Yeni Üyelik
9.
Bölüm

6.Bölüm: Toprak

@balsa

 

“Her sabah bir çocuk uyanır içimde,

 

her şeye inat gülümseyerek.”

 

 

-NAZIM HİKMET-

 

 

 

🕯️🗝️

 

 

 

TOPRAK KOKUSU:

 

Özlemin gömüldüğü yerdir.

 

Yağmuru çeker, güneşi çeker,

 

duaları çeker içine

 

ama özlemi asla dışarıya çıkartamaz.

 

İstediği şeyi bulmuş, mutlu adımlarla ilerlemeye devam etti Korkut. Keyfi gayet yerindeydi. Bu mutluluğu tek bir şeye borçluydu: Amasya elması.

Evet, Amasya elması.

Çünkü beslediği atlar en çok elma yemeyi severdi. En çok da küçüklüğünden itibaren kendinin büyüttüğü Doru severdi elmayı.

20 kasa elma almış ve bunların hepsini Bursa’ya göndermek üzere kargoya teslim etmişti. Kuvvetli muhtemel yarın akşama doğru istediği adrese teslim edilmiş olurlardı. Dedesi bu kadar elmayı gördüğünde nasıl tepki verecekti? Korkut’a hem kızacak hem de ‘İyi ki almışsın be evlat’ diyecekti tahminince.

Başının üzerinde duran gözlükleri alıp, başını ağrıtan güneşe inat kısmaktan yorulan gözlerini rahatlatmak için taktı. Hava epeyce sıcaktı. Bu sıcaktan Karadeniz de alıyordu payını. Oralar daha serindir derlerdi ama bu sadece yaylalar ve köyler için geçerliydi. Zira üs gayet de sıcak bir alanda kuruluydu hâliyle.

İşini halletmiş bir şekilde tekrar üsse dönüyordu Korkut. Bugün izin günüydü ama yapabileceği pek de bir şey olmadığından olsa gerek, en azından filo arkadaşları ile vakit geçirmeye karar vermişti.

Ama ilk önce yapması gereken bir şey vardı. Dedesine kargo geleceğine dair bilgi vermek gibi şeyler. Telefonu çıkartıp uzun zamandır sesini duymadığı ve duymak için, belli etmese de, can attığı o isme dokundu.

Deli Dumrul

Nefes nefese kalmış bir hâlde açtı telefonu Deli Dumrul. “Du-dur iki dakika evlat, soluklanayım.”

Korkut sitemle konuşmaya başladı. “Sen yine sırtına mı bindin Deli Dumrul?”

Nefesini hâlâ tam anlamıyla toparlayamamıştı Deli Dumrul ama kesik kesik de olsa konuşmaya çalıştı. “A-aleyküm selam sa-sana da evlat.”

“Dede,” diye sitemle sesini vurguladı Korkut, gırgıra alıyordu onu çünkü dedesi. “Babam nerede dede? Haberi yok değil mi? Doktor ata binmek yasak demedi mi sana dede, neden hâlâ sağlığını tehlikeye atıyorsun?”

“İnsan evladını nasıl sevemez, sevmesi yasak olur? Ben sana ne öğrettim Korkut?”

“Dedee...” dedi Korkut yapma der gibi.

“Korkut Ata!” diye diretti Deli Dumrul.

“Kurulan bağa ne olursa olsun sahip çık. Sonunda ölümün olsa bile...” diye dedesinin ona öğrettiği en önemli kuralı tekrarladı Korkut.

“Aferin evlat,” dedikten sonra konuyu kapattı. “Söyle bakalım vatani görevin ne âlemde? Azrail’i yakalayayım derken düşmeyesin bu Deli Dumrul gibi?”

Güldü Korkut. Dedesi tam olarak bu yüzden hastaydı. Kaç kere düşmüştü attan, saymadı, sayamadı. Acınacak hâline gülüyordu bir nevi bu ikili. Ama korkmadı dedesi. Düştü, yeniden kalktı. Yine düştü. Ve yeniden kalktı. Yılmadı. Pes etmedi. Aynı dirayeti torunundan, Korkut’tan bekledi. Şanslıydı ki dedesine çekmişti o da. Yılmazdı. Pes etmezdi. Bir düşse bin dirilir yine ayağa kalkardı.

“Rüzgardan hızlıyım dede,” dedi mânâlı bir şekilde. “Sen şimdi bırak Korkut Ata’yı. Korkut Ata’nın babasından haber et bana Deli Dumrul.”

“Baban Doru’nun yanında evlat. Senin yokluğunu onunla kapatmaya çalışıyor. Her zamanki bakımlarını yapıyor, yelesi de bir uzamış ki görmen gerek.”

“Özledim dede,” diye hasretinin nefesini verdi Korkut. Özlemişti. Yalanı yoktu. Hem de çok özlemişti. “Şu görevimizi Allah’ın izniyle bir tamamlayalım.”

“Özlemin, görevini icra ederken aklının bir köşesinde dahi olmasın evlat. Herkes iyi, merak etme. Bıraktığın gibiyiz.”

Bıraktığı gibi de kalacaklar mıydı? Emin değildi.

“Dede, kargo gelecek haberin olsun. Biraz elma aldım bizim çocuklara.”

“Amasya’dan elma gönderiyorsun demek. Çok sevinecekler, en çok da Doru.”

Sessiz kaldı Korkut. Dedesi anladı onu. Her zaman anlardı. Annesi babası da iyiydi, çok ilgililerdi ama dedesi her zaman ayrı yerdeydi. Hatta babasından bile daha yakın bir konumdaydı onda.

Sessizlik devam etti, uzun bile konuşmuşlardı. Üs girişinin önüne gelince durdu. Eğer buraya girecekse kafasında da ruhunda da bırakıp soyutlanarak girmeliydi içeriye. Telefon görüşmesini bitirmek için biraz daha bekledi.

“Selam söyle Deli Dumrul, vatan beni bekler.” dedi derin bir gururla.

“Aleyküm selam evlat. Vatan sana sen Allah’a emanetsin. Rüzgardan hızlı olmaya devam et.” dedikten sonra derin boşluğa sadece telefon kapanma sesi düştü.

Derin bir nefes aldı Korkut. Tüm duygusallığını, ailesini, benliğini bırakarak bir adım attı. Attığı adım asker Korkut Ata’ydı.

Başı dik, ruhu pilot, kalbi vatan aşkı ile kaplı olarak bir adım daha.

 

 

~*~

 

 

15 YIL ÖNCE

​​​​​​

“Ver dedum sağa! O benum kalemum, ver!” diye diretmeye devam etti Ali. En çok onunla kavga ederdi. Hiç anlaşamazlardı. Yani Yavuz ile.

Yine Ali’den izin almadan, kalemliğinden kalemini ve silgisini kullanmış ve ona ait olmayan şeyleri geri vermemekte ısrar ediyordu.

“Vermeyeceğum işte, vermeyeceğum.” Vermemekte kararlıydı Yavuz. Bu duruma daha da fazla sinirlenen Ali daha güçlü ve inatla çekmeye başladı. “Ya o senun kalemun değul! Ver dedum sağa, biraak!”

“Sağa deden daha güzelleruni alir, benum oldi bu. İstemiyrim işta, sen birak!”

Ali daha da sinirlenince kalemi daha da güçlü bir şekilde çekti. Ama olacakları bilmiyordu. Zaten Ali kötü bir çocuk değildi. Karıncayı bile incitemez, ‘bile’ denilmesinden de rahatsız olurdu. Çünkü karınca ‘bile’ denilmesine de kırılırdı ona göre.

Yavuz, ani çekilme ile birden sırt üstü yere düştü. Kafasını okul bahçesinin kaldırımına çarpmıştı bu düşüşle.

Ve kuvvetli bir çığlık.

“Aa Ali ne ettun sen!” diye panikle bir kız öğrenci geldi.

“Uiyy! Kafasi kanayi!” diyerek başka bir öğrenci daha koşarak başına üşüştü Yavuz’un.

Ali suçlanmaktan korkardı. Bir suçu da yoktu işin görünmeyen tarafından bakılırsa. Ama bunu kime ispat edebilirdi ki?

Yavuz’un başındaki kişi sayısı arttıkça Ali bir adım daha geri gitti. Hele kafasındaki kanı gördüğünde kendinden geçmişti çoktan.

“Ben yapmadum,” dedi kendi kendine. “Ben yapmadum... Yanlişlukla oldi...”

Ellerini kulaklarına kapatıp etraftaki sesleri susturmaya çalıştı. Ama asıl sesler çevresinden değil, kafasının içinden geliyordu. “Ben yapmadum... Ben yapmadum... Ben yapmadum... Sus artuk, sus!” diyerek kafasına iki yanından sertçe vurarak gerilemeye devam etti.

En sonunda duvarın dibine gelmişti. Sırtını iyice yaslayarak dizlerinin üstüne yere çömeldi. Elleri hâlâ kulaklarındaydı. Başını da bacaklarına kapatarak kendini kamufle etmişti.

Aradan ne kadar süre geçti, kaç kişi başına gelip ‘Noldi Ali?’ diye sordu hiçbirini duymamıştı.

Öğretmeninin sesini duydu derinden. “Ali burada saatlerdir. Kimse kaldıramadı onu. Buyrun Asiye Hanım-“ bitirmemişti sözünü. Çünkü Asiye “Ali! Kuzum...” diye koşarak ve bağırarak bölmüştü.

Büzülmekten küçücük kalmış duvar dibindeki Ali’yi kollarıyla sarmaladı Asiye. “Kuzum, ablam... Ben geldum. Hayde galdur kafani, hayde kuzum...” dedi sakince. Temkinliydi. Yavaşça, ürkütmedendi hareketleri.

Elleriyle kafasını kaldırıp yüzüne baktı. Yine kanadı kırık bir kuş gibiydi. Dokunmaya kıyamadı.

“Abla,” diye yeni yeni algılayan bir sesle gözlerini ablasının gözlerine dikti Ali. “Abla, sen geldun.”

“Geldum kuzum, geldum.” Daha da sardı kollarını minik kardeşinin bedenine Asiye. Şefkate ihtiyacı vardı. Sardı. Sarmaladı. Her şeyi oldu. En güvenilir kimsesi oldu Ali’sinin.

Her zamanki gibi...

 

 

~*~

 

 

GÜNÜMÜZ

 

Asiye 1 saattir gelmeyen kardeşini merak etmişti. Alt üstü bir ekmek verecekti. Neden böyle gecikti diye aklından senaryolar geçerken daha fazla dayanamayıp üstüne bir keşan atıp kara lastikleriyle Ayşe teyzenin evinin yolunu tuttu.

Geldiğinde evin kapısı kapalıydı. Evleri birbirlerine yakındı ama yokuş yukarı yüründüğü için nefesi tıkanmıştı. Kapının hemen önündeki sedire oturup iki derin nefes çekti içine. Oturduğu yerden kapıya 2 tokmak çaktı. Kimse açmadı. Tekrar çaktı tokmağı kapıya. Yine ses seda yoktu.

Cebinden telefonunu çıkartıp Ali’yi aradı. O sırada içeriden zil sesi yükseldi.

Ali’nin zil sesi.

Asiye bir anormallik olduğunu anlamış olsa gerek kapıya daha da sert vurdu tokmağı. “Alii!” diye bağırmaya başladı. “Alii! Duyay misun beni Ali, cevap edesun bağa hadi kuzuum.”

Seslendi. Tekrar aradı. Kapıya vurdu. Tekme attı.

Duymadı. Duyuramadı. Açılmadı telefonları.

Son kez şansını denedi.

“Alii! Ali bak benum. Ablan. Kapiyi açmaysan cendermeya haber edeceğum. Hayde kuzum aç habu ander kapiyi daa!”

Tepki gelmeyince kapıdan uzaklaşmaya başladı. Gerileme seslerini duymuş olsa gerek kapı birden açıldı. Ali kapıyı sakince, tepkisizce açtı. Açtı ve duvarın dibine çömeldi.

Asiye koşarak bedenini yoklarken bir yandan da sorular soruyordu Ali’ye.

Şoktaydı. Kendinde değildi. Asiye biraz daha başında bekledikten sonra içeriye doğru yürümeye başladı. Çünkü burası Ayşe teyzenin eviydi. Ve Ayşe teyze ortalıkta yoktu.

İlk mutfağa girdi haliyle. Orası en yakın odaydı çıkış kapısına. İçeriye bir adım attığında duraksadı. Ayşe teyze yerde yatıyordu.

Geriye doğru sendeledi hafiften. “Ayşe teyze!” diyerek başına koştu. Tülbentini açarak gerdanını ferahlatmaya çalıştı ilk önce. Sonra tişörtünün boğazını yırttı. “Ayşe teyze, uyanasun daa. Aç cözleruni.” derken bir yandan da eline televizyonun kenarında bulduğu, dibinde bir avuç bile kalmayan kolonyayı dökerek gerdanlarına sürdü.

Telefonunu çıkartıp ilk önce ambulansı aradı, sonra ise kızını. Sevde’yi.

Sevde’yi aradığında kız zaten köy yoluna girdiklerini söylemişti. Ambulanstan önce gelecekti, belliydi.

Dışarıya koştu hızla Asiye. “Ali,” diye yüzünü avuçlarına aldı. “Ne oldi haburda söyle bağa.”

Ablasını görünce iyi olmaya başlamıştı Ali. En çok o rahatlatırdı onu çünkü.

“Ben bir şey yapmadum abla.”

“Tamam onu anladuk gardaşum, ne oldu diye sordum ben. Noldi habu kadina. Niye bayildu galdi yerda?” Gözlerinin içine bakarak ufacık bir kelime bekledi Asiye. Bu kadın ne zamandır böyle yatıyordu burada? Aklından bir sürü şey geçiyordu.

“Biz... Biz sohbet edeyduk abla. Konisi açildu... Konisi açildu ve ben... Ben Vazelon’daki olaylardan bahsettum. Abla... Abla ben bir şey yapmadum. Vollaha yapmadum abla inan bağa...”

“Sus Ali,” diye ellerini çekti Asiye. “Sus, kapa çenenu!”

“Asiye Abla...”

“Ali sus dedum sağa! Bana bak,” dedi Asiye. Sinirlenmişti. Bu sözleri ona söyleyip kendi isimlerine leke sürülecek olmasına sinirlenmişti. “Habu cözlerume eyi bak ula. Sevde veya bir başkasu haburaya gelduğunde ağzuni açı da tek bi kelime dahi etmeyecesun. Anladun mi beni?”

Sustu Ali. Şoktan çıkamamıştı daha. Eli, bacakları titriyor, iç çekiyordu. Stres anlarında hep böyle olurdu. Bünyesi kaldırmıyordu.

“Anladun mi ula beni?” diye diretti Asiye.

“A-anladum abla.”

“Şimdu sen eve geç, ben burayi toparlayacağum.”

Ayaklanmıştı. Titrek de olsa birkaç adım atmıştı ama gördüğü taksi ile durdu.

Sevde gelmişti.

Arabadan indi aceleyle. “Anne!” diye bir çığlık attı iner inmez. Tek varlığı oydu. Onun merhametine, acısına sığınmıştı Sevde. Bir kişinin yokluğunu üstüne almış, 2 ruhu bir bedende ailesine sunup telafi etmeye çalışmıştı. Bunu sadece vicdanını rahatlatmak için kendine görev bilmişti.

“Anne,” diye bir çığlık daha attı. “Ne oldu anneme? Nerde annem?” Karşısında gördüğü ilk Ali olmuştu. Yakasına yapışıp “Ne oldu anneme?” diye bağırdı. Cevap alamayınca Asiye’nin yanına gitti Sevde. Yüzüne bir bakış atıp evin içine koştu.

Ve koşmasıyla birlikte içeriden bir bağırış daha yükseldi.

Tek bir kelime.

“Anne!”

 

 

~*~

 

 

Alparslan’ı havaalanına bırakmış, eve dönüyordum. Hatta dönmüştüm bile. 5 dakikalık bir yol kalmıştı. Bana düşen yine vedalardı. Ayrılırken içime tuhaf bir boşluk düşmüştü. Daha önce yaşadığım boşluktan farklıydı.

Son dokunuş, bakıştı bana göre. Ona göre de öyleydi belki de.

Şu birkaç günde neden böylesine bağlanmıştım ki ona? İçimde bırakılan bir sevgiyi o tamamlasın diye mi? Yoksa tüm duygularımın üstüne bir de onu eklemek istediğim için mi?

Çok fazla hayal kuruyordum bence bu konuda. Gelmişti işte. Ama geldiği gibi de gitmişti. İhtiyacım yoktu. Ne sevgisine ne de kendisine ihtiyacım yoktu. Ama... Ama belki de istiyordu kalbim, ruhum.

İçimdeki bu duygu karmaşasını çözümleyememiştim ve büyük ihtimalle de çözümleyemeyecektim. Tüm bunlar bir yana, eve gelmiştim.

Kontağı kapattığım gibi arabadan inmedim. Biraz oturdum. Gözlerimi kapatıp her şeyi geride bırakıp kendimi sıfırlamak istiyordum. Şu küçük anlarımda sıfırlayabildiğim kadarıyla.

Oysa sıfırlamak değil, sadece tüm bu yorgunluğumu dinginleyecek bir limana ihtiyacım vardı. Anlayabiliyordum.

Arabadan indiğimde güçlü bir çığlık duydum. 1 dakika bile sürmeyen sıfırlama seansım tekrar iş başında olacak gibi duruyordu.

Ne söylenildiğini seçemiyordum ama bu... Bu... Bu Sevde ablanın sesiydi!

Eve hiç uğramadan eski patikadan onların evine koşmaya başladım. Nefes nefese koştuğum evde ilk gözüme çarpan kişi Ali oldu. Sonra ise Asiye Abla.

Onların burada ne işi vardı?

“Ali,” diyerek söze başladım. Ne diyebilirdim ki? “Senin burada ne işin var?” Asiye Abla’ya döndüm sonra. “Asiye Abla?” Ne cevap beklediğimi de bilmiyordum.

Evin açık kapısı dikkatimi çekti. Ağlama sesleri geliyordu içeriden.

Sevde ablam!

Koşarak içeriye girdim. Bütün odalara göz atarak ilerlerken salonda yerde baygın hâlde Ayşe teyzemi gördüm. Neler olmuştu burada?

“Sevde abla! Ayşe teyze! Ne oldu burada? Sevde abla ne oldu?!”

“Bi... Bi... Bilmiyorum Bade. Bade yardım et... Bade annemin nabzı yok. Ambulansı ara... Bir şey yap... Lütfen!” diyerek bana yalvarmaya başladı ablam. Ne yapacağımı şaşırdım. Ne yapabilirdim ki? Ne olmuştu burada?

Kapının önüne ani bir panikle bıraktığım çantamı almak için ayaklandım. Yere uzanırken Asiye abla girdi içeriye. Onlar neden buradaydı anlam veremiyordum hâlâ.

“Bade biz çok özür dileriz. Ayşe teyze-“ diyordu tam Asiye abla. Sonrasında ambulansın sesi ortama el attı. O anki panikle onları dinleyecek değildim.

Sedyeyle alınıp ambulansın içine alındı Ayşe teyzem. O sırada Sevde ablaya moral vermeye çalışıyordum. Ve bir yandan da kendime. Paniktim ben aslında. Ama işim gereği duruşumu ve duygu yönetimimi iyi yapabiliyordum.

Sevde ablaya sarılmış bir şekilde onu teselli ederken ambulans hemşiresi konuşmaya başladı.

“Kalbi durmuş. Uzun zaman önce durmuş. Müdahaleler yetersiz. Başınız sağ olsun.”

Ve içli bir çığlık.

Acılı bir feryat.

Elinden herkesi kayıp gitmiş bir ruh.

“ANNEE!” diye bağırdı Sevde ablam.

Elimden geleni yaptım. Teselliler, metanetli duruşlar, destekler... Ama ne kadar fayda sağlayabilirdi ki? Anne vefat etmiş, baba vefat etmiş, kardeş vefat etmiş.

Ama bugün kendime bir söz verdim. Ne olursa olsun onun daima yanında olacaktım. Kötü gününde, iyi gününde, sağlığında, hastalığında... Elimden gelen maneviyatı onunla paylaşacaktım.

Ben Bade’ydim. Artık bir ablası olan Bade.

 

 

~*~

 

 

Geleli 2 saate yakın olmuştu. Valizimdeki eşyaları tekrar odama yerleştirmiştim. Şimdi de sırt çantama attığım Bade’nin hediyelerine bakmak için yatağımın bir ucuna oturmuştum.

Geldiğimden beri bizim çocukları görmedim. Görev dönüşü olduğu için herkes ihtiyaçlarını halletmek için izindeydi.

Elime ilk aldığım şey mum oldu. Kendi elleriyle bana yaptığı mum. İçinde kozalak vardı. Tıpkı Maçka’nın çam ağaçlarına bakmak gibi bir histi buna bakmak. Masanın üstüne koydum bu mumu.

Herkesin masasında aile resimleri varken benim masamda mumum vardı. Şu ana kadar bana verilen ilk hediye olan mum. Bomboş masanın üstündeki tek bir mum.

Kendimden uzak tutmaya çalıştığım insanlar bir yana Bade bir yanaydı. Tersliyordum, kimi zaman da elimde olmadan kaba davranıyordum. Ama hiçbir şeyi ti’lemeden, aynı samimiyetle yaklaşıyordu bana. Hatta benim tavırlarımla bana geliyordu.

Kimdi bu kız? Hâlâ anlam veremediğim bir bağlılık duygusu, üzüntü hâkimdi üstümde.

Tüm duygular bir yana diğer bir hediyeyi aldım elime. Bir defter. Eskitme bir defter. Üstünde kocaman bir uçak sembolü ve dünya haritası vardı. O tarihi dokuyu çok güzel yansıtan bir defterdi. Ve defterin en altındaki kısmında yayınevi boşluğu olan yerde gözüme bir şey takıldı.

B’den A’ya

Böyle bir şey yazıyordu.

Bade’den Alparslan’a diye kodladım kafamda bunu. “Bade’den Alparslan’a...” diye de emin olmak istercesine tekrarladım. Sayfalarının kokusunu içime çekmek istedim defterin. Etrafındaki bağı çözerek ilk sayfadan çevirmeye başladım.

Orta sayfalara geldiğinde duraksadım. Tek bir sayfa yazılıydı. Ve onun dışında tek bir kalem çizgi bile yoktu defterde. O tek bir sayfadaki yazıyı görünce kalakaldım.

“Sâkîyâ, sun, bâde-i lâ’lin, bana

Âşıkım, âşık, ezelden ben, sana”

Bu neydi şimdi? Aşk itirafı mıydı bu? Hayatın bana şakası mıydı?

“Bu kız bu şarkı sözünü nereden duydu be. Lan hayat dalga mı geçiyor benimle.” diye söylenmeye başladım kendi kendime.

“LAAN! BALATÜÜRK!” diye bir çığlıkla defteri aniden çantaya tıktım. Arkamı döndüğümde Tuğrul ile karşı karşıyaydık. Bakışlarım bence yeterli cevaptı.

Ani ve gürültülü bir el çırpma sesiyle birlikte, “BU GECE UYUMAMIŞAAAM. BU GECE UYUMAMIŞAAM...” diye âni bir giriş de Korkut yaptı sağ olsun. Arkasından Yalım, elinde tepsilerle odaya ekledi kendisini.

“Lan siz harbi psikopatsınız oğlum.” Ortama girişlerinin kına gecesine girişten farkı yoktu. Sinir sağdan soldan bastırsa da kızamadım. Trabzon’u yabana atamam ama filoyu da özlemedim değildi. Bağlanma duygusunu saf dışı bırakmak suretiyle onlarla birlikte çalışmak benim için büyük gururdu.

“Tabii oğlum. Ne sandın lan sen? JTAC görevine katılıp gelmişsin oğlum. Anlatacaksın bize de! Hadi dökül dökül.” diyerek Tuğrul başımdaki ilk yerini aldı.

“Bu gece kafa ütülemeyeceksiniz İnşaAllah?”

“Komutanım,” diye konuşmaya başlayarak elindeki tepsiyi masaya bıraktı Yalım. “Özledik sizi. Kafa ütülemek değil de yani, bilgiler alalım sizden.”

“Oğlum ne bilgisi alacaksınız benden? Gittim geldim işte. Görevi ya-“ yarıda bıraktım sözümü. “Görevimiz bitti mi beyler? Bitmedi. Bu, operasyonun sadece bir parçasıydı. Tepegöz yakalandı mı? Hayır.”

“Komutanım, şu manastırdaki mağaraya falan ne oldu?” dedi Korkut.

Ayağa kalktım. Çantayı dolabımın içine koyup masanın üstündeki fincanlardan birini aldım. “Bu ne çayı?” diye Yalım’a yöneldim.

“Papatya, komutanım.”

Severdim. Papatya çayı en favorilerimden biriydi. Zaten seviyordum ama şimdi daha da gözüme girmişti Yalım. Ama tabii içimde verdim oyunu.

Korkut’un sorusunun cevabını vermeye başladım. “O piç kurusu oradaydı. Oradaydı ama köstebek gibi bir sürü tünele sahip. Bir yerden çıkıp diğer yerden girmiş. Bazı tünellerin ağzı kapalı. Hangi cehennemde pusuda bilmiyoruz. Bir sonraki hamlemiz ne olur, yarın Asil komutandan öğreneceğiz.”

“Sınırda terörist yuvalarını bombaladık Balatürk. Birkaç tanesinden daha kurtulduk ama en önemli kırmızı nokta, yaranın kalbi o. Tepegöz.” diyerek nefretini kusarak anlattı Tuğrul.

“Daha yeni başlıyoruz Kayı filo. Sakin olun. Yavaş yavaş gireceğiz itlerin inine.” Haklıydı Korkut. Daha yeni başlıyoruz.

“Azimle sıçan, duvarı deler demiş atalarımız. Boşuna dememişler.” dedim.

“Lan oğlum o söz nereden çıktı? Ne zaman demiş atalarımız onu?” diye Tuğrul gülerek ayağa kalktı. Yalım ise, “Alparslan komutanım söylemişse zamanında denilmiştir eminim. Güzel söz komutanım.” diyerek yalakalık mood on’una girdi. Ve iyi geceler dileyerek odasına geçti.

Korkut da, “Hoş geldiniz ve iyi geceler!” diyerek odasına geçti.

Tuğrul da en sonda benim yanımdaydı. Gözleriyle beni süzdü. Süzdü. Sonunda, “Harbi adamsın Alparslan.” dedi. “Çantana tıktığın neydi?”

Gözünden de bir şey kaçmıyordu şerefsizin.

“Ne tıkacam oğlum. Salak salak konuşma.”

“Herkese dalaverelerini yutturursun ama bana değil Alparslan. Bana değil.”

“Bir kızla tanıştım.” dedim pat diye. İlk defa birine, hayatımla ilgili bir şey söyledim. İlk defa. Bu görev hayatımda üstüme aldığım en önemli görev olabilirdi. Bu uzun soluklu görev, her anlamıyla uzun soluklu geçecek gibiydi. “Onun bana verdiği ufak bir hediye. Rahatladın mı?”

“Vay. Vay. Vay. Açılıyorsun he zamanla sen.” diye anlamlı bir bakış attı. Şu an tam seni gidi seni diyen teyzeler gibi karşımda beni süzüyordu.

“Sapık mısın oğlum? Çek şu anlamsız bakışlarını üzerimden.”

“Neysee,” dedi iştahlı iştahlı. “Hayyırlısı diyelim.” Üstüne bastıra bastıra diretti. Hiçbir şey olmamış gibi de geçti yatağına, götünü bana dönüp battaniyesine sarılarak uyuma modunu aldı.

“Harbi psikopatsınız.” diye mırıldandım ağzımda. Öyleydiler. Ama insan seviyordu da yani. Bağlanmamak koşuluyla.

Defteri çantaya koymuşken bir daha çıkartmak istemedim. Yarın müsait bir vakitte göz atmaya devam ederim diyerek çantayı dolabımın içine koydum. Ama aklımda hâlâ aynı soru dolanıyordu.

Şarkı sözleri nasıl böylesine tesadüf olmuştu? Ya da tesadüf müydü?

Ve düşüncelerim beni bir sabaha daha hatırlamadığım bir şekilde içine çekmiş ve uyuyakalmıştım.

 

 

 

 

~*~

 

 

 

3 AY SONRA

 

Eylül ayının ilk haftasıydı. Yaz ayları bitmiş olsa da artık mevsimlerin kayması sebebiyle hava hâlâ yazdan çıkamamıştı. Yaz aylarının verdiği o sıcaklık bir kenara, Karadeniz’in kıyı kesimlerinde sıklıkla şikayet edilen şey nemdi. Sahil kısmındakiler bundan şikayetçiyken iç tarafta kalan Maçka ilçesi için aynı şey sorun teşkil etmiyordu.

Maçka.

Maçka güzel memleketti.

Maçka kutsal memleketti.

Beni neden hep bu şehir, hatta özellikle bu ilçe çekiyordu bilmiyordum.

Yavuz Sultan Selim’in annesinin köyüydü mesela burası. Ayrıca bundan 100 yıl öncesine kadar Rumların yaşadığı, pazar kurduğu, kiliseye gittiği, kökeni tarih kokan bir yerdi.

Şu anda kaldığımız ev de Rumlara aitti. O eski dış kapı, o eski anahtar, serender...

Tüm bunları internetten, arşivlerden, kitaplardan ve büyüklerden duyuyordum. Evet. Zengindi burası. Her anlamda. Ama tarih bir kenara, beni çeken şey bu değildi.

Öylesine sessiz... Öylesine huzurlu bir ortam ki burası. Camımın önünde bir dut ağacı var. Rüzgar hafiften esiyor. Yapraklar hışırdıyor. Kuşlar cıvıl cıvıl...

Babaannem alt katta yine örgü modelleriyle meşgul. Ocakta kaynamakta olan bir kara lahana çorbası var.

Ve ben...

Ben... Ben de böyle camın önünde, odamda oturuyorum. Düşünüyorum. Olanlar ve olmaya devam edenler. İnsanlar hiçbir şekilde bıkmadan usanmadan devam ederken ben yorgunluğumu erken bayrak kaldırarak göstermiş olmalıydım.

Hakkımda süregelen birtakım dedikodular raddeyi aşarak ilerliyordu.

Ali ile birbirimize sevdalanmışız mesela.

Ama tabii ki de benim bundan haberim yok.

Tek derdi acılarıyla yüzleşmekten yorulmak olan Bade’ydim ben oysa. Güçsüz değildim. Ama beni bir salsalardı artık.

Köyden bazen yürüme inerken teyzelerin bana attığı sümüklü böcekmişim gibi bakışlar da olayların cabasıydı.

Bu 7 yıl aranın zaten kolay geçmesini beklemiyordum.

Ve düşüncelerimi bölen o ses.

Telefonum.

Bakmadan açtığım telefonum.

“Buyrun,” diye telesekreter rolü üstlendiğim telefonum.

“BADEE!” diye bir cırlama.

“Kübra? Kızım ne oldu niy-“

“Bade duydun muuu? Amasya’ya gidiyoruuuuz. İbrahim Komutan ile... Ekip hâlinde.”

“Ne?” Bu haberleri neden en son ben duyuyordum? Hayır telefon da aslında baş ucumda duruyordu ama en son haberi hep ben alıyordum. Ayrıca Amasya mı?

“Kızım algıların da mı kapandı senin? Amasya diyorum. A-mas-ya.”

“Tamam onu anladık Kübra, Amasya. Neden gidiyoruz? Görev mi çıktı? Ne zaman? Nasıl? Ne kadarlığına?” diyerek aklımdaki tüm soruları sormaya başladım.

“Yavassss... Bade, yavasss...” diye klasik Mustafa Kaleli rolünü üstlendi Küboşum. “Yarın zaten iş başı. Ekip bir aradayken duyuruyu yapar İbrahim Komutan. Gruba yazdığı kadar biliyorum ben de.”

Önemli bir gelişme veya haber olsa ufak bir mesaj atıp bizi merakta bırakırdı hep komutan. Adam fragmanı veriyordu sadece. Sonra bekle Allah bekle.

“Sana da kesin Fatih söylemiştir değil mi?” Elbette o söylemişti. Her şeyden ilk onun haberi olurdu. Komutanla arası iyiydi ama onun dışında raporları en son hep o bıraktığı için ve en geç o çıktığı için baş başa kalıp üç beş laf ediyorlardı komutanla tahminimizce.

...Ayasofya, Meydan, Moloz. Binmeyen kalm-... Badecim sonra tekrar konuşuruz dolmuş geldi. Haberi verdim kapatıyorum, yarın görüşürüz!” Arkadan gelen seslerden zorla ayırt ederek duyduğum kadarıyla cevap verdim.

“Tamam tamam, görüşürüz.”

Ben buraya geldiğimde de en yakın arkadaşım yine Kübra olmuştu ama şu son 3 ayda en en en yakınımdaydı. Diğer ekiple de iyi anlaşıyordum ama Kübra ile daha uyumluyduk. Tek sıkıntı çok inat olması. Herkesin de bir huyu vardı işte. Kübra’nın inadı da yani şimdi Laz inadı gibiydi. Tabii bunda boğa burcu olmasının etkisi de büyüktü.

Hafta sonunun gelmesini iple çeken ama hafta sonu geldiğinde de ‘Eğvde canığm sıkılıyooo! Canım, canım, canım sıkılıyoo!’ diye isyan eden bendim.

Dur sıkılma, yettim!’ diyen de kapımızın ziliydi. Eski evlerin çoğunluğuna hakim olan o sesti bizimki de. Aynı anda bir sürü kuş ötüyormuş gibi beyninin içinde yankılanan o ses.

“Ben bakarıım!” diyerek normalde aşağıya su almaya üşenen ben, merdivenleri ikişer atlayarak kapıya koştum.

Ve son üç ayımızın ve bundan sonraki hayatında da hayatımın en baş köşesine aldığım o sima.

Sevde ablam.

“Ben geldiim!” diyerek yanağımdan makas aldı ve babaannemin olduğu sedirli odaya geçti. Artık evimizin kızı olmuştu. Çoğu zaman burada kalıyordu. Hatta her zaman diyebilirdim. Sadece ben de onunla gidersem evlerinde kalıyordu. Ve Ayşe teyzemin vefatından beri sadece 3 gün kalmıştık orada. Her şey yerli yerinde duruyordu. Kıyafetlere bile henüz dokunulmamıştı. Cenaze bile bizim evin önünden kalkmıştı. Çok kalabalık olmuştu. Tüm köy ve komutanlar bile gelmişti. Şehit ailesiydi çünkü.

Sevde ablam hafta içi her gün rehabilitasyondaydı. Akşamları da nineme ve bana da masaj yapardı. Elleri çok şifalıydı, fizyoterapist olmakta çok çok doğru karar almıştı. Hafta sonları alışveriş yapar, gezer tozardı.

Şimdi de gezmeden geliyordu.

Hem de elleri kolları yine doluydu.

Ve çok mutluydu. Ayşe teyzem vefat ettiğinden beri anlamsız bir mutluluk hakimdi üzerinde. Benim de Eren’in vefatında ilk zamanlar yapmaya çalıştığım gibi üzüntüsünün üstünü yalan bir mutlulukla örtmeye çalışmasından şüphe ediyordum. Eğer öyle bir şey yapıyorsa ve ben ona bu kadar yakınken bir o kadar da uzak kalıyorsam kendi içimde bunu asla affedemezdim. Bunu şimdiden anlayıp el atmam gerekliydi.

Şimdiden paketleri açmaya başlamış ve koyu bir sohbete girişmişlerdi. Düşüncelerimi yüzümden silip yanlarına geçtim ben de.

“Bu senin Meryem nine. Üstündeki bu boncukları seversin sen, o yüzden aldım. Hem rengi de çok güzel yakışır sana.” diyerek üzerine doğru tuttu bluz ninemin. “Yavruağzı.” diye de ekledi.

Bana döndü. Eline aldığı beyaz puantiyeli pembe poşetin içinden iki kitap çıkardı. Gözlerinin içi, annesinin öldüğünü bilmesem, aşırı mutluluktan, heyecandan, sevinçten gülüyor derdim. Ama bana göre acı bir şekilde bakıyordu. “Bunlar da senin için Badem. Geçen okuduğunu gördüm ben de devam serisini alayım sana dedim.”

Başka zaman olsa havalara uçardım. Birisi bana kitap almıştı. Ama onun masum sevinç yalanına ben de tebessümle karşılık verebildim.

“Teşekkür ederim Sevde abla, ne gerek vardı. Bak ne diyeceğim sana...” Bu hâli canımı fazlasıyla yakıyordu. Beni böylesine yakarken kendi içini ne çeşit bir küle çeviriyordu kim bilir. Dayanamadım. “Seninle şöyle kahvelerimizi yapıp benim odada içelim mi? Ne dersin?”

“A-aslında...” diyerek gözlerini kaçırmaya ve önündeki poşetleri düzenlemeye başladı. Yine aynı şeyi yapıyordu. Kaçıyordu.

Yanına yaklaşarak kolunu tuttum. “Sevde abla... Lütfen.” diyebildim sadece. O istemezken onu zorlamak da kötü hissettiriyordu. Ama biliyordum ben de. Birisi seni biraz zorlamadığı sürece sen hiç konuşmazdın. Çünkü konuşacak enerjin, isteğin yoktur. Belki ben bir psikolog değildim ama biliyordum. Cemre Hanım olmasaydı bunu da keşfedemezdim. Cemre Hanım kadar olmasam da onu konuşturacaktım. Başka bir yolu yoktu.

“T-tamam. Ben kahveleri yapayım sen beni beklersin üst katta.” dedi. Şimdilik daha fazla konuşmadım. Yanağına kocaman bir öpücük bırakıp ve tabii ki babaannemin de toprak kokulu ellerinden öpüp birkaç dakika önce pineklediğim odama çıktım.

Etraf biraz dağınıktı, hafta sonlarımı hep yatarak dönerek ya da hobilerimi yaparak geçiriyordum. Temizliğe vakit olmuyordu son birkaç aydır. En azından yatağımı toparlayıp camımı açtım.

Ahşap basamaklardan gelen gacır gucur seslerden Sevde ablamın geldiği belliydi. Kahvelerimizi yatağımın baş uçlarında bulunan mumlarımı koyduğum alanlara koyup nihayetinde yüz yüze geldik.

“Abla sana karşı açık konuşacağım. İçimden geçen her şeyi söylemek istiyorum. Ve beni dinledikten sonra... En azından birkaç parça bir şey anlatmanı istiyorum bana. Çünkü böyle yaparak en büyük zararı kendine veriyorsun.” diyebildim.

“Seni dinleyeceğim Bade. 3 ay oldu. Bekledim. Ama bu sefer dinleyeceğim.” diyerek nihayet açtı içini. Benim açmam 4 ay 15 gün sürmüştü. Unutamazdım. Onun sesindeki yorgunluğu anlamamak imkansızdı. Eskiden hafif şivesi vardı. Zamanla okudukça eğitim gördükçe şivesi düzelmişti. Ama yine vardı. Kökten gidemezdi.

“Senin acın ile benim acım kıyaslanamaz. Bir insan sadece bedenen ölünce arkasından yas tutulmaz. Bazen ruhumuzda öldürdüklerimize, aklımızda öldürdüklerimize de yas tutarız. Kimi yaslar sadece birkaç saat kimisi yıllar sürer. Benimkisi 7 yıl sürdü mesela. Bu onu unuttuğum anlamına gelmez. Bu onu kalbimde, zihnimde kabullendiğim anlamına gelir. Abla... Sen henüz kabullenememişsin. Bir tarafın seni onaylarken bir tarafın seni reddediyor. Ve sen bu ikilem arasında sarsılıp duruyorsun. Bunun ne denli acı verdiğini iyi bilirim” Derin bir nefes aldım. Onun elini de avcumun içine sakladım. Gözlerine bakmak bile insanın içinde bir şeyleri büküyordu. Ama bu konuşmayı ona yapmalıydım.

“Çekinme lütfen Bade. Ben seni dinlemek istemiyorum değil, içimdeki acılarla yüzleşmekten kaçıyorum. Ve sen... Bunu senin sayende aşacağım. Her anlamda.”

“Her anlamda yanındayım.” diyerek sözlerime devam ettim. “Acını gizleme abla. Anlat. Bu ancak anlatmakla geçer. Anlatacak bile dermanım yok deme. İçindeki o depresyon halini bir kenara at ve anlat. Bundan sonra ben her şekilde senin yanındayım. Sen artık bu evin kızı benim de öz ablamsın. Eren şehit oldu bir yanın kırıldı. Ve hâlâ o olaydan sorumlu terör ağları aranmaya devam ediyor. En büyük baş lider, kırmızı listenin en başı o şerefsiz aranmaya devam ediyor. Bulunacak. Hasan amcam birkaç yıl sonra vefat etti. En güzel ölüm oydu. Sabah namazında, namazını kıldıktan sonra sessizce aramızdan ayrıldı. Bir tek Ayşe teyzem kaldı. Onu da aldığı bir haber yıktı. Bunun için kimseyi suçlayamayız. Hepsi bir vesileydi. Bunda Ali ve Asiye’nin suçları var ama... Aması var işte. Onların yerini tutamayız elbette. Ama biz senin ailen oluruz. Yetmez mi? Kardeşimiz olursun olmaz mı? Benim ailem senin ailen artık. Ve biz ortak bir acının iki farklı dalıyız.”

Hayatımdaki en uzun konuşmayı belki de burada yapmıştım.

Ve en duygusal konuşmayı.

Ve biz bugün her şeyi konuştuk.

Eren’i...

Hasan amcamı...

Ayşe teyzemi...

Ben onu anladım, o da beni. İçindeki tüm saklı kısımları bu camın önüne döktük. Gece yarısına kadar konuştuk. Ve hatırlamadığını bir vakit yan yana, sarılarak uyuyakaldık.

 

 

~*~

 

 

Arabamı askeriyenin içindeki park alanına çektim. Eskiden kâti suretle izin vermiyorlardı ama Alparslan’ın isteği üzerine artık oraya park edebiliyordum arabamı. Gitmeden önce bu küçük jestini de ihmal etmemişti. Yoktu. Ama varmış gibiydi de. Sık konuşmuyorduk. O kadar samimi de değildik bence. Ama yine yılların arkadaşlığı hakimdi üzerimizde. Ayda toplasak en fazla 4 sefer konuşurduk ama o da genelde mesajlaşarak.

Eylül’ün de gelmesiyle birlikte artık uzun paltomu giyerek dışarıya çıkıyordum. Uzun kahverengi paltomu.

Eylül ne güzel bir mevsimdi böyle. Kahverenginin hayat bulmuş hâli olurdu her yer Eylül gelince.

“Günaydın Bade.” diyerek ilk selamı yine Celil verdi.

“Günaydıın Celil.” Ufak bir selam verip genele seslendim. “Günaydın arkadaşlar.”

“Günaydın Bade, dün göstermeyi unuttum şu analiz raporlarını inceler misin?” diye yanıma geldi Miyase. Kıvırcık sarı saçlarını üstten toplamıştı bugün. Yine oldukça şirin görünüyordu.

“Elbette bakarım. Masamın üstüne bırakır mısın?” diyerek omzunu sıvazlayıp paltomu asmaya geçtim.

Sabahın ilk saatleri ile birlikte dosya incelemelerine başladım. Cenaze zamanından bu yana önemli adımlar kat etmiştik. Bulunan hafıza kartı ve telefon incelemeleri üzerindeydi en büyük adımlar. Vazelon’dan kalan deliller...

Telefondaki parmak izleri dosyaya kaydedilmişti ama genel olarak işe yarar bir şeyler onun dışında çıkmamıştı. Hafıza kartını ilk andan itibaren Celil’e bırakmıştım. Teknolojik incelemesi iyiydi. Yaklaşık 2 hafta sonra tam bir sonuç çıkmıştı incelemeden.

İçeriğini öğrenmek için oldukça büyük uğraş vermişti Celil. İlk zamanlar kartın şifresini kırmak zorlamıştı. Üzerinde büyük çaba sarf etmişti ve sonunda kırmıştı şifreyi.

İçeriği henüz tam anlamlandırılamayan şeylerle doluydu. İlk iş, kopyasını aktarmak oldu. Birkaç görsel ve minik, anlaşılması zor kodlar vardı. Görseller incelenip birleştirilmek üzere Jandarma Komutanlığı’na gönderilmişti.

Aynı zamanda krokilerin yerlerinin tespiti ve kontrolü için en yakın ve Karadeniz sahası korumasını üstlenen Merzifon 5.Ana Jet Üssü’ne de bilgiler gönderilmişti. İHA bilgilendirilmesi yapılmıştı.

Bizim inceleme kısmı bitmişti ama şimdi şifre çözüm kısımları ön plandaydı. Artık iş istihbarat kısmındaydı.

Şimdi ana işlerimiz çevresel ufak olaylardaydı.

İbrahim Komutan’ın kapısı açıldı.

“Günaydın ekip,” diyerek Fatih’in masasının önüne geldi. “Toplanın bakayım şöyle.”

“Buyrun komutanım, bir sorun mu var?” dedi Küboşum.

“Dünkü mesaj hakkında aydınlatacaksınızdır bizi komutanım, değil mi?” diyerek Fatih her zamanki bilgilerini sundu bize.

“Sorun falan yok arkadaşlar. Size bu 3 aylık süreçteki yoğun tempo sonu için küçük bir jest yapmak istedim.” Sözleriyle beni şok ediyordu. Kafasına saksı düşmüş olabilir miydi?

“Ne gibi bir jest komutanım?” diye dayanamayarak saksı fikrini önceliğimde tutup makul bir soru sordum.

“Bu Çarşamba günü minik bir kutlama için Merzifon’a davet edildim. Çok değer verdiğim kıymetli dostum Asil Albay tarafından.” İbrahim komutanımı ilk defa böylesine duygu yüklü bir konuşma yaparken görüyordum.

“Kutlama işin bahanesi tabii, konuşmamız gereken bazı meseleler de var. Özel bir soruşturma yürütülüyor. Bu soruşturma için titiz, güvenilir ve başarılı bir olay yeri inceleme ekibi tahsis edilmek istenildi. Siz Vazelon araştırmalarında da görev almıştınız. Ben ekibime referans olup sizi bu değerli soruşturmaya dahil etmek istiyorum.”

Her zamanki donuk ve ruhsuz bakışında bir duygu yakaladım kısa bir an Fatih’in. “Bizi mi dahil etmek istediniz komutanım?” demişti.

“Öyle dedi.” diye tasdikledi Miyase, sessizce.

“Bence de saksı.” dedim mırıldanarak.

“Hem de büyük olanından.” diye beni onayladı Kübra. Hamsikuşum benim.

En sessiz kalan Celil oldu.

“Bunda bu kadar şaşırılacak bir şey yok ekip. Toparlanın. Ailenize, çevrenize haberi şimdiden verin. Merzifon’da 3 gün misafir kalacağız. Asil Albay ile detaylıca değerlendirmemiz gereken durumlar var. Uçağımız Çarşamba günü saat 14.05’te. Önemli belgeler, evraklar yanınızda olsun. Tamamen iş odaklı değil, misafirsiniz. Unutmayın. Hadi şimdi tekrar iş başına!”

Etrafı göz ucuyla minik bir süzüp tekrar odasına geçti komutan. Bizse tuttuğumuz nefesleri hep bir ağızdan dışarı vermiştik.

“Şimdi biz üsten önemli bir soruşturmaya mı katıldık?” dedi Miyase.

“Hem de Albay Asil Tuna’nın içinde olduğu soruşturma.” diye ekledi Fatih.

Elimi havada sallayarak etrafta sis bulutu varmış gibi bir şeyleri dağıtmaya çalıştım. “Peki ekip, işimize devam edelim. Gerçekse bunu Çarşamba günü öğreniriz.”

Kübra koluma girerek masama doğru beni yönlendirdi. “Bade bu ne kutlaması? Ben gitmemizden daha çok kutlamaya şaşırdım. Acaba yakışıklı pilotların olduğu bir parti mi bu?”

Uf! Bu kız yine ne saçmalıyordu?

“Burası iş yeri,” diyerek işret parmağımı yere doğrulttum. “Farkında mısın?”

“Uff, seninle de hiç dedikodu yapılmıyor he.” diye baygın bir göz deviriş ile işinin başına geçti Kübra da.

Bende Fatih’in yanına gitmeye karar verdim. Belki birkaç bilgi öğrenmiştir ümidiyle.

“Fatih,” diyerek balistik incelemesini yaparken ortaya girdim.

Bir gözünü odaklamak için kapatmış diğerini ise mikroskoba yaklaştırmış şekilde incelemesine yoğunlaşmıştı. Hareketlerini hiç bozmadan, “Buyur Bade,” dedi ve yanındaki sandalyeyi çekerek oraya oturabileceğimi ifade etti.

“Sana verdiğim bu hafıza kartının içindeki görüntülerden bir şey çıktı mı? Haberin var mı?”

“O görüntüler burada değil. İstihbaratta inceleme altındadır.”

“Orada olduğunu ben de biliyorum. Sadece sonucunda neler oldu onları merak ediyorum.”

“Görüntüler yapboz gibi. Ve çok fazla sayıda kod içeriyor. Onları bir ara getirip işlemeleri uzun sürebilir ama belki de çözmüşlerdir.”

“Anladım. Peki, teşekkürler.” diyerek masama geçtim. 2 hafta önce arazi kavgası olan bir köyde bulunan eşyalar ve deliller jandarma tarafından bize getirilmişti. Onları incelemek için ben de herkes gibi işime odaklandım.

Bir orak, orağın üzerindeki parmak izleri, çuval parçası... Şimdilik ilgilendiğim şeyler bunlardı.

Bir de eve gidip yatmak.

 

 

~*~

 

 

Ulaş’ın tüm belge, bilet, ikamet işlemleri tamamlanmıştı. İşinin son gününü de tamamlamış ve şimdi Balıkesir’e, yani ailesinin yanına gidiyordu. Yeni iş yerine gitmeden önce yapmak istediği en önemli şey buydu. 2 gün sonra olması gerektiği yerde, uçakların yanında olacaktı.

Evine varmasına az bir vakit kalmıştı. Sürpriz yapacaktı. Annesi onu gördüğünde çok mutlu olacak, ilk saatler dibinden ayırmak istemeyecekti.

Engin, çocukları için her zaman fedakar bir baba olmuştu. Her bir çocuğu ile ayrı gurur duyuyordu. Oğlunu Eskişehir’e gönderirken içinde gurur olsa da ona olan özlemi de ayrı bir sızlıyordu.

Geldiği otobüs terminalinde inerek yanına aldığı tek büyük valizi otobüs muavini bagajdan ona verdi. Terminal evlerine 10-15 dakika uzaklıktaydı. Yoldan bir taksi çevirip evlerinin yolunu tuttu.

Kısa sürede kapısının önüne gelmişti. Ulaş kocaman bir gülümsemeyle kapıyı çaldı. 3 kez.

“Kim o?” diyen sese, “Ulaş.” diye cevap verdi. Kapı aniden açıldı. “Abii!” diyerek boynuna atıldı Mihri. “Ulaş abim gelmiş annee!” İçeriye seslendi.

Mutfaktan hızla çıkan Perihan kapının kenarına tutundu. “Ulaş, oğlum...” diyebildi. Ailenin tek erkek evladıydı. Erkek kız ayrımı yapılmazdı bu ailede. Ama evladıydı işte. Başını göğsüne bastırarak sarıldı oğluna.

Salona geçip sohbet ettiler, anne yemeklerinden yedi aylar sonra. Ara ara minik ziyaretleri olurdu Ulaş’ın ama uzun zamandır ve büyük bir valizle gelmemişti daha önce.

Akşam olduğunda babasının da şaşkınlığı ve alışması ile geçti vakitler. Restoran biraz geç kapanıyordu. Sahil kenarında işlettikleri lükse yakın bir balık restoranıydı. Balıkesir’in küçük sahil kasabasında rahat ve huzurla yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Mihri üniversite sınavına çalışmaya başlamıştı. Efide gittikten sonra hedeflerine odaklanarak birbirlerine verdikleri sözleri yerine getirmek için sıkı bir kampa girmişlerdi.

Sohbetler ve özlem gidermelerden açılmasına fırsat olmayan konuyu Ulaş anlatmak zorundaydı.

“Aslında ben size önemli bir şeyden bahsetmeliyim.” dedi sonunda.

“Hayrola oğlum ne oldu?” diyerek olduğu yerde ciddiyetle doğruldu Engin.

“Abi doğruyu söyle evleniyor musun?” diye ortama dobralığıyla giriş yaptı Mihri.

Bu soruyu duyan Perihan hafifçe kaşlarını çatmıştı. Oğlu elbette evlenirdi. Ama onlara çıtlatmadan direkt bu konuyla masaya oturmazdı, oğlunu her anlamda tanıdığını düşünüyordu.

“Olmaz öyle şey.” diyebildi Perihan.

“Nasıl olmaz? Turşusunu mu kuracaksın anne?” dedi cevaben Mihri.

“Yani olur ama olduğu zaman biliriz. Öyle pat diye ben evleneceğim demez benim oğlum. Değil mi?”

“Durun bi çocuk konuşsun.” diyerek ortamın sohbet açılamama problemine el attı Engin.

Konuşma sırasının ona geçtiğinin farkına varan Ulaş başladı. “Ben sizinle bu konular hakkında konuşmak istemiyorum.” dedikten sonra pat diye “Ben yeni bir yere görevlendirildim.” içindekini söyledi.

“Aa nereye abi?” dedi Mihri.

“Amasya’daki üsse görevlendirildim.”

“O yüzden mi valizinle geldin? Ne zaman gideceksin?” dedi Perihan.

“Anne buradan direkt oraya geçeceğim. Otobüsle gitmeye karar verdim, geze geze giderim dedim. Yarın sabah otobüsüm kalkacak.”

“Oğlum orada nerede kalacaksın? Ne zaman oldu bu böyle?” Engin oğlunun uzakken daha da uzağa gidişine içten endişe duysa da onu desteklerdi. Başarılı olup kendini en iyi yerlere yükselteceğini bilerek gidiyorsa her yere gidebilirdi.

“Baba orada üste kalacağım. Özel komutan uçaklarının bakımını yapmak için Eskişehir’deki çok değer verdiğim bir abim referans oldu sağ olsun. Uzun soluklu, değerli bir iş benim için.”

“Oh çok şükür o zaman, hayırlı olsun oğlum.” diyerekten oğlunun alnına kocaman bir öpücük bıraktı Perihan.

“Sen şimdi pilot birini bulursun orda oh ne güzel.” Mihri abisini evlendirme düşüncesine devam ediyordu. Evlenmeliydi. Böylelikle her şeye burnunu sokan bir abi terörü kalmazdı ortada.

“Evlenirsem elimden kurtulacağını mı sanıyorsun sen? Her ders çalışmadığın vakit bana rapor ediliyor bilgin olsun.” Kardeşinin eğitim hayatına çok fazla müdahalede bulunuyor ve en doğru kararı alması için her daim bir adım arkasında bulunuyordu Ulaş.

Engin’in “Tebrikler oğlum,” deyişiyle birlikte zil çaldı.

“Ben bakarıım,” diyerek kapıya koştu Mihri. “Ablam gelmiştir.”

“Ulaş mı geldi yoksa?” diyerek kapıdaki ayakkabıları gösterdi Mihri’ye Çilde.

Ellerini salonun girişine uzatarak gir de kendin gör demişti kendince Mihri. Kardeşine göz devirerek salona ilerledi Çilde. Üstünde siyah, vücut hatlarını her hâliyle sarmalayan ve dizlerinin bir karış üstünde biten göğüs dekolteli elbisesi; en incesinden siyah bir külotlu çorap, gerdanında beyaz kalın incili bir kolye vardı. Aynı incilerin küpesi kulağında, dudaklarına ise şarap kızılından bir ruj sürülmüştü. Uzun, aşırı siyah olmasa da siyah olan saçları belinin az üstüne kadar dökülmüş ve hafif dalgalıydı. Tırnaklarında da dudaklarındaki rujun renginde bir oje vardı. Altı kırmızı olan yine siyah stilettolarının ağrısından ayağını yere basarken biraz sızlamıştı.

Yavaş adımlarla içeriye girdiğinde yüzündeki ifade yine değişmemiş ama dudaklarına hafif bir tebessüm hakim olmuştu. Sert bir kadındı Çilde.

“Abla hoş geldin,” diyerek ayağa kalktı Ulaş. Ablasının yanına gidip hafifçe sarıldı. Mihri’ye terör estirse de gururu ablasını görünce kırılırdı. Çok düşkündü. Ama aynı şey Çilde için de geçerli miydi, muamma.

“Hoş geldin kızım. Yorgun görünüyorsun zor bir dava ile mi uğraştın yine?” demişti Engin. Evlatlar arasında ayrım yapılmazdı. Herkesin yeri ayrıydı. Ama onun yeri her zaman bir tık derindi. Keskin noktaları vardı kızının. Adı gibiydi. Soğuk bir kış günü gibi titretecek aurası vardı.

“Biraz öyle oldu babacım, biraz da başım ağrıyordu.” derken Ulaş’a döndü. Bu sefer kendisi sarıldı erkek kardeşine. Belli etmedi ama kokusunu içine çekmişti çoktan. “Sen nereden çıktın böyle yine yırtık dondan fırlar gibi?”

“Aşk olsun abla, bari çaktırmasaydın özlemediğini.” Dalgasını geçti Ulaş. Ablasını iyi tanırdı. Ama aslında hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Nasıl biriydi Çilde? Kimse bilmiyordu.

Baygın bakışları ile saçlarını karıştırdı kardeşinin, sanki ufak bir çocukmuş gibi. İlerledi ve koltuğun başlığına yaslandı. “Baba benim çok fırsatım olmuyor. Senin şu sanayici arkadaşlarına bir ara benim arabayı bırakır mısın? Yıllık bakımları gelmiş. Özellikle şanzımanına baktır lütfen.”

“Yarın ben de seninle geleyim, seni bıraktıktan sonra geçerim. Bir de Ulaş’ı bırakacağım terminale.” dedi Engin.

“Otobüsle mi gideceksin sen?” Ciddi bakışıyla süzdü Ulaş’ı ablası.

“Değişiklik olsun diyeymiş, neyin değişikliğiyse artık,” Söylendi Mihri. “Neyse, ben odama geçiyorum. Ders çalışacağım.”

“Ben de çok yorgunum, izninizle.” Ulaş’ın saçlarından yanağına doğru elini gezdirip, şefkatle okşadı ve Çilde de odasına geçti.

Onun sert duvarlarına ailedeki herkes alışıktı. Her şeyi içinde yaşardı. Bilirlerdi.

Günün geç saatlerine kadar sohbet, muhabbet, çay ile geçen hasret giderme sonunda herkes odasına dağıldı. Yarın sabah yeni bir iş, yeni bir şehir ve yeni insanlar Ulaş’ı bekliyordu.

Ulaş Zorlu’yu...

 

 

 

🕯️🗝️

 

 

🔏 Ben geldim canlarrr! Nasılsınız? İyisinizdir umarım. Bölümü yazmam, paklamam uzun sürdü biraz gibimsi oldu. Çünkü memleketten yeni geldiiik.

Umarım beğendiğiniz bir bölüm olur. Hepinizi çok seviyorum.

Yorumlar ve yıldızı unutmayın, lütfen.

Sağlıcakla kalın! 🍃

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%