Yeni Üyelik
7.
Bölüm

5.Bölüm: Ligarba

@balsa

 

“Satın alınamayan şeyleri severim ben.

 

Deniz gibi,

 

Gökyüzü gibi,

 

Ay ve güneş gibi,

 

Ve sevgi gibi...”

 

 

-SABAHATTİN ALİ-

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

 

LİGARBA KOKUSU:

 

Çalılıkların arasında,

 

yeşilliklerin en yeşilinde

 

yer alan hafif sarhoşluktur.

 

Hisler nasıl kontrol altında tutulabilirdi? Özellikle 6.his... Aslında her şeye şüphe ile yaklaşmazdım, sadece empati kuruyordum. Garip totemler, aklımdan geçen tahminler ve nicesi. Mesela tezgahtan bir kıyafetin fiyatını sormadan önce düşünürdüm. 600 liradır diye düşünüp öyle sorduğum bir pijama takımının fiyatının 600 lira çıkması gibi hislerdi benimkisi. Gerçekleşmiş olmasıyla birlikte yüzümde derin bir tebessüm oluşurdu.

Bu benim müneccim oluşumdan değildi tabiikisi. Bilmiyorum... Ama gerçekten hislerimin, duygularımın fazlasıyla kuvvetli olduğuna inanıyordum. Evet, inanıyordum.

Ali’nin yanından geçtiğimde de onun üstündeki o negatif enerji beni hemen etkisi altına almıştı. Oradan çıktığımızdan beri içimde bir huzursuzluk vardı. Belki de kuruntudur diye içimden geçirdim ama değildi. Ben içimden geçenlerin olacağına inanarak yaşayan biriydim ve olacaktı.

Çok fazla düşünmemeye çalışarak odamdan çıktım. Aşağıya inip babaannemle şöyle karşılıklı oturarak Türk kahvesi içmek istiyordum. Çok severdim Türk kahvesini, tiryakisi olabilirim.

Mutfağa girdiğimde bakır cezveyi çıkartarak ocağın en küçük gözüne yerleştirdim. Buraya gelmeden önce Eminönü’nden aldığım o müthiş kokulu kahveyi büyükçe bir kavanoza boşaltmıştım. Geleli çok fazla olmamıştı, hemen bozulmazdı.

Kahveyi ve suyu koyduktan sonra babaannemin ilk evlendiği zamanlardan kalma o eski, yadigar sarı kahve fincanlarını özenle tepsiye dizdim. Yanına da minik su bardaklarını koyarak içlerine dolaptan çıkardığım soğuk sodadan döktüm.

Sade Türk kahvemiz pişip de yukarıya doğru fokur fokur yükselince hemen ocağı kapatıp kahveleri fincanlarla buluşturdum. Son olarak fincan altlıklarının köşesine lokum yerleştirince tepsiyi alarak salona geçtim.

“Meyrem Sultan!” dedim hünkarına ikramda bulunan ağalar edasınca. “Kahve yaptım bize, şöyle karşılıklı içelim.”

“Elleruna sağlik yavri. Geç bakayim karşima.” diyerek oturduğu yerden doğruldu. Salonda duvarlar boyunca ilerleyen sofalar vardı ve babaannemin de cam kenarında bulunan, hep orada oturduğu bir köşesi bulunuyordu. Ben geldiğim zaman başladığı o yeleğin sağ ön tarafı bitmişti. Parça parça örerdi genelde yelekleri babaannem. İki tane ön parça ve bir tane büyük arka parçası. Ek olarak cepleri en son yapardı. Üstüme defalarca tutup ölçü aldığı ve sonucunda bitirdiği ön parçasıyla tekrar bana yönelip üstümde değerlendirme yaptı.

Aklına sinmişti.

Bir şey içine de aklına da sinmezse şayet, o şeyi devam ettirmez ya da baştan başlardı. Otoriterdi. Söyledikleri kanun gibiydi. Eskilerde sözünün geçtiği daha aşikârdı ama. Çünkü etrafında söz geçireceği bir tek ben vardım ailesinden. Onun dışında köyde zaten danışılan öncelikli büyük insanlardan biriydi babaannem.

“Mehmet epey çökmiş dağa? Eskuden gelduğunde dinç idi. Eğreti de olsa galkar ayağa işinu hallederdu. Epeyli çökmiş.” diye hararetle sorduğu sorusunun devamındakileri düşünceli söylemişti. Üzülüyordu. Yaşlanmak nasıldır diye düşündüm o an. Yaşlanmak...

Evlatları ondan uzaktaydı. Dışarıdan bakıldığında pek de sevgi dolu gözükmeyen dedem ve babaannem, aslında içten içe birbirlerine bağlı ve aşıktı. Eskiden “Ben aşığım!” denilemezdi ki. Görücü usulü evlenmişti babaannem dedemle, yani öyle anlatmıştı bana. Yaşları uyuyorsa, evi çekip çevirebilecek bir hâldeyse evlendirilirdi. Ama o zamanlar benim yaşımda olan birisi daha büyük, kalıplı görünürdü. Ellerinden her iş gelir, tarla ayrı ev ayrı düzene sokulurdu. Ama şimdi dedem de yoktu. Tek başına kalmıştı burada. Ve en değer verdiği biricik torunu da yanında olamamıştı. Hem de 7 yıl boyunca.

Şu son günlerim fazlasıyla dolu dolu ve aksiyonlu geçmişti. Birazcık dinlenmeye ve sakinliğe ihtiyacım vardı. Babaannem ile birlikte vakit geçirip geride bırakılan o 7 yılı telafi etmek istiyordum. Hem de fazlasıyla telafi etmek istiyordum. Az bir süre gibi görünebilirdi ama insanlar 1 saatine bile onlarca şeyi sığdırabiliyorken 7 yıla neler sığdıramazdı?

Mesela ölümü sığdıramazdı. Çünkü onun izi hiç geçmeyecekti. O leke ne kadar silinmeye çalışsa da kalacaktı.

Kafama takılan bu değerlendirme düşünceleri ile birlikte aniden “Babaanne biz seninle bir şeyler mi yapsak? İkimiz, eski zamanlardaki gibi?” dedim.

Durdu, kahvesinden bir yudum aldı, sanki ona bir şey sormamışım gibi sakin sakin bekledi ve “Yapacağuz zaten.” dedi birden. Acaba aklından ne geçiyordu? Normalde olsa didik didik soru yağmuruna tutardı beni.

Benim onu tuttuğum gibi. Aslında herkesi tuttuğum gibi.

“Ne yapacağız ki?” dedim heyecan ve merakla.

“Gidince görecesun.”

“Yaaa babaanne, çatlarım ama ben. Söyle lütfen!” diye sırnaşıp yanaklarına birer sulu öpücük kondurdum. Belki böylelikle ağzındaki baklayı alabilirim.

“Testi misun sen ne diya çatlayacaksun? Hem gidince göreceksun, biraz da spor yapmuş olirsin.”

“Yine Laz damarın tuttu değil mi?”

“Laz damaru tutmaz. Damarlarunda dolanur.” diye öyle netlikle konuştu ki, bunun üstüne itiraz kabul edilemezdi. Sözleri kanun gibiydi demiştim, gerçekten de öyleydi.

“Haklısın Meyrem Sultan.” dedim ve aklıma gelen şeyle gülmeye başladım. “Babaanne ya, aklıma ne geldi bak.”

“Ne kıkırdaysun ne geldi aklina yine?”

“Sen ciddi ciddi Alparslan’ı tüfekle köşeye sıkıştırdın ya! Çocuk neye uğradığına şaşırdı.” Alparslan’ın o anki kendini açıklama çabaları aklıma gelince daha da güldüm.

“Gaybana uşak ne işi varidi burda? Sen halen anlatacaksun bağa? Ne yapaydiniz ukarda?” diye bedenini iyice bana döndürdü. Açıklama bekliyordu, haklıydı. Vazelon’daki olanlar, askerlerin gelmesi merak konusuydu.

“Alparslan’ın bir suçu yoktu öncelikle. Bunu belirtmem gerekiyor çünkü dün az daha sıkacaktın adama.” Öncelikle onun savunmasını yapmam gerekiyordu. Daha tanışalı birkaç gün olmuş olabilirdi ama bana buradakilerin yapmadığı iyiliği o yapmıştı. Arabamı da tamire getirmişti hem.

“Sikarum tabii.” dedi.

Söylediğine kıkırdadıktan sonra derin bir nefes alarak yavaşça anlatmaya başladım olanları nineme. “Babaanne, Eren öldükten-“ Sustum. Düzeltmem gerekiyordu. “Şehit olduktan sonra, Vazelon’u sığınak olarak kullanmışlar galiba. Çatışmadan sonra aradan biraz zaman geçmesini beklemişler. Bu yıl da oradaymışlar. Bunun bilgisini alan istihbarat da oraya bir nevi teftiş ve incelemeye gelmiş.” Kahvemden bir yudum aldım. Gözlerimi kapatıp içimdeki o ânâ dair olan sesleri susturup devam ettim. “Babaanne, ben... Ben bunu duyunca... Babaanne ben çok korktum.” Ne kadar çabalasam da içimdeki o karamsar, bastırılmış acı ve kayıp gâlip geldi.

“Du ağlama haman. O bacağuna sıçtuklarumun ne işi var hâlen haburda? Kömre yiyenler! Deyyuslar! Fuşki yiyenler!” diyerek hem beni teselli etmeye hem de bildiği bütün kötü sözleri o teröristlere sıralamaya başladı. Haklıydı. Çok haklıydı. O da haklıydı ama. Yani Alparslan.

Kendimi hafiften toparladığim gibi tekrar iç çekerek konuşmaya başladım. “İşte, ne diyordum ben? Heh! Alparslan oraya nöbete gelmişti bi gün. Öyle tanışma fırsatımız oldu. Onu oraya kontrol amaçlı çağırdılar, biz de ekip olarak etrafı incelemek için oraya gittik. Delilleri falan topladık işte. Çok yağmur yağmaya başlamıştı, biliyorsun. Arabası yoktu onun, yağmur yağacağını tahmin etmemişti. Ben de bize gel dedim. Bana çok iyilikte bulundu bu aralar babaanne. Arabamı için tamirci falan ayarladı, arabam bir ara bozuldu da.” Ufak yalanlar sıkıştırmıştım araya. Normalde yalan konuşmaktan nefret ederdim ama şimdilik böyle olması daha iyiydi ikimiz için de. Yanlış anlaşılma durumu burada çok olurdu. Öyle bir şey başıma gelmesini hiç istemezdim, bir de bununla uğraşamazdım.

“Onu pirak da sen bana hağu manastirdan haber et daa. Uiyy! Ayşe sakun ola duymasin habu olanlari, vallaha da billaha da galpten gider ha!” diyerek aynı o da benim gibi olabilecek şeyleri düşünmeye başlamıştı.

Bedenimi ona komple çevirerek ellerini tuttum. “Ninem, ben de ondan korkuyorum. Acaba şu Ali falan söyler mi?”

“Yok senda! Ali’nun işu gucu yokida habunlarla mı uğraşacak.” dedikten sonra durdu. “Doğri diysin. Yapar.”

Bir anda aklına gelenlerle fikir değiştirmesi gülmeme neden oldu. O da yapar demişti. İçimde bir dert vardı ama hayırlısı. Düşünmemeye çalışarak olduğum yerde toparlandım.

Sohbetimizle tatlandırdığımız kahveleri bitirince, altlığı fincanın üzerine kapattım. Tam hafif çalkalayıp kendime doğru çevirecektim ki aniden babaannem koluma bi tane vurdu.

“Amadoğun sevodone! Kafani kirarum senun ha! Şeytan işune bulaşma, git yika habu fincanlari!”

“Ya babaanne! Alt üstü bir fal bakacaktık ya.”

“Başlatma falina, hayde git yika hağunlari.” diyerek tepsiye koyduğu fincanları önüme iteledi. Babaannem sert birisi değildi. Yumuşak kalpliydi ama sert görünürdü. Tanımayan birisi bu yaptıklarına alınıp ağlayabilirdi ama ben onunla her yazımı geçirmiştim. Hafif şive, hafif tombul yanaklar, hafif sinir, hafif de beyaz saçlar bir yana gelince mükemmel bir kadın ortaya çıkıyordu.

Seviyordum. Hem de çok.

“Uf babaanne.” diyerek tepsiyi elime alıp kalktım. Mutfağa doğru ilerlerken arkamdan söyleniyordu.

“Nineya uf denmez.”

Mutfağı toparladıktan sonra saatin geç oluşuyla birlikte babaanneme iyi geceler dileyip odama çıktım. Yarın sabah İbrahim Komutan gelmemizi söylemişti. Erken kalkacağım için fazla oyalanmamak adına sadece mum yapmak için malzemeleri çıkardım. Üstümü değiştirip pijamalarımı giydikten sonra Uzun Sokak’tan aldığım parafin kalıpları eritmeye başladım.

Odamın bir köşesi hobi köşesiydi. Orayı mumlarım için kullanıyordum. Cam önündeki yatağımın oyukla birleştiği kısımlarda gömme raflar vardı. Oraya, yaptığım çeşit çeşit mumları koyuyordum.

Eriyen parafine çikolata esansından ekledim. İçine de, masamın üstünde duran kozalaklardan birini alarak iç içe geçmiş olan kabuklarından kırıp koydum. Küçük ve mantar tıpalı bir cam şişede yapmıştım mumumu.

Soğuduktan sonra onu da raftaki yerine aldım. Öyle güzel görünüyorlardı ki. Sandal ağacı kokulu mum, amber kokulu mum, limon kokulu mum... Bir sürü vardı.

Günün yorgunluğu ile kendimi yatağa attım. Telefonumu elime alıp sosyal medyada dolaşırken üste bir bildirim düştü.

F16 Pilotu:

Bu saatte yazıyorum ama... Uyudun mu?

 

Mesaja tıklayıp hemen yazmaya başladım.

 

Siz:

 

Hayır uyumadım henüz.

F16 Pilotu:

Pekâlâ. Arabanın tamiri yarın sabah biter. Haber vermek için yazmıştım. Gitmeden sana ben teslim etmek istedim.

Siz:

 

Ne zaman gideceksin ki? Belli oldu mu?

F16 Pilotu:

Yarın, öğleden sonra.

 

Gidecek olmasına garip bir şekilde üzülmüştüm. Zorluk çektiğim bu dönemde, ne kadar inat ve dediğim dedik olmasına rağmen elinden gelen yardımı yapmıştı. Kendi adıma olmasa bile Eren adına ona bir şeyler borçluydum. Aklıma gelen fikirle ona yazmaya başladım.

Siz:

 

Senden son bir ricada bulunabilir miyim?

F16 Pilotu:

Tabii.

Siz:

 

Kusura bakma çok şey istedim senden ama boş olduğun zaman diliminde arabayı bizim eve getirebilir misin? Köye yani?

F16 Pilotu:

Tabii. Hem vedalaşmış oluruz.

 

Vedalaşmak mı?

Ben vedalardan çok acı çekmiştim. Bu kelimeyi okumuş olmak bile kalbimi paramparça etmişti.

Siz:

 

Tamam. Tekrardan teşekkür ederim. İyi geceler dilerim...

F16 Pilotu:

Rica ederim. İyi geceler!

 

Telefonu kapatıp komodinin üstüne koydum. Veda değildi. Tekrar görüşmek üzere bir talepti bu. Vedaları sevmiyordum. Çünkü en büyük vedayı zaten almıştım.

Kafamın içinde döngü hâlinde olan iç sesimle birlikte derin bir uykuya daldım. Sabah erkenden kalkıp işe gitmem gerekiyordu.

 

 

~*~

 

 

Kocaman bir masanın üstünde çeşitli yemekler dizili şekilde duruyordu. Ortada büyükçe bir çerçeve ve etrafında rengarenk çiçekler bulunuyordu. Kalabalıktı. Çok kalabalıktı. Birkaç kişi bir kenarda toplanmış ağlarken diğer bir grup aksine gayet mutlu görünüyordu.

Yavaşça masaya doğru ilerledim. Tereddütle ilerledim çünkü ne olduğunu anlayamamıştım. Çerçevedeki fotoğraf oldukça pusluydu. Görünmüyordu. Daha da yaklaştım. Önüne geldiğimde fotoğraf netlik kazanmaya başladı.

Eren’in resmiydi bu.

Gözlerim istemsizce dolmaya başlamıştı. Ne kadar da küçüktü. Altın sarısı saçları güneşin ışıklarıyla parlıyordu. Parmak uçlarımla çerçevenin çiçeklerine dokundum, oradan da Eren’in sarı saçlarına uzandım. Sanki yanımdaymışçasına okşadım.

Resme odaklanmışken arkamdan gelen bir sesle duraksadım. Bir kuş sesiydi bu. Çok güzel şakıyordu. Arkamı döndüğümde aniden uçarak resmin çerçevesinin üstüne kondu. Dikkatle ona baktığımda ayağına bağlanmış minik bir kağıt parçası fark ettim. Alabilmek için iki elimi de ona uzattığımda birden havalanıp salonun çıkışına doğru uçmaya başladı.

Merak etmiştim. Zaten meraklı birisiydim. Ânın eleminden sıyrılarak kuşu takip etmeye başladım. Kuş yavaş yavaş, sanki onun peşinden gitmemi ister gibi süzülerek uçuyordu. Adımlarımı hızlandırdım.

En sonunda salonun giriş kapısının iki yanında bulunan heykellerden birinin üstüne kondu. Temkinli adımlarla ona yaklaştım. İki elimi onu hapsetmek istercesine yan yana getirip aniden üstüne atladım.

Atladığım anda birden yataktan kendimi attım.

Bu bir rüyaydı.

Göğüs kafesim hızla inip kalkarken alnımdan çeneme doğru boncuk boncuk terler akıyordu. Nefeslerimi kontrol altında tutmaya çalıştım. Kendime gelmeye başladığımda saatin kaç olduğunu bilmiyordum bile. Kafamı komodinin üstündeki ahşap saate çevirdim.

06.13

Daha çok erkendi. Ama uykum da kaçmıştı. Yataktan kalkıp camı sonuna kadar açtım. Ve üstümdeki bu negatif enerjiyi atmak için hemen duşa girdim.

Ilık bir duş beni kendime getirmişti. Bu rüya da neydi şimdi? Hafif korku hafif de üzüntü vardı içimde. Bu saatte alarm kursam kalkamazdım kesin. Uykum da kaçmıştı. Pijamalarımla alt kata indim. Ahşap merdivenlerin sonunda sağdaki odaya girdiğimde babaannem orada değildi. Mutfaktan sesler geliyordu. Ben de oraya geçtim.

“Günaydın ninem!” diyerek arkadan sarıldım, yanağına da omzunun üstünden uzattığım başımla minik bir öpücük kondurdum.

“Uiy! Sen erkendan galkar miydun uyki böceğu?”

“Babaanne ben her sabah işe gidiyorum, unuttun mu? Yok yok, sen iyice yaşlanmışsın.” diyerek geriledim. Kahve makinasına uzandım. Sabahtan kahve içmeyi ayrı bir seviyordum.

Aniden popoma aldığım darbeyle ellerimi oraya tutarak arkamı döndüm. “Ne yapıyorsun babaanne ya?!”

“Sen eycene unuttin neneni ha! Yaşlanmişuz demeeek, göstereceğum sana yaşlanmayu!”

Eline aldığı sobanın maşasıyla beni kovalamaya başladı. Tezgahtan hemen sıyrılıp salona doğru koştum. Hem kahkaha atıyor hem de kaçmak için yer arıyordum. Böyle delidolulukları da vardı Meyrem Sultan’ın.

Kime çektiğim belli oldu.

Küçük bir çocuk gibi hissettim bu anda kendimi. Eskiden olduğu gibi.

Ninem yanıma gelip beni gıdıklamaya başladı. Hem de bir yandan öpüyordu beni. Hayatı böyle neşeyle, mutlulukla, deliliklerle yaşamak varken neden insanlar hep sevgisiz veya sevgisini göstermekten çekinir hâlde yaşıyordu ki?

“Ya-ya! Babaanne-“ gülmekten nefesim kesilince babaannem gıdıklamayı bırakıp yanıma oturdu.

“Yaşlanmiş miyuk bari?” dedi.

Güldükten sonra “Yok valla. Hâlâ eskisi gibisin, eskisi gibiyiz.”

Sabahın bu tatlı vakitlerinden sonra odama çıktım. Hazırlanmak için hâlâ çok erkendi. Telefonumu aldım, bir sürü mesaj gelmişti. Mesajlara basıp tam okuyacakken telefon çalmaya başladı.

Celil

Biraz çaldıktan sonra telefonu açıp hoparlöre aldım, o sırada çantamı hazırlamaya başladım.

“Efendim Celil?”

“Bade, günaydın. Bugünkü görev iptal edildi ama sen yine de bir uğrayabilir misin laboratuvara? Şu telefon ve hafıza kartında sana göstermem gereken şeyler var.”

“Bir dakika! Görev mi iptal edildi? Neden ki?”

“Sen mesajları okumadın mı? İbrahim Komutan iptal edildiğini yazdı.”

“Hayır henüz okumamıştım, bakarım birazdan.”

“Gece çok kötü fırtına çıkmış, gideceğimiz köyde çok fazla yağmur yağdığı için yolun üstündeki kaban aşağıya çökmüş. Orası açılana kadar gitmeyecekmişiz. O sürece kadar da elimizde olan raporları, bilgileri, delilleri toparlayın dedi İbrahim Komutan.”

“Haber verdiğin için sağ ol Celil. Ben işlerimi bir toparlayayım sana haber veririm geleceğim vakit. Olur mu?”

“Tabii. Sabah sabah aradım ama, umarım rahatsızlık vermemişimdir.”

“Yok, hayır vermedin. Kalkmıştım zaten. Haberleşiriz dediğim gibi.”

“Kendine iyi bak o hâlde. Görüşürüz.”

Telefonu kapattım. Bu hafta böyle rahat geçmişti. Yağmur yağdığı zaman öyle az buz yağmazdı Karadeniz’de. Ya hiç yağmazdı ya da yağarsa hakkını verirdi.

Mesajları tek tek okumaya başladım.

Miyase 4 okunmamış mesaj.

Celil 2 okunmamış mesaj.

Efide 11 okunmamış mesaj.

Jandarma Kriminal 32 okunmamış mesaj.

Hepsine tek tek baktım. Miyase ve Celil iş için yazmıştı.

Efide yine canı sıkıldığı için ve beni özlediği için bir sürü etiket atmıştı. Etiket ihtiyacımı fazlasıyla karşılıyordu. Şu etrafı toparlayınca arayacağım diye bir köşeye yazdım aklımda.

Tekrar aşağıya inip babaanneme haber verdim.

“Babaanne bugünkü iş iptal edilmiş. Çok yağmur yağmış yollar kapanmış.”

“Esehtan mi? Galk hazirlan o vakıt.”

“Ne için hazırlanacağım?”

“Senunle ligarba istuflemeya gideceğuz.”

“Nereye gideceğiz? Nereden geldi aklına şimdi bu? Nasıl toplayacağız?”

“Riv riv riv edip durma daa! Kalk hazirlan işte. Mayasil vurdi ağzina!”

Çatlardım ama ben. Ama o da söylemezdi, inattı. Fazla inat hem de.

Merakımı ve sorgu meleklerimi bir kenara bıraktım ve odama çıkıp hazırlanmaya başladım. Daha önce de toplamıştık ligarba, o yüzden tam teşekküllü hazırlanmak için dolabımı açtım. İşten eve evden işe bir hayatım vardı son birkaç haftadır. Bu nedenle giymek için hevesle beklediğim bir sürü Karadeniz takımlarım olmasına rağmen giyemiyordum.

Ev hariç.

Saçlarımı kısa olmasına rağmen kıskıslı tokayla topladım. Ön tarafına keşanlı, uçlarından altınlar sarkan bandanamı taktım. Altıma bol siyah bir şalvar, üstüme de Trabzonsporlu, uzun kollu bir badi giydim. Belime fındık toplarken takılan bel bağlı sepetten taktım. Ayağıma uzun keşanlı çoraplarımı geçirip üstüne kara lastiklerimi giydim.

Hazırdım.

Tam bir Karadeniz kızı olarak hazırdım.

Çantamı da alıp aşağıya indim.

Babaannem de hazırdı. Şimdi tek sorun nasıl gideceğimizdi. Arabam da yoktu. Meyrem Sultan’ın ne gibi bir planı vardı bilmiyordum.

Aşağıya indiğimde dışarıdan korna sesleri gelmeye başladı. Bu saatte bu kimdi ki?

“Meyrem Teyze! Meyrem Teyze!” diye bağırma sesleri duyuluyordu boğuk boğuk.

Babaannem kapıyı hızla açarak “Ula geldum, geldum. Çatladun mi ne oldi? Gaybana uşak ağana!”

“Benum içun hava hoş Meyrem Teyze. Hağuraya gidi gelmak kolay değuldur daa. İrak yoldir ondan acele edun dedum.”

Ben de dışarıya çıkıp kapıyı arkamdan çektim. Emin olmak adına 3 kere de kilitledim. Kara lastiklerim ile pıtı pıtı arabaya geçerken bu insanların hâlâ kim olduğunun farkına varamamıştım.

Konuşan adam, orta boylu, esmer, sakalları ve bıyıkları olan ama genç bir adamdı. Üstüne eski bol pantolonlardan, üstünde kareli oduncu gömleği, onun üstüne de şimdiki blazer yeleklerin erkekler için olanından vardı.

Arabanın arka tarafında, gördüğüm kadarıyla, saçları çok açık bir kumral olan, iki yanından omuzlarının ucundan göğüs kafesine doğru sarkmış bir şekilde, başında keşanlı eşarp, üstünde bir bluz ve altında benim gibi şalvarı olan bir kadın vardı.

Adımlarımı iyice yaklaştırdığım zaman adamın da dikkati alanına girmemle merakla bana döndü. Ama konuştuğu kişi sanırım babaannemdi.

“Meyrem Teyze, habu gız sakin ola Bade olmasun?”

“Odir İdrus odir.”

“Esehtan mi diysun?”

“Ula sağa yalan borcim mi var!”

“Uiyy! Ne gada büyüdi. Bade?” diyerek bana doğru bir adım atmıştı adının İdris olduğunu öğrendiğim adam.

İçimden geçirmeye başladım.

İdris... İdris... İdris... Çok tanıdık geliyor...

“Kizum tanimadin mi benu? İdrus abun?”

“Kusura bakmayın, aradan çok uzun zaman geçti. Çıkartamadım...” diye gözlerimi kısarak düşünmeye devam ettim. Ama kendini tanıtmakta ısrarlı olan bu adam tekrar konuşmaya başlamıştı.

“Gız hağu yukaridaki camenin imami yok midur Osman amcanuz, onin oğli İdrus’um ben çikaramadun mi? Ey gidi, Eren ila gelur şadirvan musliklerunu açup kaçardinuz.” diyerek geçmişin acılarında kaybolmuş gibi dalgınlaştı.

“Aaa! Aaa!” jeton şimdi düşmüştü. “İdris abi? Her suç işlediğimizde bize arka çıkan İdris abi?”

“Arkanuzu kollamaktan başka seçeneğum mi varidi? Yokisa Osman hoca kizilcik sopasiyla geberturdu sizi.” diyerek gülmeye başladı. Sağ elini omzumun birine koyarak şöyle bir süzdü beni ve devam etti. “Ey gidi, Eren’um da haşimdi yaşasaydu heman heman senun gadara olacağdu. Mekanu cennet olsun sari uşağumuzun.”

Başımı aşağıya eğdim. Böyle dememeliydi. Beni kolay kolay ağlatamazlardı ama Eren denildi mi savunma mekanizmam yerle bir oluyordu. Göz pınarlarım hemen dolmaya başlıyordu.

O her yerdeydi.

İdris abimde bile onu görüyordum. Caminin avlusu, şadırvanlar, tabutların da olduğu mescit... Aklıma anılarımız geldi yine.

“Bak haşimdi,” diyerek söze başladı Eren. Bizim evin 15 dakika mesafe yukarısındaki köy camisinin arka tarafında bulunan fındık mollarının arasındaydık. Plana göre tuvalete girip birtakım korkutma ritüelleri yapacaktık.

“Sen hağu Bankoğun Kamil Amca’nun arkasundan haboyle kiyidan kiyidan sivişacasun. Ben da Osman Hoca’nun arkasundan sivişip senunle mescidun önunde buluşacağum. Anlaştuk mi?”

Oldukça ciddi bir operasyondaydık. Eren de bu ciddiyeti fazlasıyla yansıtıyordu. “Tamam, anlaştık.”

Yavaş yavaş ve köşeden doğru mescide yürümeye başladım. Kadınlar camiye çok gelmediği için erkek mescidindeydik. Mescidden kasıt tuvaletti yani.

Osman Hoca ve Kamil Amca’ya yakalanmadan nihayet hedefe gelmiştim. Sıra Eren’deydi. O da en az benim kadar, hatta benden daha dikkatli bir şekilde mescide adımını attı.

Sessizce birbirimize çak bakalım diye tebrikler sunarken yan yana dizili tuvalet kapılarının önünde durduk. En sondaki boş olan tuvaletlerdeki maşrapaların birini Eren birini ise ben aldım. İçine lavabodan ağzına kadar su doldurduk ve tekrar tuvalet kapılarının önüne geldik.

Ama bu sefer dolu olanlarının. Hem de alaturka şeklinde olan tuvaletlerin kapılarının önünde.

“Hazir misun Badem?”

“Ben hazırım ama ya çok kızarlarsa?”

“Boş ver, hemencecuk kaçaruz.” diyerek gözlerime baktı. “Uç deyince, tamam mi?”

“Tamam.” Heyecandan içimde kelebekler uçuşuyordu. Hem biraz korku hem heyecan hem adrenalin. En son suç işlediğimizde babaannem bahçedeki otları hücrelerine kadar temizletmişti bize.

“Uuç... İkıı... Biir... Firlat!” dediği gibi elimizdeki ağzına kadar su dolu maşrapayı tuvalet kapısının altında içeriye doğru fırlattık.

Evet. Amacımız alaturka tuvalette ihtiyaçlarını gideren adamların götüne aniden soğuk suyu kapının altından fırlatıp kaçmaktı. Korkutmaktı.

Suyu fırlattığımız gibi topuklayarak kaçmaya başladık. Öyle ki, ayağımızdaki kara lastikler popomuza vura vura koşuyorduk.

Ve arkamızdan, elinde bastonuyla koşan Osman Hoca... Ve bizi savunmaya çalışan, dayaklardan kıl payı kurtaran İdris Abi...

Ama ne yazık ki kaçamayacağımız tek bir kişi vardı:

Babaannem.

Osman Hoca arkamızdan, “Pok canunun uşaklaru sizi! Hela haburaya bi adum atin! Hela haburaya bir adum yaklaşun bak sizi ne yapayrum. Kömre yiyenler sizu ağnaya sizi! Tövba tövba estağfurillah, habu mübarak günde benu gunaha sokaylar!” diyerek söylenirken biz hâlâ kaçıyorduk.

Taa ki babaannem yaptıklarımızı öğrenene kadar.

1 haftada 10 çuval puralı fındık ayıklama cezası.

Aklıma gelen anıyla tebessüm ederken çoktan yola koyulmuştuk bile. Yol boyunca camdan bakarak hayatı sorguladım. Eski zamanları düşündüm, şu anda da öyle olsa olaylar nasıl gelişirdi diye tarttım. Hepsi bir döngüydü, bir sonuç çıkartamadım.

Yolun büyük çoğunluğu bitmişti, yarım saat kadar daha kalmıştı sadece. Yanımda oturan İdris abinin eşi ise gözünün ucuyla büyüdüğümü algılamak istercesine beni inceliyordu.

Hemen yanımda oturan ve beni incelemekten bıkmayan bu kadın sonunda dayanamayarak sorusunu yöneltti.

“Haşimdi kaç yaşundasun Bade kız?”

Sakince, ısrarla göz göze gelmek istemediğimden çevirdiğim başımla totemimi bozarak buluşturdum merceklerimizi. “24... Adınız neydi bu arada? Unuttum da.”

“Kız nasi unuttin heman bizu?” dedi kınarcasına.

“Aradan 7 yıl geçti. Ve bu 7 yıl benim için hiç kolay geçmedi.”

“Gız ufak da değilidun ki? On alti, on yedu yaşlarunda bişeydun.”

“Yaşım büyük olabilirdi ama travmalarım da büyüktü abla.” dediğimde, işittirmek istediğim şeyi başarıya ulaştırmış olmalıydım ki aniden kendini toparladı.

“Safiye ablan,” dedi sakin sakin. “İdrus abinun eşi, Safiye ablanum ben.”

Onun da bir suçu yoktu ki. O da haklıydı. Normalde en haklı ben olurdum ama yıllar sonra bu değişen bir şeydi bende. Yine de vicdanım sızladı. Evet, beni küçümseyip unuttuğum gerçeğini sürekli yüzüme vuruyorlardı ama yine de vicdanım sızladı.

“Kusuruma bakma Safiye abla. O yıl olanlardan sonra bende psikolojik olarak travmalar kaldı. Kusuruma bakma o yüzden.”

Her gün, her saat, her dakika aklımdaydı o an. Düşününce yine aklıma geliyordu tabii. Ama doktorum bana yasakladı bunu. Unutturdu. Arkaya attı. Acıma kızarak iyileştirdi beni. Bunun vicdanı bile hâlâ yüreğimdeydi. Silindi çoğu şey. Ama o silinmedi. Silinemezdi de.

“Haböyle boş beleş konişma Bade gız. Sen habu bizi unitsan da biz senu gönlümuzde yaşaturuz bilesin. Sakun ola da vicdan etma. Emi güzelum?”

“Çok sağol Safiye ablam,” diyerek elimi omzuna koydum. “İyi ki varsın.”

Tam o da karşılık verecekken babaannemin sitemkâr sözleri ile bu da unutuldu.

“Ula zırzır böceğu sizden az konişti ha. Kalkun bakayum, gelduk.”

Dudaklarımdan kaçan ufak kıkırtıyla birlikte yerimde doğruldum. “Zırzır değil nine, cırcır.” derken arabanın kapısını açıp adımımı çimenlerle buluşturmuştum.

“Her ne fuşkiysa işte.” dediğini duydum arkadan ninemin.

Yaylaya gelmiştik. Ligarba, yani yaban mersinlerinin en çok olduğu yerdi buralar. Oksijeni boldu, ciğerime çektikçe doyamadığım bir güzellikti Karadeniz. Herkeste D, bizde de Y vitamini eksikliği meşhurdu.

Yayla.

Arabayı orta yerde bir alana rastgele çeken İdris abi de gelince hep birlikte birkaç metre uzağımızdaki çalılıklara gelmiştik.

Hasır minik sepetimi alarak sohbet başlamadan toplamaya başladım maviş boncukları. Normalde markette satılanlar misket büyüklüğünde olurken bizim topladıklarımız leblebi boyutundaydı. Doğaldı. Daha bir tatlı daha bir etkiliydi. Küçükken de toplamaya geldiğimizde hem toplayıp hem avuç avuç yerdim. Ama fazlasının zararlı olduğunu bilmiyordum. Bir keresinde çok fazla yediğim için tansiyonum düşmüş ve bayılmıştım.

Bunu hatırlayıp da ona göre yememe rağmen ninem her zamanki uyarısını yapmaktan geri çekinmemişti.

“Çok fazla yema parpali, kan şekerun düşer.”

Cevap vermedim ama. Dinlediğimi biliyordu ama söylemeden de edemezdi. İçinde kalırdı.

Yaylanın verdiği o serinlik içerisinde 1 saate yakın toplamaya devam ettik. Sepetim küçük ama boyutuna göre fazlaca dolunca ben toplamayı bırakıp kenarda çimene oturdum.

Safiye abla İdris abiye göre daha olgun ve dominant karakterliydi. Toplarken birkaç cümleye verdiği tepki dışında fazla konuşmamıştı. İdris abi ise aksine ağzı üstüne gitmemişti. Ninem ise kâh İdris abiye gevezeliği yüzünden kızmış kâh da Safiye ablaya sessizliği yüzünden. Benim babaannem kızacak bir şey mutlaka bulurdu. Bulmazsa bu benim ninem olmazdı.

Saat 12’ye geliyordu. Öğlen vakti gelmişti ve akşam Alparslan havaalanına gidecekti. Eve gidişimiz en fazla 3 saat sürerdi. Elime aldığım ağzına kadar dolu sepetle arabaya geçtim. Kapıyı açarken “Sizin işiniz daha ne kadar sürer?” diye sordum.

“Sen geç otir Bade kiz, biz de 15 dakikaya kalmaz geluruz.” diye İdris abi cevap vermişti.

“Hmm,” diyerek düşünürken gözüme ilerideki bir şey takıldı.

Bir yayla şenlik kermesleri.

“İyi o zaman. Siz toplamaya devam edin ben şu ilerideki stantlarda gezineceğim.”

“Fazla uzaklaşma!” diye derinden bir tembih duyuldu ama ben çoktan kermesin içine dalmıştım.

Fazla stant yoktu. En fazla 10 tane vardı ama hepsi de el yapımı, maneviyatlı ürünlerle doluydu. Karşılıklı dizilmiş stantların ortasından yavaş yavaş yürümeye başladım. İlk masada süs eşyaları vardı. Çok severdim. Ama odam ağzına kadar incik boncuk ile dolu olduğundan ilgimi çekmeden devam ettim salınmaya.

10 dakikadır dolaştığım kermesten bizim ekip üyelerine küçük, çam sakızı çoban armağanı hediyeler aldım. Onlarla tanışalı daha 1 ay bile olmamasına rağmen çok ısınmıştım. Kübra dert ortağım, sırdaşım olmuştu şu günlerde mesela.

Babaannemlerin de işlerini bitirdiklerini düşünerek kermesten çıkıyordum.

“Ebaka! Ebaka!” diyen bir sesle adımlarımı sabitledim. Bu ses de neydi? Sesten ziyade sözlere takılmıştım. Tanıdık geliyordu. Olduğum yerde anımsamaya çalıştım ama aklıma bir şeyler gelmedi. Tekrar ilerlemeye başladığımda bu sefer daha sesli ve şiddetli söylendi aynı kelime.

“Ebaka! Ebaka!”

Meraklıydım.

Vücudumu kımıldatmadan sadece başımı hafif sola çevirdim.

Yanımdaki tezgaha.

Çok yaşlı, üstünde eski bir basma etek ve epeyce bol bir penye bluz olan, saçları bembeyaz ve iki yanından örgülü ama tülbenti de örgüleri görünecek şekilde bağlanmış bir kadın vardı tezgahın arkasında. Ellerini bastonunun tepesinde üst üste kavuşturmuş şekilde oturuyordu. Antika bir bastondu bu belli ki. Ahşaptı. Ama öyle bilinen bir ahşap değil. Belki de 100 yıllık bir ahşaptı bu. Bilirdim. Eski, antika, yıllanmış şeyleri çok iyi bilirdim. Normal baston boyunda olmasına rağmen tepesi şemsiye gibi değil top şeklindeydi. Bastonun gövde kısmında ise puantiye gibi duran aralıklı minik oymalar vardı.

“Ebaka,” dedi tekrar. “Habuyana gelesun, yaklaş!”

Benimle mi konuşuyordu? Anlam veremedim. Gözleri kapalıydı. Gözleri yaşlılıktan görmüyordur diye düşündüm.

Nedendir bilmiyorum, hiç sorgulamadan yaklaşmış buldum kendimi.

Ellerini yüzüme uzatarak parmak uçlarıyla incelemeye başladı.

Kördü.

Şimdi anlamıştım.

Parmakları özenle dolaştı yüz hatlarımda. Tek tek, yavaş yavaş dolandı. Sonunda avuçlarını yanaklarıma bastırarak duraksadı. “Adun nedu senun?” diye muzip bir ses tonuyla sormuştu sorusunu.

Büyülenmiş gibiydim. Birkaç saniye donmuş şekilde kaldım. Kendime gelmem için ellerini şıklatması gerekiyormuşçasına bekledim.

Yeni yeni algılıyor olan beynimle birlikte istemsizce ağzımdan çıkmıştı adım. “Bade... Adım Bade.”

“Adun gibisun Bade.” diyerek hızla ellerini çekti üzerimden. Ve ellerini çekişiyle kendime tam anlamıyla geldim. “Siz kimsiniz?” diyebildim. Tuhaftı. Tuhaf hissettirmişti ve bu da içimdeki meraklı beni uyandırmıştı. Kendime gelir gelmez ilk merakım konuştu.

Nemika Ana derler bana haburda.”

“Burada mı yaşıyorsunuz?”

Sustu.

Sanki ona sormamışım gibi devam etti. “Tanıdığun bildiğun bi uşak var midur? Elumde habu kaldi. Vereyum sağa da sen de arkadaşuna verirsun ha?”

Düşündüm. Aslında almak istemiyordum ama bu kadının aurası çok büyüleyiciydi. Kime vereceğimi düşünmeden aldım. “Borcum ne kadar size Nemika-“

“Ne borci? Borç morç yok. De hayde!” diye hem sözümü böldü hem de beni kovmaya başladı.

Geri geri adımladım. Öyle bir nefretle kovmaya başladı ki korktum. Yandaki tezgahta satış yapan genç bir kız bana seslendi. “Abla sen git habuyandan, âmâdır Nemika Ana. Tuhaf huylari vardur. Git abla... Git!”

Korku tüneline düşmüş gibiydim. Geri geri attığım adımlarımı hızlandırarak önüme dönüp babaannemin yanına doğru ilerlemeye başladım. Elimde eski deri bir defter vardı. Yeterince uzaklaşmış olmamla birlikte bakışlarımı deftere indirerek durdum.

Bu da neydi böyle?

Eski, kahverengi, deri bir defterdi. Üstünde kapağını kaplayacak kadar büyüklükte bir uçak damgası vardı. Resim olarak değil, damga halinde bir uçaktı. Arka kapağında ise bir dünya haritası. Bu da simge halindeydi, damga olarak basılmıştı her iki görsel de. Hemen alt tarafında yayınevi sembolü gibi bir yazı vardı. Ama yayınevinin bastığı bir defter değildi bu, el yapımıydı.

B’den A’ya yazıyordu.

Hayatım şu birkaç haftadır şanslar ve totemler üzerine kurulu gibiydi. Sanki beklemiş beklemiş ve sonunda tüm sürprizlerini patlatmaya karar vermişti hayatım.

Deftere özgü bir şey değildi bu ama uçak gördüğüm zaman aklıma direkt Alparslan geliyordu artık. Bazı eşyalar bazı kişilere aitti. Bu da öyleydi işte.

İlkten ne sormuştu kadın?

“Tanıdığun bildiğun bi uşak var midur?”

Vardı.

Bir tane yoktu ama ilk aklıma gelen vardı.

Alparslan.

Yaşadığım bu tuhaf dakikaları şimdilik geride bırakmak zorunda kaldım. Çünkü “Bade kiz, gel hayde!” diyen Safiye ablamla bölünmüştü düşüncelerim.

Elimde deri bir defter, birkaç hediyelik eşya ve merakımla tüm düşüncelerimi kenara atan bu birkaç dakikayla birlikte tekrar yola koyulduk.

 

 

~*~

 

 

Sâkîyâ, sun, bâde-i lâ’lin, bana

Âşıkım, âşık, ezelden ben, sana

Sanma, cevrin ettirir, şekvâ, bana

Âşıkım, âşık, ezelden ben, sana

 

Son birkaç saattir hem etrafı toparlıyor hem de radyodan çalan klasik Türk müziklerini dinliyordum. Valizimi paketleyip kenara koymuştum, sadece unuttuğum bir şeyler var mı diye etrafa bakınmaya başladım. Son bakınmaları yaparken ağzımda mırıldandığım ve pelesenk olan bu müzik birkaç gündür sıklıkla dinlediğim bir parçaydı.

Sâkîyâ, sun, bâde-i lâ’lin, bana...

En çok da bu kısım hoşuma gidiyordu. Yorumladığın zaman ‘Ey sâki, bana dudaklarının şarabını sun’ demekti. Romantik şeylerden anlamazdım pek. Temeli sevgi olan bu duygudan yoksun büyümüştüm. Tek sevgim vatanaydı. Bu konuma gelene kadar benimle ilerleyen komutanlarım, devrelerim haricinde akraba denen kategori bende yoktu. İsterdim benim de sığınacak bir evimin olmasını ama yoktu işte.

Çoğunlukla beynimi işgal eden bu düşünce şu an yine dönüp dolaşıyordu. Bu fark ettiğim zamanlarda olduğu gibi hemen bir değişiklik yapıp radyoyu da kapattım. Stabil düzen içerisinde ilerlediğim zaman dalıyordum böyle düşünce havuzlarına. Bağışıklık kazandım ama. Boğulmamak adına hemen bi savunma hemen bi farklılık.

Alacağım başka bir şey kalmadığı için odadan çıktım. Görev içerisinde değildim, o yüzden sade bir şekilde üstüme haki yeşil bir gömlek ve sade bir kot giyip çektim ayaklarımı bu lokasyondan. Koridorda ilerlerken selam verenlere gözlerimi kısarak karşılık verirken kendimi tekrar bi veda odasında buldum.

Jandarma İlçe Genel Müdürü Sanlı Alkaç

Odanın kapısını tıklatıp içeriden onay gelmesini beklerken kolumdaki saate bakıyordum.

“Gir.” diyen komutu duyduğumda halime bir çekidüzen verip yavaşça içeriye girdim. “Buyur bakalım Balatürk,” derken oturduğu deri koltuktan kalkmıştı. “Geç otur bakalım karşıma. Hemen geliyorum, bekle biraz.”

“Emredersiniz komutanım.” dedikten sonra deri olan masanın önündeki sandalyelerden birine oturdum. Bu zamanlarda hep fazla bir ciddiyet takınırdım. İçimdeki o garip his bu tavrımı yansıtıyordu.

Geçen birkaç dakikanın ardından Alkaç komutan da odaya girdi. “Evet,” dedi her bir harfi uzatarak, vurguyla. “Şu belgeleri imzala bakalım.” Önüme doğru çevirip ilerletti kağıtları. Elime alıp göz ucuyla inceledikten sonra imzaları atıp tekrar dosyanın içerisine yerleştirdim. Görev sonu onay belgeleriydi bunlar, hemen hemen her görev sonunda önüme sunulan şeylerdi.

“Buradaki görevinin de sonuna geldin. Başarıyla tamamladın, tebrikler Alparslan. Zordur bu JTAC görevleri. Asıl evine, göklere dönmeye hazır mısın?”

“Her zaman komutanım.” dedim ve ayağa kalktım. O da ayağa kalkıp yanıma yaklaştığında ellerimizi tokuşturduk.

“Çok başarılı bir askersin. Bunu sana söylemek gerekiyor çünkü bir insan güzelliklerini göremez. Çok iyi yerlerde olacaksın, eminim. Sakın, ama sakın cesaretinden taviz verme. Tekrar görüşebilmek dileğiyle uğurluyorum seni bilesin.” Göz kırparak omzuma bir elini attı. Destekti bu. Güvendi. Ailem yoktu demiştim. Ailem olamasa da beni ben yapan insanlar bunlardı işte.

Vedalara kurulu hayatımın bu noktasından da ayrıldıktan sonra telefondan tek bir kişiye ulaşmak kaldı.

Bade.

Uzun uzun çalan telefon nihayetinde açılırken “Alparslan?” diyen endişeli bir ses tonu kulaklarımı doldurdu.

“Bir şey mi oldu?” dedim hâliyle. Garip bir kızdı. Dengesiz ruh hallerine sahipti mesela. Ama olgundu da.

“Hayır hayır olmadı. Şey, ben evdeyim. Sen ne zaman gelirsin?”

“Ben de o yüzden aradım zaten. Yarım saate oradayım.”

“Yaa... Tamam o zaman gelebilirsin.”

“Bir şey olmadığına emin misin? Niye böyle tedirgin geliyor sesin?”

“Bir şey yok yüzbaşım. Dışarıdaydık, eve yeni geldim de o yüzdendir. Bekliyorum o hâlde. Görüşürüz.” Söylediklerinin ardından telefonu hemen kapattı.

Yüzbaşım mı dedi o?

Birkaç dakika olduğum yerde kalıp sonunda kendimi arabaya atabildim. Tamirden çıkmıştı araba. Şimdi çok çok daha iyiydi.

Bu küçük ilçenin, küçük merkezine bakarken son kez çıkıyor olduğum köy yolu da veda listeme eklenmişti.

 

 

~*~

 

 

Sessizliğin hâkim olduğu yolculuk bitmişti. İdris abi bizi evin kapısına bırakmıştı ve şu an babaannemle para kavgası yapıyorlardı.

“Al habu parayi dedum sağa!”

“Vallahime almam Meyrem nine, ısrar etme.”

“Ölümi gör almasan. Al dedum sağa daa! O kada getirdun götürdin bizu.” dediğinde ben de müdahale oldum. “Babaanne!” dedim bastıra bastıra. “O nasıl laf öyle ölümü gör falan? Yapma gözünü seveyim ya!”

Arkadan Safiye ablanın sesi geldi. Arabanın açık olan camından, “İdruuus! Bade gıza ver parayi daa. Haydee!” diye bağırdı.

Oldum olası şu para verme alma muhabbetlerini sevmezdim. Şimdi nefret ediyorum.

“Hayır!” dedim bana yönelip de elime parayı sıkıştırmaya çalışan İdris abiye doğru. Adımlarımı geriletip eve doğru yaklaşırken beni ortamın gerginliği ve para yamama girişimlerinden kurtaracak bir ses duyuldu.

Canım telefonum.

Hemen cebimden çıkarttım.

Alparslan arıyordu.

Telefonu açıp ortamdan kurtulmaya çalışır hâldeki ses tonumla konuştum. Sesim nasıl çıktıysa o da şaşırmıştı.

En sonunda olayın ve telefonun ciddiyetini İdris abiye yansıtabilmek adına, “Bir şey yok yüzbaşım.” derken mimiklerimle ciddiyeti İdris abi ve Safiye ablaya anlatıp hızla eve girdim. Sırtımı kapıya yaslayıp derin bir nefes alırken sözlerime kurtulmuş hâlde devam ettim. “Dışarıdaydık, eve yeni geldim de o yüzdendir. Bekliyorum o hâlde. Görüşürüz.”

Kapattığım telefonla gözlerimi nefeslerimin ritmiyle kıstım.

Bir dakika!

Alparslan geliyordu!

Yarım saat sonra!

Dank eden bilgi ile hızla basamakları çıktım odama girdim. İlk önce hediyeleri ayarlamam gerekiyordu. Geçen gün yaptığım çam kozalaklı mumu köşeden alıp yatağın üstüne koydum. Bugün Nemika Ana denilen şu kadından aldığım deri defteri de yatağımın üstüne koydum. İkisini de dolaptan çıkarttığım sırt çantama atıp bu sefer üstüme giyecek güzel bir şeyler bakınmaya başladım.

Kareli, kırmızı bir elbise... Yatağa atıldı.

Blazer ceketli takım... Yatağa atıldı.

Kot pantolon ve tişört... Yatağa atıldı.

Derken yatak giymeyeceğim elbiselerle dolmuştu. En sonunda aradan seçtiğim siyah sıfır kol bir badiyi aldım. Bu badinin altına da kareli çizgiler olan İspanyol paça açık kahve bir pantolon ve siyah bir kemer giydim. Saçlarımı da açıp, dalgalaştırdım. En son hafif kırmızı bir ruj ve hafif de topuklu siyah bir ayakkabı giyerek çantamı da alıp aşağıya indim.

Babaannem odasına geçmişti ve söylenme sesleri geliyordu. “İnaduna siçtuğum ağnaya! Ne para veriysun bana. Verme diyrum sağa işte, verme!”

Tam bir köy kadınıydı. Gerektiği yerde modern de olmasını bilirdi. Zorlasa kelimeler de düzgün çıkıyordu ama ağız alışkanlığı işte. O şive hep onda var. Sinirlenmişti. En sevmediği şey adaletsizliklerdi. Ama İdris abiye parayı veremediği için şu an da köpür köpür olmuştu belli ki. Bunun üstüne ben çıkıyorum dersem neler olurdu?

“Babaanne ben çıkıyorum.”

Dedim işte.

Arkasını dönüp beni şöyle bir süzdü. Bakışları öyle keskindi ki tırsmadım değil. Bunu anladığım için hemen atıldım. “Sen merak etm-“ bitiremedim cümlemi.

“Hayirdur? Sen nereya gideysun bakayim?” derken ellerini beline koymuş cevap bekliyordu.

“Alparslan geliyor babaanne. Arabamı getirecekti... Şey...”

“Ben sağa bi şey demeyeceğum. Habu köyin ağzuni biliysin. Haboyle kulağuma saçma sapan dedikodiler gelur. Bak parpali, sen benu anladun.”

Anlamıştım.

“Gidiyor babaanne,” dedim nedenini bilmediğim bir buruklukla. “Zaten son kez, vedalaşmak için onu havaalanına bırakacağım. Erken dönerim.”

“Haçan bi şey olir heman ara benu. De hayde, dikkatli olasun.” dedikten sonra yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. Araba sesi de gelmişti. Hemen kapıya çıktım. Arkamdan da kapıyı kapattım. Yavaş yavaş temkinli adımlarla araca geçtim.

Alparslan arabadan inmişti. Onu benim bırakacağımı bilmiyordu hâliyle.

Arabamdan indiğinde söylediği ilk şey “Bir yere mi gidiyorsun?” olmuştu.

“Evet,” dedim ve ön koltuğa kuruldum. Şoför koltuğuna. Camı da açıp dikilmiş bir şekilde bana bakan bu adama tekrar seslendim. “Atlasana hadi. Seni havaalanına ben bırakacağım.”

“Saçmalama istersen.”

“Gayet ciddiyim, hadi!”

“Hayır Bade, olmaz.”

“Niyeymiş o ya? Hadisene. Bak üstüne sürerim.” Bence gayet iyi bir tehditti. Tek kaşını kaldırdı. “Öyle bir şey yapamazsın.”

El frenini indirip birden gaza bastım. Tabii ki de amacım ona çarpmak değildi ama kendini refleks gereği hemen yana atmıştı.

“Manyak mısın kızım!? Ne yapıyorsun? Yüzbaşı var senin karşında, unuttun galiba?” diyerek sinirle kapımı açtı. “Bağırma bak! Babaannem duyarsa bu sefer cidden tüfeği ben bile alamam elinden. Çok sinirli.”

“İn şuradan!”

“Pardon?”

Tekrar etmedi. Anında kucağına alıp yan koltuğa oturttu beni. Hiçbir şey olmamış gibi bir de şoför koltuğuna oturup kemerini taktı.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedim dayanamayarak. Sanki ona demiyormuşum gibi, “Kemerini tak.” diye emir yağdırmaya da başladı.

“Yani şurada centilmence havaalanına bırakacaktık seni, içine ettin. Odunlaşmasan olmuyor!” hem söylenirken hem de inatla uzamak istemeyen kemeri çekiştiriyordum.

Üstünde hâki yeşil bir gömlek vardı. Güzel görünüyordu ama bana neydi.

“Neden böyle bir karar aldın ki? Kendim de gidebilirdim ben.”

“Gidebileceğini biliyoruz Alparslan. Sadece şehrimize gelip değer verdiğim bir iş uğruna sen de katkı sağladığın için minik bir teşekkür sunmak istedim bu şekilde. İçimden geldi sadece.”

“Bu benim görevim Bade. Hatır uğruna değil, vatan uğruna yapıyorum bunu. Karşılıksız.”

“Biliyorum. Dur bir dakika ya! Neden sen, sana gönlünden geldiği için iletişim kurmaya çalışanları kendinden uzaklaştırıyorsun?”

Sohbet ederken çoktan çarşıya gelmiştik. Arabayı sağa çekti ben bunları söyledikten sonra. “Ben valizimi alıp geliyorum. Haber verseydin bagaja koyardım. Biraz bekleyeceksin, kusura bakma.” diyerek arabadan indi. Kısa bir süre sonra tekrar geldi. Bagaja valizi koyup, sürücü koltuğuna, yanıma geçti yine.

“Seni ben bırakacağım demiştim. İzin ver ben süreyim.” Hiçbir şeye izin de vermiyordu. Neden böyle herkese mesafeliydi? “Çok kırıcısın.” dedim hakim olamadığım dilimle.

Durdu.

Bana döndü. “Özür dilerim,” derken duygusallığa yer yoktu ses tonunda. Ama başını omzuna eğmişti. “Ben anlamam duygulardan. Benim bir ailem yok Bade. Kısa süreli şu görevimde yaptığın yardımlar için teşekkür ederim. Bu samimiyeti ben almadım ömrümde hiç. Ve daha birkaç günlük tanıdığım birine karşı beklediğin o duygularla hareket edemem. Sert adamım ben. Garip adamım. Yine de teşekkür ediyorum sana, her şey için.” İşte tam bu an gördüm içindeki o yalnızlığı. Duygulardan anlamam demişti ama duygusaldı şu an, haberi yoktu. Bu çocuğu kim bu kadar yalnız bırakmıştı ki? Dinlerken kapıldığımın farkına varmamıştım. Gözlerim dolmuştu. Bunu anladığım an kafamı çevirip gözlerimi kaçırdım.

“Saçmalama Alparslan. Her insanın kalbinde bir aslan yatar. Ve sen tanıdığım tüm insanlardan daha duygusalsın, bunu sakın unutma. Sadece... Sadece bu duyguları açığa çıkaracak biri girmemiş hayatına.” dedim bütün empatikliğimle.

Sanki büyülenmiş gibiydi. Parmak şıklatılmış gibi kendine geldi birden, “Hadi bakalım. Yollar senin.” deyip çıktı. Az önce hödüklük yapan o değilmiş gibi benim kapımı açarak inmemi bekledi.

“Teşekkür ederim.” diyerek arabamdan indim ve şoför koltuğuna ben oturdum. “Kemerlerinizi sıkı bağlayın.” Sırıtıp, dalga geçerek havaalanı yolunu tuttuk.

Birkaç ufak sohbet ve sessizlik dolu yolculuğun ardından nihayetinde havaalanındaydık. Arabayı park edip girişe doğru yürümeye başladık. Ben çantamla birlikte, o ise valiziyle.

“Bundan sonrasına ben devam ederim, bu kadar yeterli. Çok sağ ol Bade.” diyerek duraksadı. Karşı karşıyaydık. Neden vedalar böyle zordu. Kimdi ki Alparslan? Bağlanma duygusu bu denli kolayken ayrılma duygusu niye acı vericiydi?

Çantamı açıp içinden defter ve mumu çıkarttım. “Bunlar senin için.” Hediyeleri göstererek, “Ben hobi olarak mum yapıyorum. Bu mumu senin için yaptım. Kozalaklı yaptım. Maçka çam ağaçları ile dolu, belki hatırlatır unutmazsın diye.” Devam ettim hiç ara vermeden. “Bunu bugün gittiğim yerde Nemika Ana diye bilinen bir kadın verdi. Üstündeki bu kocaman uçak bana ilk seni çağrıştırdı. Bu bence sana ait.”

Hiç bölmeden, gözlerinin içi parlayarak dinliyordu. Onu ilk defa böyle görüyordum. Şaşkındı büyük ihtimalle. Anlam veremediğim bir şekilde, “Aaa bir şey daha var!” diye çantamın derinliklerine karışmış küçük bir paket çıkarttım. “Buna biz ligarba diyoruz, yani yaban mersini. Sen pilotsun ya şimdi, bu gözlere çok faydalıdır. Bu yüzden sana getirdim. Bugün bunu toplamaya gitmiştik.” Eline tutuşturduğum pakete bakarken ona verdiğim her şeyi birden sırt çantasına koydu.

Ve beklemediğim bir şey yaptı. Aniden, küçük bir çocuğu göğsünde saklarmışçasına bir elini başıma bastırarak diğer elini de belime dolayarak sarıldı bana. Kaldım öylece. Ve o tanıdık koku geldi yine burnuma.

Mandalina kolonyası kokusu.

“Yine mandalina kokuyorsun.” dedim tüm patavatsızlığımla. İlk karşılaşmamızdaki gibi aniden ayrıldı benden. “Pardon,” derken boğazını temizledi ve her zamanki ciddiyetiyle “İyi ki tanışmışız bayan dedektif.” diyebildi.

“Bayan değil, kadın!” diye düzelttim söylemekten vazgeçmeyeceğim doğruyu. Bir şeylerden kaçıyor gibiydi. “Kendine dikkat et.” diyerek elimin üstünü saygı duyulacak biriymişim gibi öptü ve hızla içeriye girdi.

O da gitti.

Kalbim neden hem isyanda hem de elemdeydi? Elimde kalan tek şey telefon numarası ve belki de üstüme sinen mandalina kolonyası kokusuydu.

Öylece arkasından bakarken benden gitmeyen tek şey ile orada dakikalarca bakakaldım.

Tıpkı Eren’de olduğu gibi...

Gözyaşım.

 

 

~*~

 

 

Elinde ekmek poşetiyle her zamanki yokuşu çıkıyordu Ali. Poşeti sallaya sallaya ilerlerken aklından tek bir kişi geçiyordu: Bade.

Ne kadar da büyümüştü! En son 17 yaşındayken görmüştü onu. O zamanlar da şimdiki gibi pıtı pıtı bir kızdı. Minyondu zaten Bade. Eren ile birlikte giderlerdi her yere. İçinde saf bir sevgi büyütmüştü ona karşı ama Bade bunu hiç görmemiş ya da görmek istememişti. En çok da gülüşüne aşık olmuştu. Ona göre Karadeniz’in içine batan bir güneş gibiydi gülüşü.

Geldiği günden beri onu görmek istemişti ama olmamıştı. Beklediği o günü dün yakalamıştı. Çok kısa bir göz teması kurmuş olsalar da büyük anlamlar yüklemişti Ali buna. İçindeki bu karşılıksız sevgiyi neden görmek istemiyordu ki? İlk defa bu denli yakındı sevdiği kıza Ali. Tam kapıdan çıkmak üzereyken karşı karşıya gelmişler ve bu karşılığı ilk bozan yine her zamanki gibi Bade olmuştu.

Yavaş ama bir o kadar da dalgın adımlarla ilerlemeye devam etti Ali. Elindeki poşetteki ekmeği Ayşe teyzesi istemişti. Ayşe teyze kimseyi kırmaz, kimse hakkında kötü söz söylemezdi. Eren öldükten sonra içine en çok Ali’yi sokmuştu bir erkek evlat olarak. Ama bunu Ayşe teyzeden başka kimse bilmiyordu.

Ali bile.

Tam şu anda Meryem teyzesinin kapısının önüne yaklaşmıştı. Ama gözüne çarpan bir şey oldu. Onu tamamen hayal kırıklığına uğratmasa da şüphe uyandıran bir şey oldu. Bu Bade’nin arabasıydı. Ve sadece Bade yoktu arabasında. Dün arabayla köyden aşağıya, fırına, inerken karşılıklı geçmişti yine. Yanında yine şimdi gördüğü adam vardı. Hakkını yiyemezdi, yakışıklıydı da.

Hem de fazlasıyla.

Onlar Ali’yi fark etmemişti ama Ali onları her anlamda görmüştü. O an içine bir burukluk bir şüphe düştü. En az 7 yıldır devam eden bu sevgi, bu aşk onun için değerliydi. Ve bu duygunun hakkını verecekti. Kendi içinde söz verdi. Ona hislerini, kimseyle paylaşmasına izin vermeyen, o içindeki kıskançlığın sebebini açıklayacaktı. Çünkü onu başkasıyla görmeye dayanabilecek gibi değildi. Ali çok seviyordu. Takıntı haline getirecek kadar çok.

Çenesini sıkarak adımlarına devam etti. Nihayetinde Ayşe teyzenin evine gelmişti. Yüzündeki o isteğin ifadesini silmeliydi ilk önce. Kendini dikleştirip kapıyı tıklattı. Bekledi. “Kimsun?” diyen sesle rahatlamaya çalıştı. Boğazını temizleyip, “Benum Ayşe teyze. Ali. Ekmek istemiştun, oni getirdum.” diyebildi sonunda.

Eski kapı gıcırdayarak açıldı. “He sen miydun uşağum. Hoş geldun.” Kimse bilmiyordu işte ama Ayşe teyzenin içindeki o erkek evlat gelmişti yine. Onun gözlerine baktıkça Eren’i görüyordu belki de. Oysaki Eren ile Ali hiç anlaşamazdı. Bunu sadece Bade biliyordu.

Çünkü o da hoşnut olmazdı.

Ellerini Ali’nin zayıf, ama hatları keskin yüzüne uzattı Ayşe teyze. “Gel beri uşağum, lahana yemeğu yapmişidum. Gel de biloma ye.”

“Ama yalavuz 1 tabak yerum.” diyerek küçük bir çocuk gibi nazlandı Ali. Ayakkabılarını çıkartıp lambri evin tabanından salona geçti. Eski olmasına rağmen geniş bir evdi burası. Her yer lambri kaplamaydı ve ondandır ya, çam kokusu vardı. Duvardan, yerden zaman zaman çam özü çıkardı. Soba yandığından olsa gerek, Ali bu özütün verdiği kokuya bayılırdı.

Salon kapısının hemen girişinde bulunan sofaya oturmuştu çoktan. Ayşe teyze, sobanın üstünde kaynamaya devam eden lahana yemeğinden bir tabağa koyup tabağı da tepsiye yerleştirdi.

“Ben alirdum Ayşe teyze. Zahmet etmeyeydun.” dedi Ali mahcubiyetle. Kıyamazdı. Eren ile arası olmasa da ona kin de beslemezdi. Ayşe teyze hatrına da her şeyi bağrına basardı. “Olir mi oyle uşağum. Özlemişsundur Ayşe teyzenun yemekleruni.” Elindeki ahşap tepsiyi Ali’ye uzattı, cümlesini tamamlarken. Sobanın fırın gözünden aldığı mısır ekmeğini de bölüp tepsinin kenarına bıraktı. Ali lahana yemeğini mısır ekmeği ile severdi. Bilirdi.

“Nasilsun uşağum? Nasil gidiy işlerinuz? Nabaysınız, Asiye nereyedur?” dedi merakla Ayşe teyze.

“Çok şükür teyzem, iyidur. Ablam evde, dedeme bakayi biliysunuz. Dün Bade geldiydu ziyarete oni. Çok mutli oldi, sağ olsin gelduler.”

Ayşe teyze merak etti. O da uzun zamandır kimseye gidememişti. Evin, tarlanın işleri derken vakti kalmıyordu. Yaşlanmıştı da epeyce. “Haburaya da bi defacuk uğradi, daha görmedum oni.” diyebildi sadece.

Ali sahiplenici bir tutumla Bade yerine savunmasını yaptı. “Bade de çalışiy Ayşe teyze. Habu bizim Vazelon’da araştırma yapaymişler, agibet gelur sana da.”

“Haçan ne araştirmasidur bu?” Ali’nin söylediklerinde sadece bir kısım onu içine çekmişti hâliyle. Yavrusunu oraya yakın bir yerde kaybetmişti sonuçta.

“Terörist falan diyler ama bilemiyrum ben da.” Ali saftı. Cümlenin çekileceği yeri bilmiyordu. Ya da kime söylenip kime söylenmeyeceğini. Ama bir kere çıkmıştı laf ağızdan. Ayşe teyzeye teröristin t’sinin söylenmesi bile yetmişti. Aniden gözleri karardı, dondu kaldı. Başka ne olabilirdi ki zaten?

Kimi şeyler vardır yüreğe söylenmesi kor alev düşürür. Acısını yaşatan şeydi bu. Yüreği zaten yanmıştı. Yarası hâlâ ilk günkü gibi tazeydi. Ve her söylenilen, anımsatan kelime o yaraya bir tuz tanesi oluyor, iyileştireyim derken sızlatmaya devam ediyordu.

Olayın farkında olmayan Ali, yemeğini kaşıklarken Ayşe teyze olduğu yere yığılıp kaldı. Ne olduysa bir anda olmuştu. Bir kez daha yandı ciğeri. Ve bunu, farkında olmadan Ali yapmıştı. Elindeki tepsiyi masaya fırlatır gibi koyup hemen baş ucuna eğildi teyzesinin. “Ayşe teyze! Ayşe teyze!” diyerek yanaklarına hafifçe vuruyordu ama nafileydi.

En son çareyi, çaresizliğine dayanarak aradı. “Yardum eduun!” Sesini duyurmak adına bağırdı ama kimseye yetemedi. Titreyen elleriyle bir numaraya dokundu. Sığınabildiği tek limana. Ablasına. “Noldi Ali?”

“Abla... Abla yardum et! Ayşe teyze bayildu. Buraya gel, çabuk!” Daha fazla konuşamadı, telefondan gelen seslere rağmen elinden kayıp düşürdü. Panikti, hiç metanetli olamazdı zor anlarda. Küçükken de panik atak nöbetleri geçirirdi Ali. Ama bunu sadece ablası biliyordu. Ellerini kafasının iki yanına bastırarak duvarın dibine, köşeye sindi ve tek bir kişiyi beklemeye başladı.

Ablasını.

 

 

 

🕯️🗝️

 

 

🔏 Merhaba küçük kozalaklarr! Umarım iyisinizdir. 💚

Bundan sonraki bölümler ne sıklıkla gelir bilmiyorum. Bu platformda henüz bir düzen oturtmuş değilim. Ama çok uzamaz diye ümit ediyorum.

Sizi çok seviyorum!

Sağlıcakla kalın! 🍃

Loading...
0%