Yeni Üyelik
6.
Bölüm

4.Bölüm: Yağmur

@balsa

 

 

“Çokça yağmur yağsa,

 

 

temizlenir mi şu kirli dünya?”

 

 

 

-ÖZDEMİR ASAF-

 

 

 

​​

 

 

🕯️🗝️

 

 

 

 

YAĞMUR KOKUSU:

 

 

Karadeniz’in efkarlı havasıdır.

 

 

Bir de sis yere çöktü mü, tadından geçilmez.

 

Hayatta her insan özeldir. Kimin içinde ne duygularla savaş verdiğini bilemezsiniz. Kimisi acısını gülerek bastırır, kimisi ise ağlayarak dışa vurur. Ben yaşadıklarımı içime atan, ne olursa olsun metanetli durmaya çalışan bir kızdım. Duygusaldım. İnkar edilemezdi bu. Ama duygusal olmak, aşırı empatik bir insan olmak; her dakika ağlamak veya güçsüz olmak değildir.

Her yaşanılan duygu bir deneyimdir. Benim yedi yıl önce öğrendiğim duygu şehit verme duygusuydu. Acısını içimde bastırıyor ama bu yüzden de hep bir tık yorgun kalıyordum.

Eren’in mezarından geldiğimde bitkin ve tükenmiş hissediyordum. Arabadaki poşetleri eve bırakıp her zamanki yoldan Vazelon’a çıktım. İş kıyafetim, özel olay yeri inceleme aracının içindeydi. O yüzden vakit kaybetmeden direkt buraya gelmiştim.

Harabenin önüne vardığımda bizim ekibimizin dışında, özel harekat timi de karşımda duruyordu. Onların da geleceğini bilmiyordum. Ayrıca içlerinde, Ferdi Komutan’ın mezarına gittiğimde karşılaştığım şu asker de vardı. Adı Efe’ydi galiba. Etrafta yayılmış hâlde duruyorlardı. Güvenlik amaçlı burada olmalıydılar.

Benim ekip arkadaşım olan Kübra, bana doğru ilerlerken asıl konuştuğu kişi diğer ekip arkadaşları ve İbrahim Komutan’dı.

“Hah Bade de geldi. Şimdi başlayabiliriz.” Sonra bana dönerek ekledi. “Biz de seni bekliyorduk Bade. Tam vaktinde geldin. Araca geçip kıyafetlerini giy ve hemen gel hadi.” Eğilip fısıltıyla devam etti. “İbrahim Komutan bugün fazla sinirli.”

İbrahim Komutan ne zaman sinirli değildi ki?

Araca geçerek özel, beyaz tulumumu giydim. Eldivenleri de elime geçirip araçtan indim. Gerekli aletler ve paketler bölgeye taşınmıştı zaten.

Bu işi seviyordum. Ne kadar yorgun olursam olayım bu eldivenleri ve bu tulumu giydiğim zaman içimdeki çocuksu ruhum kıpır kıpır oluyordu. Laboratuvarda mikroskopla analiz yaparken de kafamdaki düşünceleri birkaç saatliğine unutabiliyordum.

Olduğum yerde vücudumu dikleştirip, Müfettiş Gadget gibi “İşte yardım geliyoor!” dedim kendime. Ve Vazelon’un giriş kısmında beni bekleyen ekibin yanına doğru adımlarımı yönlendirdim.

Biz 5 kişilik bir ekip olmuştuk. Ben, Kübra, Fatih, Miyase ve Celil. Ekipteki arkadaşlarımın hepsiyle, şu kısa önce işe başlamış olmama rağmen, gâyet iyi anlaşıyordum.

Kübra en yakın olduğum arkadaşımdı. Siyah, koyu kumral, beline gelen saçları vardı. Bal köpüğü gözler, benden bir karış kadar daha fazla boyuyla tam bir manken gibiydi. Miyase daha da uzun boyluydu bizden. Çenesinin hizasındaki kıvırcık, sarı saçları ve mavi boncuk gözleriyle çıtı pıtı bir kız gibi görünüyordu. Etrafındakileri etkilemeyi iyi biliyordu. Onu da çok seviyordum ama yaşıt olarak da olsa gerek, Kübra ile daha samimiydik. Miyase benden bir yaş küçüktü çünkü.

Fatih ve Celil ayrılmaz ikililerdi. Fatih benden bir yaş büyüktü. Bence yakışıklı değildi ama sempatikti. En çok o güldürüyordu bizi inceleme yaparken. Celil oldukça yakışıklı bir adamdı. Yan yanayken omuzlarından bile aşağıda kalıyordum. Tabii ben de kısaydım ama o da fazla uzundu bence.

Alparslan gibi diye geçirdim içimden. Sonuçta adam havacıydı. Özel eğitimlerden geçip düzenli spor yapıyordur.

O gün aklıma geldi.

Anlık duygu boşalması yaşadıktan sonra alnımı göğsüne yaslamıştım. O anı düşününce ortada küçücük kalmış bir şekilde omuzları ile siperdi bana. Bu adam çok değişikti. Birkaç gün içinde fazla tesadüfi karşılaşmalar yapmıştık.

Bu düşüncelerden arınmam gerekiyordu. Kendimi toparlayıp derin bir nefes çektim içime. Gözlerimi kapattım. Öyle güzeldi ki her şey. Öylesine özlemiştim ki burayı, Karadeniz’i. Neden bu kadar buraya aitmiş gibi hissediyordum? Nedenini bilemediğim bir aitlik hissi vardı göğsümde. Ağaçlar, kuş sesleri, cırcır böcekleri, kelebekler, çiçekler, doğanın o ruhu... Tarifsiz bir duyguydu bu. Gözlerimi açarak tamam dedim kendime. Ve manastıra doğru adımlarımı attım.

Vakit kaybetmeden etraftaki bulguları incelemeye başladık. Yerde birçok sigara izmariti vardı. Ekip çantasından plastik torba alıp izmaritleri içine koydum.

İzmaritleri toplarken çimenlerin arasında yaklaşık 43 numara kalıbında ayakkabı izleriyle karşılaştım. Eğilip, içeriye doğru devam eden ayak izlerini takip ettim. Dikkatle inceleyerek ilerlerken, küçük bir oyuğun önünde durdum. İzler bundan sonra yoktu. “Bu oyuğun içine doğru ilerlemiş gibi görünüyor bu kişi her kimse.”

Arkamdan beni takip eden Kübra da söylediklerimi onaylayarak “İbrahim Komutan’a söyleyelim. İçeriye biz girmeyelim, buraya gönderilen şu dışarıdaki yakışıklı özel harekat timi üyeleri girsin.” demişti.

İşaret parmağımı dudaklarımın üstüne getirerek sus anlamında uyardım. Zaten kapının önündelerdi. Duyarlarsa rezil olacaktık. “Komutanı çağırır mısın Kübra?” diyerek kapıyı gösterdim.

Dışarıya çıkıp komutanı çağırdı. İbrahim Komutan içeriye girdiğinde ben konuşmaya başladım. “Komutanım sigara izmaritlerini paketleyip araca koydurdum. Çimenlerin arasından buraya kadar gelen ayak izlerine rastladım. Bu oyuğun önünde bitiyorlar. Bundan sonrasını tim halletsin diyeceğim ama bu oyuğun girişi çok dar. Onların kalıpları buraya sığmaz.”

“Seni riske atamayız Bade. Eğer bunu kastediyorsan unut. Sizin işiniz bu kadar. Bittiyse toparlanın.” diyerek, sözümü tam anlamıyla bitiremeden kestirip atmıştı. Bunun üstüne söz söyleyemezdim. “Peki komutanım.” dedim ve dışarıya çıkarak araca yürümeye başladım.

Çıkarttığım tek kullanımlık tulum ve eldivenleri aracın içine koydum. Kısa bir inceleme için buradaydık. Askeriyeden alınan emirle birlikte özel harekat ekibinin önderliğinde buraya gelmiştik.

Aslında oyuğun içine bakabilseydim daha fazla ipucu veya önemli bilgiler bulabilirdik.

Araçtan inip kapısını kapatacakken hemen kaputun sağ tarafında gördüğüm kişiyle durdum.

Alparslan’dı bu.

Yanındaki başka bir askerle oldukça hararetli konuşuyorlardı. İstemeden kulak misafiri oldum.

Ya da isteyerek.

“... vermeden içeriye girilemez mi?”

“En son bulundukları yer burası. İçeride belki de tünel vardır. Mecburen yapmak zorundayız.”

Vazelon tarihi bir yapı olduğu için zarar vermeden içeriye girmenin yollarını arıyor olmalılardı. Biraz daha burada durursam yanlış anlayabilirlerdi. Araçtan inip kapıyı bilerek sertçe kapattım. Sonra yeni fark ediyormuş gibi rol yaptım. “Aa Alparslan?” diye şaşkın bir bakış attım.

“Bade?” diyerek o da en az benim kadar şaşkındı.

Ama gerçek şaşkınlık.

“Senin burada ne işin var?” dediğindeyse gözlerimi kısarak kısa bir bakış attım.

Buralar benim yerim asıl senin ne işin var?

“Evim zaten hemen aşağıda.” derken ellerimi aşağıyı gösterir şeklide uzatıp, “Ayrıca görevimi yapıyordum.” diye de önceki sohbetimizden bir kesite vurgu yaptım.

“Görevin burada mı?” o da işaret parmağı ile yeri gösterdi. Cevap vermemi beklemeden “Bak Bade! Sana anlattığ-“ diyecekken sözünü kestim.

“Alparslan! Dün bir bugün iki. Ben senin emir kipiyle konuşabileceğin birisi değilim.” Zaten yeteri kadar sıkıntım vardı başımda. Kimsenin bana emir vermesinden, yapacağım şeylere karışmasından hoşlanmıyordum.

Girişi göstererek “Oradaki delillerin incelenmesi gerekiyordu ve ben de bunun için buradayım. Bu olayın bu köyden çabucak defolması için elimden gelen her şeyi de yapmaya hazırım.” Borçluydum bunu. En azından Eren’e borçluydum.

Söylediklerime cevap vermek için ağzını açmıştı ki İbrahim Komutan onu yanına çağırdı. Askeriyeyle bütün olduğumuz için askerleri de tanıyordu komutanım.

Başını çevirip bir çağrıldığı yere bir de bana bakarak adımlarını komutandan yana yönlendirmeye başladı.

Hiçbir şey söylemeden, söyleyemeden uzaklaştı.

Ben söyleyeceklerimi söylemiştim. Bir cevap beklemiyordum zaten. Kıyafetlerimi de çıkarmıştım. Komutanım işimizin bittiğini söyleyerek bize olay yerinden toparlanmamız hususunda emir vermişti.

Ben de denilenleri yapıp eve geçmek üzere komutanımdan izin almak için yanına geçtim. “Komutanım bizim buradaki işimiz bittiğinde göre, izninizle eve geçebilir miyim?”

“Tabi Bade. Geçebilirsin.” dediğinde, ben arkamı dönüp giderken aniden bana seslendi. “Bade! Bir dakika bekle.”

Yanından ayrılan Efe komutana baktım. Kulağına bir şeyler söyleyip geri çekilmişti.

“Buyrun komutanım.” dedim sakince.

“Diğer ekip üyeleri, işiniz bittiyse araca geçin.” diye bizim ekibe emir verdikten sonra devam etti. “Bade seninle ufak bir işimiz daha var. Tulumunu giymene gerek yok. Araçtan eldiven, plastik paket, büyüteç ve olay yeri parmak izi fırçasıyla tozunu al ve girişe gel.”

Aniden bir fikir değişikliği yapmıştı. Durduk yere beni tekrar neden çağırmıştı ki?

Dediklerini yaparak malzemeleri alarak peşine takıldım. Vazelon’un bu girişinde yer alan oyuğun önünde durduk. İbrahim Komutan, Alparslan ve ben.

Alparslan eline büyük bir balyoz alarak oyuğun etrafındaki taşlara hızlıca vurdu. Tekrar tekrar sert bir şekilde taşları kırmaya devam ediyordu. Askeri üniformanın içerisinde, yapılı vücudu, geniş omuzları ile oldukça dikkat çekiciydi.

“Komutanım, tarihi bir manastır burası. Zarar vermeniz yasak değil mi? Ben neden buradayım?” dedim dayanamayarak.

“Normal şartlar altında yasak Bade ama söz konusu vatansa, hainleri yakalamaksa bunun pek de geçerli olduğu söylenemez. Ayrıca sen içeriye girmek istediğini söylemedin mi?”

“Evet söyledim komutanım da, aniden fikir değiştirdiniz merak ettim.”

“İçeride delik bırakmış olabilirler. Tünel varsa çıkışları bilmeliyiz. Alparslan içeriye girecek ama delil toplaması gereken kişi sensin. Bu konulardaki uzmanlığın benim için değerli. O yüzden direkt seni seçtim. Şimdi vakit kaybetmeden Alparslan ile içeriye girin.”

Beni seçme nedenini anlamıştım. Başarılı, oldukça titiz çalışan, işe başladığım zaman gözüm o yapacağım işten başka şey görmez şekilde çalışırdım. Ama Alparslan da buradaydı. Daha fazla soru sormadım. “Peki, komutanım.” diyerek bir adım attım oyuğa doğru.

“Dur!” diyen onun sesiyle durdum. “Şimdilik dışarıda dur. İşim bitsin, bir kırayım şurayı. Çağırınca gelirsin.” Emir vermeyi fazla seviyordu. Ama bilmediği bir şey vardı. Benim en nefret ettiğim şeylerin başında emir kipiyle konuşulması, yapacağım işi başkasının bana söylemesiydi. Fazla inatçı davranışlarım yoktu ama bu emir verme işi benim sinirlerimi hoplatıyordu. Ama söyleyecek pek bir şeyim yoktu. Çünkü komutana cevap verilemezdi. Yani Alparslan’a verilirdi ama İbrahim Komutan da burada olduğu için inatlaşamazdım.

Durdum. Attığım o bir adımı geri adım atarak sıfırladım. Ama dışarıya çıkmadım. Bakışlarını bana değdirdi ama bir şey söylemedi. Çene kasları o günkü gibi belirgindi. Kırmaya devam etti.

“Benim askeriyeye dönmem gerekiyor. Sen araştırma işini yaptıktan sonra numuneleri Alparslan’a teslim et Bade. O aşağıya inecek zaten. Sen de direkt evine geçersin.” Bana dönüp sözlerini bitirdikten sonra Alparslan’a döndü İbrahim Komutan. “Bir asker olarak Bade’ye dikkat etmeni söylememe gerek yok herhalde Balatürk. Bir şey olursa senden bilirim.”

“Şüpheniz olmasın.” diye kısa bir cevap verdi Alparslan.

Komutanım yanımızdan ayrıldığı gibi ona döndüm. “Sen hep böyle emir mi verirsin?”

Elindeki balyozu kenara koydu. Sanki hiçbir şey söylememişim gibi, “Önden ben geçiyorum. Kontrol edince seslenirim, gelirsin.” dedi. İkinci nefret ettiğim şey; umursanmamak.

Zor sinirleniyordum. Ama bu adam beni gıcık ediyordu. Sakin kalmak için gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Emredersiniz komutanım.” diyerek köşede beklemeye başladım. Birkaç gündür denk geliyor olabilirdik ama nasılsa gidici, uğraşmaya gerek yok diyerek sustum.

O da bu hareketimle birlikte bana kısa bir bakış atıp tekrar oyuğa döndü. Koca cüssesi genişlettiği bu oyuğa bile zorla sığıp geçmişti. Elinde ufak bir fenerle içeriye girmişti. Yaklaşık üç ya da dört dakika süren sessizliğin ardından, “Bade! Dikkatlice içeriye adımını at.” diyen sesiyle bu tarihi duvarlardan ekosunu duyarak ilerledim.

Zayıftım. Babaannemin abarttığı kadar zafiyet derecesinde değildim ama zayıftım. İçeriye kısa bir bakış attım. Karanlıkta pek bir şey görünmüyordu. Sonra sağ ayağımı dikkatlice içeriye uzattım. Ayağım yumuşak bir şeye değmişti.

“Ayağımın değdiği bu yumuşak şey nedir?”

“Elim.”

“Elin mi? Çek elini o zaman.”

“Çekersem düşersin. Burası yüksek, boyun yetmez.”

“Sen bana kısa mı demek istiyorsun?” dedim sinirli bir şekilde en sonunda.

“Kısa değilsin ama uzun olduğun da söylenemez.” Neden bu kadar patavatsızca konuşuyordu ki? Tuhaf davranıyordu. Geçen gün oldukça nazikti oysa.

“Allah’ım sen bana sabır ver.” dedim çaresizce. Uğraşamayacaktım. Uğraşmamalıydım da zaten.

“Hadi Bade in artık.” diyen sesiyle diğer ayağımı da içeriye uzattım. Yüksekti gerçekten de. Yavaşça bedenimi de içeriye sokunca belimden tuttu ve ayaklarımı zemine değdirdi. Burası da taştı ama zemin sert topraktı.

Benden epeyce uzun olan boyunda yüzüne baktım. Gözlerine. “Teşekkür ederim, komutanım.” dedim. Komutanım kısmını vurgulayarak söylemiştim. Yanından ayrılarak ilerlemeye başladım.

“Dur! İlk önce bir ben kontrol edeyim. Ondan sonra sen kontrol ettiğim yerleri incelersin.”

“Buna da emredersiniz!” dedim tekrar vurguyla.

Elindeki fenerle etrafı incelemeye başladı. Bende o sürede ekipmanları ayarlayıp kenara koydum. Yavaş ve minik adımlarla Alparslan’ı takip etmeye başladım. İçerisi oldukça karanlık, yerler kumlu bir zemindi. Etrafımızdaki duvarlar Vazelon’un üst kısımlarındaki gibi taştı.

Alparslan temkinli adımlarla ilerlerken feneri duvarlara ve ilerideki karanlık boşluğa tutuyordu. Şimdilik bir şey görünmüyordu. Birkaç adım daha ilerlemişken aniden “Çat!” sesiyle birlikte Alparslan öne doğru sendelerken ben de refleksle ona tutunmuştum. Ayağı bir şeye takılmıştı. Benim de onun koca cüssesini tutmam pek bir şey ifade etmiyordu. Düşmesini engelleyeyim derken birden o yere düşerken ben de onun üstüne düştüm.

Ben onu düşmesin diye koruma iç güdüsü ile tutarken o da ben yere düşmeyeyim diye önünü bana dönüp sırt üstü düşmüştü. Şu anda göğsündeydim. İki kolumu göğüs kafesine yaslamış, aramızda birkaç santim boşluk vardı. Terlemişti. Bu kalın üniforma ile kim terlemezdi ki? Alnına yapışan birkaç tel saçı, sessiz ama sıklığı fazla olan nefes alış verişleri, uzun kirpiklerinden bana değen tarifsiz bakışları... Bir an algılamam kapandı. Derince yutkundum. “Ö-özür dilerim...” diyebildim sadece.

“Bir de üzerimden kalkarsan çok iyi olacak gibi.” Dedi. Haklıydı. Bu ikinci olmuştu. Adam hatırlatma yapmasa böyle saatlerce kalacak gibiydim. Nedenini ben de bilmiyordum.

Off bu adam şu birkaç gündür çok fazla karşıma çıkmaya başlamıştı.

“Ben de çok meraklıyım zaten durmaya ya burada.” diyerek hızla kalktım üstünden. Kalkarken de dirseklerimi göğsüne çok sert bastırmış olmalıyım ki gözlerini kısmıştı. “Daha yerde yürümeyi bilmiyorsun bir de havacı olmuşsun. Allah Allah ya.” Sessizce kendi kendime konuşuyordum ama fazla sesli de söylemiş olabilirdim bu cümlemi.

“Hadi ben sendeledim. Sen ne diye üstüme düşüyorsun? Sana burada olmaman gerektiğini söylemiştim.”

“Ne diyorsun sen ya? Sana mı soracağım burada olup olmayacağımı? Düşme diye tuttum ben seni. Ama koca cüsseni taşıyamadı bu küçük ve kısa bedenim, kusura bakma.” Kısa kelimesini bastıra bastıra söyledim.

“Tamam, sustum. İşimize bakalım.” diyerek ayağa kalktı, üstünü silkeledi. Gözlerini kaçırmıştı. Eline fenerini de aldı.

“Damarıma basma durduk yere yüzbaşı! Burada doğup büyümesem de damarlarımda buranın kanı akar. Ben incelememe başlıyorum, sen devam et.” diyerek cebimden telefonumu çıkarttım. Elime de poşet ve parmak izi tozuyla fırçasını aldım.

“Atacak mısın yine?” dedi birden.

“Neyi atacağım?”

“Tokat diyorum, atacak mısın yine. Eğer rahatlayacaksan gel,” diyerek yüzünü önüme getirdi. “At tokadını.”

Vazelon’da attığım tokadı diyordu tabii. O konu orada kapatılmıştı. Özrümü de dilemiştim. Tekrar aklıma gelince vicdanım sızladı ama belli edemezdim. Dik durmalıydım.

“Ne alaka şimdi? Oradaki şey anlık korku ile olmuştu. Ayrıca özrümü de dilemiştim. Ben durduk yere kimseye tokat atmam.” Yüzüne doğru hiç göz kırpmadan söyledim cümlemi. Sonra hızla arkamı dönerek eldivenlerimi takmaya başladım.

Ağzında bir şeyler gevelemişti ama anlamadım. Çok da uzatmaya gerek yoktu.

Takılıp düştüğümüz yere baktım. Takıldığımız şey kömürleşmeye dönen odunlardı. Burada ateş yakmışlardı. Eğilip incelemeye başladım. Odunların arasında bir şey dikkatimi çekti. Ayağımın ucuyla odunları bir tarafa iteledim. Uzanıp aldığım şey bir telefon hafıza kartıydı. Büyük ihtimalle tek kullanımlık bir telefonu kullandıktan sonra bu kartı ateşe atıp yakmaya çalışmışlardı. Kullanılabilir bir tarafı yoktu ama yine de delil poşetinin içine koydum aldığım kartı.

Yerde eğilmiş inceleme yapıyorken kendimi öylesine kaptırmışım ki, Alparslan’ın yanımda olmadığını anlamadım. Yoktu. “Alparslan!” diye seslenmeye başladım.

“Alparslan beni duyuyor musun? Neredesin?” dedim bağırarak. Aynı zamanda yankımı da duyuyordum. Ürkütücüydü.

Adımlarımı ilerlettim. Telefonumun feneriyle etrafa bakınırken üç yol ayrımına geldim. Önümde üç tane farklı yol vardı. Hepsi de karanlık, dar ve ıssız görünüyordu. “A-alparslan neredesin? Bak korkmaya başladım.” diye yineledim ama bir çıt sesi bile yoktu.

“Ne bağırıp duruyorsun ya buradayız işte.” diye birden arkamdan gelince kendimi attım korkuyla. “Hiih!” demiştim bir adım geri atarak.

“Ya sen salak mısın? Birden ne çıkıp arkamdan yaklaşıyorsun bana? Bir gün senin yüzünden hocalık olacağım.”

“Düzgün konuş benimle. Sen de ottan boktan korkuyorsun be Bade. Buradayım işte korkmana gerek yok. Zaten tek ben varım burada. İbrahim Komutan herkesi toplayıp indi. Buradaki son araştırmaları da yapıp aşağıya ineceğim. Yanımdan ayrılma.” dedi. Alparslan’ı birkaç gündür tanıyordum. Nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Tarif etmeme gerek de yok aslında ama insanları çözümlemeyi seviyorum işte. Hem nazik hem kaba hem yardımsever hem tam bir hödük. Değişik bir insandı kendisi. Baştan kızıyor sonradan moral veriyordu. Daha fazla üstelemek istemedim. Bir an önce şu işi halledip eve gitmek istiyordum. Saat de geç olmuştu zaten.

Hafıza kartı ile birlikte telefonu da bir taşın altında bulmuştum. Hafıza kartı, telefon ve üzerindeki parmak izleri dışında bir şey çıkmadı bu oyuktan. Alparslan üç yola da belli bir yere kadar girip ilerledi, göz gezdirdi. Ama şu an hepsinin sonunun nereye çıkacağını belirleyemezdik. Yarın sabah kalabalık bir ekiple birlikte bu yolların içerisi incelenip çıkış noktalarının nereler olacağını öğreneceklerini söyledi Alparslan. Buradaki işimizi bitirip çıkmak için oyuğun önüne geldik.

“Bayanlar önden.” dedi Alparslan bir elini öne uzatarak.

“Bayan değil, kadın.” diye cevap verdim ben de her zamanki gibi ve devam ettim. “Hani benim boyum kısa ya, heh işte o yüzden ellerini bağdaştırıp beni yukarıya çıkartman gerekiyor yüzbaşı.”

Derin bir nefes aldığını duydum. Dediğimi yapıp parmaklarını birbirine kenetledi. Ben de üstüne bastım. Çok fazla yükümü vermemeye çalıştım, onun canını yakmak istemiyordum. Omzuna da avuçlarımı yaslayıp kendimi yukarıya uzattım.

Ben çıktıktan sonra Alparslan da hızla dışarıya çıkmıştı. Tabii eğitimli bir askerdi sonuçta. Kıyafetimin içine koyduğum poşetleri çıkartıp ona uzattım. Komutana teslim edecekti.

İşimiz bitmişti. Evimize gitmemiz gerekiyordu artık. Ama birden gök gürlemeye başladı. Öyle şiddetli bir şekilde gürledi ki gözlerimi kapattım. Korktuğumdan değildi ama. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı şimşeğin ardından. Geldiğimden beri ilk defa yağmur yağıyordu. İşte Karadeniz şimdi hırçınlaşmıştı. Çok yağmur yağardı bu bir gerçekti, bir de bizim köyümüzde daha doğrusu Maçka’da, her yer çam ağaçları ile kaplı olduğu için yıldırım çok çekerdi.

Çam ağaçlarının bir özelliğidir yıldırım çekmek üzerine.

“Haydaa!” dedi Alparslan. “Bu kadar yağmurda nasıl ineceksin aşağıya kadar?”

“Sen beni mi düşünüyorsun, asıl kendine bak. Ekip komple aşağıya indi, senin araban da yok. Nasıl ineceksin?”

“Ben bir yolunu bulurum. Öncelik sensin.” diyerek üstündeki kalın yeleğini çıkarttı. Başımı da kapatacak şekilde omuzlarıma sardı. “Şimdi sen eve in.”

“Saçmalama Alparslan. Gel beraber inelim bari. Yağmur dinene kadar bizde durursun sonra inersin.” Bu yağmurda yürüyerek aşağıya inemezdi. “Bana bak Alparslan, sakın bana itiraz etmeye kalkma. Beraber aşağıya iniyoruz ve yağmur dinince sen aşağıya iniyorsun. Bu kadar ve bu konu burada kapandı. Hadi gel!” Başka türlü ikna edemezdim.

“Emredersiniz dedektif hanım.” Beni taklit ediyordu. “Yağmur dinecek gibi değil yalnız. Burada beklersen ağaç oluruz.” Haklıydı. O yüzden başımın üstünde yeleği varken yağmurun yağmasına aldırış etmeden hızlı hızlı ilerlemeye başladım.

“Hadi gel! Beni takip et.”

“Bade yavaş yürü şimdi düşeceksin.” diyerek koca adımları ile yanıma gelip cüssesiyle beni yağmurdan korur gibi elini belime sardı. Ben ne yaptığına bakarken adımlarımı yavaşlattığımın farkında değildim. Aynı zamanda yüzüne de bakakalmıştım.

“Bana öyle bakmaya ve yavaş yürümeye devam edersen yıldırım çam yerine bize vuracak gibi.” dediğinde dirseğimle karnına hafifçe vurdum. Dalga geçiyordu benimle. Böyle birbirimize bu denli yakın ve yağmurun altında aynı şeyleri yaşıyordum. Dejavu olmuştum.

“Yaa Badem sirilsiklam olduk ha. Azicuk hizlu yürü daa.” diyordu bana Eren.

“Eren ne olmuş yani ıslandıysan. Ben yağmurun altında yürümeyi de koşmayı da durmayı da çok seviyorum. Gel seninle de eğlenelim.”

“Nasil olacakmuş o?”

Elinden tutup deli gibi etrafımda dönmeye başladım. Yağmur saçlarımı duş almışım gibi ıslatmaya devam ederken ben gülerek etrafımda dönüyordum. Eren de bana katıldı. Etrafımızda döndük, üstümüze başımıza çamurlar sürüldü, kahkahalar atarak eğlenmiştik.

Tabii babaannem sonradan bizi değnekle iyice bir kovalamıştı ama değerdi.

Aklıma gelen bu anıyla birlikte durdum. Alparslan bana ne yapıyorsun der gibi bakarken üstümdeki yeleği ona atarak etrafımda çılgınlar gibi dönmeye, çamurlara batmaya başladım. Hayat bir gün değil miydi? O da bugündü işte. Delidolu bir hayat yaşayamayacaksak ne anlamı vardı her aldığımız nefesin?

Çocukluğumu yeniden yaşamak istedim o an. Deliler gibi eğlenmek, gülmek, zıplamak istedim. Öyle de oldu zaten.

“Sen harbi kafayı yemişsin kızım. Ne yapıyorsun ya? Çocuk musun sen? Gel buraya.” O da istemeden bana ayak uydurmaya başladı. E ben delidoluydum. İster istemez etrafımdakiler de bana ayak uyduruyordu. Bazen sinirli, bazen neşeli, bazen depresif, bazen çılgın oluyordum.

“Sana bir şey söyleyeyim mi Alparslan?” dedim evin kapısının önüne yaklaştığımızda. Cevap vermeden konuşmamı beklerken devam ettim. “Ne yaparsan yap, nasıl hissedersen hisset, sakın içindeki çocuksu ruhunu kaybetme. Çünkü bir insanı insan yapan, yaşatan şey içindeki o çocuktur. Benden sana bir dedektif tavsiyesi.” diyerek göz kırptım.

Şu birkaç günde adama bir sürü aksiyon yaşatmıştım. Önce arabamı tamir etti, sonra Vazelon’da karşılaştık, ondan sonra benden gecenin bir yarısı su istedi, elini iyileştirdim. Şimdi de yağmurda ıslanarak eğlenmiştik. Ben eğlenmiştim en azından.

“Fena mı yaptım? Şu durgun sıkıcı hayatına biraz renk kattım işte Alparslan Balatürk.”

“Ya ya ne renk ne renk! Sen hep böyle misin? Yani hep böyle çılgın ve laf dinlemez?”

“Kova burcu farkı diyelim.” dedim bakışlarımı önüme dikip yürürken.

“Sen de mi burçlara takıntılısın? Yapma Bade ya! En azından filodan uzakken burç konuşmayalım ya.”

“Sadece burcumu söyledim be! Ne diye hemen paniğe kapıldın?”

“Bizim filoda Korkut vardır. Burçlara aşırı takık. Bana ayrı bir takık. Yok saat kaçta doğdun, yok hangi ay, hangi gün, hangi dakika! En sonunda gezegenlerin yanına uçuracaktım onu.”

“Burçlara laf yok! Öyle günlük yorumlar değil ama karakter analizleri falan tutuyor, seviyorum.”

“Takip etmiyorum. Sevmiyorum demiyorum ama ilgilenmiyorum.”

“Sen ne burcusun ki?” dedim heyecanla birkaç adım atarak önünde durdum. O da ben durduğum için durmak zorunda kaldı.

“Filodakiler sorup durmuştu cevap vermedim. Burçlar hakkında kimseyle sohbet etmemiştim. Hayatımda burcumu konuştuğum ve söylediğim tek kişi olacaksın büyük ihtimal.” diye açıklama yaptıktan sonra aniden “Koç.” dedi. “Koç burcuyum.” Bakakaldım. Yüzüne öylece bakakaldım. Önce açıklama yaptı sonra da burcunu bana söyledi. Ve tek kişiymişim. Derin bir tebessüm ettim. Nasılsa daha görmeyeceği biriydim. Bundan dolayı söylemiştir diye düşündüm.

“O yüzden bu donukluk, inatçılık, en iyisini ben bilirim havaları demeek!” diyerek devam ettim. “Ama şanslısın.”

“Nedenmiş o?” dedi merakla. Gerçi o merak etmezdi, etse bile belli olmuyordu.

Askerler her konuda tecrübeli.

“Çünkü ben koç burcuyla iyi anlaşırım.”

“Bu mu şansım?”

“Evet. Beğenemedin mi?”

“Değerlendirme yapmak için kısa bir zaman dilimi. Zaten geçici olarak buradayım.”

Hayatımın gidişatına anlam veremiyordum. Önce İstanbul, sonra Trabzon, anılarım, acılarım, korkuyla gelen Alparslan ve şimdi... O da gidecekti. Hoş ben yalnızlığımla barışıktım. Ama bir şeyler eksik gibi hissettiriyordu. Geçici olarak buradayım... O kadar haklı bir cümleydi ki bu. Hepimiz geçici olarak yok muyduk zaten?

“Yok ben kazık çaktım. Tabi geçici olarak buradasın. Tıpkı benim gibi.” dedikten sonra kapıya varmıştık zaten. Cebimden anahtarımı çıkarttım. Kapıyı açtıktan sonra her zamanki gibi o yumuşak ve huzurlu ses ilişti kulaklarıma.

“Parpali sen misun?”

“Evet, benim ninem.” Saat geç olmuştu. Hava kararmıştı ama güneş henüz tam batmamıştı. Ayakkabılarım çamur, üstüm başım su içindeydi. Alparslan da farksız değildi. “Alparslan sen ayakkabılarını falan çıkart ama içeriye al. Ben sana yeni çorap falan veririm. Buralarda dedikodu fazla döner, şimdi biri görmesin ayakkabılarını da.”

“Sen nereye?”

“Arabada alışveriş poşetleri var onları alacağım. Alabilir miyim?”

“Al. Bana niye soruyorsun ki?”

“Emir kipinizi duymadan hareket edemiyorum da.” diyerek kapımın önüne park ettiğim arabamın barajını açtım. Alparslan meşhur soğukluğuyla eve girerken ben de poşetleri alarak kapıları, bagajı kilitledim.

Kapının önünden elimdeki poşetleri alıp içeride köşeye bıraktı Alparslan. Babaannem her zamanki gibi akşamları devam ettiği örgülerine odaklanmış olmalıydı. Dikkatle, etrafı kirletmeden içeriye geçtim. Alparslan’a beklemesini söyleyip merdivenlerden yukarıya, odama çıktım. Malzemeleri sonra yerleştirirdim. İlk önce üstümü değiştirdim. Duş alacak halim yoktu, yorulmuştum. Yarın sabah alarak evden çıkardım.

Babamın buraya her geldiğinde getirdiği yedek kıyafetlerden ve çoraplardan alarak aşağıya indim. Bekle dediğim yerde yoktu. Salona geçtim. Geçmemle birlikte çığlık atarak elimdekileri yere düşürmem bir oldu. “BABAANNE NE YAPIYORSUN?!”

Elinde, salonun duvarında boyluca asılan dedemden yadigar, dedeme de onun babasından yadigar kalan eski tüfekle Alparslan’ı köşeye sıkıştırmıştı. Tabii ona tanıtmadan üstüm kirli diye yukarı çıkınca olacağı buydu. “BABAANNE İNDİR O TÜFEĞİ GÖZÜNÜ SEVEYİM!”

“Habu uşak kimdur? Ne işi vardur bizum evumuzde?” diye bana sorusunu yönelttikten sonra tekrar Alparslan’a döndü. “Kimsun dedum sağa!”

“Teyze askerim ben. Araştırmad-“ hemen sözünü kesti ninem.

“Sus. Haçan hâlâ askerum diyi. Kipirdama sikarum!”

“BABAANNE BENİ BİR DİNLE! ASKER O! YUKARIDA ARAŞTIRMA YAPILIYORDU ORADAN GELİYOR!” Ama beni dinlemiyordu bile. Sakince ikna etmeye çalıştım tekrar. “Babaanne bir bak şu adama üstüne bir bak. Asker kıyafeti giyiyor görmüyor musun?”

“Hee, hağoni doğri dedun.” Tüfeği azıcık aşağıya indirdi. Sonra aklına birden başka bir şey gelmiş olsa gerek tekrar doğrulttu. “Haburada ne işin var o vakit?”

“Teyze Vazelon Manastırı’nda araştırma vardı oradan geliyorum.” Onun da bir suçu yoktu ki. Ben davet etmiştim. Adam nereden bilsin tüfekle muamele göreceğini.

“Babaanne Vazelon Manastırı’nda tehlikeli bir takım olaylar oldu. Ben sana detaylı anlatacağım sonra. Alparslan da jandarmadan özel olarak geldi oraya. Dışarıda çok yağmur yağıyordu, e arabası da yoktu. Yağmur dinene kadar bizim eve gel dedim. Hem vatanımızı koruyan bir askere az bile değil mi babaanneciğim?” Tam kalbinden vurmalıydım onu. Babaannem askerlere, doktorlara kısacası vatanı için canı pahasına çalışanlara karşı çok duyarlıydı. Tam bir Türk Kadını, vatan sevdalısıydı. Hem bu vatan uğruna kim canını vermezdi ki? Uğruna şehitlerimizin kanıyla dalgalanan bu bayrağa kim canını veremezdi?

“Doğru diysin. Geç habuyana o zaman. Sen de ne diye haber etmiysun kot kafali kizum benim. Haber edeydun bir şeylar hazurlarduk.”

“Biz yedik teyzecim sağ olasın.” Mübarek süt dökmüş kediye döndü ninemin yanında.

“Al sen bunları koridoru dönünce sol tarafta banyo var orada giyinebilirsin.” Babaanneme döndüm Alparslan içeriye geçince. “Babaanne Allah aşkına sen ne yapıyorsun ya? O tüfek çocuk oyuncağı değil, her seferinde eline alıyorsun, yapma lütfen. Ver şunu bana sen bi.” Elinden yavaşça aldım tüfeği. Duvarda çivilerle yeri her daim belli olan alanına dikkatlice astım.

“Aman şeytan doldirir dikkat edesun.” Dedi birden.

“Mübarek şeyi sen alınca doldurmuyorlar da ben alınca mı dolası geliyor Meyrem Sultan?” Yerdim bu kadını ben. Kıyamıyordum da, çok tatlı çok pamuk biriydi güzel kalplim. Yanına geçtim, pamuk ellerinden öptüm. “Bu ellere tüfek değil öpüşmek yakışır. Çok zorda kalmadıkça alma şunu eline bir daha lütfen!” dedim buruklukla. Ben silahtan, tüfekten korkmazdım. Zaten işimde bunları fazlasıyla görüyordum ama Eren’den sonra daha bir hassas olmuştum. En sevdiklerimin elinde bu tür şeyleri görmek içimi sızlatıyordu.

“Tamam deduk daa. Sen geç da güğüme su koy, sobanun üstüne birak. Çay demleruz, hağurda mutfakta en alt çekmeceda yenlik bişeylar olacağdu onlardan da koy bir tabağa da getur.” Ben bu kadını yerdim ya. Şiveli konuşması yok mu hele, insanı hem güldürüyor hem de içten içe ısıtıyordu.

Mutfağa geçmiş çekmecedeki abur cuburlardan alırken Alparslan da çıkmıştı lavabodan. “Ne dikiliyorsun arkamda bostan korkuluğu gibi?” dedim omuz üstünden ona bakarak.

“Bir şey diyeyim mi? Senin bu babaanneni Vazelon’a dik, başka da bir şeye gerek yok. MaşaAllah Bizans ordusu gelse aşamaz.” Ciddiyetle konuşmasına rağmen dudakları kıvrılmıştı. Bu sözlerine bir kahkaha patlattım. Haklıydı.

“Benim babaannem tam bir Osmanlı kadınıdır. Ben de ona çekmişim işte ne dersin.” diyerek omuzlarımı indirip kaldırdım.

“Bir şey demem. Diyemem. Helal olsun. Bu arada kıyafetler için sağ ol. Ben bunları geri gönderirim.”

“Saçmalama. Sende kalabilirler. Ben teşekkür ederim sana ayrıca. Eren benim kırmızı çizgim ve bu davada kimin en ufak bir katkısı geçerse bile benim için baş tacıdır. Çok sağ ol.”

Tabağa koyduğum atıştırmalıklar ile salona geçtik. Çay demledik, içtik. Sohbet ettik, yedik. Aradan yaklaşık iki saat geçtikten sonra yağmur ancak dinmişti. Saat geç olduğu için Alparslan kalktı. Onu geçirmek için kapının önünde durduğumuzda aklıma gelen şeyle ona döndüm. “Alparslan şey diyeceğim. Benim arabamı alsana, hem tamirci için ayarlarım da demiştin. Sen halledene kadar aşağıda kalır arabam. Sabah ben erken çıkarım evden, aşağıya yürürüm veya araba bulursam inerim benim için sorun olmaz. Ne dersin?”

“Olmaz alamam arabanı. Sabah öyle aşağıya tek inemezsin hem. Ben inerim aşağıya.”

“Saçmalama yine. Dur bekle!” diyerek içeriye geçtim. Arabamın anahtarını alarak yanına geldim. “Al şunu. Israr ediyorum, geri çeviremezsin. Aşağıda görüşürüz herhalde.”

“Burada olduğum süreçte bana çok yardımcı oldun. Teşekkür ederim Bade. Hakkınızı helal edin.” dedi birden. Şu birkaç günde azıcık aksiyon katmış olabilir hayatıma. Ben de teşekkür ettim ve ayrıldık.

Uzun geçen bir günün ardından, yorgun düşen bedenimi artık yatakla buluşturmanın zamanı gelmişti. Odama geçtim ve zaten kapanmakta olan gözlerimi derin uykuya teslim ettim.

 

 

~*~

 

 

Boynundaki elips şeklinde olan aile yadigarı gümüş kolyenin içinde yer alan resme gülümseyerek baktı Sabiha. Açılan kapağın bir tarafında kızı bir tarafında eşi vardı. Derinden içli bir öpücük bıraktı kızının resminin üzerine, sonra eşinin resminin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Özlemişti çok. Burnunu eşinin resmine yaklaştırıp derin bir nefes aldı ciğerlerine. En son sıktığı parfüm hâlâ etkisini koruyordu. Son kez bakışlarını kalbinin içine işlediği iki kişide gezdirip klipsten kapattı kapakları.

Yaklaşık 1 haftadır uzaktı evinden. Köstebek Operasyonu’nun bir kolu olan sınır harekatlarında yer alıyordu Sabiha. Atak helikopterleri ile bölgeye asker taşıyarak bırakma ve alma eylemlerinde bulunuyorlardı. Yalım ile birlikte bulundukları bu görevde epeyce terörist etkisiz hâle getirilmişti.

Bugün son dokunuşlarını yaparak artık sıcak yuvalarına dönebileceklerdi kısa süreliğine de olsa. Tepegöz şerefsizi yakalanana kadar rahat yüzü yoktu vatan evlatlarına.

Şu anda İHA görüntüleri alınan bir mağara çıkışında pusuda bekleniliyordu. Yaklaşık 2 saat önce sahaya bırakılan ekip, etrafa homojen bir şekilde yayılmış, emirle birlikte baskın için beklemedeydi. Havacılar sadece havada değil; karada, denizde de görev alabilmekteydi. Gelişme ve başarı için bu tür görevler önemli bir değere sahipti havacılar için.

Uzun süredir aynı yerde, otların arasında kamufle bir şekilde beklemekten beli tutulan Yalım, ortamın sessizliğine el atıyordu. “Götüm uyuştu, bacaklarım karıncalanıyor. Ben havayı özledim.”

“Yalım şu çeneni bir kapatacak mısın? Mıy mıy mıy, iki saattir buradayız ve o iki saatte çenen düşecek zamanı mı buldu?! Yeter ya!” diye en sonunda taşan sabrını konuşturdu Sabiha.

Yalım dayanıklı, karizmatik ve disiplinli bir askerdi ama patavatsızlığı, konfor alanından çıkmanın verdiği o rahatsızlık yüzünden çenesini bir türlü kapamamıştı. Normalde şikayeti en fazla olması gereken kişi Sabiha olmalıydı. Çünkü hem evladını hem de eşini geride bırakarak savaşıyordu.

Henüz 5 yaşındaydı kızı Mavi. Gökyüzüydü o. Annesinin gökyüzü. Canından bir parçası ve kalbinin sahibi bir arada, yuvalarındaydı. Ama askerlik fedakarlıktı, vefaydı. Mavi’yi babası ve babaannesi bakıyordu. Anne sevgisini de alıyordu ama babasıyla ve babaannesiyle geçirdiği süre daha fazla oluyordu hep.

Çetin, Mavi için elinden gelen tüm güzellikleri önüne seren bir babaydı. Mekatronik mühendisiydi. Eşiyle gurur duyuyor ve kızını da her birlikteliğinde annesinin o güçlü ruhuyla büyütmeye özen gösteriyordu. Eşinin o güçlü karakterini bir saniye bile kaybetmemesi için geçen evlilik yıl dönümlerinde, annesinden aldığı yadigâr kolyeyi resimleriyle süsleyerek ona hediye etmişti.

Sabiha’ya...

Gerçekten de gücüne güç katıyordu bu minik kolye Sabiha’nın.

Yalım’ın yerdeki hallerine hem usanmışlıkla hem de gülerek bakıyordu Sabiha. Albenisi olan bu adamın bilgisi de o kadar fazlaydı ama çok sabırsızdı. Şimdi özel jetlerinde manevralar yaparak nöbete gitmelerinin hayali varken gerçekler yerde pusuda yatmasıyla canını sıkıyordu. Otların arasında, yüzleri boyalı, kalın harekat üniformaları ile tam bir bordo bere olmuşlardı.

Mağaradan gelen ayaklanma sesleriyle birlikte telsizlerden uyarılar gelmeye başladı.

“Tim lideriniz konuşuyor. Saat 13.00 yönü istikametinizde bir hareketlenme var. Tamam.”

Gelen uyarılarla birlikte bulundukları yerde kendilerine çekidüzen vermeye başladı diğer üyelerle birlikte Yalım ve Sabiha. Hava oldukça sıcak, etraf kumluktu. Tek tük çalılar ve otlar vardı.

Mağaradan bir grup terörist sohbet ederek çıkmaya başladı. Silahları boyunlarına asılı bir şekilde rahat rahat sohbet ediyorlardı. Türk askeri ruhları bile duymadan kafalarına çökecekti.

Bu hep böyle olmuştur ve böyle olmaya da devam edecek.

Tim liderinin el hareketleriyle ileriye hareket etmeleri gerektiği mesajını alan pusudaki askerler, kamufle halden çıkarak çömelmiş vaziyette temkinli adımlarla yaklaşmaya başladı. Özel sınır görevi olduğu için daha bir kalabalık olan ekipte iki tane keskin nişancı vardı.

Bu baskının en büyük amaçlarından biri de, içeriyi araştırıp Tepegöz’ün orada olup olmadığını bulmaktı. Sızıp, mağara içini kontrol edeceklerdi. Orada olmadığına kanaat getirildiği an ise bombalarla imha edilecekti.

Odaklarını en öndeki iki teröriste odakladı Ahmet ve Zeynel. “Emir bekliyoruz komutanım. Görüş alanındalar. Tamam.”

Liderin, “Atış serbest. Tamam.” Emriyle birlikte etkisiz hale getirildi öndeki iki it. Ani bir baskınla şaşkınlık yaşayan diğer teröristler korkuyla silahlarını ellerine alarak geri adım atmaya başladıklarında, pusudaki askerler ileriye doğru etrafı taramaya başladı.

Yalım’ın sevdiği bölüm başlamıştı.

Hızlı hareketlerle etraf sarıldı. Görünen teröristler paket halinde esir tutulurken Yalım ve Sabiha ikiye bölünen ekibin bir kısmıyla mağarayı kontrole girdi.

Yoktu.

O piç kurusu yine yoktu. Bir şekilde kayboluyordu. Kusursuz bir kayıp denilemezdi. Çünkü hiçbir suç kusursuz işlenemezdi.

Emin olunduktan sonra pek bir şey kalmamıştı. Tehditler ve kaba şiddet uygulamalarıyla bilgi öğrenilmeye çalışıldı ama bu korkak cibilliyetsizlerin bir bok bildiği yoktu. Liderin Atak helikopter pilotuna ilettiği bilgiler ile birlikte harekât bitmişti.

Atak helikopter pilotu Elçin, aldığı bilgiler ile Tuğrul ve Korkut’a seslendi. Telsizden, “Şimşek 1 konuşuyor. Demir Kanat lider, duyuyor musun? Tamam.” diye teyit bekledi.

Tuğrul aldığı teyit ile konuşmaya başladı. “Evet, duyuyorum Şimşek lider. Emrinizi bekliyoruz. Tamam.”

Elçin Komutan kara liderine alanı boşaltmalarını söyledi. Beş dakika içinde askerler helikoptere halatlarla çekilmeye başladı. Sahada güvenlik sağlandıktan sonra gereken komut verildi.

“Elçin Komutan konuşuyor, atış serbest. Başlayabilirsiniz. Elinize sağlık şimdiden. Bölgeden uzaklaşıyoruz. Tamam.”

Saha yönetim ekiplerinin de onayını bekledi Tuğrul.

“Türk Hava Kuvvetleri konuşuyor. Gönderilen koordinatlara iki dakikaya atış serbest. Tamam.”

“Anlaşıldı. Tamam.” Diyerek gerekli sürenin dolmasını bekledi Tuğrul ve Korkut. Ve o an geldiğinde, “Hedef kilitlendi Korkut. Ne dersin, o kırmızı tuşa basmak ister misin?”

“Ben mi komutanım?” dedi Korkut heyecanla.

“Ulan başka Korkut mu var burada?”

“Belki vardır komutanım.” diyerek sırıtarak devam etti. Şu hâlde bile espri yapacak motivasyona sahipti Korkut.

“Lan başlatma şarap çanağına! Bas şu düğmeye!” diye sinirle kükredi Tuğrul. Zaten şu görev süresince kafasını şişirmiş, susmak bilmemişti.

Hızla ve özenle bastı düğmeye Korkut. Nokta atışı düşen füze ortalığı toza dumana bularken vatan bir grup hainden daha kurtulmuştu. İğneyle kuyu kazmak gibiydi bunların kökünü kurutmak. İğneyle kazınan o küçük çukurlar birikerek koca bir kuyuya dönüşecekti ama. İnancımız daimdi.

Olay yerinden uzaklaşırken arkalarına baktılar. İşte şimdi rahat bir nefes almışlardı. Sonuç olarak Tepegöz bulunamamış olsa da, bir sıçan yuvası daha etkisizdi. Yüksek irtifadan yine yüksek süratle bulutların arasına karıştılar.

Rota belliydi.

116.Kayı Filo...

 

 

~*~

 

 

Sabahın erken saatleriyle birlikte alarmın sesiyle kalkmıştım. Dün fazlasıyla yorulmuş olmama rağmen iş beni beklerdi. Şöyle bir saatcik daha uyuyabilsem çok güzel olurdu aslında...

Yatağın beni bırakma diye bana göz kırpışına kapılmamak için hemen odadan çıktım. Duş almam gerekiyordu çünkü dün alamamıştım Alparslan var di-

Bir dakika!

Alparslan buradaydı. Akşam. Burada. Ve arabam da onda.

Çok garipti. Bunu hep söylüyorum ama söylemeye de devam edeceğim galiba. Çünkü daha birkaç gün olmuş ama biz sanki kırk yıldır arkadaşmışız gibi. Bazen suratsız, bazen şakacı, bazen centilmen, bazen uyuz davranıyordu.

Ha bir de babaannem onu tüfekle köşeye sıkıştırmıştı. Aklıma gelen bu olayla gülmeye başladım kendi kendime. Üstümü çıkartıp ılık suya kendimi bıraktım. Babam duşu öyle güzel yapmıştı ki, her haliyle harika bir mimar, tasarımcı olduğu belliydi.

Yağmurlama sistemli duş başlığı, dikdörtgen şeklinde cam bir duş kabini, musluğun olduğu duvarın üst kısmında gömme şeklinde duş jelleri, şampuanları koymak için bir bölüm yapmıştı.

Normalde iki saat duşta kalan ben iş kadını olduktan sonra zaman yönetimini daha iyi yapmam gerektiği için 15 dakika içinde işlerimi halledip çıkıyordum banyodan. En son yüzümü dalinimle yıkayıp bornozuma ve saç havluma sarınarak çıktım.

Dün hava yağmurluydu, o yüzden bugün de hafif kapalı olması bir gerçekti. Trabzon’umun havasını ezberlemiştim. Canım memleketim.

Kumaş bir pantolon ve üstüne köprücük kemiklerimi tamamen gösterecek biraz fazla açık olduğu bir tişört giydim. Keşanlı fularımı da boynuma iki kat dolayıp çantamı alarak aşağıya indim. Zaten çok fazla makyaj yapan birisi değildim. Bir ruj bir de bolca rimel.

Babaannem tam bir Karadeniz kadını olduğu için sabahın köründe ayağa dikilir ve bahçelere girerdi. Yine öyle yapmıştı.

Beyaz spor ayakkabılarımı giydim. Bugün yürüyerek aşağıya inmeye karar vermiştim. Normalde taksi de çağırabilirdim ama kafa dağıtmak için yürüyüş iyi gelecekti.

Babaannem evin bayırlamaya yakın tarafında lahana kırıyordu. Lahanalığın yanında gördüğüm şeyle ağzım sulanmıştı.

Bostan.

Yani salatalık.

Köyde en sevdiğim şeylerin başında gelebilirdi. Bahçeden dalından kopardığım o salatalığın, domatesin, ahududuların hiçbirinin tadını başka şey veremezdi.

Anahtarı kapının dışına taktıktan sonra babaannemin yanına gittim pıtı pıtı adımlarla. “Meyrem Sultan! Horozları sen mi kaldırdın?”

“Ne horozi?”

“E sabahın köründe kalkıp tarlaya girmişsin. Horozlar bile ötmeye başlamadı.”

“Erken kalkan yol alir sen de anca yat zibar. İşe mi gideysun?” dedi belini doğrultarak. Eğilip yerde lahana kırmaktan, otları orakla kesmekten beli tutulmuş olmalıydı. 70 yaşına yaklaşmış olmasına rağmen MaşaAllah’ı vardı babaanemin. Çok çalışkandı, bir dakika oturmaz hep kendine yapacak bir şeyler bulurdu.

“Evet işe geçiyorum. Belki akşam yürüyerek gelirim yine, o yüzden geç gelebilirim eve. Endişelenme yani, haber veririm sana yine de.” diyerek bu sefer ona değinmeye başladım. “Bak çok fazla tarlada duruyorsun sonra yine belin ağrıyacak. Vallahi arayıp babama şikayet ederim seni Meyrem Sultan.” diye şakayla karışık tehdit de etmiştim. Hafiften sırıttığım için dalga geçtiğimi anlayarak iyice diklendi.

“Dema? Kimi şikayet edecesun bakayim?”

“Dedim bile. Ay babaanne bana oradan bostan koparıp atar mısın? 3 tane yeter.”

“Zatan bostandan başka bişey yeduğun yok. Ben de senu diyeceğum anana.” Söylenerek dalından kopardığı bostanları tek tek attı bana. İkisini çantama koyarak elimdekinden “Kart!” diye koca bir ısırık aldım. “Gidiyorum ben babaanne. Allah’a emanet ol.” diyerek ilerlemeye başladım.

“Akilli ol!” diye her zamanki uyarısını da yapmıştı. Arkamı dönerek “Deli olacağım!” dedim. Etrafımda dönüp salatalığımı yerken mutlu mesut yol almaya başlamıştım. Hava tahmin ettiğim gibiydi.

Aklıma fındık toplama zamanının yaklaştığı gerçeği geldi. Yüzümü buruşturdum. Çok zordu fındık toplamak. Dalından topla, yerden topla, araştırma toplaması yap, toplanılan fındıkları purasından ayır ya da patosa ver, ayrılan fındıkları güneşte iyice kurut bilmem ne bilmem ne!

Bu Karadeniz kadınları hep bu yüzden bel fıtığı oluyordu. Bir de çok çalıştıkları için uzun yaşıyor olmalılardı. Sonuçta işlenen demir pas tutmazdı.

Yolun kenarından salına salına giderken bir araba yanımda durup bana korna çalmaya başladı. Başımı çevirdiğim zaman şaşkınlıkla suratına bakarak durdum.

“Ne bahtın!” dedi.

“Alparslan? Ya senin burada ne işin var?” dedim etrafıma bakınarak. Birisi görse laf söz ederdi sonuçta.

“Hem arabanı aldım hem de buradan aşağıya iki saatlik yolu yürüyerek mi ineceksin? Bizde adamlığa yakışmaz bu işler.”

“Buradan aşağıya yürüyerek inmeyi ben seçtim. Sabahın köründe niye kalkıp beni almaya geliyorsun sen?!”

“Gören de suç işledik sanır be! Hem ben askerim, hatırlatırım. Sabah erkenden kalkıp idman yaparız biz. Sen de daha fazla bekletmeden atla şu arabaya!”

“Emredersiniz komutanım!” Geç bile kalmıştı emir vermek için. Hızlıca biri görmesin diye arabaya bindim. Allah’tan erken saatte olduğu için henüz ayaklanmamıştı kimse.

Hızlıca arabaya binip sinirle ellerimi bağdaştırıp önüme döndüm. Hep emir veriyordu. Laftan anlamıyordu. Emir almaktan nefret eden ben buna laf geçirememekten de nefret ediyordum.

“Kemerini tak.” dedi sanki içimden geçenlere inat yapıyordu bunu.

Takmadım.

“Kemerini taksana Bade.” dedi göz ucuyla bakış atarak.

Yine takmadım.

Arabayı kenara çekip hızla durdurdu. Üzerime eğilip kemeri aldı. İlk karşılaşmamızdaki gibiydi, dejavu oldum. Çok yakındı.

“Ne yapıyorsun be?!” dedim kaşlarımı çatarak.

“Sana kemerini takman gerektiğini söylemiştim. Yapmadığın için ben takıyorum.” dedi sanki bilmediğim bir şeymiş gibi. Sana inat takmadım ben oğlum.

“Emir vermeden söyleseydin o zaman!”

“Ulan kemer takmanın emir verip vermemekle ilgisi yok. Bindiğin gibi takmak zorundasın.”

“Ulan deme bana!”

“Sende laftan anla. 3 sefer söylemek zorunda mıyım bir şeyi?”

“Peki.” diyerek sakince önüme döndüm. Konuşup sinirlenmek istemiyordum.

Suskunlukla geçen çarşıya inme yolculuğunu iş yerimin önüne gelmekle Alparslan bozdu.

“Arabanı ben yarın getiririm. Birkaç ufak işim kaldı onları yapmam gerekiyor. Akşam eve bırakırım ama. Tek başına çıkma o kadar yolu.”

“Gerek yok. Kendim çıkarım. Sen arabamı tamir et yeter bana. İyi günler.” diyerek arabadan indim. Kendimi dışarıya çıkmaya öyle şartlamışım ki çantamı arabada unuttuğumu girişe gelince fark ettim. İstemeyerek geri adımlarla arabanın olduğu yere geldim. Hâlâ oradaydı.

Kapıyı açarak çantamı aldım.

“Ben de ne zaman fark edip geri döneceksin diye bekliyordum.” dedi bakışlarını direksiyondan çekmeden.

“Ha yani unuttuğumu fark ettin ama seslenip de o kadar yolu yürüyüp geri dönmemi engelleyemedin?” Tam bir uyuzdu ya. Ya sabır!

“Kötü mü oldu? Yürüyüş yapmak istiyorum demiştin. Yaptın işte.” Şimdi bakışlarını bana çevirmişti. Buna söyleyecek bir şey bulamadım. O bakarken arabanın kapısını yüzüne çarptım sert bir şekilde.

Özür dilerim canım arabam diye içimden geçirdikten sonra nihayetinde iş yerimdeydim. Derin bir nefes alaeak içeriye girdiğimde ilk karşılaştığım kişi Miyase oldu.

“Günaydın Bade!” diye gülümseyerek seslenmişti bana.

“Günaydıın!” diyerek selam verdikten sonra “Diğerleri nerede?” dedim merakla etrafa bakınırken.

“Kübra ve Fatih izinli bugün. Celil de henüz gelmedi. İkimiz de erkenciyiz.”

“Kübra ile Fatih niye izinli ki?” Kübra bana mesaj atmamıştı izinliyim diye. Genelde özel bir şey olursa mesajlaşırdık.

“Bilmem ki. Yarın özel bir görevlendirme alacakmışız, belki de o yüzden bugün izin yapmak istemiş olabilirler.”

“Ne görevi? Ay benim hiçbir şeyden haberim de yok!” diye gülerek söylendim. Sanki burada çalışmıyormuşum gibi hissettim.

“Aslında henüz biz de bilmiyoruz. Sadece görev alacağımızı söylediler o kadar.”

“Neyse yarın öğreniriz.” Yarın nasılsa öğreniriz düşüncesiyle fazla üstelemeden konuyu kapatırken, “Kahve alacağım, ister misin? Karşılıklı içeriz şöyle.” diyerek göz kırptım.

“Çok iyi olur valla!”

Miyase çok tatlı bir kızdı. Sarı ve kıvırcık saçları ile daha da bir tatlı duruyordu. Gidip iki tane sade Türk kahvesi alarak masalarımıza geçtik. Saat sabah sekize yeni geliyordu. İş başı yapmadan önce kahvemizi de içtikten sonra ayaklandık. Öyle saati saatine bir iş değildi bizimkisi. Bazı sorumluluklarımız vardı, bazen kalabalık ve yoğun geçerdi. Onun dışında dosyalar, incelemeler yapılırdı. Olay yeri incelemelerine en son Vazelon’da gittik ama o da zaten yakın çevreydi.

Biz ayaklanmışken İbrahim Komutan geldi. Tam o sırada tam vaktinde Celil de içeriye giriş yapmıştı.

“Günaydın ekip.” diye söze başladı komutanımız. “Kısa bir duyurum var. Yarın saat 9 gibi hepiniz burada olursunuz. Olay yeri inceleme görevi geldi, yeni. Akşam biraz geç döneriz ona göre hazırlık yapın. Bugün o yüzden çok kalmanıza gerek yok. Elinizdeki inceleme ve dosyaları bitirdikten sonra çıkabilirsiniz.”

“Görev nerede İbrahim Komutanım?” diyerek sorumu yönelttim.

“Yarın gerekli bilgileri alırsınız.” dedikten sonra odasına geçti. Ben de çok fazla vakit kaybetmeden işime koyuldum. Eve erken gitmek benim lehime olurdu. Babaannemle daha çok vakit geçirir, uyurdum.

Olay yerinden aldığımız delilleri incelemeye başladım. Onların raporlarını tuttum. Önceden ellerinde olan Tepegöz isimli teröristin DNA’sıyla şimdiki sonuçları karşılaştırdım. Birebir uyuyordu. Demek ki mağaraya gerçekten gelmiş ve orada bulunmuşlardı. Hafıza kartı ve telefon delillerini Celil’e götürdüm. Onun teknolojik bilgisi daha iyiydi. Hepimizin iyiydi aslında ama bazı konularda daha uzmandık. Benim uzmanlık alanım kimya ve biyolojik delillerdi, Celil’in teknolojik, Fatih’in balistik incelemeleri daha iyiydi.

Elimdeki raporu doldururken telefonum çalmaya başladı. Hızla baktığımda ekranda yazan isimle gülümsedim.

Meyrem Sultan

Telefonu açtığımda, “Parpali müsait misun?” diyen sesle içim sıcacık olmuştu.

“Buyrun Meyrem Sultan.” dedim ciddi ses tonumla.

“Hağu Mehmet’i ziyareta gideyrum ben. Haberun olsun.”

“Babaanne ben de erken çıkacağım bugün. Sen geç, ben de oraya gelirim. Ziyaret etmedim hiç, ayıp olur.” Sonuçta çocukluğumuzun büyüklerindendi.

“O zaman ben geçeyrum sen da gelirsun. Dikkatlu olasun.”

“Tamamdır babaannem. Görüşürüz.”

“Hayde Allah’a emanet.” diyerek kapattı telefonu. Saat öğleni geçmişti. Raporları İbrahim Komutanın masasına bıraktım. İbrahim Komutan sabah uğrayıp, bir saat kadar durul çıkmıştı.

“Miyase, Celil! Ben çıkıyorum. Yarın görüşürüz.” diye selam verdikten sonra çıktım. Kapıya geldiğimde aklıma Alparslan’ın söyledikleri geldi. Beni bırakacağını söylemişti. Telefonumu çıkartıp onu aradım. Kendim çıkarım köye, erken çıktığım için haber vermeliydim.

Uzun uzun çalan telefon sonunda açıldı. “Alparslan, ben Bade.” dedim ani bir ne yapacağımı bilememe dürtüsüyle.

“Biliyorum Bade. Kaydettik ya numaralarımızı.” Doğru söylüyordu. Benim anlık olarak mallık seviyem fazla olduğu için yine rezil ediyordum kendimi.

“Olsun belki bir sürü Bade vardır rehberinde. Ben yine de tanıtayım kendimi.”

“Hayatımda tanıdığım tek Bade sensin. Hem sen neden dolayı aradın sadede mi gelsen?”

Hödük.

“Tamam hattınızı meşgul etmemek adına kısa kesiyorum. Ben erken çıktım işten. Sabah söylediğim gibi kendim çıkacağım yukarıya. Boşuna bekleme diye haber edeyim dedim.”

“Neredesin sen?” dedi, diğer söylediklerimi duymamış gibi.

“İşten çıktım şimdi.”

“Bekle o zaman.”

“Alparslan ken-“ derken kapanma sesi duyuldu. Bu adam neden böyleydi?

Kapının önünden çıkarken arabayla o geldi. Arabanın camını açarak, “Atla hadi.” dedi.

“Israr etmeyeceğim, nasılsa laftan anlamıyorsun.” diyerek bindim. Kemerimi de taktım bu sefer.

“Birisi bizi görse ne der anlamak istemiyor musun? Bizim köyde dedikodu çabuk yayılır.”

“Zaten kısa bir süre sonra gidiyorum. Daha göremeyecekleri bir adamla dedikodu çıkartamazlar. O yüzden de Jandarma arabasıyla almaya geldim seni. Çünkü araban tamir ediliyor.”

“Ne zaman gidiyorsun?” derken çoktan köy yoluna çıkmıştık.

“Belli değil. Belki yarın belki ondan sonraki gün.”

“Hmm...” diye onaylarcasına mırıldandım. Aslında için burkulmuştu. Kısa süreliğine burada olsa da o kısa süre bana yıllar gibi gelmişti. Hayatım delidolu bir hâl almıştı.

“Bizim eve çıkma. Beni şu sağda bırakırsan iyi olur. Ziyaret etmen gereken birisi var.”

“Tamamdır. Şöyle inebilirsin o zaman.”

“Teşekkür ederim Alparslan. Gerçekten.” dedikten sonra Mehmet Dede’nin ziline bastım, arabadan uzaklaşarak.

Biraz daha durduktan sonra Alparslan u dönüşü yaparak geri dönerken aynı saniyede kapı da açıldı. Kapıyı açan Mehmet Dede’nin torunu Asiye’ydi.

İğneleyici bir bakışın ardından, “Bade?” dedi emin olmak ister gibi.

“Evet benim. Asiye Abla sensin galiba. Aradan uzun zaman geçti, değişmişsin.”

“Arayi bu kada açmasaydun hatirlardun.” diye laf sokup devam etti. “Hoş geldun tatlum. Buyir.” Sarılarak içeriyi gösterdi. Hiç değişmemişti. Biz küçükken de hem tatlı dilli hem de sivri dilliydi.

İçeriye geçtiğimde Mehmet Dede yatakta yatıyordu. Hasta olduğunu söylemişlerdi ama bu kadar kötü olduğunu tahmin etmemiştim. İyice yatalak hasta olmuştu, çökmüştü. Elleri, kolları kahverengi yaşlılık lekeleriyke doluydu. Yüzü kaşık kadar kalmış, sanki erimişti.

Yanına gidip elini öptüm. Yatalak bir hastaydı ama konuşabiliyordu. Halsiz görünüyor ve ellerini hareket ettirmeye bile mecal bulamıyor gibiydi.

“Mehmet Dedecim nasılsın? Ben Bade. Hatırladın mı beni?” dedim sakince.

“Ula senu unutir miyum ben? Eren ila gelurdun da az şekerlerumi yemezdunuz. Ne kada büyüdin.”

Eren dediğinde kalbim sızladı. Her yerdeydi o. Buradaki tüm hayatım onun anılarıyla doluydu. Yatağının kenarına oturup sohbet etmeye başladım Mehmet dedemle.

Babaannem de karşı koltukta oturuyordu. Bir saate yakın sohbet etmiş, geçmiştekileri anmıştık.

Asiye bir köşede oturup durmadan bizi izledi. Bakışları bile değişikti bu kızın.

Aklıma Alparslan’ın söyledikleri geldi. Köyde tanıdıkları uyarmamı söylemişti ama detay verme diye de uyarmıştı. Ben sohbete başlayacakken Asiye atladı.

“Vazelon’da dün jandarmalar varidi, gördunuz mi?”

“Evet ben de oradaydım. Ufak bir araştırma görevi vardı. Önemli bir şey değil ama ben yine de uyarayım. Çok fazla Vazelon çevresinde bulunmayın geç saatlerde. Biraz tehlikeli bir yer.” Temkinli yaklaşmalıydım. Lafı yer yöne çekebilirlerdi.

“Ne diyisun? Ne oldi orda?” diye hemen atladı Asiye Abla.

“Bir şey olduğu yok abla. Sadece araştırma altına alındı. Geç saatlerde çok gitmeyin dedim. Öyle abartılacak bir şey yok.” dedikten sonra Mehmet Amca’ya döndüm.

“Mehmet Dede biz kalkalım artık. Yine görüşürüz, nasılsa buradayım.” diyerek elini öptükten sonra babaannemle ayaklandık.

“Haçan bir şeya ihtiyacunuz olir haber edun ha.” Babaannem Asiye’yi tembihledikten sonra salondan çıktı. Ben de peşinden çıkarken eşikte birden Ali ile karşılaştım.

O an içime bir huzursuzluk doldu. Bir şeyler yaşanacakmış gibiydi. Kötü bir şeyler.

Kısa bir göz temasının ardından kötü bir hisle birlikte bakışlarımı önüme eğdim ve evden çıktım.

Umarım içimden geçenler yaşanmazdı.

 

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

🔏 Merhaba iyi ki dediğim sevgili okurlarım! Bölümleri biriktirerek, yavaş yavaş yazıyorum. Düzenli bir şekilde atarak hem sizi hem kendimi mutlu hissettirmek isterim ama bunun için sizin tepkilerinize ihtiyacım var. En azından 'buradayım' tepkisi verebilirseniz sevinirim. Oylarınız benim için değerli.

Seviliyorsunuz...

Sağlıcakla kalın! 🍃

Loading...
0%