İyi ki varsın! İyi ki var oldun. İyi ki seni tanıdım ve iyi ki varlığınla tanıştım. Yokluğuna alışmak mümkün değil. Ama bil istiyorum. Sen varken de yokken de iyi ki varsın. Seni çok seviyorum. Ve sevmeye devam edeceğim.” diyerek daha fazla dayanamadım ve arabama geçip eve gitmek için yola koyuldum.

 

Ama aklımda ve kalbimde tek bir söz geçiyordu.

 

İyi ki varsın Eren...

 

 

 

🕯️🗝️

 

 

🔏 Her şey tam vaktine kadar düşünülerek hazırlandı bu kurguda. Burçlar, doğum saatleri, tipler, her şey...

Bu arada! Mandalina kolonyasını deneyin çok güzel bi koku. 😜 (Reklam gibi olmasın ama Watsons'ın Mandalina Kolonyası muhteşem bence)

İyi ki varsınız 💚

Sizi çok seviyorum!

Sağlıcakla kalın! 🍃

Loading...
0%